İki hafta üst üste WikiLeaks’ten sonra biraz detoks yapacağız. Ay başında Darren Aronofsky’nin son filmi ‘Siyah Kuğu’ girdi gösterime. İki yıl önceki Amerikan arabeski ‘Güreşçi’den sonra bu sefer yaptığının büyüleyiciliğini tarif etmek çok zor. Size filmi anlatırken, öyküden çıkardığım notlar aktaracağım. Uzun tweetler... Ya da kısaltılmış denemeler...
Aynanın karşısında süzülürken görüyorsunuz önce. Ellerinin zarifliğini... Boynunu... Ahengini... Bir kuğu izliyorsunuz. Sonra oturuyor. Pembe ipli ayakkabıları geliyor önünüze. Ve çözmeye başlıyor. Siz hiç bir ‘pointe shoes’ tuttunuz mu?.. O dışarıdan zarafet saçan bale pabuçlarının burnundaki kütlüğü elleyip, içindeki tahtaya değdiniz mi?.. İpleri çözüyor. Ve bir futbolcuymuş da tozluklarını temizliyormuş gibi yere vurmaya başlıyor. Sonra çorabını sıyırıyor. Ezilmiş kemiklerini... Kırılmış tırnağını... Kan içinde kalmış çirkin parmaklarını gösteriyor. Kuğunun çirkin ayaklarını!..
Hikâye şöyle... Kral olabilmesi için evlenmek zorunda olan bir prens, bir gün bir kuğuyla karşılaşır. Ve kuğunun aslında bir büyücü tarafından yakalanıp beyaz bir kuğuya dönüştürülen bir prenses olduğunu öğrenir. Birbirlerine âşık olurlar. Ancak sonra büyücünün kızı gelir. Ve babası sayesinde o da siyah kuğu kılığına bürünüp prensin aklını çeler. Prens bir süre sonra aldatıldığını fark eder tabii. Ama... Bundan sonra hikâyenin birkaç değişik versiyonu var. Ruslar ve Çinlilerin versiyonunda, öykünün finali hep mutlu son. Prens ve prensesin aşkı, büyüyü bozuyor. Ancak New York versiyonunda hikâyenin bitişi hep trajedi. Birinde, prens prensesi bir kere aldattığı için büyü sonsuza dek kalıcı oluyor. Diğerinde de büyüden kurtulamayacakları anlaşılınca ikisi birden intihar ediyor. İstanbul’u arayıp sordum. Türkler 2003’te oynamış en son. Ve bizde de final mutlu bitmiş... ‘Kuğu Gölü’nü mutlu bitiren ülkeler!..
Yaratıcılık, hırsızlığı fark ettirmeden yapmanın başka bir adıdır, demişti biri. Ortaya konulan hiçbir fikrin, sıfırdan doğamayacağına inanan bir ekol var. ‘Sosyal Ağ’ı izleyenlere söylüyorum. Filmdeki sersem kürekçileri hatırladınız mı!.. Şimdi ‘Siyah Kuğu’ üzerine yazılanları okuyorum. Orada da aynı durum... Hepsinin eli titremiş. Uğraşmışlar. Ama “Beğenmedim” demeyi bir türlü beceremeyince, “Aslında bu filmin aynısı daha önce çekildi” diye yüklenmişler. Kastettikleri, 1948 yapımı ‘Kırmızı Pabuçlar’. Aronofsky de bir röportajında söylüyor bunu. “Bazı teknikleri oradan aldım” diyor. Ama o kadar çok yerde okuyunca sonunda gidip Netflix’te kendim izledim. Ve stüdyo ortamında çekilmiş, 40’ların pastel renkli teatral yapımını ‘Siyah Kuğu’nun orijinali diye sunmanın en hafifinden haksızlık olduğuna karar verdim. Ben bunun orijinalini izledim ukalalığı... Tamam kabul. Çoğu zaman hepimizin hayatında bir sersem kürekçi oluyor. Mark Zuckerberg’in Facebook’u yaratırken esinlendiği ikizler. Ama bugün kalkıp, “Facebook’u aslında iki kürekçi kurmuştu” diyebilir misiniz?.. Tavrının, fikrinin, kestiğin pozun önemi yok. Yapabiliyorsan yap!..
Birkaç hafta önceydi. Bir davette Washington Post’un Yönetim Kurulu Başkanı Donald Graham ile tanıştık. Yanında Harvard Üniversitesi’nden Steven Pinker da vardı. Pinker’ın önümüzdeki eylülde bir kitabı çıkıyormuş. Dünyada şiddetin, savaşların azaldığını anlatan bir araştırma. Sohbet, kitaptan açılmışken... Bir ara bana döndüler. “Sen ne düşünüyorsun” dediler. Ben de “Evet, rasyonel düşününce savaşlar azaldı belki. Ama devam edenlerin ya da potansiyel olanların neredeyse hepsi Türkiye’nin etrafındayken, bir Türk’ün ‘Dünyada savaşlar azaldı’ diye düşünmesi zor” diye cevap verdim. Olaylara bakışınız, içinde bulunduğunuz koşullardan doğuyor. İşte ‘Siyah Kuğu’da bir paranoyağa dönüşen balerin de, aynen böyle, etrafındaki herkesi annesiyle yaşadığı deneyim üzerine yorumlarken görüyorsunuz. Ancak en güzeli... Filmin belki de en güçlü yanı... Daha en başından buna sizi de inandırıyor. Annesi onu kıskanan bir cadı!.. Koreograf, tek derdi onunla yatmak olan ucuz bir zampara!.. Rakibi, onu öldürmek isteyen bir şeytan!.. Başarıya ulaştıkça içinizde büyüyen paranoya!..
“Niye sahnede kendini kaybetmiyorsun” diye soruyor filmin bir yerinde koreograf. Balerin de, “Tek istediğim mükemmel olmak” diyor. Peki ne demek mükemmel olmak?.. Bunun içinde kendini kaybetme yok mu?.. Her başarının arkasında yaşanan fedakârlıklar, acılar... ‘Siyah Kuğu’ sırf bundan ibaret olsa, filmi pekâlâ bir jimnastikçiyi anlatarak da çekebilirsiniz tabii. Jimnastikçi durmadan çalışır!.. Jimnastikçinin hiç arkadaşı yoktur!.. Jimnastikçi kimsenin katlanamadığı fiziksel acılar çeker!.. Vesaire vesaire... Ama ya koreografın balerine verdiği cevap... Mükemmel olmak istiyorsan, kendini kaybetmeyi de becereceksin!.. İşte bir jimnastikçinin filmine ekleyemeyeceğiniz o replik. Sporun insan psikolojisi üzerindeki etkilerini küçüksemek için söylemiyorum bunu. Ama ‘Siyah Kuğu’nun öyküsünü Aronofsky’nin o dan dun ‘Güreşçi’ filmiyle yan yana koyunca da göreceksiniz. İşin içinde sanat olmadığı zaman böylesine derinlikli bir iş çıkarmanız zorlaşıyor. Anlattığınız hikâyeye bakın... Yarattığı performans uğruna kendi benliğini yok eden bir dansçının öyküsü. O nevrotik Woody Allen neden film karakterlerini hep sanatçılardan, entelektüellerden seçiyor!..
Filmde her taraf aynalarla dolu. İnsan egosunu anlatan bir öyküde herhalde bundan daha güzel bir materyal olamazdı!.. Bir sahne var. Balerin dans ediyor. Koreograf izliyor. Kamera da önden koreografı, koreografın arkasındaki aynadan da balerini gösteriyor. Ancak gariplik şu... Aynalar sadece balerini yansıtıyor, kamera yok ortada!.. Sonra Aronofsky’nin bir röportajından öğrendim. Meğer önce sahneyi çekip sonra kamerayı dijital ortamda silmişler. İnsan egosunun neler yapabileceğini anlatan filmden başka bir sembol. Yönetmen de olsa... Kendinden başka kimseye tahammülü yok!..
Ve ‘Siyah Kuğu’ya dair en can alıcı bölüm. Aronofsky’nin önceki filmlerinde de var. İnsanın kendi vücuduna çektirdiklerini... Fiziksel acıyı göstermeyi seviyor. Baştan itibaren sizi gerilime sürükleyen de filmin bu ıstırap faslı. Tırnak kesme... Deri soyma... Kemik sesleri... Ve unutmayın fondaki hâlâ bale... Ancak filmin finaline geldiğinizde... Yönetmenin size çektirdiği bu işkencenin sebebini en sonunda anlıyorsunuz. ‘Kuğu Gölü’nde iki rol birden oynuyor balerin. Hem beyaz kuğuyu hem siyah kuğuyu... Hem iyiyi hem kötüyü... Hem duruluğu hem tutkuyu... Ve eğer mesele mükemmel olmaksa, aslında sadece ondan isteneni yapıyor. Siyah tüylerini çıkarıyor... Ve sahnede kendini kaybediyor... Siz hayatınız boyunca hep beyaz bir kuğu mu oldunuz?..
Siyah Kuğu’nun cevabı Batuman’ın kitabında
Bilim filozofu Karl Popper, çürütülülebilirlik tezini açıklarken kuğulardan örnek veriyor. Her gördüğünüz kuğu beyaz diye “Bütün kuğular beyazdır” diyemezsiniz Popper’e göre. Çünkü o ana kadar karşınıza çıkmamış bir kuğunun siyah olma ihtimali her zaman vardır. Siyah Kuğu, bale klişeleriyle örülmüş bir film. Kötü anlamda söylemiyorum. Klişeler, bir eserin her zaman kötü sayılması gerektiği anlamına gelmez. Ama Siyah Kuğu’nun baleyle ilgili oluşan yargıları kabullendiği de kesin. Bir eleştiride yazmışlar. Niye hep birbiriyle didişen balerinler... Dansçılara asılan koreograflar... Yaşı geçmiş, mutsuz balerinler olur, diye sormuş biri. Ama aynı yazıda, “Niye Avrupa’da bale topluluklarını kadınlar yönetirken bizde hep erkekler” diye de eklemiş. Klişenin doğruluğunu kendi itiraf etmiş. New York dergisi, ‘2010’un En İyi Kitapları’nı sıraladı geçen hafta. Listede Elif Batuman’ın Ecinniler kitabı da var. Rus edebiyatı üzerine denemeler... Bir yerinde ‘Oblomov’ kitabından da alıntı yapıyor Batuman. Ve kitabın kahramanı Oblomov’u konuşturup edebi gerçekçiliği eleştiriyor: “Bütün düşmüş kadınlar daha önce analiz edildi. Hırsızı, fahişeyi betimliyorlar ama kişiliği unutuyorlar. Kişiliği soruyorum...” Siyah Kuğu’nun başardığı da bu. Bütün klişelerin yanında intihar etmeye çalışan düşmüş eski bir balerini orada da izliyorsunuz. Ama hepsinin dışında... Suratından ayırmadığı o rahatsız edici tedirginliğiyle sizin karşınızda arz-ı endam eden bir kişilikle de tanışıyorsunuz. Beyazdan siyaha dönüşürken... Çocukluktan kadınlığa geçerken... Sahnede kendini kaybetmeyi öğrenen mükemmeliyetçi bir sanatçıyla...