Hafta içi çarşamba günü. Günlük basın toplantısı bitti. Foggy Bottom’daki Dışişleri binasından çıktım, yürüyorum. Birkaç adım attım. Karşımda Bakanlığın eski sözcüsü PJ Crowley.
İki hafta önce istifa etti. Sebep de, WikiLeaks’e belge sızdırmaktan yargılanan Er Bradley Manning’in askeri hapishanedeki tutukluluk koşulları için “aptalca” demesi.
Merhabalaştık. Hal hatır faslı derken... “Özleyeceğiz seni” dedim. Güldü, “Biliyorum. Türkiye’de çok popülerim” dedi. “Bir daha kim basın özgürlüğü demeçleri verecek” dedim. O da “Frank (Ankara Büyükelçisi Ricciardone) mesaj atmış. ‘Türkiye’ye gel’ diyor” dedi.
Hiçbir zaman bulaşmak istemediler. Ergenekon Soruşturması başladığından beri, Amerika’nın adı olaya karışmasın diye çok titizlendiler. Hâlâ da öyle. Ancak 26 yıl Hava Kuvvetleri’nde çalışmış eski asker... Dikbaşlı PJ Crowley’nin Türkiye’deki basın özgürlüğünü eleştiren demeçleri, Amerika’yı dedikodular dışında ilk defa Ergenekon’da bir yere oturttu. Tutuklanan gazeteci tartışmasının tam göbeğine...
Crowley o demeçleri verirken üst düzey bir Dışişleri yetkilisiyle konuşuyoruz. “Türkler bu açıklamalar için size bir şey demiyor mu? Başbakan çok sinirlenmiş” dedim. Yüzünü ekşitti. “Bir reaksiyon var. Bütün gün bununla uğraştım” dedi.
Liberallerin kalesi Amerikan Dışişleri, basın özgürlüğü konusunda yine hassas. Ama o demeçlerden sonra Türk Hükümeti’nden öyle bir deklare geldi ki... Crowley de gittikten sonra bir daha ne Amerikan Elçisi’nden “Ben bu tutuklamaları anlamıyorum” mesajı duyabilirsiniz... Ne de Foggy Bottom’dan “Elçimizin arkasındayız” açıklaması. Bir Amerikalı diplomat geçenlerde yine sohbet ederken sordu. “O kadar kişi, hiçbir kesinleşen karar olmadan nasıl bu kadar uzun süre hapiste tutulabiliyor” diye. Ama yine sadece sohbet sırasında... İsmiyle cismiyle konuşan hiçbir Amerikalıdan bir daha müttefikinin canını sıkacak bir basın özgürlüğü demeci duyamazsınız. PJ bir ‘defo’ydu. Sistem tasfiye etti.
Kırılma noktası Ergin Saygun
Emekli general. Türkiye’de defalarca görev yapmış. Şimdi de Washington’ın en büyük lobi şirkletlerinden birinde danışman. Birkaç hafta önce teknoloji harikası binalarında bir öğleden sonra buluştuk. Türkiye’yi konuşuyoruz.
İşte anlamaya çalışırken, bir şey denemeye karar verdim. Amerikan Devleti’nin en yetkili nükleer enerji uzmanlarından biriyle konuştum hafta
içi. İsmini açıklaması yasak. Ve tıpkı ‘John Malkovich Olmak’ filmindeki gibi... Başbakan’ın tarzına... Kafasına uygun... Esnaf ağzıyla nükleer santral alışverişine çıkmış devlet adamı soruları sordum. Yadırgamadı konuştuğum kişi. Hiçbir sorumu küçümsemedi. Ve en sonunda da... Ortaya Amerikalıların ‘idiot proof’ dediği türden... Hap gibi bir bilgi bütünü çıktı. Beş yaşındaki çocuğun bile anlayacağı basitlikte bir rehber. Bilmiyorum. Belki de doğrusu budur!..
Ne durumda Japonya’daki kriz?
- Çok kritik. Elimizdeki verilere göre reaktörlerin arasında çalışanlar saatte 40 REM radyasyona maruz kalıyor. Normalde insan için yıllık limit 5 REM’dir.
Nasıl takip ediyorsunuz?
- Uydularla izliyoruz. Japonların elinde böyle bir imkân yok. O yüzden durumun ciddiyetini onlardan daha iyi analiz ediyoruz.
Şimdi biz de bir nükleer santral yapacağız. Yapmayalım mı?
- Yapın. Önemli olan iyi bir reaktör dizaynı olması ve güvenliğin sağlanması.
? Kamera bir silah gibi kılıfından çıkıyor önce. Bir su bardağının arkasına sotalanıyor. Sonra kaydetmeye başlıyor. Gleick’e göre enformasyon teknolojisinde her yenilik, kendi gücünü ve kendi korkularını yaratır. Bunu ilk fark edenlerden biri de Eflatun’dur. Eflatun konuştukları şeyleri bir gün yazıya dökmeye başlayınca, yazının gücüyle tanıştı. Ancak yazdıklarının sonsuzluğa kalacak oluşundan da ilk defa bir korku hissetti. “Çünkü” diyor Gleick, “Eflatun bunların hiçbir zaman unutulmayacağını anladı”. Tıpkı Galliano’nun o videosunun da asla unutulmayacağı gibi.
? Galliano’yu masasında tek başına görüyoruz. Önünde iki bardak. Ve o sırada gözleri çoktan kaymış. Bütün maskeleri muhtemelen bir şarap bardağının içinde. Konuşmak, kavga etmek istiyor. “Hayatı anlamak istiyorsanız çamurla uğraşmayın, bilgi teknolojisi üzerine kafa yorun” demiş Richard Dawkins. İşte Gleick’e göre de evrim, aslında çevre ve organizma arasında hiç bitmeyen bir bilgi alışverişi. Bu bilginin atomu ise sözcükler. Bir kafede sakince vakit geçirmek istediğinizde bile, yerli yersiz kullanmak isteyeceğiniz sözcükler. Evrimin kaçınılmazlığı.
? Galliano videoda başından itibaren İngilizce konuşuyor. Tam adı, Juan Carlos Antonio Galliano-Guillén. Annesi İspanyol. Doğum yeri ise her ne kadar İngiliz hâkimiyeti olsa da, İspanya’nın dibindeki Cebelitarık. Gleick’e göre bugün İngilizce’nin her yerde bu kadar çok kullanılıyor oluşu, enformasyonun yayılma gücünün kanıtı. Son 200 yılda kat ettiği yol ise enformasyon teknolojisinin gelişmesiyle İngilizce’nin daha da hızlı yayılacağının göstergesi. “1801’de dünyada sadece 5 milyon kişi İngilizce konuşuyordu” diyor Gleick. “Bunlardan da sadece 1 milyonu yazabiliyordu.”
? Kızlardan biri, esmer Galliano’ya ırkçı iması yapmak için “Sen sarışın, mavi gözlü müsün” diyor. O da “Hayır ama Hitler’i severim. Ve sizin gibi insanlar bugün ölmüş olmalıydı. Annelerinizin, atalarınızın hepsi gazlanıp, ölmeliydi a.. ko...” diyor. Bunlar Galliano’nun orijinal fikirleri değil tabii. Nazilerden miras, halen birçok insanın ağzında gevelediği laflar. İşte sadece iyi fikirlerin, modanın değil, kötülüklerin de kuşaktan kuşağa geçişini ‘mem’lerle açıklıyor Gleick. Yunanca ‘taklit edilmiş’ anlamına gelen ‘mimeme’ sözcüğünden gelme. Ve nasıl genler biyolojik enformasyonu taşıyorsa, memler de kültürel enformasyonu aktarıyor. Ve Galliano örneğinde olduğu gibi... Sapkın düşüncelerde, memler, kuşaktan kuşağa bulaşan bir tür virüs görevi görüyor.
? Bunun milyon dolarlık bir çekim olduğunun farkında kızlar. Galliano küfür ettikçe kahkahalar atıyorlar. Biri şaşırmış gibi yapıyor. “Aman Allah’ım” diyor, “Senin bir sorunun mu var”. Galliano da... Başında şapkası... Elinde sigara... Hayatta görüp görebileceğiniz en küçümseyici ifadeyle, “Sizinle mi?.. Çirkinsiniz” deyip başını çeviriyor. Gleick’in kitabının yıldızı, 1948’de enformasyonun temel birimi ‘bit’i yaratan Claude Shannon. 1937’de MIT’de daha öğrenciyken hazırladığı master tezinde işlediği teoriyi geliştirip bineer (ikili) sistemi yaratıyor. Ve teori, bugün enformasyon teknolojisinin dayandığı algoritmaların temeli haline geliyor. 1 ya da 0. Evet ya da hayır. Açık ya da kapalı. Ya da Galliano’nun durumundaki gibi... “Problemim var çirkinsiniz.” Ya da “Problemim var fazla güzelsiniz.”
? Galliano, “Çirkinsiniz” deyince rahatlıyor. Ama kızlar devam ettiriyorlar. “Siz barışı sevmiyor musunuz? Dünyada barış istemiyor musunuz” diye soruyor biri. Galliano da bunun üzerine “Sizin gibi çirkin insanlarla değil” diyor. Bir sarhoşla yapılan küfürlü bir konuşma nasıl dünya politikasına uzanabiliyorsa... Gleick da kitabında enformasyonu varoluşçu felsefeye kadar dayandırıyor. Fizikçilerin dahi artık evrenin, enformasyonun fiziksel olarak ortaya çıkışından ibaret olduğu fikri üzerine yoğunlaştıklarını anlatıyor. Ağzınızdan çıkan her lafın nasıl bir dünya görüşünüz olduğunu ortaya koyması gibi... Evrende açığa çıkan her enformasyonun evreni oluşturması. Gleick’a göre tüm evren, belki de enformasyon işleyen kozmik bir makineden daha fazlası değil.
? “Siz neredensiniz” diye soruyor bir kız. Ve Galliano’dan final cümlesi geliyor: “Eb... a...dan”. Videoda bütün küfürler biplenmiş. Hiçbirini duymuyorsunuz. Ama tıpkı bu yazıda olduğu gibi, aslında çoğunuz bu küfürlerin ne olduklarını da tahmin edebiliyorsunuz. Çünkü Gleick’a göre enformasyon kendi içinde fazlalıklar barındırır. Ve bir mesajı doğru anlamanız için, onun eksiksiz aktarılması gerekmez. ‘Neredesin’ yerine ‘nrdsn’ yazarsanız da anlaşılır. Ve eğer enformasyon ölçülebilen bir kavramsa... Yapacağınız her kısaltmayla daha çok enformasyon aktarma imkânı bulursunuz.
Bitecek gibi değil anladığım kadarıyla. Türkiye’de gazetecilerin gözaltına alınmaları, duracak gibi görünmüyor. Aslında yeni bir durum da değil bu. Şimdiye kadar size göre ‘marjinal’ olan birçok gazeteci, birçok suçtan, birçok kereler hapis cezası aldı zaten. Ve hâlâ da almaya devam ediyor. Ancak farkı, şimdi o insanlara sizlerin de bildiği isimler eklendi. Ve Türkiye’de basının özgür olmadığı sizden de tescil gördü. Güya akademisyen İçişleri Bakanı dedi, biliyorsunuz. “Türkiye basın özgürlüğü açısından ABD’den daha basın özgürlüğü olan bir ülkedir” diye. Güya diyorum, çünkü bir akademisyen elinde somut veri olmadan konuşmaz. Başbakan’ın diliyle, sallamaz. İşte madem mesele de bitecek gibi görünmüyor, ben de somut bir karşılaştırma yapmak istedim. Başlık başlık... Madde madde... Eğer okursa, hem basın özgürlüğünün kriterleri ne onları öğrenmiş olur. Basın özgürlüğünün tanımını... Hem de Türkiye işin neresinde, onu... Anket, uluslararası Freedom House örgütünün. Ana kategori puanları da 2010 raporunun sonuçları. Üç başlık var: Yasal, politik ve ekonomik koşullar. Bunların altında da kriterler. Her kriter için bir kusur puanı koyuyorlar. Şartlar ne kadar kötüyse de, inceledikleri ülkeye o kadar çok puan veriyorlar. Önce anketi okuyun, sonra konuşacağız. Bu arada, Bakan bu anketi görüp öyle mi demeç verdi acaba diye düşünmedim de değil!.. Çünkü 2010’da Türkiye’nin toplam kusur puanı 51, Amerika’nınki 18. Meseleyi tamamen tersten mi anladı acaba!..
YASAL KOŞULLAR (0-30 Puan)
Türkiye: 22 ABD: 5
1) Anayasa ve yasalar basın özgürlüğünü koruyor mu ve bu kurallar uygulanıyor mu? Yargıçlar bu hakları destekliyor mu? Basın özgürlüğüne karşı işlenen suçlar soruşturuluyor mu? (0-6 puan)
Türkiye: 6 ABD: 3
2) Ceza yasaları ve kurallar haberciliği kısıtlıyor mu? Etnik, dini, ulusal güvenlik konularında sınırlamalar var mı? Gazeteciler yazdıkları yüzünden düzenli olarak hapse atılıyor mu? (0-6 puan)
Türkiye: 6 ABD: 2
Dünyada olup biten her şeyi unutun. Mısır’mış, Libya’ymış...
Rengarenk bir logo... Pastel bir dekor... Ve herkesin gülerek, kahkahalar atarak konuştuğu bir ekran...
Haber yok!.. Dram yok!.. Size ağır gelecek, canınızı sıkacak her şey ayıklanmış.
Oturuyorsunuz. Ve dışarının kötülüklerinden izole... Arındırılmış... Makyajlanmış... Montajlanmış bir gösteri seyrediyorsunuz. Oprah Winfrey’nin dünyasına giriyorsunuz!..
OWN, Oprah Winfrey Network’ün kısaltılması. 25 yıldır Amerika’nın en büyük talk şov yıldızının geçen ay başında yayına geçen televizyon kanalı. Kanalın mottosuysa şu: İnsanları eğlendirmek, eğitmek ve hayatlarını daha iyi yaşamalarını sağlamak için kurulmuş medya şirketi.
Bir röportajında gördüm. “Bu kanala benim tarzım bile fazla” diyordu Winfrey. Kastettiği: Kendi programına gelenleri misafir gibi pamuklara sarıp ağırlasa da arada sıkıştırdıkları vardı. O bile olmayacak!..
24 saat eğlence programı yayınlıyorlar. Ve 24 saat boyunca, sizi rahatsız edecek hiçbir mesele göstermiyorlar. Herkes iyi. Herkes yarı melek... Herkes kusurlarını düzeltmeye çalışan örnek insan...
Washington’da bir Etiyopya lokantası... Karşımda Amerikan rüyasını yaşamış bir Etiyopyalı. Başarı öyküsünü anlatıyor.Bir yandan önümdeki, Etiyopya usülü krep, injerayla boğuşuyorum... Bir yandan da... Benim gibi Etiyopyalının Amerika’yı nasıl fethettiğini dinleyen yanımdaki iki Amerikan dışişleri memurunun suratını yakalamaya çalışıyorum.“Ben bu işe başladığımda, otoparkları Amerikalılar yönetirdi” diyor. “Hepsini devirdim. Yanımda çalışanlar Etiyopyalı. Kazandığım parayla da Etiyopya’dakilere yardım ederim.”
KİM KİMDEN KORKUYOR
Anlatıyor. Dışişleri’nden o iki kişi de, ağızlarını açmadan dinliyor. Karşımızda Washington’ın otopark kralı Henok Tesfaye... Kentin havalimanları dahil neredeyse yarısını kontrol eden ve yılda 180 milyon dolar kazanan 37 yaşındaki patron... Hep beraber Washington’da Etiyopya’ya misafir oluyoruz!.. Ben neyse... Amerikalılar da...
Thomas Jefferson’ın bir sözü var. “Eğer halk devletten korkuyorsa, bu tiranlıktır. Devlet halktan korkuyorsa, bu demokrasidir” demiş. O gün Dışişleri’nin elemanları Tesfaye’den korktu mu, zannetmiyorum. Ama şunu biliyorum. Etiyopyalı o kadar rahat konuşuyordu ki, gözünde korkunun esamisi okunmuyordu. İşte anlatacağım adam da... Hayatını bu korkunun teorisine adamış, bugün dünyadaki karışıklıkların en büyük ideologlarından biri: Gene Sharp.
? 83 yaşında. Lakabı, ‘Şiddetdışı aktivizmin Makyavel’i’.
? Ohio’da Protestan bir rahibin oğlu olarak doğuyor. Babası sürekli seyahat ettiği için kimseyle uzun süreli dost olamıyor.
? Bir antisosyal. Hiç evlenmemiş. Çocuk yok. Aile yok. Yanında bir tek asistanı var.
30 yaşında... Ailesi, Reagan’ın 80’lerde kontralara silah ve para akıttığı dönem Nikaragua’daki karışıklıktan kaçıyor. Reagan’ın ülkesine geliyor. Ve Washington’da... Reagan’ın yaşadığı Beyaz Saray’ın birkaç blok uzağına taşınıyor. Burnunun dibine...
O zaman kent çetelerin kontrolünde. Sokağa çıkmak isteyen her çocuğun kendine bir grup bulmak zorunda olduğu yıllar. Peralta da kurala uyuyor. Ve tarzını, stilini sevdiği bir tayfaya o da katılıyor.
Sokaklar eğer bir muharebe alanıysa... Hangi çetenin nerede yaşadığı... Kimin bölgesinin neresi olduğu... Kimin bileğinin güçlü olduğuyla ilgiliyse... İz bırakmaya başlıyorlar!.. O meşhur fotoğraftaki, “Clapton Tanrı’dır” yazısının altına işeyen köpek gibi... Neresi kendi bölgeleriyse, orayı gelişigüzel boyuyorlar. İşte Peralta da zamanla o imzacılardan oluyor. Ve 13 yaşında duvarlara graffiti yapmaya başlıyor.
Hikâyenin bundan sonrası... Bugün toplumların içine düştüğü bir paradoksun kusursuz bir özeti...
Çeteleri yok etmek için sosyal projelere milyonlarca dolar akıtıyor Amerikan Devleti. Ve yıllar içinde... Deneme yanılmayla en gerçekçi çözüme ulaşıyor. Önce graffitiyle barışıyor. İşi bir sokak sanatı kabul edip graffiti programları açıyor. Sonra da ders verdiği çocukların graffitiden para kazanabilmeleri için kanallar yaratıyor. Bazen kendi bütçesinden fonlayarak... Bazen de sivil toplum örgütlerine göndererek...
Bu işten en çok yararlananlar çete elemanları oluyor... Hedef de bu zaten. Buraya kadar yanlış yok. Ancak bir süre sonra... Şöyle garip bir durum ortaya çıkıyor.
Bu işten en çok çete elemanları para kazanıyor. Çünkü bu işi en iyi onlar yapıyor.
Geçen yıl nisan ayıydı. Başbakan, o sırada Nükleer Zirve’ye katılmak için Washington’da. Toplantılar bitti. Ayrılacağı gün Bahçeşehir Üniversitesi’nin Marriott Otel’de düzenlediği bir sergi açılışına geldi. Konuşmalar, kurdele, basın toplantısı derken... Uçağa gitmek için tam salondan ayrılacağı sırada da... Kapı eşiğinde iki kişiyle karşılaştı. Yaşlı, sakallı, takım elbiseli iki esmer adam. Durdu. Konuşmaya başladılar. Sohbet epey bir devam etti. Sonra samimi bir veda ve ayrıldılar.
Başbakan çıktı. Ben de bir süre sonra o iki adamın yanına gittim. Kim olduklarını sormaya... Biri hiç konuşmadı. Daha yaşlı olan ise kartını uzatıp adını söyledi: Jamal Barzinji, Uluslararası İslami Düşünce Enstitüsü’nden (IIIT)...
Mısır’daki olaylar başladığından beri okuyorsunuz. Müslüman Kardeşler ne?.. Diğer ismiyle İhvan dünyada nasıl örgütleniyor?.. Aşağı yukarı herkesin bir fikri var.
Ayaküstü konuştuk o gün Barzinji’yle. Sonra “Başbakan’ı nereden tanıyorsunuz” dedim. Barzinji de, “Ben onu gençliğinden bilirim” dedi. “Nasıl” dedim. “Üniversite yıllarından beri tanırım.” Sık sık Türkiye’ye gittiğini, konferanslara katıldığını, gençlerle bir araya geldiğini anlattı. Sonra biraz daha konuştuk. Ayrıldılar. Eve gidip araştırdığımda ise o akşam sohbet ettiğim kişinin dünyada Müslüman Kardeşler örgütlenmesinin en kritik isimlerinden biri olduğunu öğrendim.
Barzinji, Iraklı bir Kürt. Hayatı, Baas Rejimi baskısı altında geçiyor. 60’larda rejim İslamcıları öldürmeye başlayınca da Irak’tan kaçıyor. Ve soluğu Amerika’da alıyor.
1971’de Müslüman Öğrenciler Birliği’ne (MSA) katılıyor. Sonra kendini tüm dünyada Müslüman öğrencilerle ilişki kurmaya adıyor. Siyasal bir ağ yaratmaya... O akşam söylemedi. Ama Başbakan’la da... Muhtemelen 70’lerin ortasında... Erdoğan’ın Milli Selamet Partisi’nin gençlik kollarında çalıştığı dönem tanışıyor.
Müslüman Kardeşler’in üyeleri, Amerika’ya Barzinji’den önce 60’larda gelmeye başlıyorlar. Aralarında hiçbir organik bağ yok. Sadece insanların fikren kendilerini yakın hissettikleri, görünmez bir network.