Tolga Tanış

New York’tan bakınca en güçlü kadın Hürrem

18 Eylül 2011
Türkiye’de kadınların arasından çıkmış bir fikir önderi var mı? ‘Ground Zero Camii’ imamının karısı, New Yorklu Daisy Khan’a göre var. Osmanlı’nın padişah eşleri. Hürrem!.. Öyle mi gerçekten?.. Eş olma durumu mu belirleyici olan?.. Jackie Kennedy’nin dediği gibi...
En iyisi geyşalık mı?


İmam Faysal ile söyleşi bitti. Bu sefer yanındaki odada çalışan karısı Daisy Khan ile konuşuyoruz.
Keşmirli. Müslüman kadın hakları için mücadele eden... Ve hem kocasının sözcülüğünü... Hem de kurduğu kadın örgütünün yöneticiliğini yürüten bir aktivist. Faysal’ın üçüncü karısı.
“Nedir çizginiz” dedim. “Feministsiniz değil mi?” Birden irkildi. “Hayır hayır” dedi hemen. “Kendimizi öyle tanımlamıyoruz.”
Sonra durdu. “Ama” dedi. “Feminizmin kadınlara kazandırdığı haklardan yararlandık. Biz, feminizmin omuzları üzerinde yükselen bir Müslüman kadın hareketiyiz.”
Bir rahatsızlık var. 1970’lerdeki seks devrimine neden olduğu için çağrıştırdığı ‘ahlaksızlık’ mı... Yoksa geleneksel Batı karşıtlığıyla, Batı’nın her bir şeyini reddetme refleksi mi?.. Ama sonuçta irkiliyorlar. Müslüman kadınlar, üstlerine feminizm etiketi yapışsın istemiyor.
“O zaman neler yaptığınızı anlatın. İşinizin tarifinden gidelim” dedim. “İki şey” dedi. “Bir yandan Batı’daki ‘Müslüman kadınlar yaşadıkları toplumlarda ikinci sınıf insandır’ algısını değiştirmeye çalışıyoruz. İkincisi de Müslüman kadınların toplumda daha iyi yerlere gelmesi için çalışıyoruz.”
“Birbiriyle çelişen iki iş yapıyorsunuz o zaman” dedim. “Çünkü bir yandan Müslüman kadınların ikinci sınıf insan muamelesi gördüğünü kabul edip bununla mücadele ediyorsunuz. Bir yandan da Batı’dakilere ‘Hayır Müslüman kadınlar ikinci sınıf sayılmıyor’ diye imaj çalışması yapıyorsunuz”. Bir şey demedi.
İş, Müslüman kadınların tarihte ne kadar önemli roller üslendiği meselesine gelince de... “Kimler var” dedim. Padişah eşleriyle başladı. “Hürrem, Kösem, Safiye...”
Bir dönem New York kitapçılarını kaplayan pembe roman isimleri...

Havalı feministler itaatkâr Müslümanlar ‘sarı kadın’ şöhretler

Daisy Khan ile konuşmamıza haksızlık etmiş olmamak için söylüyorum. Dünya görüşü, dine yaklaşımıyla... Khan aslında Müslüman hareketleri içinde karşınıza çıkacak en aydınlık dimağlardan biri.
Ancak mesele... Sorun aslında hareketin temsil ettiği isimlerden değil. Toplumsal dinamiklerden kaynaklanıyor. Çünkü Türkiye gibi Müslüman çoğunluklu ülkelerde kadın hareketleri birkaç açıdan tıkanıyor.
Hak mücadelesi verecekseniz. Karşınızdaki erkeklerle gerekirse çatır çatır kavga edeceksiniz. Ama bunu yapacak feministler fazla ‘havalı’ kaçıyor... Bir taban hareketi başlatamıyor.
Tabanı temsil eden Müslüman kadınlar fazla itaatkâr oluyor. Seslerini yükseltmiyor.
Tetikleyici olacak... Kıvılcımı çakacak şöhretler ise toplumun eğilimlerini karşısına almamak için alenen erkekçilik yapıyor. Bu bir davaysa... Davanın ‘satıcısı’ oluyor. Bir tür ‘sarı kadın’... ‘Ayak yıkayıcı’ rolü üstleniyor.
“Kimler var” diye sordum Daisy Khan’a. “Hareketin Türkiye ayağına kimler destek veriyor?”
“Tasavvuf düşünürü Cemalnur Sargut en önemli isim” dedi. Ardından saydı. Cüneyd Zapzu’nun karısı Beyza Zapsu... AKP Milletvekili Nursuna Memecan... Şakirin Camii’nin mimarı Zeynep Fadıllıoğlu...
Türkiye profili düşünüldüğünde... Bir tür sosyetik İslam cemaati çıktı ortaya. Kadın imam fikrini destekleyecek kadar reformist... Başörtüsünün zorunluluk olmadığını savunacak kadar Batı’ya uyumlu... New York usulü bir Müslümanlık...
Sonra da bir konferanstan bahsetti. Ve kurduğu ‘Kadınların Maneviyat ve Eşitlikte İslami Girişimi’ (WISE) derneğinin önümüzdeki ay Türkiye’de bir liderlik konferansı düzenleyeceğini anlattı. 50 ülkeden 200 toplum lideri kadını bir araya getirecek... Ve İslam dünyasında kadın haklarının geliştirilmesini tartışacak bir toplantı. Ben “Türkiye’den bilindik isimler var mı” diye sorunca da... “Emine Erdoğan” dedi. “Başbakan’ın eşinden cevap bekliyoruz.”
Uzun uzun konuştuk o gün Daisy Khan ile. Kocası ile birlikte çalıştıkları Cordoba Girişimi’nin ofisinde saatlerce vakit geçirdim. Ve çıkarken şöyle bir tablo oluştu.
11 Eylül’den sonra katalizörü New York olan... Fikri temeli Karagümrük’teki Cerrahi Tekkesi’ne kadar uzanan İmam Faysal’dan fetva alan... Batı normlarında... Türkiye’de Beyza Zapsu gibi kadınların camide karma namazda saf tutmasına kadar yansımaları olmuş... Belki tabandan kopuk... Ama feminizmden uzak kalma alışkanlığını sahiplenmiş... Toplumun tepesine daha yakın bir Müslüman kadın hareketi. “Tutar mı tutmaz mı”dan önce asıl topalladığı yer ise iki şey... Birincisi kendine karşı dürüst olmama. Müslüman kadınların dünyanın birçok ülkesinde ikinci sınıf insan muamelesi görmediğini iddia etme. İkincisi ise liderlik... İlk tezi çürütmeye çalışırken... Sultanahmet’te binlerce insanı toplayan Halide Edip’lerden çok olmadığı için... Sultanları, politikacı eşlerini lider sayma...

Steinem bile yaşlanabilir

Başkan Kennedy’nin karısı Jacqueline Kennedy’nin kocası suikaste uğradıktan sonra yaptığı söyleşiyi okuyorum. 47 yıl mühürlü kaldıktan sonra kitap yapılan konuşmanın gazetelerde çıkan bölümlerini... Bir yerde konu karı-koca ilişkisine geliyor. Ve aynen şöyle diyor Kennedy: “En iyisi bir Japon karısı olmak.”
Kennedy’nin de Amerika’da bir kadın lider figürü sayıldığı düşünülecek olursa... Bunun sadece Müslüman toplumlara özgü bir durum olduğu zannedilmesin diye anlatmak istedim. Şimdi nasıl Michelle Obama varsa. Bu gidişle seneye de, Rick Perry’nin hemşire karısı Anita Perry’nin öyküsünü okumak zorunda kalacağız.
Ancak fark... Kennedy’ler, Obama’lar orada duruyorken... Dönemin koşullarına göre içlerinden çıkarttıkları bir kadın kanaat önderi de mutlaka oluyor. 1970’lerdeki isyan dalgası feminizmi beslerken Gloria Steinem’ı görüyorsunuz. Kavga ederken... 1980’lerdeki televizyon devriminden sonra ise Oprah’ı izlemeye başlıyorsunuz. Kavgacı değil, etkisini yaygınlaştıran sakin gücünü...
Müslüman toplumlarda sık rastlanmayan kısım işte bu. Birinin karısı olmadan sivrilen... Etkisi geniş bir kadın kanaat önderi. Bahsettiğim, bir kadın çıksın ve bütün ömrü boyunca bu rolü üstlensin de değil. Dönemini yansıtan bir kanaat önderi...
Çünkü şu da var... DSK olayı iyice karışınca... New York’ta artık köşesine çekilen Gloria Steinem’a sormuşlardı birkaç ay önce. “Savcı iddianameyi geri çekerse ne düşünürsünüz” diye. Yusyuvarlak bir cevap verdi. Savcının genel performansına bakmak lazımmış. Belirleyici olmazmış vesaire... Savcının arkadaşıymış meğer.
DSK vakası sonrası... Şimdi kadınların tecavüze uğradıklarını polise bildirme oranlarının düştüğünü gösteren araştırmalar çıkıyorken Steinem bile bunun söylüyorsa... Kabul edecekseniz. Herkesin bir dönemi olur!.. Ve herkes yaşlanır!..

Sizin üstünüzden para kazanma vakti

Bambaşka bir konu ama yine yaşanan dönemin dönüşümünü gösteren bir örnek... Google’ın hafta içi restoran rehberi Zagat’ı satın alması. Hikâyeyi birçok açıdan ele alabilirsiniz. Arama motoru içerik işine ağırlık veriyor... Aramaların yüzde 20’si insanların kendilerine gidecek bir yer aramasıyla ilgili olduğu için pozisyon alıyor. Şimdi de restoran eleştirisini tekelleştirecekler... Böyle uzar.
Ancak para eden Zagat’ın çalışma şekli... Bence bu dönem asıl üstünde durulacak kısım. 100 ila 200 milyon dolar kazanmış Zagat Ailesi bu işten. Ve ortaya koydukları tek varlık, restoranlar hakkında seçilmiş birkaç bin kişinin yaptığı yorumlar. Google, Zagat’tan önce Yelp’i almak istemişti. Onun da tek sermayesi okur yorumlarıydı. Huffington Post’un satışına bakın. Orada da tek içerik blogger’ların yazdığı yazılardı. Twitter ise bunun en gelişmiş örneği.
Demek istediğim şu... Eskiden ‘Başkalarının sırtından para kazanmak’ denirdi buna. Şimdi inovasyon deniyor.
Sizi çalıştıran... Sizi konuşturan... Size yazı yazdıran. Zengin oluyor!..
Yazının Devamını Oku

Koç Ailesi’nin Met’teki Osmanlı galerilerini gezdim

11 Eylül 2011
Daha inşaat halindeyken, New York’ta Metropolitan Müzesi’nin Osmanlı Galerileri’ni gezdim. Ve dünyanın en iyi müzesinin nasıl çalıştığına tamamlanmamış bir sergi üzerinden tanık oldum. Koç Ailesi’nin sponsorluğuyla yapılan bir iş bu. Hikâyeyi anlatacağım. Ama özetle... Önceden şöyle hayal edin: Bir üniversitenin tarih kürsüsü... Bir reklam ajansı kadar yaratıcı düşünüyor... Bir gazetenin ekonomi servisi kadar iş dünyasını yakından izliyor... İyi bir hastane kadar hatasız ve tıkır tıkır işlerken... Üyelerine beş yıldızlı otel hizmeti sunuyor!.. Yazının tezi şu: Bir ülkenin gelişmişlik seviyesi, en iyi müzesi kadardır

YÜZ YILLIK EMEK Hiçbir şey dünden bugüne olmuyor. Müzenin kurulduğu 1870’lerden beri biriktiriyorlarmış. Hem kendileri toplamış. Hem de mücevherci Tiffany’den bankacı JP Morgan’a şirketlerden alıp 12 bin parçalık bir koleksiyon oluşturmuşlar. Ve 140 yıl sonra... Şimdi bunları döndüre döndüre teşhir edecekler. Bir seferde 1200 parça...

ANSİKLOPEDİK İŞLEV Osmanlı Galerileri, Met’in 15 bölümden oluşan İslam eserleri sergisinin iki bölümü. Serginin tam adı ‘Arap Ülkeleri, Türkiye, İran, Orta Asya ve Güney Asya’. 2. katta ve güney kanadında. Madde madde söylüyorum. Çünkü Met’in kendini nasıl konumlandırdığını anlatmak istiyorum. “Bizim ansiklopedik bir işlevimiz var” diyorlar.

SALLAPATİLİK YOK Galerilere girdiğimde inşaat devam ediyordu. Müzenin başkan yardımcısı Elyse Topalian ile teker teker dolaştık. Kaligrafi gibi narin parçalar dışında çoğu eser yerine konmuş... Ancak dekorasyon sürüyordu. Sunuma o kadar özenilmiş ki... Tek bir odanın tavan süslemeleri için Fas’tan bir düzine marangoz çağrılmış. En ufak bir sallapatilik yok. Ağır ağır... Kusursuz...

MÜHENDİSLİK DE VAR Galerilerden bir diğerine geçerken koleksiyonların birbirinden kopuk olmaması için de bir düzen kurulmuş. Sadece parça teşhir etmiyorlar. Sizi zamanda yolculuğa çıkarıyorlar. Osmanlı’da Kanuni dönemini yaşayıp... Yanda İran’a geçiyorsunuz. Yaratıcılığa eklenen mühendislik...

ESTETİK AYRINTIDADIR Tepedeki avizeleri gösteriyor Topalian. Brooklyn’de bir cam atölyesine nasıl yaptırdıklarını anlatıyor. Aşağı avludaki Roma heykellerini gören pencerelerin kanvasına bakıyorum. Kime yaptırdıklarını, siparişi nasıl verdiklerini söylüyor. Hiçbir ayrıntının atlanmadığı bir estetik gösterisi bu.

SPONSORUN SINIRLARI Bütün galerilere bağışçıların isimleri eklenmiş. Halı, çini, zırh ve kaligrafilerden oluşan Osmanlı galerilerinde de ‘Koç Ailesi’ yazıyor. “Toplam 40 milyon dolarlık bir bütçe var” dedi Topalian. Gazetelerde daha önce çıkan haberlere göre de Koç, Osmanlı kısmı için 10 milyon dolar bağışlamış. Ancak önemli ayrıntı. Bağışçılar sadece maddi destekte bulunabiliyor. Parayı veriyorsunuz... Koleksiyona karışamazsınız.

KENDİNİ YENİLİYOR Parayı verdikten sonra da isminizi müzeye ilanihaye kazıyamıyorsunuz. Bir sergi nasıl yüz yıllık bir emeğin sonucuysa... Yüz yıl sonranın planları da şimdiden yapılıyor. 75 yıl geçince Koç Ailesi’nin adı galeriden kalkacak. Ve yeni bağışçılar sayesinde... Yeni küratörler... Yeni sergiler açacak. Sürekli kendini yenileyen bir organizma gibi...

KADINLAR ÇOĞUNLUKTA Müzenin İslam sanatı departmanından sekiz küratör çalışıyor sergi için. Ve aralarında sadece bir erkek var. Türkiye’de de birçok iyi müzecinin kadın olması rastlantı mı bilmiyorum. Ama Topalian, sadece bu sergi için değil... Son dönem müzeye giren küratörlerin de hep kadın olduğunu söyledi.

ÜYELERE AYRICALIKLAR Yemek yiyeceğiz. Met’in dördüncü katında, sadece üyelerin alındığı restorana gittik. İçerisi beş yıldızlı bir otel. “Biz üyelerimizi memnun etmeye çalışıyoruz” dedi Topalian. Müzeye bağışta bulunduğunuzda... Kendinizi özel hissetmeniz için ne gerekiyorsa yapıyorlar.

SANATSAL FİŞLEME Serginin açılışını konuşuyoruz. Ekim’de verecekleri davete kimleri çağıracaklarını anlatıyor. Ekonomi sayfalarında gördüğünüz yüzleri hayatlarının en ince ayrıntısına kadar takip ediyorlar. Kimden müzeye destek bulabilirler?.. Hangi zengin ne topluyor?.. Hatta birinin kitap koleksiyonu var diyelim, ne tür kitaplara bakıyor?.. Teker teker... İsim isim... Sanatsal fişleme...

İŞİ PAZARLIYORLAR Bir yandan da yaptıkları işi pazarlamanın yöntemlerini arıyorlar. Twitter’ı nasıl kullanabiliriz?.. Facebook’ta ne yapalım... New York’ta yaşayan Türkleri nasıl çekebiliriz... Galeri için Türkçe katalog basacaklar örneğin. Tevekkül diye bir şey yoktur!..

ÇALIŞANLAR AYRILMIYOR Bu kadar çok boyutlu... Dinamik... Rutini olmayan bir iş yaptıkları için de... İşe giren bir daha başka yere gitmiyor. Topalian’a ne kadardır Met’te olduğunu sordum. “25 yıl” dedi. İstisnai bir durum değil.

MEDENİYETİN EN ÜSTÜ Geçen hafta okudum. Amerikalı üç solar panel üreticisi daha batmış. Ve Çin artık yüzde 90 küsurla... Solar panel işinin dünyadaki hâkimi olmuş. Solar panel üretirsin. Televizyon yaparsın. Gömlek diker markalaştırıp satarsın da. Ama böyle bir müzeyi hiçbir zaman ucuzlaştıramazsın. Met’te yaptıkları iş, medeniyetin en üst seviyesi. Ve ne kadar başarılı oldukları da... Yaşadıkları toplumun bir göstergesi. İçinde hem tarih... Hem estetik... Hem yaratıcılık... Hem de yönetim becerisi olduğu için...
En iyi müzen hangisiyse... O kadar gelişmişsindir!..

Krizde bir deli bir akıllıdan daha mı faydalı

Bazılarının iddia ettiği gibi... Gelişmişliğin ülkeyi yöneten liderlerle de ilgisi yok. “Ne kadar kaliteli başbakan seçtik, ne ileri bir toplumuz!..”
Geçen ay Amerika’da tartışma yaratan bir kitap çıktı: ‘Birinci Derece Delilik: Liderlik ve Akıl Hastalığı Arasındaki İlişkiyi Ortaya Çıkarma.’ Yazarı psikiyatr Nassir Ghaemi. Tarih ve psikiyatriyi birleştiren kitabın savunduğu düşünce dünyada iz bırakmış birçok liderin aslında bir akıl hastası olduğu. Zor bir iş yapıyorlar. Büyük sorumluluklar üstleniyorlar. Ancak başarılı olmaları... Aslında çoğu zaman normal olmamaları sayesinde gerçekleşiyor. Örnek veriyor Ghaemi:

Amerikan İç Savaşı’ndaki generallerin çoğunun ruh sağlığı yerinde değildi. Ulysses Grant bir alkolikti. Robert Lee depresyondaydı ve ailesinde de akıl hastalığı geçmişi vardı.
Abraham Lincoln ve Winston Churchill depresyon ve gerçekçilik arasındaki bağın kanıtıydı.
Mahatma Gandi ve Martin Luther King ise depresyon ve empatinin arasında ne kadar güçlü bir ilişki olduğunun göstergesiydi.
Franklin D. Roosevelt ve John F. Kennedy hipertimik kişiliklerdi (az uyuyan, aşırı dışa dönük, aşırı karışan, baskılanmayan). Bu sayede dirençli oldular.
CNN’in kurucusu Ted Turner ise bir manik depresif. Bu sayede hep yaratıcı düşündü.

Kitap okuyucuya bir çerçeve çiziyor. Geçmişteki liderlerin vakalarını ortaya koyarken de... Bunları yaşadıkları toplumun kanaat önderlerine uygulayabilecekleri tavsiyesinde bulunuyor. Liderlerin yönettikleri toplumu yansıtması gerekmiyor. Şunu savunuyor Ghaemi: En iyi kriz idare eden liderler, akıl sağlığı yerinde olmayan ya da anormallerden çıkar. En kötü kriz idare edenler ise akıl sağlığı yerinde olanlardır.
Tek bir netameli mesele var. Hitler’in durumu. “Başta Hitler’i bir istisna saymayı çok düşündüm” diyor Ghaemi. “Ya da o kadar deli ki, deliliğin yan faydalarından yararlanamayacak kadar deli” demeyi. Ama araştırınca fikrini değiştiriyor. Ve aldığı ilaçların yanlış olmasının Hitler’in davranışlarına etki ettiğine karar veriyor. “Kennedy’ye steroid verdiler ve bu ona iyi geldi. Ama Hitler’e amfetamin verdiler ve bu, bipolar hastalığını kötüleştirdi” diyor.
Kitaptan çıkan sonuç şu: Ülkeyi yönetenlere toplumun tarifinde haddinden fazla önem atfetmemek gerek. Ama kriz durumlarında ülkeyi hafif deli birinin yönetmesinde de fayda var. Tek şartla. İlacını doğru verin!..
Yazının Devamını Oku

Steve Jobs üzerine bir fantazmagorya

4 Eylül 2011
Kanser yüzünden geçen hafta Apple’ı terk ettikten sonra Türkiye’ye geçse... Ülkenin CEO’su olsa... Ne yapardı? Kurumsal hayatın katili bir dâhinin tasviri gibi düşünün... Okurken de birbirine eklemlenmiş kopuk sahneler hayal edin BLOW-UP’TAKİ FOTOĞRAFÇI Antonioni’nin başyapıtı Blow-Up’taki (1966) fotoğrafçı. Film vizyona girdiğinde 12 yaşındaydı. Suriyeli babası ve Amerikalı doktora öğrencisi annesinden ayrı... San Francisco’da evlatlık verildiği ailenin yanında kalıyordu. Ve de eminim filmi izleyip etkilenmişti. Fotoğrafçıya her yönden bu kadar benzemesi başka türlü açıklanamaz!.. O yüzden Türkiye’ye geldiğinde de önce her yeri dolaşır... Elinde belki bir makine... Malzeme ne bakardı.

TANIM GEREĞİ EGOMANYAK Hâkim olmadığı tıbbi terimleri karşısındakinde hakaret etmek için çarpıtarak kullananlar değil söyleyenler. Psikolojideki tanımı gereği bir egomanyak Steve Jobs. Kendine takık. Büyüklük hissine kapılmış... Takdir edilme eksikliği yaşayan bir vaka. Ancak aynı zamanda hangi işe başlarsa başlasın... Hep en iyilerle çalışan bir beyin avcısı. Ekip kurardı. Ve her yere en iyi adamları yerleştirirdi.

ACIMASIZCA ÇALIŞTIRIYOR Grubunu ufak tutma gibi bir huyu var. 100 kişi diye bir sınır koyuyor mesela. Sınıra geldiğinde yeni birini almak istiyorsa da eskilerden birini çıkartıyor. Aynısını yapar. Sonra da onlara acı çektirirdi. Mac’i yaratırken, insanları üç yıl boyunca haftada 90 saat çalıştırmış. 7’ye bölseniz bile günde 13 saat eder. Peki zorluk çeker miydi? Kesinlikle hayır!.. Miskin Avrupalılara bakınca Türkler de Amerikalılar kadar çok çalışıyor çünkü.

NEW BALANCE KRİTERİ Hayır. Takım elbise de yine giymezdi. Siyah boğazlı kazak... 501 jean... New Balance pabuçlar dururdu. Kıyafet yönetmeliğini kaldırırdı bir defa. Rahatlatırdı...

SAN REMO-FLORYA New York’ta San Remo binasında bir dairesi var. Central Park’ın eski para düşkünü Doğu tarafında değil Batı yakasında. Türkiye’ye geldiğinde de İstanbul’da kalırdı. Ve o soğuk Huber Köşkü’nde değil... Florya’da yatardı. Şimdikiler artık denize girmiyor. Florya’dan denize girerdi!..

KURUMSAL YAPIYI ÇÖKERTTİ Amerikan şirketlerinin kurumsal yapısı çok katıdır. Procter&Gamble’da çalışıyorsunuz mesela. Nasıl deterjan satacağınız, kalem kalem bellidir. Deterjan satmak için yeni fikirler bulacak birini değil... Deterjanı hazırlanan kitaba uygun satacak birini ararlar. İşte bunu çökertti Jobs. Kurumsal Amerika’nın kurallarını yıktı. Sürekli risk aldı. Ve sinir bozucu biçimde hep haklı çıktı. Türkiye’ye gelince de aynısını yapar. Önce ‘mevzuat’ı zayıflatırdı.

TEK KİŞİLİK FOKUS GRUP Apple, iPad’i çıkardığında bir gazeteci soruyor: “Bu ürün için ne tür pazar araştırmaları yaptınız” diyor. O da bütün yöneticilik hayatını özetleyen cevabı veriyor: “Ne araştırması!.. Ne istediğini bilmek tüketicinin işi değildir!” Fokus grup kullanmaz. Bütün ürünlere, tasarımlara altıncı hisleriyle kendi karar verir. Ve bunu tat duygusuyla açıklar. Ülkeyi yönetirken de o yüzden popülist olmazdı. İstemeyi akıl edemeyeceği öncü fikirler sunardı halka... Ve beğenmeleri için çalışırdı.

ESTETİK HEP ÖNDE Ürün tasarlamak ve politika üretmek estetik açısından farklıdır tabii. Ama ürettiği her şeyde tasarımın önde olması gibi... Politikalarında da mutlaka bir şıklık olurdu. Karar verme yeteneği ve yaratıcılığın mükemmel uyumu. Teknolojiyi popüler kültüre uyduran cambaz. Güdük kalması mümkün mü!..

DİSKİN GİDECEĞİ YERE Bunu da kendisi söylemiş bir kere: “Ben hokeyde diskin durduğu yere değil, gideceği yere kayarım.” 30 küsur yıldır, Apple’dan Pixar’a... Girdiği her kumarı kazanmış birinden bahsediyoruz. Hem cesur olur... Hem aklınıza gelmeyen fikirler bulur. Hem de günlük değil, 10 yıllık politika üretirdi. Apple’dan ayrıldı mesela. Ama şirketin üç yıl boyunca piyasaya süreceği bütün ürünler belli.
İster miydiniz?..

Sosyal sorumluluğun yükü

Steve Jobs’dan sonra... Silikon Vadisi’nde çalışmak Usain Bolt olmadan 100 metre koşmak gibi olacak. Ancak hikâye vadinin de o kadar ötesinde ki... Sadece kullandığınız Apple ürünleri değil... Müzik sektörü için bir ekosistem yaratan... İletişimin akışını değiştiren... 20. yüzyılda yaşamış, basitleştirme şampiyonu bir ‘da Vinci’ bahsettiğimiz kişi. Öyle ki... Biraz daha kalsa belki hayatınızı tamamen bir aplikasyona çevirecekti.
Tek bir mesele var: Sokağı bu kadar iyi koklayan... Trend yaratan adamın yakalandığı kanserin kamufle ettiği tek bir defosu. Yaşadığı toplumdan neden bu kadar kopuk olduğu...
Apple’ı bütün sosyal sorumululuk işlerinden sıyırdı Steve Jobs. 1997’de döndüğünde “Paramız yok” diye bütün projeleri kaldırdı. Apple şimdi para içinde yüzüyor olsa da bir daha başlatmadı. Kişisel servetinden de hiçbir yardım kuruluşuna zırnık koklatmadı. En azından alenen...
Şirkette terör estiren acımasız yönetici mi bunu yapan... Yoksa bir imaj stratejisi mi işte bunu merak ediyorlar...
Ancak ikincisiyse eğer... Ağzından dirhemle laf çıkan... Şirketinde çalışanları da ketum olmaya zorlayan Jobs bir gün açıklarsa... Apple’ı sosyal sorumluluğun üst sınıf ürün pazarlayan şirketler için bir yük olabileceğini gösteren vakalar arasına koyabilirsiniz.
Kusursuz... Steril... Pürüzsüz bir elma algısı var ortada. Ve üstünde hiçbir negatif etki yok.

Hedef Davutoğlu

Kafa karışıklığını en net WikiLeaks belgelerinde görüyorsunuz. Bir telgrafta ‘son derece tehlikeli’ diyorlar mesela. ‘İslamcı fantezilerde kaybolduğunu’ düşünüyorlar. Başka bir telgrafa bakıyorsunuz... Bu sefer Erdoğan’dan daha mantıklı olduğunu yazıyorlar. İsrail’e menfi bakışta Erdoğan’dan farklı değilmiş... Ama retoriği daha kontrollü... Kendisi daha az duygusalmış. Ahmet Davutoğlu hakkında Washington’da bitmek bilmeyen ikircikli durumun bir özeti işte bu. Kissinger mı desinler, neo-Osmanlı mı... Karar veremeyişlerinin resmi.
Hafta içi Davutoğlu’nu daha önce her fırsatta savunmuş Amerikalı eski bir diplomatla konuşuyoruz. Dönmüş. Bu sefer demediğini bırakmıyordu:
Çok konuşuyor ve hep kendini övüyor. Çok kötü bir kombinasyon.
Libya, Suriye, Sudan her yerde başarısız. Türkiye’ye Kaddafi’den ödül bile aldırdı.
Tek yaptığı, kötü adamlarla kurduğu iyi ilişkileri pazarlamak.
Bu hataları Obama Yönetimi’nden biri yapsa herkes ayağa kalkardı.
Ama Türkiye’de herkes korkmuş, kimse Davutoğlu’nu eleştiremiyor.
“Daha birkaç ay önce böyle değildi” dedim. “Diplomasi böyledir” dedi. Sonra “Sen ne diyorsun” diye sordu. Ben de “Dış politikayı daha çok Başbakan’ın belirlediğini düşünüyorum. Başbakan ülkeye para kazandırmak istiyor. Davutoğlu da ona göre ilişki geliştiriyor. Sonra gerekirse zikzak çiziyor. Türkiye biraz da bu sayede zenginleşti. O coğrafyalardan para akıyor” dedim. Güldü. “Doğru, onda haklısın” dedi.
Ancak bahsettiğim halen süren o muallak duruma rağmen. Konuştuğum diplomatın bile dönüşü aslında şunun işareti: Çok zor bir döneme giriyor Davutoğlu. Aynaya bakınca gördüğünü söylediği o sevimli adamın hedef haline geleceği çok sert bir dönem.
Diyor ya hani... İsrail’de 3 şart var!.. Suriye’de 4 aşamalı plan var!.. Libya 5... Öbür taraf 6... Onun sevdiği şekilde maddelersek. Davutoğlu’nun da Türk Dışişleri’nde 2 dönemi olacak:
1) 2002-2011 arası iyi ilişki çalıştı.
2) 2011 sonrası kötü ilişki yönetimini becerebiliyor mu onu gösterecek.
Yazının Devamını Oku

23 yaşında bir kızın Washington günlüğü

28 Ağustos 2011
Leopor desenli mini eteği ve straplez bluzuyla kırmızı çizmelerini havaya dikip erkek dergilerine poz verir gibi boylu boyunca uzanan bu kız, Washington’a gelip para ve güç kovalayan binlerce Amerikalı gençten biri. Hikâyesi ise... Şimdilik gazetelere düşmemiş, tipik bir şehirdeki taşralı kız çocuğu öyküsü

Dupont Circle’daki Starbucks’ta buluştuk. Buzlu büyük bir kahve istedi. Konuşuyoruz.
Adı Quin Woodward Pu. 23 yaşında. Anne Harvard’dan hukuk doktoralı, güneyli bir avukat. Çinli baba doktor.
Üç kız kardeşler. En büyükleri babası gibi tıptan. Ortanca Yale’e girmiş, gazetecilik yapıyor. Ama o... Güneyin en iyi okullarından Vanderbilt Üniversitesi’nde İngilizce okuyup Johns Hopkins’ten tıp eğitimi için kabul aldığı halde, her şeyi bırakıyor. Washington’a geliyor. Ve kendi ifadesiyle partileyip erkeklerle eğlenmek için ailesinden kopma pahasına orada burada tutunmaya çalışıyor.
Konuşmak istedim. Çünkü politikacıların takip ettiği gazetelerde ‘Type A+’ diye bir kitap yazdığı... Tanıtımını yapacağı duyuruluyordu. Önce Georgetown’ın lüks ayakkabı mağazası SimplySoles da. Sonra da semtin özel, kapalı partileriyle meşhur gece kulübü L2’da.

HAYALLERİNİN PEŞİNDE

Quin’in hikâyesi, buraya güç ve iktidar için gelen... Yükselmek... Oyuna girmek isteyen... Hırslı binlerce taşralı gencin öyküsü aslında. Ayakkabı mağazasına gittiğimde içeride gördüğüm 20-30 kişilik o topluluğun öne çıkmış hali.
İlk önce “Niye geldin buraya” diye sordum onun için. Öyle bir ailede piyano dersleriyle yetişip... Ablasıyla Georgia Eyaleti’nin her yıl heceleme şampiyonu oluyorken... Johns Hopkins’e girecekken... Niye?.. “Hayallerimin peşinden gittim” dedi. “Sıkıcı bir doktor olup... Kendim gibi bir doktorla evlenip... Sıkıcı bir hayat yaşamak istemedim.”

BEN FAHİŞE DEĞİLİM

Yazının Devamını Oku

Modern zaman pişkinliği

21 Ağustos 2011
İki farklı toplumsal davranış üzerine bir deneme. Biri, yeni düzenin zorladığı bir pişkinlik. Külyutmaz New Yorklu’ya ıstakoz yerine yıllarca kerevit yutturan ters manyel. Öteki, babadan kalma bir ikiyüzlülük. Facebook’u özgürlük aracı diye pazarlayan kitlesel bir sahtekârlık

Tam 15 yıl kakalamış. Üstüne yazana bakıyorsun. Istakoz salatası. İçindekileri okuyorsun... Istakozdan başka her şey. Üstelik onca sene satıyor. Bir-iki kişi dışında kimse itiraz etmiyor. Ne zaman ki New Orleanslı bir gazeteci New York’a, Upper West Side’daki kentin en havalı ve belki de en güzel şarküterisine gidip ıstakoz salatası satın aldığında içindekileri okumayı akıl ediyor... Kıyamet kopuyor. Maine’deki ıstakozcular bile ayaklanmış durumda. Meşhur Zabar’s, New Yorklulara ıstakoz yerine kerevit yedirdi... Istakozun adını kullandı, herkesi aldattı diye...
Şunun için anlatmadım: Dünya eskiden ne dürüsttü. Ama şimdi her şey ne kötü oldu.
Öyle değil. Üstelik tam tersi... Eminim, eskiden kerevit de değil... O salataya bisiklet lastiği eklenmiş yapay bir et koyarlardı. İçindekiler bölümüne de doğal olarak bisiklet lastiği yazmazlardı. Istakoz derlerdi.
O zaman sanırım şunu sormak gerekiyor: Madem öyle nedir bu aldatmaca?
Meşhur bir şarküterinin, üstüne ıstakoz yazdığı halde dünyanın en kılı kırk yaran kentine kerevit yedirebilmesi... Ve o dünyanın en müşkülpesent insanlarının da... Kerevit yediklerini bildikleri halde yarım kilosu 30 liradan adı ıstakoz salatası olan bir şeye yıllarca para verebilmesi... Her şeyi yanlış mı anlamışız?..
Modern zaman pişkinliği bu!.. Günlük hayatta artık her gün çok sık karşılaştığımız... Onca ters manyelin arkasında yatan... Yeni nesil sahtekârlık...
Eski Amerikan başkanlarından birine ulusal güvenlik danışmanlığı yapmış bir komşumuz var. Pazar günü arabayla evden çıktım. Giyinmiş yürüyor. Hava yağacak gibi. Durdum. “Bırakayım” dedim. Bindi. Georgetown’daki episkopal kilisesine pazar ayinine gidiyormuş.

Yazının Devamını Oku

Capitol Hill manzaralı terasta off the record buluşma

14 Ağustos 2011
Washington usulü kapalı bir toplantı. Amaç, Amerikan Devleti’nin ulusal güvenlik birimleriyle gazetecileri bir araya getirmek... Kartvizit trafiği yaratmak. Kongrenin o kubbeli binasına (Capitol Hill) nazır... Smithsonian müzelerinin ortasında cam bir binanın teras katındayım. Yapış yapış geçen ağustos insafa gelmiş. Esiyor. Ve kentin o bıkkınlık verici perde arkasında kalma merakı yüzünden... Bütün konuşmaların yine isimsiz yapıldığı gecede insanlarla tanışıp... Ne anlatıyorlar, dinliyorum

Adım ‘Hack’. Gazeteciyim. Kazıyorum, tırtıklamaya çalışıyorum. Konuştuğum kişilerse yaka kartlarında yazdığı şekliyle ‘Flack’. Devletin halkla ilişkilerini yapıyorlar. Gazetecilere, kayadan kopardıkları parçacıkları serpiştiriyorlar.
‘Hack&Flack’ toplantıları, Washington’da ilk defa sekiz yıl önce başlamış. Amaç, 11 Eylül’den sonra kurulan İçişleri Bakanlığı’nın bilinirliğini artırmak. Gazetecileri bürokratlarla buluşturup, içeriden bilgi vermiş... Ve insanları böyle bir bakanlığın lüzumsuz yere kurulmadığına ikna etmeye çalışmışlar.
Sonra iş büyümüş. Sadece İçişleri değil, buluşmalara diğer ulusal güvenlik birimleri de dahil olmuş. Ve New York’a da yayılan... Birkaç gün öncesinden belirlenen bir yerde her ay düzenli toplanan... Savunma Bakanlığı’dan NSA’ye (Ulusal Güvenlik Ajansı)... DEA’dan (narkotikçiler) Adalet Bakanlığı’na devletin adamlarının gazetecilerle off the record konuşmalar yaptığı kapalı toplantılara dönüşmüş.

Hadi biraz Meksikalı öldürelim

Perşembe gecesi. Asansörden indim. Gecenin sponsoru... Amerikan Hükümeti’ne siber güvenlik hizmeti veren bir şirketin binasının terasına çıktım. Ve insanların öbek öbek toplandığı... Aşağı yukarı 100 kişilik topluluğun arasına karıştım.
İçeri girince bakışları hissediyorsunuz önce... Kasabaya yeni gelen yabancı.
Ama sonra... Madem davet edildiniz... Kimsiniz merak ediyorlar. Ve şak... Hemen kartvizitler çekiliyor. “Ne kadardır Washington’dasın” sorusuyla da hikâye başlıyor...

Yazının Devamını Oku

Nedimeler Hangover’a karşı

7 Ağustos 2011
İki sabun köpüğü film. İkisi de eğlenceli, iyi vakit geçirten işler... Ancak hikâyelerinden gösterime girdikleri tarihe... İkisi de birbirine benzeyen... Birbiriyle yarışan yapımlar.

İşin en güzel tarafıysa şu: Biri erkek komedisi, diğeri kadın. Öyküyü biri erkek ağzıyla anlatıyor. Öteki kadın jargonuyla. Bridesmaids (Nedimeler) ve iki yıl önceki başarısıyla ikincisi çekilen Hangover’lar (Felekten Bir Gece). Önce Nedimeler ve her iki Hangover’ı da içine alacak bir karşılaştırma. Sonra filmler üzerinden bir not...

*  İkisi de temel bir klişeye dayanıyor. Erkek evlenmeden önce dağıtan bir serseridir. Kadın, evlilik endüstrisinin paketlediği bir gelin.
*  Arkadaşlık ikisinde de en önde. Ama ya erkek erkeğe ya da kadın kadına. Çünkü Hollywood, artık kadın ve erkeklerin arkadaş olamayacaklarını... Sadece seks için bir araya gelebileceklerini anlatan işlerle doldu.
*  İki filmde de mizahı sürükleyen, şişman bir ucube var. Erkeklerde sosyopat Zach Galifianakis. Kadınlarda agresif Melissa McCarthy. Ve ikisi de döktürüyor.
*  İkisinin de izleyicinin midesini kaldırma sıkıntısı yok. Erkeklerde dişler sökülüyor, parmaklar kesiliyor. Ötekinde birbirlerinin kafalarına kusuyorlar. Üstte gelinlik, işlek bir caddenin ortasına kaka yapıyorlar...
*  Ve ikisinde de sonunda arkadaşlık kutsanıyor. Erkeklerinkinde daha dandun... Küfürler edilerek, yumruklaşılarak süren bir dostlukla!.. Kadınlardaysa daha gergin... Kıskançlık da içeren çekişmeli bir ilişkiyle!..
*  İki filmin kadın-erkek ilişkilerine kadar giden... Bugün Amerika dahil dünyada kadının toplumsal rolüne kadar uzanan farklarıysa işin asıl çarpıcı kısmı. Hangover’ların tutacağı aşağı yukarı biliniyordu mesela. Ama Nedimeler yazın en büyük sürprizi oldu. Christopher Hitchens’ın Vanity Fair’e yazdığı o meşhur ‘Kadınlar neden eğlenceli değildir’ yazısı var ya... Orada anlatılan önyargıdan.

Yazının Devamını Oku

Amerika’dan dünyaya bağnazlık ihracı

31 Temmuz 2011
Massachusetts Caddesi üzerinden şehre iniyorum. Başkan Yardımcısı’nın evine gelmeden solda bir kalabalık fark ettim. Norveç Büyükelçiliği... Önünde Gizli Servis’in kamyon yarısı jipleri... Obama taziyeye gelmiş. Trafik yavaşladı. Polis aşağıdan gelenleri kesti. O sırada yan taraftaki Vatikan Büyükelçiliği’nin önünden... Ellerinde dev pankartlar bir grup çıktı. Aşağı yukarı 10 metre uzunluğunda fotoğraflar. Üzerilerinde de kanlı bebek görüntüleri. Bir yandan yoldan geçenlere resimleri gösteriyor... Bir yandan da “kürtaja hayır” diye slogan atıyorlar. Neye bakacağımı şaşırdım. Sonra ağır ağır devam ettim.
Bir anket yapılsa... Ve Amerikalılara tek bir soru sorulsa... “Dünyada bir kavram sizin tekelinizde olacak. Hangisini isterdiniz?” diye. Hiç şüphem yok!.. Ezici çoğunluk “Özgürlük” derdi. “Özgürlüğü en iyi biz tanımlarız. En iyi biz uygularız. En iyi biz anlatırız.”
Ama kavramın ifade ettikleri bu ezici çoğunluk için ortak bir anlam taşıyor mu, diyecek olursanız da... Şöyle söyleyeyim... Bugün Amerika’da milyonlarca kişi, Irak Savaşı’nın bir hata olduğunu kabul ediyor. Ama büyük kısmı da Amerika’nın bir milyonun üzerinde kişinin öldüğü Irak’ı gerçekten özgürleştirdiğine inanıyor. Ve kurucu babalardan beri, dünyada özgürlüğün hamisinin Amerika olduğunu düşünüyor. Başkan, çoğu çocuk 100’e yakın ölü için taziye sunarken... Dışarıda insanlara bebek cesetleri gösterip “Sakın kürtaj yaptırmayın” diye bağırmanın da parçası olduğu bir özgürlüğün!..

HEPSİ YENİ KITA’NIN ADAMI

Her şeyin bir kolayı bulunur. Sene başında Milletvekili Giffords’ı vurup dokuz kişiyi öldüren genci deli ilan ederken tartışmayı sosyolojik boyuttan koparttığınız gibi... Her olayda meseleye ‘münferit’ deyip kendinizi aklayabilirsiniz. Türkiye’de de olan şeyler biliyorsunuz... Ancak hepimizi içine alarak söylüyorum. Artık şunu sormanın zamanı geldi!.. Norveçli katil Anders Behring Breivik de bir deliyse... Onunla aynı düşünceleri savunan... Tek farkı tetik çekmemiş olan diğerleri akıllı olabilir mi?
Çoğu Amerikalı. Breivik’in günlüklerinde alıntı yaptığı kişilere bakın. Çarpıttığı eski filozoflar dışında hemen hepsi Yeni Kıta’nın adamları...
Pamela Geller var. “Srebrenica’da Müslümanlar katledilmedi, düşmana zarar vermek için intihar ettiler” diyen blogger. Breivik bayılıyor.
Robert Spencer var. New York’ta İkiz Kuleler’in yakınına yapılacak İslam merkezine “Ground Zero’ya cami dikiyorlar” diye karşı çıkıp kampanya başlatan Jihad Watch’un kurucusu. 64 kere alıntılamış günlüğünde.
Daniel Pipes var. Obama’dan İran’a hemen saldırmasını isteyen akademisyen. İdeolojik gurusu.
Ve 1996’da yakalanıp hapse atılan Çılgın Bombacı Ted Kaczynski’den... Viyana Kapıları blogunda takma adla yazan Virginialı’ya kadar onlarca ilham kaynağı. Hepsi de buralardan. Amerikalı...
Ortak özellik çıkarmaya çalıştığınızda zorlanmazsınız. İslam karşıtlığı... Yeni bir sol tanımı arayışı... İsrail yanlılığı... Avrupa’yı beğenmeme... Vesaire...
Ancak daha geniş baktığınızda. Hepsi de ‘özgürlük’ yanlısı. Örneğin Pamela Geller’ın sitesinin adı ‘Atlas Silkindi’, Amerikan tarihinin en liberal düşünürlerinden Ayn Rand’ın kitabının ismi. Ve Spencer’dan Pipes’a diğer her biri de... İfade özgürlüğü savaşçısı. Gerekirse İslam karşıtlığı, yabancı düşmanlığı, ırkçılığa kadar varan... Ancak asla nefret suçu sayılmaması gereken neredeyse sonsuz bir özgürlüğün savunucusu.
Norveç olayı şunun kanıtı aslında.
Bir Amerika var. New York, Washington, Kaliforniya gibi kıyı kesimlerinden çıkarttığı fikirleriyle dünyayı etkileyen... Yüksek Mahkemesi’nin aldığı kararlarla dünyaya özgürlüğün referansını sunan. Siyahlardan eşcinsellere ayrımcılığın her türlüsünü gerileten... Akademik ufku kocaman bir Amerika!
Ama bir de başka bir Amerika var. Kürtaj yapan doktorların katledildiği iç kesimlerden yükselen... Çarpık bir özgürlük anlayışıyla dünyaya bağnaz fikirler yayan... Cinayetlerin teorisini kuran... Deliler yaratan. Ve hem Arizona’daki gibi kendini vuran... Hem de Norveç’tekilerin kanına giren zehirli bir Amerika...
İki Amerika var. Ve dünya sanki bu iki Amerika’nın savaş alanı gibi...

Captain America bugün olsa nasıl davranırdı

Popüler kültürün radikalleşmesi... Geçen gün Norveç olayını yorumlarken biri böyle diyordu. Breivik’in takip ettiği bütün blogların, internet sitelerinin popüler kültür unsuru olduğunu... Buralarda yaşanan radikalleşmenin de Breivik’i katliama kadar sürüklediğini söylüyordu.
Norveç olayı olmadan siyaset bilimci Prof. Dr. Michael Gunter ile telefonda konuşuyoruz. Ermeni hareketi içinde bazı şiddet eğilimleri oluşmaya başladı. Onu soruyorum. “ASALA 1980’lerin sonunda bitti. O adamların hiçbiri kalmadı geriye. Şimdi ASALA’nın ismini kullanan, ASALA ismini çalan yeni bir grup çıktı” dedi. “Neden” diye sordum. “Çünkü” dedi “1915’in 100. yıldönümü geliyor ve bazı genç Ermeniler, uluslararası toplumun kendi tarih versiyonlarını (soykırım) kabul etmemiş olmasından hayal kırıklığı yaşıyorlar.” En ilginci... “Nerede büyüyorlar” dedim. “Lübnan. Orası 1970’lerde de Ermeni terörizminin doğum yeri olmuştu. Şimdi merkezi hükümetin güçlü olmayışı, radikal unsurların rahat hareket edebilmelerini sağlıyor” dedi.
Captain America filmini görmeye gittim geçen hafta. 2. Dünya Savaşı yıllarında Amerikalılara moral aşılamak için bulunan süper kahramanın yeni versiyonunu görmeye. Ve film boyunca, bir yandan da 70 yılda popüler kültürün nasıl bir dönüşüme uğradığını izledim. O hiçbir defosu olmayan... Hiçbir yanlış karar almayan... Baby boomer’ların (2. Dünya Savaşı ertesinde doğan kuşak) erdem sahibi olmaları için donatılmış karakter bugün artık yok. Onun yerineyse... Amerikan Kongresi’nde soykırım tasarısı kabul edilmedi diye Lübnan’daki bir Ermeni’nin şiddete yönelmesine çanak tutan bambaşka bir dinamik... Radikalleşmiş bir popüler kültür var!.. Sanki Captain America’nın da baş edemeyeceği bir düğüm.
Bitti. Ve birden hiç beklemediğim kadar iyi çıkan filmin ikinci bölümünü merak etmeye başladım... Çünkü Captain America’yı bugüne getirmişler... Bugünün Times Meydanı’na koymuşlardı. Ve ben de tam olarak... 1950’lerdeki Amerikan rüyasını temsil eden bir sembolün... El Kaide ile savaş yıllarında nasıl davranacağını görmek istiyordum.
Yazının Devamını Oku