İlk açıklama, Amerikan Dışişleri’nden geldi. Ve Türkiye, ‘T-LORAMIDS’ denilen uzun menzilli hava ve füze savunma sistemi ihalesinde en iyi teklifi Çinlilerden aldığını duyurunca, ‘ciddi kaygıların’ Ankara’ya iletildiği söylendi. Sebep? Birincisi, Çinlilerin silah sisteminin NATO’ya uyumlu olmaması nedeniyle. İkincisi de bir NATO müttefiki olan Türkiye’nin, İran’a füze teknolojisi sattığı için NATO’nun en güçlü üyesi ABD tarafından 2006’dan beri yaptırım uygulanan bir şirketle görüşmesi yüzünden.
UYUMLU OLACAK MI?
Yaptırım tek taraflı. Türkiye üzerinde politik sonuçlar dışında bir bağlayıcılığı yok. Peki ya uyum meselesi?
Niye uyumlu olmuyor?
Hem Dışişleri hem Pentagon hem de Beyaz Saray’a sordum bunu. Ama ilave tek bir açıklama alamadım. Halbuki Türk tarafı diyor ki: “Uyumlu olabilir. Uyumu da Çinliler değil bir Türk firması gerçekleştirir. Böylece NATO’nun kaygıları da giderilir.” Ekonomik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi’nde silahsızlanma programı direktörü Aaron Stein ile konuşuyoruz. Onun söylediği, Türklerin iddia ettiği gibi bir operasyon yapılamaz. Niye? Çünkü Stein, bunu yapacak Aselsan’ın şimdiye kadar hiç böyle bir tecrübesi olmadığını söylüyor.
İşin ne kadar sarpa sardığı uzun süredir biliniyordu zaten.
Suriye’deki Esad karşıtı direnişçiler arasında radikallerin gittikçe nasıl daha etkin hale geldiği bir yıldır her yerde yazılıp çizildi.
İşte Suriye’de El Kaide uzantısı iki örgüt El Nusra Cephesi ile Irak ve Levant İslam Devleti’nin (ISIS) bir hafta önce kendini ılımlı diye tarif eden Özgür Suriye Ordusu’na (ÖSO) resmen savaş ilanında bulunması, bu büyüyüp serpilme süreciyle oldu.
*
Olayın evveliyatı Nisan ayına uzanıyor.
Uzun süredir konuşmak için bir zaman ayarlamaya çalışıyorduk. En sonunda hafta içi görüştük. Başkan İlham Aliyev’e çok yakın, Bakü hükümetinin en etkili isimlerinden biri.
Ben aslında Azerbaycan’ın adının son dönem sürekli yolsuzluk olaylarına bulaşmasını konuşmak istiyordum. Doğrudan Aliyev Ailesi’ne uzanan suçlamalar dahil sistemin nasıl böylesine bozuk bir hale geldiğini. Komünist bir düzenden çıkan Azerbaycan’ın eskiden kalma alışkanlıklarına işaret etti. Rejime karşı her zaman aileyi ön planda tutan reflekslerine. Ve vaka yerine daha genel konuştu. Ancak sonra konu Türkiye’ye de değen dış politikaya gelince. En az yolsuzluk sorunu kadar ilginç bir konuşma çıktı ortaya. Sansürsüz, olabildiğince açık.
Şimdi ben aradan çekileceğim. Ve Azerbaycan hükümetinin bugün bölgeyi Türkiye’nin dış politikası ekseninde nasıl gördüğünü doğrudan onların ağzından aktaracağım. Ankara’nın Suriye’deki hatalarının bütün dengeleri nasıl değiştirdiğini bütün çıplaklığıyla görmeniz için.
* Azerbaycan için en önemli ülke Türkiye’dir. Ne Amerika ne Rusya ne İran. Türkiye’nin dış politikada yaşadığı sorunlardan da en çok etkilenecek ülkelerden biri biziz.
* Suriye’de Türkiye’nin izlediği politika bizi uzun süredir bu yüzden tedirgin ediyor. Niye? Çünkü Türkiye’nin bölgede ağırlığını yitirmesinden korkuyoruz. Ankara’nın diplomaside gerilemesi halinde Azerbaycan üzerinde başka ülkeler etkili olmaya başlar. Ve Türkiye tekrar toparlanıncaya kadar biz bunlara ne kadar dayanırız bilmiyorum.
* Suriye işi yüzünden bizim içimiz de karışıyor. Orada şimdi birçok Azeri savaşçı var. Ve bunların hepsi Türkiye üzerinden gittiler. Hatta geçenlerde liderleri bir çatışmada öldürüldü. (İki hafta önce öldürülen Muhacir ve Ensar Ordusu bünyesindeki Azeri cemaatin emiri Ebu Yahya El-Azeri) Biz bu adamı Azerbaycan’dayken her hafta karakola çeker döverdik. Sonuçta bir biçimde idare ediyorduk. Ama orada öyle bir hale geldiler ki… Hepsi daha radikal oldu, ellerine silah alıp çatışmalara girmeyi öğrendiler. Döndüklerinde artık dövmekle olmaz, biz artık bunları öldürmek zorunda kalacağız.
* Türkiye’nin Ortadoğu’da bu kadar işin içine girmesi ne kadar doğru? Biz Türkiye’yi bir Avrupa ülkesi olarak görüyoruz. Tamam Afrika’ya gitmek iyi fikir belki. Ama Arap coğrafyası Türkiye için zor. Bakın Gülenciler akıllı. Hiç Arap ülkelerinde okul açıyorlar mı? Bizde de 12 okulları var. 12’de sabitledik. Öyle bir ortayol bulduk onlarla. Sonuçta yanımız İran. Suudilerin faaliyetleri var. E din bir kesim için mutlaka olacak. O zaman biz de böylesi olsun, dedik.
Her şey nasıl bir anda değişti değil mi?
16 Mayıs’ta Başbakan Erdoğan Başkan Obama’yla görüştüğünde, kent son dönemlerde yapılan en görkemli karşılamalardan birine tanık olmuştu.
Kırmızı halılar, Beyaz Saray’da 13+1’lik heyet görüşmeleri, akşam 1+2’lik akşam yemekleri…
Ya şimdi…
O görüşmeden sadece 15 gün sonra alevlenen Gezi protestoları sonrası Obama ve Erdoğan hızla iki farklı uca savrulurken…
Ben dün Obama Yönetimi’nin Washington’daki en güçlü destekçisi, Yönetim’in en büyük insan kaynağı, Amerikan İlerleme Merkezi (CAP) düşünce kuruluşunda oturmuş, AKP’ye muhalif CHP’nin kente yolladığı heyetin konuşmasını dinliyordum.
Sadece CAP de değil…
Bir oyun gibi düşünün. Şimdi sizden hayatınıza değen bir otorite figürü düşünmenizi rica ediyorum. Herhangi biri. İşte sizden, o ismi New York’un görevi kasımda bitecek Belediye Başkanı Michael Bloomberg ile karşılaştırmanızı isteyeceğim.
‘Demokratik darbe’ diye bir kavramdan bahsetmiştim daha önce. Nasıl ki o kavramın yaratıcısına göre bazı darbeler diğerlerine göre daha ‘demokratik’ olabiliyor. Ve 1974 Portekiz’de olduğu gibi onlara şimdi ‘demokratik darbe’ deniliyor. Benim izleyeceğim metodoloji de aynısı. ‘Diktatör’ sözcüğünü Batı demokrasisinde baskın, otoriter bir lider tanımı olarak kullanırken portresini özetleyeceğim Bloomberg’ün. Ve aklınıza getirdiğiniz figürle Bloomberg’ü yan yana koyduğunuzda, bir diktatörün diğerinin yanında özgürlükçü olabileceğini görmenizi sağlamaya çalışacağım. Bir ‘özgürlükçü diktatör’ tarifi sunacağım.
Kent halen 11 Eylül’ün şokunda. Belediyenin 5 milyar dolar bütçe açığı var. Her şey ters giderken, “Ben kentteki lokantalarda sigarayı yasaklayacağım” dedi. Şimdi o dönemi anlatan danışmanlarından okuyorum. Hepsi “Yapmayın, bir daha seçilemeyiz” demiş. Anketlerde ezici çoğunluk karşı çünkü. Ama inat. Dinlememiş. Ve şimdi geriye dönülüp bakıldığında, ilk yılında bile yasağın New York’taki hastanelerde kalp vakalarında sağladığı tasarruf 56 milyon dolar. Halk için halka rağmen diktatör.
Sınırsız bir pragmatist. Aslında New York’ta belediye başkanları en fazla iki dönem seçilebiliyordu. Her türlü ayakoyunuyla onu üç döneme çıkarttı. Bütün sistemi kendi lehine kanırttı. Kenti 12 yıl yönetti. Ama bu süre içinde görevinden kişisel kazanç sağladığına dair sağlam tek bir suçlama çıkmadı. 27 milyar dolarlık servetini gerekçe göstermeyin. Çünkü hırsın, güç merakının sonu yok biliyorsunuz. Seçim kampanyalarında cebinden her seferinde aşağı yukarı 100 milyon dolar harcamasını da düşünürseniz... Alan değil, veren diktatör.
Ayrıca New York Eyaleti’nin sıkıcı politikasından da hep uzak durdu. Anlatıyorlar. Başkent Albany’ye helikopteriyle gidip birkaç saat kalıyor sonra hemen dönüyordu diye… Buna aslında Demokrat iken 2001’de Cumhuriyetçi Parti’den seçilmesini, sonra ikisini de bırakıp 2007’den beri bağımsız kalmasını ekleyin. Apolitik diktatör.
O da çok saldırgan. Şimdi büyük ihtimalle yerine seçilecek, belediye ombudsmanı Bill de Blasio’dan nefret ediyor mesela. Ve adama üstü kapalı ‘ırkçı’ diyor. Ama de Blasio yerine destek verdiği kişi kimdi biliyor musunuz? Seçilse kent tarihinin ilk eşcinsel belediye başkanı olacak Christine Quinn. Tabuları koruyan değil her zaman yıkan diktatör.
Ayrıca agresif de. Silah sahipliğinin ülkedeki en büyük muhaliflerinden. Bunun için kampanyalara kendi servetinden milyonlarca dolar harcaması bir yana… Silah lobilerine de açık açık ‘mekruh’ dedi. Kıyamet koptu. Protestolar, gösteriler… Ama “Öylesiniz” deyip milim geri adım atmadı. Altyapısı sağlam… Her zaman düşünerek konuştuğu için… Yan çizmeyen diktatör.
Sorumluluğunu üstlenmekten korkmayanlardan. Wall Street’i İşgal eylemcileri özel mülkiyet Zuccotti Park’ta kurdukları kamptan gece yarısı polis baskınıyla çıkarılınca, New York dergisine “Zamanı gelince emri ben verdim. Bang! Bang!” dedi. Hesap vermekten çekinmeyen diktatör.
Marc Pierini şimdi düşünce kuruluşu Carnegie’de çalışıyor.
2011’de emekli oluncaya kadar 2006’dan itibaren Avrupa Birliği’nin Türkiye büyükelçisiydi.
Ondan önce de Tunus, Libya, Suriye ve Fas’ta büyükelçilik görevleri üstlenmiş, bölgeyi en iyi bilen Avrupalı diplomatların başında.
Pierini’nin bundan önceki Türkiye raporu Ocak 2013’te çıktı.Türkiye’deki basın özgürlüğüne değinen ve hükümete ağır eleştiriler getiren kapsamlı bir iş.
İşte Şubat ayında basın özgürlüğünün yanına kültürel ifade özgürlüğü ve farklı hayat biçimlerinin beraber yaşayabilmesi konularını da ekledi Pierini ve yeni bir rapor hazırlamaya başladı.
Başta söylediğim gibi beş Türkiye ziyareti ve 40’dan fazla toplantının ardından da, iki gün önce 36 sayfalık “Türkiye’deki Bireysel Özgürlükler” raporunu yayınladı.
Sırayla raporun bulgularını ve sonunda getirdiği çözüm önerilerini özetlemeye çalışacağım.
Türk hükümeti, olaya başından beri hiçbir zaman vatandaş güvenliği penceresinden bakmadı. 20 Ağustos’ta Gaziantep’te 10 kişi, 11 Şubat 2013’te Cilvegözü’nde 18 kişi, 11 Mayıs 2013’te Reyhanlı’da 52 kişi öldü. Bombalarla... Ve bu olayların hiçbirinde hükümetten kimse sorumluluk üstlenmedi. En kötüsü… Reyhanlı’dan beş gün sonra Başbakan Washington’da Obama’yla buluştu. Sanki o patlama savaşa girmiş bir ülkenin uğrayacağı kaçınılmaz bir zayiatmış gibi…
Batı ülkeleriyle Suriye konusundaki makas da bu yüzden ortaya çıktı. Gelişmiş ülkelerin dış politika önceliğinin her zaman kendi vatandaşlarının güvenliği olduğunu bir türlü kabul etmediler. Kimyasal silahlardan arındırılmış bir Suriye’nin hem İsrail hem de Amerikalıların kaygılarını büyük ölçüde gidereceğini Türk hükümeti bu yüzden bir türlü öngörmedi. Bir Batılı tek bir vatandaşının bile burnu kanamadan “Bu işten nasıl sıyrılırım”a bakarken, Türk hükümeti, artık ne demekse “Ben tarihin doğru tarafında durayım da, vatandaşlarımın ölmesi bunun onurlu bir bedeli olsun” diye düşündü.
Türk hükümeti, başta ABD, Batı’nın Suriye’deki duruşunu kendisine destek olan medyanın da katkısıyla Türk kamuoyuna her zaman yanlış aksettirdi. 2011’in martından ağustosuna kadar Türkiye başrolde, bütün dünya da Türkiye’nin Esad’ı ikna etmesini bekliyormuş gibi davrandılar. 2012 başına kadar Esad’ın devrilmek üzere olduğunu, Amerika’nın bütün hesapları yaptığını iddia ettiler. 2012, Amerika’da seçimler olduğu için Obama’nın bir şey yapmayacağı ama kasımdan sonra Suriye işini halledeceği laflarıyla geçti. 2013 başından beri de bir müdahale teranesidir gidiyor.
Sonuç… Savaş yanlısı değerli yalnızlık.
Basın olarak hiçbir zaman hikâyeyi yeterince didiklemedik. Suriye sınırında neler olduğunu New York Times’tan okumaktan bıktım usandım. Hafta içi mülteci sorunlarına odaklanan Cure Violence örgütünden Karen Volker ile konuşuyoruz. Ürdün’deki mülteci kamplarının çetelerin eline geçtiğini anlattı. Sonra Türkiye’deki kamplarda da böyle bir risk olduğundan bahsetti. Geçen yıl Türkiye’deyken bu kamplara girmek istediğimde, kapıdaki bir polis söylemişti. “Adınız bize verilen, uygun görülen gazeteciler listesinde yok, giremezsiniz” diye. Bunları atlamak hepimizin utancı…
Suriye krizi, Gezi Olayları’ndan Kürt açılımına, ekonomiye bütün iç politika meselelerinde başrol oynadı ama Türk hükümeti konuyu her zaman olduğundan önemsiz göstermeye çalıştı. İşin ne hale geldiğini anlamanız için tek bir örnek... Salı günü, Patriot füzelerinin üreticisi Amerikan Lockheed Martin’in Başkan Yardımcısı Michael Trotsky ile görüşüyoruz. Türkiye’nin 4 milyar dolarlık hava ve füze savunma sistemi ihalesini. “Son durum ne” dedim. “Suriye’deki durum Türkiye’nin dikkatini uzun menzilli füze savunma sisteminden başka bir yöne çevirdi. Elbette daha sonra yaşanan halk olayları da Başbakan’ı bir karar almaktan uzaklaştırdı” dedi. 30 gün içinde bir karar çıkmasını beklediklerini söylese de, durumu açıklamıyor mu?
Sürekli, Türkiye’nin Suriye krizinden bir lider olarak çıkacağı beklentisi pompalandı. Ama Suriye yüzünden Türkiye, Bağdat’ta da, Tahran’da da, Moskova’da da, Washington’da da devamlı güç kaybetti. Üstüne üstlük epey yatırım yaptığı Mısır ellerinin arasından kaydı. Ve bu sırada ne kendi kımıldayabildi ne de başka tek bir ülkeyi ikna edebildi. Yine de asparagas söyleşilerle içersinde liderlik yalanı sürdü.
Doğru. Vuracaklar. Ama nereyi vuracaklar... Neyle... Ne zaman... Nasıl... Ne kadar süre vuracaklar... Bir de vururlarken Türkiye’ye ne olacak?
Sırayla gidelim.
Amerikan Dışişleri Bakanlığı’na akredite gazetecilerin bulunduğu “bullpen” denilen odadayım. Üst düzey bir Amerikan Dışişleri yetkilisiyle konuşuyoruz.
“Otursana” dedim.
“Oturmayacağım, bütün gün toplantılarda oturdum” dedi.
O ayakta, ben oturuyorum.