Üç portre. Bu hafta Amerika’da en çok konuşulan üç kişi. Onların hikâyeleri, aynı zamanda değişen toplum değerlerinin de bir sembolü. Küstah bir aktörle hırslı bir işadamının mülayim bir televizyoncuyla kesişen öyküsü, narsisizmin kısa tarihi gibi...
MEL GIBSON
Washington’da saat 6’dan sonra gazetecilerin, yayıncıların toplanıp dedikodu yaptığı, biftekçi Morton’s’un terasındayız. Ağır meseleler bitti. Masadakilerden biri, Mel Gibson’un ses kayıtlarından bahsetmeye başladı. Okumuşsunuzdur... Son çıkan, bir başyapıt. Irkçılık, yabancı düşmanlığı, cinsiyet ayrımcılığı, aile içi şiddet, anti-semitizm... İçinde aynı anda hepsi birden var. Önce olayı özetledi. Habersiz homo politicus’lara neler olduğunu anlattı. Ama istediği etkiyi yaratamayınca, birden Gibson’ın telefonda eski sevgilisi Oksana Grigorieva’ya ettiği küfürleri taklit etmeye başladı. Köşe masada oturuyoruz. Arkamda insanlar bakıyor mu diye kafamı çevirmeye bile korkuyorum. Ama hikâyeyi anlatan, aynı heyecanla, ses tonunu da Gibson’ınki gibi çatallaştırıp bağıra bağıra küfür etmeye devam ediyor. Masadakiler de bağıra bağıra gülüyor. Grotesk performans bir süre daha devam etti. Derken önce anlatan sonra diğerleri sakinleşti. Ben de kaskatı halde kafamı çevirip kimlere rezil olduk diye arkama baktım. Ne mi oldu!.. Hiç!.. Çünkü etraftakilere bakınca, hiçbirinin masada dönenlerle ilgilenmediğini fark ettim. Onun yerine, silme erkek dolu terasta, herkesin kendi Mel Gibson, kendi Rus ajan Anna Chapman öyküsünü konuştuğunu gördüm. Anladım ki, Mel Gibson’ın o küstah, kendini beğenmiş, pervasız güç gösterisi, aslında o terastakiler için bir kıskançlık sembolüydü. Ve Morton’s’un terası, Mel Gibson’ın narsisizmini çoktan meşrulaştırmıştı... Güya skandal diye konuşurken, hikâyeyi çoktan benimsemiş... Herkes kendini anlatıyordu.
GEORGE STEINBRENNER
Hepsinin sorumlusu o olabilir mi. Yani sınırsız güç isteğinin... Kural tanımazlığın... Mutlak başarıdan başka hiçbir düstur kabul etmemenin!.. Yankees’in sahibi, Seinfeld’deki ‘The Boss’ karakterinin ilham kaynağı George Steinbrenner öldüğünden beri, Amerikalılar işte bunu tartışıyor. Tamam herkes iyiydi diye anlatıyor ama... Yaklaşık 40 yıl domine ettiği beyzbolu ve Amerikan spor endüstrisini baştan aşağı değiştiren adam bütün ahlak dışı yöntemlerine rağmen makbul olabilir mi?.. Mel Gibson’ın kibiriyle Streinbrenner’ın ne ilgisi var diyorsanız... Herhangi bir futbol karşılaşmasını izlemek için bir stada gidin. Burnundan en kıl aldırmayan adamların oturduğu tribüne kurulun ve etrafı izleyin. Ve aralarında hiçbir ortak yön olmayan, normalde bir arada olmak istemeyecekleri futbolcuları nasıl ilahlaştırdıklarına bakın. Steinbrenner, sporcuları yıldızlaştırırken, onlara astronomik paralar verip her birini bir magazin figürüne dönüştürürken, aslında o narsistleri içeri çekip, onlardan daha narsist hale getirdiği kendi oyuncularının bağımlısı yapmayı planlamıştı. Babasının altında sürekli ezilerek, insanları ezmeyi, onlarla oynamayı öğrendi. Ve narsist yıldızları, beyzbola ilk o saçtı. Geçen yıl Yankees’in yeni açılan stadını gezerken, görevliye “Emekli oldu” denilen Steinbrenner’ın ne yaptığını sormuştum. Ne emeklisi, siz onun bu kulübü o beceriksiz oğullarına bırakacağını mı zannediyorsunuz dedi. Önemli kararları halen o alır dedi. ‘The Boss’ Amerikan spor tarihinin en kült karakteri oldu. Kural tanımazlığı, acımasızlığı, başarı saplantısı, kontrolsüz hırsıyla... Amerika’nın Ali Şen’i desem hangisine haksızlık etmiş olurum acaba. Ali Şen’e mi Steinbrenner’a mı?..
LARRY KING
Zamanlama bire bir uyuyor. 50’lerde bir grup Amerikalı gence, Minnesota Çokyönlü Kişilik Envanteri testi yapıyorlar. Psikopatolojinin temel unsurlarından testin, “Kendinizi önemli görüyor musunuz” sorusuna, katılanların yüzde 12’si “Evet” diyor. Aynı testi, bu defa 80’lerde aynı yaş aralığında yeniden deniyorlar. Sonuç yüzde 80 çıkıyor. Yani Steinbrenner’in Yankees’i satın aldığı 70’lerde, toplum gitgide daha narsist oluyor. O zaman herkesin kendini her geçen gün daha önemli gördüğü... Toplumun her gün yeni megalomanyaklar tanıdığı bir dönemde... Larry King gibi birinin tutunabilmesi mümkün olur muydu!.. Steinbrenner’ın körüklediği Mel Gibson’ların arasında son beyefendiydi Larry King. Söyleşilerde devam sorusu olmadan sadece kağıttan okuyacak kadar tembeldi, evet... İnterneti kullanmamakla övünecek kadar kalın kafalıydı. Ve ön seçim gecesi stüdyoya Mick Jagger’ı çağıracak kadar kopuktu... Ama Larry King, narsistlerin arasında makul olandı. Bir tarafta 8 çocuklu yobaz Katolik Mel Gibson. Öteki tarafta 8 kere evlenen Larry King. Hangisi daha anlaşılır?.. Biri yazmış... 25 yıldır aynı programı yapan adamın reytingleri niye düşsün anlamıyorum, demiş. Aslında tam da 25 yıldır değişmediği için gitmişken nasıl böyle bir şey diyebilmiş bilmiyorum ama sadece Mel Gibson’a değil, size de yenildi Larry King. Ekranın arkasındaki narsistlere. YouTube’lar, bloglar her gün egolarınızı şişirirken, televizyon onun kibarlığını kaldırmadı. Ve eminim, yerine geçecek olan o gün benimle Morton’s’un terasındaydı.