Washington’ın analizleri en isabetli istihbarat uzmanlarının başında Bruce Riedel. CIA’de yaklaşık 30 yıl terörle mücadelede çalışıp Beyaz Saray danışmanlığı yaptıktan sonra şimdi Brookings Enstitüsü’nde. Bu kentte bölgeyle ilgili bulabileceğiniz en objektif, en rasyonel adamlardan biri. Konuşmamızı bir düşünce kuruluşunun beyin fırtınası gibi okuyun. Sorduğum sorular, verdiği yanıtlar, sonra da benim çıkardığım mesajlar...
İsim isim gidelim. Bugün Suriye’deki El Kaide liderleri hakkında ne biliyoruz?
- Irak ve Suriye’deki yeni nesil liderler geçmişin hatalarından dersler çıkardılar. Kimliklerini koruyorlar. Hem El Nusra’nın lideri El Golani hem de Irak-Levant İslam Devleti’nin (ISIS) lideri El Bağdadi, kod adı kullanıp geçmişlerini gizliyor. NATO istihbarat servislerinin bu kişilerin gerçek kimliklerini ortaya dökmeleri gerek.
El Nusra ve ISIS’in amacı ne?
- İlk aşamada hem Esad’ı hem de Hizbullah ve İran gibi onun destekçilerini yenmek. İkinci aşamada da önce Suriye ve Irak’ın bir bölümünde İslami bir emirlik kurmak. Bugün dünyada El Kaide’nin en hızlı büyüdüğü yer burası. Ve içsavaş dışında üzerilerinde çok az baskı var. Suriye içsavaşı El Kaide için bir kuvöz haline geldi.
Türkiye’nin bu gruplarla ilişkisini nasıl görüyorsunuz?
- Amerikan askeri istihbaratına göre bugün Suriye’de kendini direnişçi olarak tarif eden 1200 farklı yapılanma var. Türkiye’nin El Nusra’ya olan davranışıyla ilgili büyük bir kaygı oluştu. Bu, Suudi Arabistan ve Katar için de geçerli. Silah sağlanmasına ve yüzlerce yabancı cihatçının bölgeye gitmesine göz yumuluyor. Ama sorun, müttefikler şimdiye kadar direnişçilere karşı Suriye’de El Kaide ilişkili örgütlerin büyümesini önleyecek ortak bir duruş belirleyemediler. Birçok müttefik önce Esad’ı yenmek istiyor. Bu bir hata.
Hatırlıyor musunuz?.. Eric Edelman’ın Çuval Krizi’nden sonra Türkiye’yi sıkıştırması için Ankara’ya büyükelçi yollandığında olanları. Randevu krizleri, atışmalar… İşte o dönemden beri AKP ve Edelman’ın da yakın olduğu Amerikan neo-con’larının (neo-muhafazakâr) arası hiçbir zaman iyi olmadı. Hatta yakın zamana kadar Washington’daki Türk Büyükelçiliği’nde görevlilerin bir neo-con’la görüşmesi bile istenmiyordu. Ama işte bugün… Nereden nereye…
Irak Savaşı’nın mimarlarından, şimdi Hudson Enstitüsü’nde çalışan en ünlü neo-con’lardan eski Savunma Bakanı Yardımcısı Doug Feith ile konuşuyoruz. Obama’nın Suriye’de hızlı ve kısa saldırı taktiğini yerden yere vuruyor. “Endişem, eğer Başkan Obama Esad Hükümeti’ni indirmek üzere tasarlanmış değil, ufak bir harekât yaparsa Esad ayakta kalır ve ‘Görüyor musunuz’ der, ‘Ne kadar güçlüyüm.’ Türkiye’deki neo-Osmanlılar ne diyor? Aynısını.
“Obama nerede hata yaptı?” dedim Feith’e. “Yönetim, amacının Esad Rejimi’ni indirmek olduğunu söyledi. Ve bunu açıkça başaramadı. Benim fikrimin ne olduğunun önemi yok. Bu yönetimin kendi belirlediği bir amaçtı” dedi. Bugün Amerika’yı Suriye konusunda eleştiren neo-Osmanlılar ne diyor: “Madem inmeli dedin, indir.”
“O zaman Obama Yönetimi’nin genel stratejisi ne olmalı?” dedim. Feith şöyle dedi: “Buradaki stratejik önem, İran’ın Ortadoğu’daki en yakın dostunun İran olması. Eğer Esad bunu atlatırsa, İran’ın Ortadoğu’daki pozisyonu güçlenir.” Suudileri bir kenara koyun. İran’la bugün perde arkasında en fazla çekişen kim? Bir yandan Suriye’de… Bir yandan Bağdat’ta. Bir yandan şimdi Lübnan’da. Neo-Osmanlılar değil mi?
“Esad devrildi diyelim, radikaller sizi endişelendirmiyor mu?” dedim Feith’e. “Bizim ve dostlarımızın bu ihtilafta İran’ın kazanmamasında büyük menfaati var. Esad’ın yerine kötü insanların geçme tehlikesi olsa bile” dedi. “Peki ya El Kaide” dedim. “El Kaide’nin yönetimi ele alacağı net değil. Bu sadece bir ihtimal. Esad ve İran’ın kazanmasıysa kesinlikle büyük bir problem olacaktır” dedi. En büyük düşmanımın düşmanı El Kaide bile olsa göz yumarım. Neo-Osmanlılar da Suriye’de bugün aynısını yapmıyor mu?
“O zaman yönetim en büyük hatayı nerede yaptı?” dedim Feith’e. “Yönetim gerçeklikten kopmuş gözüküyor. Sanki Esad, iktidarını isteyerek bırakacakmış gibi müzakere edilmiş bir çözümden bahsedip duruyorlar. Bu gerçekçi değil. Ve yönetim asla gerçekçi olmayan bir öneriyle gayriciddi gözüküyor” dedi. Washington’ın toplamaya çalıştığı yeni Cenevre Konferansı için neo-Osmanlılar da aynısını söylemedi mi?
“Sorun ne sizce?” dedim. “Bu adamlar son derece zeki insanlar, bunları görmüyor mu?” Aynen şöyle dedi: “Etrafımızda entelektüel açıdan etkileyici bir sürü insan var. Ama bu insanlarda bir ulusal güvenlik krizi sırasında olmasını istediğiniz muhakeme yoktur. Kendilerinden farklı kişilerle nasıl baş edeceklerini bilmezler. Esad da bir liberal değil” dedi. Neo-Osmanlılar da aynı noktada değil mi: “Esad’ın anladığı dilden konuşacağız!”
“Son olarak, Irak Savaşı’ndan sonra aldığınız eleştirileri düşününce bugün ne hissediyorsunuz?” dedim. “Size haklıymışsınız diyenler çıkıyor mu?” Tarih devam eden bir süreçtir. Ama insanlar şimdi Esad’ın nasıl davrandığına bakarsa, Bush yönetiminin Saddam Hüseyin konusunda neden endişe ettiğini daha kolay anlar” dedi.
Washington’ın en iyi bölge uzmanlarından, eski Dışişleri müzakerecisi Aaaron David Miller diyor ki…“Ortadoğu’da Filistin meselesi eksenli tarihe iz bırakan bütün olaylarda Amerikalılar konuya sonradan dahil olmuş ve taraflar müzakereleri kendi aralarında gizlice yürütmüşlerdir. 1977 İsrail-Mısır anlaşması, 1993 İsrail-Filistin Oslo Süreci, 1994 İsrail-Ürdün Barışı.”
Sonrasını getirmiyor ama özetle şunu söylüyor:
“Barışacak olanın aracıya ihtiyacı olmaz. Suriye, Irak, İran bu kadar karışıkken siz niye şimdi İsrail-Filistin işine giriştiniz?”
Üç yıl sonra dün gece ilk kez yeniden başladı Filistin-İsrail görüşmeleri.
Ve taraflar üç yıl sonra ilk kez Amerikan Dışişleri Bakanı John Kerry’nin evsahipliğinde bir araya gelip müzakerenin müzakeresini yaptılar.
“Müzakereye nerede, nasıl, hangi şartlarda başlayalım”ın müzakeresini…
Akçakale’deki çay bahçelerinden Ceylanpınar’daki lokantalara her yerde aynı. Ne kadar ayak işi varsa... Komilikten bulaşıkçılığa vasıf gerektirmeyen ne kadar görev... Bölgede karşınıza hep Suriyeliler çıkıyor. Ceylanpınar Öğretmenevi’nin kadın işletmecisi anlattı. “Ben günde 25 lira yevmiye veriyorum diye esnaf benim üzerime geliyor. ‘Piyasayı yükseltme’ diyorlar. Bazıları günde 5-10 liraya çalıştırıyor” dedi.
Aralarında güzel olanları evine kuma getirenleri gazeteler yazdı. Ama en az onun kadar vahim ve daha da yaygın yaşanan asıl istismar ise bölge halkı Suriyelileri köle gibi kullanıyor. Yarım paket sigara karşılığında tarlasındaki otları yolduranlar duydum. Bir doktor anlattı. Ceylanpınar’daki kampta yaşayan Suriyelilerden biri kardeşinin çiftliğine gidiyor. Günde 5 liraya başka çiftliklerde çalıştığını söyleyip iş istiyor. Kardeşi o gün makul bir yevmiyeyle çiftlikte bir iş buluyor. Ama ertesi gün, Suriyeli başka bir çiftlikte yine aynı paraya çalışmaya devam ediyor.
Esnafın mazereti hazır. Bir lokantacıya sorunca şöyle dedi: “Bu insanlara devlet ayda 100 lira veriyor. Bütün sağlık harcamaları bedava. Kalacak yer sorunları yok. Biz onlara ekmek veriyoruz. Daha ne istiyorlar!”
Mantık, iki açıdan sakat. Evet, Akçakale’den Ceylanpınar’a giderken yolun kenarında çamur evlerde yaşayan bölge halkını gördüğünüzde Suriyelilere hükümetin sağladığı imkânların insanlarda bir öfkeye neden olmasını anlıyorsunuz. Ama birincisi... Bir yandan cömertlik yapıp öte yandan bu insanların modern bir köle haline getirilmesine göz yumamazsınız. İkincisi de bütün küçük işlerin onlardan başka kimsenin kabul etmeyeceği bir ücretle bu kişilerin eline geçmesine müsaade edip bölgenin istihdamını sarsamazsınız. Yaparsanız... Amerikalıların on yıllardır Meksikalı göçmenlerle yaşadıkları sorunların aynısıyla siz de karşı karşıya kalırsınız. Değişen demografi... Kaçak işçi sorununa bağlı işsizlik. Onun tetiklediği yabancı düşmanlığı ve ırkçılık... İçe kapanan göçmenlerin artan suç eğilimi...
Anlattığım döngünün Türkiye’ye de hiç uzak olmadığını anlamanız için işin ne boyuta vardığını söyleyeyim. Gaziantep’teki meşhur İmam Çağdaş Kebapçısı’na gidin. Orada bile karşınıza çıkıyorlar. Hiç konuşmadan masanızdaki boşları topluyorlar. Ürkek, suratlarında tedirgin bir ifade oradan oraya koşturup... Sürekli azar işittikleri garsonların emirlerini yerine getirmeye çalışıyorlar.
Bunun dışında bir de Suriyelilerin bölgede neden oldukları bir alım ekonomisi var ki... O da ayrı sorun. Kamplar ilçelere paylaştırılmış. Mesela Ceylanpınar’da aşağı yukarı 16 bin Suriyeli kalıyor. Akçakale’de 35 bin. Ama bütün kamplarda, hükümet göçmenler için kişi başı her gün 16-20 lira arası para harcıyor. Akçakale boyutunda bir kamp için bu, ayda 20 milyon lira demek. Bunun harcanma şekliyse konu aciliyet içerdiğinden bildik ihale yöntemlerinden tamamen farklı. Para Başbakanlıktan kaymakamlıklara geliyor. Kaymakamlar da ‘Afet Yönetmeliği’ uyarınca 100 bin liraya çıkan limit üzerinden ihale filan yapmadan alımları çoğu zaman doğrudan temin yöntemiyle hallediyor.
Çarpıklık... Alımlar çoğu zaman Kaymakam ya da bir memurun iki dudağından çıkan lafla oluyor. İlçedeki bir esnafı arıyorlar mesela. Ertesi güne 5 bin çift pabuç istiyorlar. O pabucun piyasa değeri ne?.. Kalitesi nasıl?.. Hiç önemi yok. Daha vahimi: Aciliyet bahanesiyle o alımları kontrol eden harcama, piyasa araştırma komisyonları da çoğu zaman işini yapamıyor. Bölgedeki bir Bayındırlık yetkilisi anlattı. Kaymakamlar Bayındırlık görevlilerine sayımlarda işi fazla karıştırmamaları için baskı yapıyormuş. “Arkadaşlar, örneğin 5 bin kalem görünen bir alımda en fazla 3 bin kalem teslimat yapıldığını fark etseler bile önlerine gelen kâğıtları imzalamak zorunda kalıyorlar” dedi.
Suriyelilere gelince... Onlar ise kendi üstlerinden dönen milyonlarca liralık kavgadan habersiz hayata tutunmaya çalışıyor. Ama asıl ilginci... Geçen sene Hatay’da kiminle karşılaşsam Esad’a lanet ediyorken, savaş uzadıkça şimdi onların da Esad yanlısı olan, görece varlıklı olanları geliyor. Akçakale sınır kapısında içeri gelenlerle konuşuyorum. Şanlıurfalı Mehmet Horoz’un Rakka’daki bombardımandan kaçan bir kadın akrabasıyla karşılaştım. Mülkleri hep Suriye’de. Ne olacak bu iş, dedim. Uzayacak, dedi. “Siz kimin kazanmasını istiyorsunuz” dedim. Önce söylemek istemedi. En sonunda da, “Biz Esad varken rahattık, o kalsın” dedi. Sınırdaki bir memura anlattım bunu. O da aynen şöyle dedi: “Zaten artık gelenlerin çoğu Esad yanlısı. Uzun süre direndiler. Şimdi onlar da geliyorlar.”
Geçen sene Hatay’ı dolaşmıştım. Bu yazki gelişimde de Akçakale-Ceylanpınar sınır boyuna gittim. Batıdan doğuya 120 kilometrelik bir çizgi düşünün. Sonra yukarıda Viranşehir’e çıktım.
Bölgede üniformalı muhalif kalmamış. Halbuki bir yıl önce Yayladağı’nda Reyhanlı’da herkes elini kolunu sallayarak dolaşıyordu. Şimdi kimin kim olduğu belli değil.
Çatışmalar halen sürüyor. Bütün gazeteciler gibi Ceylanpınar’daki öğretmenevinde kaldım ben de ve gece boyunca silah sesleri duyuldu. İşin seken kurşunlar dışında tehlikeli başka bir boyutu da şu: Sınırın öbür tarafında Türkiye’de yaşayanların akrabaları birbirleriyle savaşıyor. Ve cepheleri belirleyen demografik dağılım, Türkiye tarafıyla bire bir örtüşüyor.
Örneğin Akçakale neredeyse yüzde 100 Arap. 110 km doğusundaki Ceylanpınar’daysa Kürtler çoğunlukta. Ceylanpınarlılar çoğunlukla, PKK’ya yakın PYD destekçilerinin liderlik ettiği Kürtlerin kazanmasını istiyor. Akçakaleliler ise ezici bir biçimde El Nusra, ISID ya da ‘Özgür Suriye Ordusu’ denilen Esad muhalifi Arapların. Ve Ceylanpınar Temmuz ortasından beri Kürtlerde. Akçakale’ye kadar Arapların yoğun olduğu kuşak ise Araplarda.
Görmedim. El Nusra’ya yardım ulaştıran bir Türk yetkiliye gözümle rastlamadım. Ama Akçakale’ye gidin. İlçe Emniyet Müdürlüğü’nün yanındaki çay bahçesine oturup halkla konuşmaya başlayın. Size El Nusra’nın Akçakale’de nasıl ihtimam gördüğünü anlatıyorlar. Hatta Pazartesi günü ilçedeki bütün erkânın yemek yediği parktaki Lezzet Ocakbaşı’nda bir El Nusra komutanının MİT’çi C., polis A. ve başka bir polis Ö. ile oturup uzun uzun yemek yediğini iki kişi doğruladı. Yetkililerse iddialar için “garip söylentiler” dedi. Hatta aynı lokantada izin isteyip masasına oturduğum bir yetkili, konuyu sorduğumda o kişinin El Nusra’cı olduğunu halkın bilmesinin mümkün olmadığını, beni kendisiyle görenlerin de ertesi gün “El Nusra Türk devletinin adamlarıyla yemek yedi” söylentisi çıkarabileceğini söyledi. Yüzümde iki haftalık sakal olduğu için El Nusra’cılara benzetilebileceğimi söyledi. Anladım, dedim.
Hükümet kabul etmese de Türkiye’nin El Nusra’ya destek olduğu bölge halkı arasında o kadar yaygın kabul görmüş ki... Kahvede konuştuğum bir yöre tüccarı da önce gazeteci olduğuma inanmayıp hükümete çalıştığımı düşündü ve başladı El Nusra’yı övmeye. “Biz devletimizin yanındayız. İnşallah El Nusra’nın askerleri PKK’yı tepeleyecek” vesaire… Ben birkaç soruyla söylediklerini sorgulamaya başladığımda da güvendi. Bu sefer El Nusra’nın ne kadar tehlikeli olduğunu, gümrük memurundan polisine devletin El Nusra’ya nasıl destek olduğunu anlatmaya başladı. 30 yıllık savaşın bölgeye bıraktığı, tamiri en zor toplumsal hasarlardan biri bu aynı zamanda. Herkesin hayatta kalmak için bir savunma mekanizması haline getirdiği ve yeni kuşaklara da aynen aktardığı yalan söyleme alışkanlığı.
Sorun, destek olup olmamak kadar, Türkiye’nin sınırın öteki tarafındaki savaşta açıkça taraf tutması ama bunu inkâr etmesi. Halbuki Akçakale mınır kapısındaki polis bile size Suriye tarafını kontrol eden El Nusracıların nasıl iyi insanlar olduklarını anlatıyor. Akçakale Hastanesi’ndeki hemşireler size çatışmada yaralanan muhalif askerlerin nasıl tedavi gördüklerini, yoğun çatışmalarda sınırdan nasıl kamyonetlerle taşındıklarını söylüyor. Ancak PYD’ye gelince Türkiye aynı şeyi Ceylanpınar’da yapmıyor. Akçakale muhaliflerde diye sınırı sonuna kadar açıyor. Ceylanpınar PYD’de diye geçişlere izin vermiyor. Sonra da Davutoğlu çıkıp insanların gözünün içine baka baka “Biz El Nusra’ya destek olmuyoruz” diyor.
Muhammed Kemal Hammami, 11 Temmuz akşamı orucunu açmak için yanında İzz bin Abdusselam Tugayı’ndan adamlarıyla Lazkiye’nin dağlık bölgelerinde ilerlerken bir kontrol noktasına rastladı.
Lazkiye, Türkiye sınırında, Hatay’ın tam karşısında, Akdeniz’e kıyısı olan, Esad’ın köyünün de olduğu bölge.
Başında olduğu tugayın kamp alanına gitmeye çalışıyordu ve orada bir kontrol noktası olduğunu ilk kez görmüştü.
Kısa süre sonra, nizamiye kuranların, El Kaide bağlantılı Irak-Suriye İslam Devleti (ISIS) mensupları olduğunu öğrendi
Konuşmaya başladılar.
İşin en yüz kızartıcı kısmından başlayayım. Kadir Topbaş Merter’deki arazi için demiş ki, “Yaklaşık 500 bin metrekarelik bu alanı bölge parkı yapmak istiyoruz. Central Park’tan daha büyük olacak.” Önce aklım almadı. O bölgede nasıl Central Park’tan büyük bir yeşil alan olabilir diye. Meğerse koskoca kentin belediye başkanı bildiğin sıfır hatası yapmış. Özensiz gazeteciler de hesaba atlayıp Central Park’ı Merter’den küçük gösteren grafikler patlatmış. 340 hektardır Central Park. Metrekareye vurunca 340 bin değil, 3.4 milyon eder. Ve Merter’de planlananın neredeyse 7 katı büyüklüğündedir. İnanın çok utanarak söylüyorum. Central Park yapacaksan önce matematik bileceksin.
İstanbul’a tek bir büyük park yapınca işin tamam olduğunu da zannetme. Central Park, merkez parkı demek ama… New York’un bir merkezi yok ki, Central Park merkez olsun. Ne Times Meydanı ne de Wall Street’in olduğu Downtown… New Yorklular için merkez kendi oturdukları mahallelerdir. Park Slope’ta yaşayan Prospect Park’a gider. Tribeca’daki Battery Park’a iner. Central Park da büyük bir etkinlik olmadığı sürece Upper West ve Upper East’te yaşayanların yeridir. 1700 tane park ve oyun alanı var New York’ta, haberin var mı!..
Hadi kurdun diyelim. Nasıl koruyacaksın? Central Park’ın olduğu Manhattan’da gece nüfusu sadece 1.5 milyon. Onlar da ortalama yıllık geliri 100 bin doların üzerinde olan dünyanın bir şehirde toplanmış en zengin topluluğu. Uzaktan hoş görünüyor da… O park yılda 38 milyon dolar para yiyor. Ve paranın yüzde 85’i de parkı yaşatmak için New Yorkluların kurduğu yardım kuruluşu ‘The Conservancy’nin bağışlarından geliyor. Cihangirliler bir mahalle parkına iki salıncak koydu diye heveslenme. Bağış yapmayı destekleyen bir vergi rejimin var mı? Bağış havuzu için Manhattan’daki gibi konsantre bir üst gelir grubun var mı?
Sırf park olsun diye kurulmuş bir park da değildir Central Park. Çünkü New Yorklular orada haftanın yedi günü sabahın köründen itibaren koşar, bisiklete biner, spor yapar. Spora takıntılı bir kent kültüründen bahsediyoruz. O yüzden sürekli canlıdır. O yüzden rezervuar dedikleri gölün çevresinde sürekli koşan insan olur. İşlevseldir. Böyle bir kent alışkanlığın var mı?
Performanslar ise işin en uygulanabilir kısmı. Yazın köşedeki tiyatrosunda Al Pacino’yu Kral Lear’de izleyebilirsiniz mesela. Sahnesinde Mariah Carey’yi New York Filarmoni’yle söylerken duyabilirsiniz. Konserler ücretsizdir, bunları sağlayan da belediye olur. Yaptın diyelim. Ancak şunu da unutma: New York’ta beş ilçesiyle 8.5 milyon kişi yaşar. İstanbul’da neredeyse 20 milyon.
O olsa bile Central Park başka bir taraftan da, kentte paranın pusulasıdır aynı zamanda. Mesela İstanbul bir su şehridir. Boğaz’da oturmanın statü sayıldığı bir kent. Ama New York’ta nehir, deniz manzarası kimsenin umrunda olmaz. Asıl statü, evden parka bakabilmektir. Su kenarlarına, New Yorkluların Laz müteahhidi Trump ev yapar. Ve Teşvikiye’yi yavaş yavaş öldüren Keten İnşaat gibileri New York’ta ‘eski para’ Dakota Binası’nın yanına bile yaklaştırmaz. Central Park diyorsan eğer… Değiştirebilir misin? Central Park’ın olsun diye kentin tüm yerleşim alışkanlığını kökünden sökebilir misin?
Ve son olarak… Central Park diye tutturan herkes için soruyorum. İnsanın yaşadığı kente şekil verme hevesi son derece anlaşılabilir. Ayrıca Central Park’ın mimarı da bir gazetecidir. Bundan 150 küsur yıl önce oralar boşken bir gazetecinin görevi belki bir park tasarımı çizmek olabilirdi. Ama bugün İstanbul’da gazetecilerin işi hesap dahi bilmeden bir Central Park projesi peşinde koşmak mı? Yoksa kentin kaynaklarının nasıl kullanıldığını denetlemek mi?
ÇARPIKLIK 1
Yabancılara niye göz yumuyorsun
Suriye’deki direnişçilerin ılımlı olan gruplarından birinin temsilcisiyle konuşuyoruz.
Washington’da lobicilerin kümelendiği K Sokağı’na nazır, havalı bir ofis tutmuşlar.
“Kim, nerede, nereyi tutuyor, bana anlatır mısınız” diye rica ettim, Suriye haritası üzerinde birinci elden direnişçi oryantasyonu alıyorum.