Tolga Tanış

İşte dünyanın en iyi Twitter hesabı

29 Mayıs 2011
Ben demiyorum. Pulitzer ödüllerini dağıtan Columbia Üniversitesi’nin gazetecilik dergisi söylüyor... “Acaba dünyanın en iyi Twitter hesabı bu mu” diye yazmışlar.

Altına da “Andy Carvin’le tanışın. Doğrulama makinesi” diye eklemişler. Carvin’in portresini anlatacağım bu hafta. Arap Baharı’nı dünyaya Twitter’dan duyuran... Hesabını Ortadoğu’daki kalkışmaya katılanların agorası haline getiren internetçiyi. Üç ay önce, ‘2000 devrimlerini planlayan adam’ diye akademisyen Gene Sharp’tan bahsetmiştim. Bu da o yazının, ‘Devrimlerin Twitter bacağını oluşturan adam’ versiyonu

Obama Ortadoğu konuşmasını bitirdi. Ondan altı gün önce Washington’da bir Starbucks’ta konuşmanın metnini hazırlarken CNN’in Beyaz Saray muhabirine yakalanan Ben Rhodes söyleşiye başladı. Ulusal Güvenlik Danışman Yardımcısı... Dışişleri Bakanlığı’nda bir odada... Karşısında NPR stratejisti Andy Carvin ve Foreign Policy dergisinin blogger’ı Marc Lynch... Twitter üzerinden gelen sorularla kendi yazdığı metnin çözümlemesine geçti.
Hafta içi telefonda görüşürken, “Seni Beyaz Saray mı seçti” diye sordum Andy Carvin’e. Prestijli radyo NPR politikacılara siparişle gazeteci yollamaz çünkü. “Hayır. Obama’nın basın toplantısını Twitter’dan aktarmam için davet etmişlerdi. Konuşma bittikten sonra da bir söyleşi olabileceğini söylediler. Marc’la birlikte yaptık” dedi.
Türkçesi... Arap Baharı başladığından beri Andy Carvin Twitter’da öyle bir performans sergiledi... Tunus’tan Libya’ya... Bahreyn’den Mısır’a bölgedeki binlerce kişinin bilgi akışını tek başına o kadar başarılı yönetti ki... Beyaz Saray da bunu özel bir söyleşiyle taltif etmişti.
- 40 yaşında. Northwestern Üniversitesi’nde retorik ve telekomünikasyon okuyor. Mezun olduktan sonra da web üzerinden yayınladığı eğitim kitabıyla internet stratejileri geliştirmeye başlıyor. Sene 1994.
- Beş yıldır NPR’da. Sosyal medya masasının başında. Ondan önce ise Digital Divide Network’te (DDN) çalışıyor. İnternet üzerinden topluluk örgütlenmeleri oluşturmak için. Forumlar, e-posta grupları vesaire...
- Austin’deki geleneksel SXSW toplantısında bu yıl biri söylemiş. “Bütün yollar Andy Carvin’e çıkar” diye. İcat ve yazılım faslını bir kenara bırakın. Amerika’da internet iletişimini en yaratıcı, en verimli kullananlar listesinde her zaman önde.

Yazının Devamını Oku

Olayı bir de Ophelia’dan dinleyin

22 Mayıs 2011
Hafta içi New York’ta, Dominique Strauss-Kahn olayındaki otel hizmetlisi Ophelia’nın hikâyesini araştırdım. Bronx’ta kaldığı evi gezdim. “Kardeşiyim” diyen adamla konuştum. Otelde çalıştığı 28. kata baktım. İfade verdiği mahkemeye gittim. Peşindeki gazetecilerle konuştum. D.S.K yeterince anlattı. Olayı bir de Ophelia’dan dinleyin...

Bronx’un güneyinde... Yankee Stadyumu’nun bir blok üstünde fakir bir mahalle. Trenden indim. Stadyumun yanından elimdeki adrese doğru yürüyorum.
O sabah mahkemeye gitmiştim. Çin Mahallesi’nin altındaki New York Ağır Ceza’ya. Kâtipten aldığım D.S.K.’nın dosya numarasını dışarıda beklerken tanıştığım France 24 muhabirine verince... O da bana karşılığında Ophelia’nın adresini söyledi. Oraya gidiyorum.
Sokak ürkütücü. Toplu konutlara benzeyen tuğla binalar... Evlerin önünde boş duran Latin gençler... Ve binaları saran kameralar... Etrafta gazeteciler olur diye düşünüyordum ama benden başka yabancı kimse de görünmüyor.
Adrese vardım. O sırada yedi katlı binadan içeri giren birini görüp ben de geçtim. Girişteki kapıcıyla görüşmeye...
KİMSE BİRBİRİNİ TANIMAZ
Kapıyı çaldım, kapıcı içeride değildi. Üst kata çıkayım mı diye düşünürken de çamaşırhanede yaşlı bir kadın görüp ona sordum. “Dördüncü kattaki Ophelia’yı tanıyor musunuz” diye. Anlamsızca baktı. “Ben beşinci katta oturuyorum. Burada kimse kimseyi tanımaz” dedi.
O sırada kapıdan iki siyah erkek çıkıyordu. Bir de onları deneyeyim dediğimde... İşte o zaman mahalleyle tanıştım.

Yazının Devamını Oku

Gülen soruşturmasının peşinde

15 Mayıs 2011
Hikâye kısaca şu... Gülen Hareketi’nin ABD’de 100’den fazla okulu var. ‘Charter’ denilen, yarı özerk devlet okulları. İddiaya göre, bu okullara Türkiye’den cemaat mensubu öğretmenler getirtip hepsine çalışma vizesi (H1B) aldırıyor... Sonra bu öğretmenlerin Amerikan devleti tarafından ödenen maaşlarını kendi fonlarına aktarıyorlar. İlk kez, iki ay önce Philadelphia Inquirer gazetesi yazdı. “FBI bu yüzden Gülen Hareketi için soruşturma başlattı” diye. Oradan her yere yayıldı. Yürüyen bir öyküde şimdiye kadar bulduklarımı size de anlatıyorum...

1. WASHINGTON

Washington’dan başladım. Ve bir soruşturma varsa, bunu yürütebilecek üç kuruma ayrı ayrı sordum. Çalışma, Eğitim ve Adalet Bakanlıklarına... Çalışma Bakanlığı, çok net, “Yok” dedi. Diğer ikisi ise, “Böyle bir konuyu ne teyit edebiliriz ne de yalanlayabiliriz” diye cevap verdi.
Inquirer’ın haberinde adı geçen Amerikalı veliye ulaşmaya karar verdim. Ve veli Ruth Hocker’ı, Gülen Hareketi’nin yönettiği Pensilvanya’nın State College kentindeki Young Scholars (YSCP) okuluna sordum. Eskiden buranın okul aile birliği başkanıydı diye... Görevli Leslie Adams, “Bu konuda bir şey bilmiyorum” dedi. Ardından müdür aradı. O da aynısını söyledi. Hocker’ın numarasını sonra rehberden buldum. Ve meseleyi bir de bana anlatmasını rica ettim. Dört çocuğu var. Hepsi YSCP’ye gitmiş. Bir gün okuldaki öğretmenlerin yeterince vasıflı olup olmadığı takılmış aklına. Yönetime, çalışanların geçmişlerini sormuş. Söylememişler. O da mahkemeye gitmiş. İstediği bilgiyi almış.
Fakat yönetimle arası açıldığı için de okulla bağlarını koparmış.
2010’un başında, bu sefer devlet başvurmuş Hocker’a. Ve federaller, okulla ilgili konuşmak istemişler. “Kimlerdi” dedim. “FBI ve Harrisburg Savcılığı’ndan birkaç kişi” dedi. YSCP’nin mali yapısıyla ilgileniyorlarmış. “Ne anlattılar” dedim. “Görüşmede FBI’ın bu okulları soruşturduğunu öğrendim” dedi. “Ne zamandan beri araştırıyorlarmış” dedim. “Söylemediler ama çok önce başlamışlardı” dedi. Teşekkür ettim. “Kapatmadan... Okul yönetiminden hiç baskı, tehdit gördünüz mü?” diye sordum. “Hayır. Ama arkamdan deli olduğumu söylüyorlarmış, onu duydum” dedi.

2. HARRISBURG

Hocker’dan sonra Harrisburg’a gittim. Washington’a iki saat uzaklıktaki, Pensilvanya Eyaleti’nin ufak başkentine...

Yazının Devamını Oku

Bin Ladin ve Türk ‘closure’ı

8 Mayıs 2011
Denedikleri, Bin Ladin’in cesediyle, içerideki İslam düşmanlığını sona erdirecek bir ‘closure’!.. Terime yabancıyım. Kavramın ifade ettiği duyguya yabancıyım. Ama düşündükçe de “Keşke” diyorum... Keşke bir Türk closure’ı da başlasa..

OObama, İkiz Kuleler’in yıkıldığı yeri ziyaret için New York’a giderken... Uçaktaki bir gazeteci soruyor. “Ne istiyor Başkan? Ne görmeyi umuyor?” diye... Sözcüsü Jay Carney de cevap veriyor: “Bin Ladin’in ölümüyle New Yorklulara bir ‘closure’ için yardım etmeyi.”
Elinde silah var mıydı? Önüne atlayan karısı mıydı? Bunları yıllarca yine tartışın. Ama Bin Ladin hikâyesinde benim en ilginç bulduğum... İşte Carney’in cümlesindeki o tırnak içi laf oldu: Closure.
Türkçesi yok. Bire bir çevirirseniz ‘kapanma’, ‘neticelenme’. Fakat bizde ne halk arasında öyle bir kullanımı var... Ne de daha önemlisi, böyle bir duyguya aşinayız.
Kavram bir psikoloji terimi aslında. ‘Need for closure’ diye de geçiyor. İlk defa 1920’lerde çıkıyor. Almanya’daki Gestaltçılardan. Oradan da Amerika’ya geliyor.
Literatüre geçmiş evrensel bir kavram için “Bizde yok” demek saçma değil mi!.. Ama lafın yıllar içinde yaşadığı değişimi anlatayım, göreceksiniz.

EKSİĞİ TAMAMLAMA

Almanlar başta çok güzel formüle ediyorlar. Diyorlar ki... İnsanların çevrelerini algılayış şekli psikolojinin temelidir. Ve her bireyde bir neticelendirme ihtiyacı vardır. Gördükleri yarısı eksik objeleri zihinlerinde tamamlayıp bir bütün olarak algılamaları gibi... Duygusal olarak sonuçlanmamış deneyimleri de zihinlerinde yaşarlar.

Yazının Devamını Oku

Öndeki inek, kafasız tiki ve arkadaki cool sıra

1 Mayıs 2011
Aynı o filmdeki gibi!.. La Haine’in (Nefret) başındaki anekdot... Adamın biri gökdelenden düşüyormuş. Düşerken de her kata geldiğinde aynı şeyi söylüyormuş: Buraya kadar her şey iyi!.. Diyor ki anlatan... Nasıl düştüğünün önemi yoktur. Önemli olan yere nasıl indiğindir. Yeni Hürriyet Pazar Gazetesi ve satılan Milliyet vesilesiyle bir reklamcılık yazısı...

Üç hafta önceydi. Bir konferansta New York Times’ın muhabirlerinden biriyle sohbet ediyoruz. Sevgilisi İstanbul’a gidecekmiş. Ben de “Şurayı gezsin, burayı görsün” diye konuşuyorum. Sonra laf dolandı. Yine gazetelerin reklamcıları nasıl ikna edeceğine geldi.
NYT’ın reklam geliri her çeyrek düşmeye devam ediyor. Ama yine de artık kâr etmeyi beceriyorlar. “Nedir formül” diye sordum. Güldü. “Formül benim maaşım” dedi. “Her yıl azalıyor. SoHo’da oturuyorum. Taşınmak istemiyorum. Ama bu yüzden taşınacağım.”
Anlattığım gökdelen hikâyesi, bugün dünyadaki gazetelerin durumunu iyi özetliyor. Reklamcı kaçıyor. Sınıfta matematiği kuvvetli ama kompozisyon yazamayan ineğin yanına oturuyor. Arama motorunun yanına... Gazeteler de arka sırada... Eski dostun ara ara gelmesini bekliyor. Camdan dışarı bakılan en cool sıraya...
DÜŞÜŞ BİTİYORBirkaç rakam vereceğim şimdi. Amerika ve Türkiye’yi bu konuda birebir karşılaştırmak doğru değil ama... Genel durumu tarif edebilmek için.
· Amerika’da gazetelerin reklam geliri 2005’te 47 milyar dolardı. Şimdi 23 milyar dolar. Fakat önemli nokta... Düşüş hızı azaldı. Yıllık daralma yüzde 30’lardan yüzde 8’e geriledi.
· Geçen yıl tüm dünyada yaklaşık 400 milyar dolarlık bir reklam harcaması yapıldı. Bu rakamın 60 milyar doları da online’a gitti. Ancak bir tahmin hazırlamışlar. Üç yıl içinde dijital pazarın 100 milyar dolar olacağını söylüyorlar.
KÜÇÜK AMERİKABir ara çok sık söylenirdi. İşte “Amerika’yla Türkiye arasında çok büyük fark yok. Biraz zaman alır ama oradaki eğilimler buraya da mutlaka gelir” diye... Bunu yine moda olan birçok şeye uyarlarsınız. Ama NYT gazeteci çıkardıkça İstanbul’da oluşan paniğin aslında abartılı bir evham olduğunu gösteren çok temel de bir nokta var ki: İki ülkenin reklam hacmi birbirinden dağlar kadar uzak. Amerika’da sadece gazetelerin internet reklamları 3 milyar dolar. Türkiye’de toplam reklam piyasası 2.5 milyar dolar!..

Yazının Devamını Oku

Mike Tyson analojisi

17 Nisan 2011
Geçen ay Animal Planet’ta başlayan ‘Tyson’la Kapışma’, öfke ve ego üzerine benzersiz bir portre. Mike Tyson’ı, New York’un varoş geleneği güvercin yarıştırırken görüyorsunuz. Ve daha birkaç yıl öncesine kadar popüler kültürün korku sembolü eski boksörü... Elinde güvercin yemi, kurallı yaşarken izliyorsunuz. Bir analoji...

“Dövüşe çıkmadan önce antrenman yaparken korkarım. Dayak yiyeceğimi düşünürüm. Maç günü gelir. Soyunma odasında halen korkuyor olurum. Sonra ringe doğru yürüyüş başlar. Gittikçe kendime güvenim gelir. Güçlenirim. Güçlenirim. Ve ringe çıktığımda artık bir tanrıyımdır. Muzafferim. Ben bütün zamanların en büyük boksörü Mike Tyson’ım”. Bu bölüm, James Toback’in 2008’de çektiği harikulade belgesel ‘Tyson’dandı. Ego nedir merak ediyorsanız, bundan daha iyi malzeme bulamazsınız. Çünkü belgeseldeki Tyson, laboratuvarda büyütecin altına sıkıştırılmış bir virüs gibi karşınızda duruyor. Ve size ego meselesini yuvarlamadan, tane tane okuyor. Korkuyu öfkeye dönüştüren organik makineyi anlatıyor.

‘Tyson’la Kapışma’ bir reality şov. Şimdi Las Vegas’ta kendi ifadesiyle beş parasız yaşayan Tyson’ın para için kabul ettiği bir televizyon yapımı. New Jersey’de bir çatı katında beslediği güvercinleri, başkalarının güvercinleriyle yarıştırıyor. Siz de Tyson’ın yarışırken neler yaşadığını, nasıl hırslandığını, sonra nasıl kaybettiğini görüyorsunuz. Güvercinin Tyson’la nasıl bir ilgisi olduğuna gelince... Bir çocukluk alışkanlığı. Ancak ironik bir şekilde... Tyson’ı boksörlüğe sürükleyen hobi aynı zamanda. Büyüdüğü Brooklyn’in sert mahallerinden birinde Mike’ın güvercininin kafasını koparıyorlar. Ve o da bu yüzden ilk kavgasını ediyor. Ego, Brooklyn’in varoşunda yükselip... Aşağıya doğru bir istinat duvarı örmeye orada başlıyor.

“Hayatımda ilk sevdiğim şey güvercinlerdi” demiş bir röportajında. 20 yaşında Dünya Ağırsiklet Boks Şampiyonluğu... Üç yıl tecavüz yüzünden yattığı hapis... Müslümanlık... Ringde kulak ısırması... Ring dışındaki kavgaları... Ve onca harala güreleden sonra şimdi yeniden güvercinlerine dönmesine bakınca... Bağcıksız, üzeri cırt cırtlı Velcro pabuçlar vardır. Çocuklar ve yaşlılar giyer. Tyson’ın yaşadığı da işte bir tür Velcro döngüsü. Arada egosunu parlattığı iskarpinlerden sonra... Herkesin kaçınılmaz olarak yaşayacağı başa dönüş...

Belgeselde ağlıyor bir ara. Kamera çok uğraşmış. Yakınlaşmış, sağdan çekmiş, soldan çekmiş... Ama Tyson sonra konudan bahsetmeyi bırakıp sakinleşmiş. Hikâye, ilk antrenörü. Tyson’ı sokaktan kurtarıp salona getiren... Evini açan... Bir tür Rocky’nin yanındaki yaşlı Mickey. Ancak Tyson’ın ağlamasının sebebi gerçekten onu özlemesi mi... Yoksa kendi haline mi üzülmesi, bilemedim. Çünkü başına ne geldiyse antrenörü öldükten sonra geliyor. Saygı duyduğu, lafını dinlediği hiç kimse kalmıyor etrafında. Ve çöküş başlıyor. Ağladığında, öfkesine yenilen egonun çözülmesine tanık oluyorsunuz.

Gece bazen çok çalıştığınızda zor uyursunuz. Siz yataktasınızdır. Ama beyninizin yavaşlaması zaman alır. Tyson şimdi karısı ve çocuklarıyla Las Vegas’ta şehir dışında bir evde, tipik Amerikan ailesi yaşantısı sürüyor. Ama gariplik... Akşam 8’de yatıp sabaha karşı 2’de kalkıyor. Bunun bir sebebi... Ne kadar deli de olsa, kanına işlemiş disiplin duygusu. Ama başka bir sebebi de... Bokstan beş yıl önce emekli olmasına rağmen hâlâ rölantiye geçmemiş beyni. Uyumayı reddeden, durumu bir türlü kabullenemeyen egosu...

Şov geçen ay yayına girmeden önce New York’ta bir basın toplantısı yaptı Tyson. Çok istiyordum, gidemedim. Sonra toplantının çözümünü okudum. Kan çıkmış. Önüne gelen gazeteciye hakaretler savurmuş. “Ne s... bir soru böyle”... “Bak dostum, seni dövmek istemiyorum”... “Aptal mısın? Dinlemiyor musun”... Toplantının bir yerinde, “Ben eskiden bir deliydim. Şimdi sakin bir hayat sürüyorum. Ama aslında değişmedim. Ben aynıyım” diyor. Gittikçe inanıyorum artık. O günkü toplantıda konuşan Tyson’ın, 14 yıl önce ringde Evander Holyfield’in kulağını ısıran boksörden bir farkı yoktu aslında. Öfke aynıydı. Tek fark, biri hâlâ dövüşüyor ve para kazanıyordu. Diğeri ise para kazanmak için şovlara çıkmak zorundaydı. Ego sadece kabuk değiştirmişti.

Virgina’da büyük finansal suçları araştıran bir dedektifle tanıştım. Washington’ın suç oranı yüksek mahallelerinde çalışmış eski bir devriye polisi. “Bütün suçların kökeninde iki şey vardır” diyor ısrarla: Kadın ve uyuşturucu. Tyson’ın durumu buna o kadar uyuyor ki... Çünkü hayatı boks dışında sadece iki şeyden oluşmuş. Kadın ve uyuşturucu. Ve başı da hiçbir zaman dertten kurtulmamış. “İki sebep var diyor” dedektif. “Bu insanlar ya çok zayıf karakterli olurlar. İradeleri yoktur. Ya da egoları çok güçlüdür. Her türlü sonucun üstesinden gelebileceklerine inanırlar.”

Son bir not... New York Times’ın ekonomi ekinde bir reklam haberleri bölümü var. Burada her gün sektörden bir havadis veriyorlar. Ama her gün yazmak zorunda oldukları için, bazen de saçmalık uydurmak zorunda kalıyorlar. Hedef, trendleri bildirmek. Sorun, gazetenin baskı sayısı trend sayısından fazla. Tyson’a neden şova katıldığını sormuş biri. Verdiği cevap, o reklam haberleri gibi. “Para kazanmam lazım. Ama o kadar çok iş yapıyorum ki, bazen saçmalıyorum.” Belki egonun üstesinden gelmek de böyle bir şeydir işte. İçerisi aynı. Ancak suratındaki korkunç dövme... Hâlâ şiş vücudu... Ayrık dişleri arasından tıslayarak çıkan sözcüklerle aslında şimdi karşımızda duran bambaşka bir kaporta... “Başka neler olacak” diye soruyor bir gazeteci. “Belki komedi filmlerinde oynarım, neden olmasın” diyor.

Yazının Devamını Oku

Kötü adam avcısı para casusları

10 Nisan 2011
Offshore yolsuzlukları araştıran OffshoreAlert’ün Miami’de her yıl düzenlediği üç günlük bir konferans var. Hafta içi katıldığım toplantının öyküsü... Sahtekârlık insanın doğasında vardır. Çarpıtma, başka tarafa çekme, olana ekleme, olandan çıkartma... Bunlar herkesin günlük hayatta farkında olmadan yaptığı işlerdir. Çünkü evrim, sizi hayatta tutmak için, bu kodları genlerinize işlemiştir!..
Sizin gibi konvansiyonel bir sahtekârı, polisin peşinden koştuğu bir dolandırıcıdan ayıran fark ise... O dolandırıcının aradaki ince çizgiyi aşmasıdır sadece. Suç sırasında linguistik düzenek icraata geçer. Eller çalışmaya başlar. Girişimci içgüdüler deforme olur. Öfke... Güvensizlik... İhanet de eklenince ortaya klasik bir suçlu profili çıkar. Sülün Osman’ınız hazır!..
250 kişi bir konferans salonunda toplandık. Avukatlar, Amerikalı federal ajanlar, özel istihbarat şirketleri, gazeteciler, whistleblowerlar (muhbir)... Dolandırıcılar nasıl yakalanır onu konuşuyoruz. Paneller sırasında bir sivil toplum yöneticisi çıktı. Aynen şöyle dedi: “Bu salondakilerden bazıları, pislikleri yakalamak istiyor. Ama biliyorum ki bazıları da bizim pislikleri nasıl yakalamaya çalışacağımızı öğrenip pisliklerden para kazanmak istiyor. Kim kimdir bilmiyorum. Yine de şunu söylemek istiyorum. Aslında hepimiz aynıyız.”
Başta anlattığım suçlu tarifi, Dr. Alexander Stein’ın bir sunumundan alıntıydı. Sivil toplumcunun basitçe söylediği şeyin teorik hali. Ancak aynı mıyız meselesine bir cevap buldum mu derseniz...
Ben konferanstan bazı öğrendiklerimi anlatayım. Siz karar verin.

İsviçre’yi mıhlayan ajan

Kravat takmamış. Yaka bağır açık. Boynundan ucunda madalyon asılı altın bir kolye sallanıyor. Kısa, tıknaz, hem bıyıkları hem saçları boyalı. Ama yanında avukatı ve yardımcısıyla dolaşıp bütün panellere katılıyor ve pür dikkat not tutuyor.
Tarif ettiğim bu adam Daniel Reeves. Yıllardır Miami’deki konferansa gelip kendine whistleblower arayan bir IRS (Amerikan Maliyesi) ajanı.
Yanına gittim. Uluslararası davalara baktığını öğrenince tanışmak istediğimi söyledim. Ve konuştukça şaşkınlığım daha da arttı. Geçen yıl İsviçre Bankası UBS, IRS’in bastırmasıyla Amerikalı vergi mükelleflerinin hesap bilgilerini Amerikan Devleti’ne vermeyi kabul etmişti. Tebrik etmek istediğimi söyleyince... Güldü... Ve “O dosyayı ben yönettim” dedi.
Bir devletin ne kadar adil olduğunu ölçmek için birçok farklı kriter bulunabilir. Yapacağınız en basit iş ise önce o devletin vergi rejimine bakmaktır. İşte vergi toplamak için yoksula dadanmak... Ya da vergiyi politize etmek yerine dünyanın en sıkı bankacılık sisteminin boğazını sıkıp bülbül gibi öttürüyorsanız... O zaman kendinizle gurur duymalısınız.
Elini sıktım. Tanışmaktan onur duyduğumu söyledim. Bütün mütevazılığıyla “15 dakikalık şöhret” dedi. Ayrıldıktan sonra yine salona baktı. Ve muhtemelen UBS operasyonundan önce yaptığı gibi... Yine kötü adamlara karşı whistleblower aramaya devam etti.

Özel istihbarat patladı

Sadece IRS ajanı değil... Konferansa katılan herkes tek bir şey için gelmişti Miami’ye: Bilgi.
Avukatlar konferansın çoğunluğuydu. Büyük kısmı Karayipler’deki offshore ülkelerinden gelme... El koyma ve iflaslarda mal kaçıranları avlayan köpekbalıkları!.. Ama onlar kadar başka büyük bir grup da... O avukatlarla iş bağlamak isteyen özel istihbarat şirketleriydi. Şimdi yazacağım rakamları Facebook hesabınızı düşünüp öyle okursanız durum kafanızda daha iyi canlanır:

50 milyon profil. Bunların çoğu hissedar, şirket yöneticisi...
Profilleri güncelleyen algoritmanın taradığı, açık ya da şifreli 5 milyon bilgi kaynağı.
Ve 241 ülke için 700 bin medya organı üzerinden oluşturulan risk analizi.

Size arşivini yılda 7 bin dolar karşılığı açan Mongoose’un veritabanı işte bu.
Mongoose, İsviçre merkezli bir global istihbarat şirketi. Kurucusu Alan Tennant Johnson. Hakan Şükür hayranı bir İskoç. Yaptığı iş ise hem dijital veritabanıyla... Hem de sipariş olursa Bulgaristan’dan Malezya’ya, bürolarında yaptırdığı özel araştırmayla bilgi sağlama... Bir tür para casusluğu!..
2000’lerde patlayan bu sektörün son çıkan, en gelişmiş örneklerinden biri şirket. Siz Uzanlar’ın yatlarını bulan Kroll’u biliyorsunuz. Bunlar onun biraz daha ufağı.
Peki işin sınırları ne diyorsanız da... Nasıl normalde hayat kurtarmak için istihbarat toplayan devletler bazen bu amaçtan sapabiliyorsa... Bunlar da zaman zaman çizgiyi geçebiliyorlar. Konferansa gelen başka bir istihbarat şirketi Dilligence’ın birkaç yıl önce İngiliz istihbaratına çalıştığının ortaya çıkması gibi. Ama devletin yaptığından farkı var mı?.. Temelde hiçbir fark yok. İkisi de bir kötü adam tarifi belirliyor. Sonra da ıncığını cıncığını çıkarıyor.

Uzanlar’ı yıkan avukat

Bir şirket satın alacaksınız. Teklif vermeniz lazım. Ama o şirketin gerçekte ne kadar ettiğine dair sağlam bir değerleme yapmazsanız, size çürük kakalayabilirler. Şirket, örneğin İngiltere’deyse işiniz kolay. Çağırırsınız Londra’daki parlak çocukları, size hemen bir hesap yaparlar. Ama ya örneğin Ortadoğu’daysa?.. Çoğu zaman elinizde bir veri olmaz. Size sunulan rakamlar hiçbir zaman denetimden geçmemiştir. Ve kazık yerseniz, paranızı kurtarmanız da zordur!..
İşte “Siz şimdi tam olarak ne yapıyorsunuz” diye sorduğum Dilligence’ın yöneticisi de bunu örnek verdi. “Biz” dedi, “Rakamlara güvenemeyeceğiniz coğrafyalarda insan istihbaratına dayalı değerleme yapıyoruz. Yatırımcıyı kötü adamlara karşı koruyoruz.”
Konferansa Motorola/Nokia adına Uzan Operasyonu’nu yöneten avukatlardan Martin Kenney de gelmişti. Tanıştık. Uzanlar’ın yatlarını nasıl bulduklarını, roaming formülüyle parayı nasıl tahsil ettiklerini anlatıyor. “Her şeyi düşünmüşlerdi ama roaming’i akıllarına getiremediler” deyip keyiflendi bir ara. Sonra söz Libananco işinden açıldı. Bir ben anlatmaya başladım, bir o. Yanımızda da Cayman Adaları’ndan gelen bir tasfiyeci var. İbretle dinliyor!.. Üç kişi, o gün hemen bir kötü adam yarattık... Ve oracıkta doğramaya başladık.
Herkes aslında aynı mı?.. Stein’in iddia ettiği gibi zekâsı kâfi herkesin bir gün dolandırıcıya dönüşme ihtimali, tetikleyici tek bir olaya mı bakar?.. Dediğim gibi siz karar verin... Ama sonuçta konferans neyi anlatıyordu diye soruyorsanız. Şunu...
Kötü adamları nasıl yakalarız?
Yazının Devamını Oku

Amerika’da okulda dayak tartışması

3 Nisan 2011
Libya’ya, Irak’a gitmeden... Amerikalıların suç ve cezaya bakışını anlatan bir tartışmadan bahsedeceğim bu hafta. Son bir aydır alevlenen... Üzerine çok kafa yorulacak bir hikâye. Soru şu: Okulda öğrenciye dayak atılsın mı, atılmasın mı?

Washington’da Chinatown’ın bir blok aşağısında bir suç ve ceza müzesi var. Üç katlı... Loş, dar koridorları olan... İçi sinematografik bir bina. En üst katta 200 yıl öncesinin acı veren ceza yöntemlerinden başlıyorsunuz... Ve 1930’ların gangster çifti Bonnie&Clyde’ın filmde kurşunlanan otomobiline kadar... Amerika’nın kriminal tarihinde kısa bir yolculuğa çıkıyorsunuz.
Sergilenen materyaller bazen bir yetişkin için bile ürkütücü. Oyunlar eklemişler. Elinize silah alıp suçlu vurmalar, vesaire... Ama diyelim içeri çocuğunuzla girmek istediniz. Kimse çıkıp da “Sizi baştan uyaralım, burası çocuklar için pek uygun değil” demiyor. Hatta aksine... İçerisi çocuk kaynıyor. İşte müzeyi gezerken bir kere daha dank ediyor ki... Burası silahın serbest bırakıldığı... İdam cezasının 37 eyalette geçerli olduğu... Özgürleştirmek istediği ülkelere füze yollayan bir kovboylar ülkesi!..
Geçen hafta New Orleans’ta çok ilginç bir yürüyüş düzenlendi. Yürüyenler, St. Augustine Katolik Lisesi’nin öğrencileri... Yürüme sebepleri ise okullarında dayağı yasaklamaya çalışan New Orleans Başpiskoposu’nu protesto etmek.
Hayır hayır, yanlış okumadınız!..
Rahip, “Artık okulda dayak atılmasın. Bu iş öğrenciler arasında şiddeti körüklüyor” diyor. Öğrenciler de, “Hayır atılsın. Dayak bir karakter yaratıyor” diye karşı çıkıyor. Yerel bir gazete bir öğrenciyle konuşmuş. “Dayak okulu daha eğlenceli yapıyor. Bizi birbirimize bağlıyor” diyor çocuk.
Bugün ABD’nin 20 eyaletinde okulda dayak serbest. Dayağın yasak olduğu 30 eyalette ise New Jersey ve Iowa hariç sadece devlet okullarında yasak. Özel okullarda isterseniz yine dövebiliyorsunuz.
Uygulama ise şöyle... Öğrenci bir suç işledi. Elinde fırıncı küreğini andıran bir tahta, koridorları turlayan idareci geliyor. Öğrencinin poposuna hızlıca birkaç şaplak atıyor. ‘Disipline’ olan öğrenci de... Kızarmış poposunun üstüne oturup, beynini kemiren acıyla tekrar dersine konsantre oluyor. Davranışı düzeliyor!..

Yazının Devamını Oku