14 Temmuz 2008
BUGÜN hiç değilse bazı genel detaylarını öğreneceğimiz Ergenekon soruşturmasını, ortaya çıkardığı bazı gerçekler için sevdiğimi söylemeliyim. Altı yıldır bana, "Darbe olur mu" diye her sorulduğunda, "Bu ülkede darbeciler yok değil; ama darbe dönemleri artık bitmiştir" dedim.
Çünkü, içeride de dışarıda da darbelere destek atmosferi yok artık.
Bakın işte, soruşturma çerçevesinde öğreniyoruz ki, darbe yapmak isteyenler, defalarca denemeye kalkışmış; ama bir tekinde bile kıpırdayamamışlar; alt edilip, saf dışı bırakılmışlar.
"Aman, bütün darbeciler böyle olsun" dedirtircesine, mantık yoksunu, her delili ortada bırakan, taban bulamayınca çareyi Doğu Perinçek gibi oyu binde şu kadar olan bir siyasiye sığınmakta bulan birileri ile karşı karşıyayız. Buna rağmen birileri altı yıl halkı, darbe öcüsüyle korkutup durdu.
Amaçları, bu yolla muhalefeti, farklı sesleri yok etmek, gen ve geçmişlerindeki faşist/darbeci anlayışı herkeste var sanarak terör estirmek.
İTİRAF VE JURNALE İTİBAR
Bir eski komutan günlük tutmuş, günlük değil sanki tutanak mübarek.
Sonra, "Bu benim değil" demiş; ama olaylar ve konuşulanlar doğru.
Hani sanki, "Ya bunlar sonradan iyi para eder" denilmiş, para görününce de ifşa edilmiş gibi bir durum var ortada.
İnsanın, "Canım, bu usulüne uygun bir itirafçılık" diyesi geliyor.
Biraz da milyon dolarları alınca eski sesi çıkmaz olan bir TV sahibine benzer bir durum söz konusu sanki.
Liberalizmi, "İnsan her şeyden, devletten de önemli" diye tanımlayanlar, Kuddusi Okkır’ın, vardıysa bir gün daha yaşama hakkını savunma yerine ölümüne, "Haber değeri (her gün gazetecilik dersi verseler de) yok" diye baktılar; gözaltılardaki hoyratlıkları, komik soruları görmezden geldiler.
Düpedüz, "Söz konusu benim insan hakkım değilse, darbe dönemlerindeki gibi olabilir" izlenimi verdiler; yetinmediler, aynen darbe günlerindeki gibi komşularını jurnallediler, "Şu niye içeri alınmadı?" diye bağırdılar. Muhafazakárlara, "Ne olur demokrasi ittifakı yapalım" diye yalvardılar, yüz bulamadılar, ama onlara ’gerçek demokrat’ payesi vermeyi sürdürdüler.
Öbür yandan unutulmaz bir şey daha gördük bu süreçte.
Ana muhalefet lideri, velev ki Başbakan savcılık yapıyor olsa bile, birden eski mesleğini anımsadı, sanıkların avukatlığına soyundu.
Darbe döneminde içeri alınmış bir sosyal demokrat lider için ne ironi!
AKP’NİN TERSTEN DESTEKÇİLERİ
Genelkurmay eski Başkanı Hilmi Özkök’ü, darbeleri önlediyse takdir etmeli; ama bugün de kafa karıştırmak yerine daha cesur olabilmeliydi.
Satırbaşlarıyla sıraladığım bu gerçeklerin ortaya çıkması sonrası AKP’nin işinin de şu nedenlerle daha zorlaşacağını düşünüyorum.
Artık, "AKP’ye en karşı benim" deyip, tersten AKP’ye çalışan birileri; her gün garip demeçler veren bazı eski askerler, parayı bulunca kimliğine bakmadan kanalını satıp parasını alanlar, eski YÖK başkanları, eski başsavcılar vs. yok.
Ve de artık "Darbe olacak" paranoyası öcüsü bitti. Peki ya totalitarizme prim vermek de bitiyor, diyebilir miyiz?
Liberalliği küfür etmek sanan birilerine sorsak, "Bitti", derler. Demeyenleri de terörize ederler, içeri attırırlar, olur biter.
Yazının Devamını Oku 10 Temmuz 2008
ABD Konsolosluğu önündeki saldırıda üç polisin şehit verildiği böylesi bir günde, Ergenekon tartışmalarının başını alıp gittiği şu günlerde başka konulara girmek o kadar kolay değil. Ancak, 30 Haziran’da, "Parti kurmakta olan Abdüllatif Şener’in AKP MKYK üyeliğini sürdürmesi, onun etik duruşunu yaralayacaktır" diye yazdım.
O günden beri konu daha sık konuşulur oldu; AKP’den, "İstifa et" sesleri yükseldi, dün de Bülent Arınç, "Bir saniye daha kalma" çağrısı yaptı
Konuyu gündeme getirmiş biri olarak dün Şener ile yeniden konuştum.
Arınç’ı sevdiğini, polemiğe girmeyeceğini söyleyen Şener, "Kamuoyu, kimin ne söylediğini değerlendiriyor" demekle yetindi.
BASKI HİSSETMİYOR
"Üzerinizde istifa baskısı hissediyor musunuz" diye sordum.
Yanıtı, "Hiçbir baskı hissetmiyorum. Kararı verecek, süreci yönetecek benim. Sürecin sağlıklı yürümesi için ne gerekiyorsa onu yapacağım" oldu.
İstifa etmemiş olmasında etik bir sorun görmediğini ise, "Henüz çalışma yapmaya başlamadım. Sadece bir parti kurma kararı verdim. Böyle bir kararı AK Parti’de vermeyen mi var?" savunması üzerine kurdu.
Yine de yarınki MKYK toplantısını anımsattım.
"Bana uygun olanı yaparım; beni izleyin" dedi.
Israr edince, "Toplantı öncesi değerlendirme yapacağım. Bugüne kadar karar vermemiştim. Karar vermemiş biri, bağını keser mi?" deme gereği duydu.
Şener’in parti kurma kararı da artık ortada olduğuna göre, "Şener, bugün ya da yarın istifasını verecek" deme rahatlığı içindeyim.
Peki, istifa etmemesine rağmen neden partisini hep eleştirdi durdu:
"Kuru eleştiri yerine, yol göstermeye çalıştım. Partiden daha önemli olan ülkedir. Yapacaklarımız ülkenin bugününü, yarınını etkileyecekse yanlışı düzeltmek gerek. AK Parti’nin programı da tüzüğü de parti içi aykırı görüşlere kendini ifade hakkı verir."
KABİNEYİ BIRAK DENMEDİ
Bugünkü söyleminin yeni olmadığını sözlerine ekleyen Şener, "Beş yıl başbakanın yanında oturdum. Farklı şeyleri hep söyledim" dedikten sonra Arınç’a da yanıt verir gibi konuştu:
"Niye o zaman, bu kadar aykırı konuşuyorsun; kabineyi, partiyi bırakmıyorsun, denmedi. Şimdi de o çizgiden farklı değilim. Çizgimi hep korudum. Yönetim üslubunun, çalışma biçiminin yanlış olduğunu, kurumlar arası güvensizliğin ülkeye zarar verdiğini söyledim, söylüyorum. Adı konmamış bir ekonomik krizin yaşandığını da."
Ancak yeni bir safhaya geldiğini, kendisine yeni bir siyasal oluşum için toplumsal talebin oluştuğunu savunan Şener’in, kanıtı da şöyle:
"Ben karar verdim, kimlerle yapacağımı henüz belirlemedim. Önemli olan doğruyu yapmak, doğru yürümektir. Yaptığım budur. Anketler de bunu teyit ediyor. Kamuoyuna açıklanmayan, bazı kişilere verilen, AK Parti’de verilen bir anket var. İsim verilmeden, ’Türkiye’nin geleceğinde söz sahibi olacağına inandığınız bir lider adayı var mı’ sorusuna, yüzde 23.5 ’Şener’, demiş. ’Kuracağı partilere oy verir misin’ sorusuna da yüzde 27 ’Evet’ diyor."
Şener’in bu sözleri üzerine, "Hayırlı olsun" dışında ne diyebiliriz ki.
Yazının Devamını Oku 7 Temmuz 2008
AKP’ye kapatma davası açılması ve Ergenekon soruşturması da dahil, yaşanan son gelişmeler nedeniyle Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün devreye girmesi isteniyor. Diğer yandan da "Gül’ün, o makama çıkma ısrarı, yaşanan olayların ana nedeni" diye düşünen geniş bir kesim var.
Yaşanabilecek sıkıntıların, adaylığı öncesinde Gül’e anlatıldığı haberleri de yaygın; anlatanlardan biri de Hasan Celal Güzel.
Olay ise kısaca şöyle özetleniyor:
"Güzel, Başbakan Tayyip Erdoğan ile görüşerek, Gül’ün Köşk’e çıkmasının yaratacağı olumsuz gelişmeleri tek tek söyledi. Erdoğan da, ’Bunları Gül’e de anlatır mısın’ dedi. Güzel, bunu yaptı; ama aldığı yanıt, ’Seçim meydanlarında oyu ben aldım’ oldu."
KONUŞTUM AMA
Bu söylentinin gerçeklik payını Güzel’e sordum.
Gül ve Erdoğan ile eski dost olduklarını ve sık sık konuştuklarını söyleyen Güzel, adaylık öncesi görüşmelerini doğruladı.
Ancak, "Özellikle Abdullah Gül olmasın" yönünde bir söz veya telkinin olmadığını da açıklayarak şunları söyledi:
"Gayet tabii, kendi görüşlerimi aktardım. Birtakım arkadaşlar bana gidip geliyordu. Bana gelen istihbaratlar, bilgiler vardı. İlettim bunları. ’Bu ortamda bazı güçlükler var’ dedim. Çeşitli bakış tarzları vardı, bunları biliyordum."
Güzel, söz konusu kişilerin Cumhurbaşkanı ve Başbakan olduğunu anımsatarak başka detaya girmedi, "Bende kalacak" dedi; Cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili görüşlerini Radikal’deki köşesinde dile getirdiğine de atıf yaptı.
Güzel o yazılarında kendi adayının Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül olduğunu yazdı.
Şimdi bu hikáyeden herkesin çıkaracağı bir sonuç var; ama o dönem başka kaynakların da Gül’e gidip olası sıkıntıları anlattığı Ankara’da hep konuşulur.
Gül, bütün bunları dinledikten sonra aday oldu; bugün de sıkıntıları gidermek için bildiğimiz ve bilmediğimiz görüşmeler yaptığını açıkladı.
Demek ki bugüne yönelik bir oyun planı, çözümü de mutlaka vardır.
Keşke Güzel, görüşmelerinin detaylarını da açıklasa, böylece, "Seçilmem halinde Türkiye uçacak" diyen Gül’ün oyun planının ipuçlarını görebilsek.
MADIMAK’A PARA
Ahmet Hakan’ı arayan Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Madımak’ın müze yapılacağını söyleyip bir yıl süre istemiş.
Güzel bir gelişme; ama benim Günay’a bir uyarım var.
Sayın Bakan, kebapçının hava parası talep ettiğini biliyoruz.
"Bu parayı Alevi işadamları ödesin" diyen olursa, sakın dikkate almayın.
Bu, "yakma parasını da tahsil etmek" gibi çok çirkin bir anlama gelebilir.
Oysa hazır, Ergenekon senaryolarını yazanlar, "Madımak katliamını da devlette yuvalanan bazıları yaptı" demişken, o hava parasını da devlet ödesin.
Bürokratlarınıza verin talimatı, parayı rahatlıkla bulurlar.
Yazının Devamını Oku 3 Temmuz 2008
ERGENEKON soruşturmasının sonu gelmeden, en azından iddianame ortaya çıkmadan yorum yapmanın zorlukları ortada. Ancak ortada bir tablo var ki, özellikle de kendisini demokratlık şampiyonu ilan edenlerin, gözaltılardaki kabalıkları görmezlikten gelip, neredeyse, "Kelleleri hemen vurulmadığına şükretsinler" havasına girmesi dikkat çekici.
Bu köşede hiçbir zaman polemiklere girmedim, gazeteci yanımı hep önde tutarak somut olaylar üzerinden hareket ettim.
Gelin görün ki, gelişmeler insanı yerinde duramaz hale getiriyor.
Kendi gibi düşünmeyen herkesi darbeci sanan saldırgan, zeká fukarası bazılarının tutumları ibretlik bir tablo oluşturuyor.
GÖLGESİ BİLE YETİYOR
Bakın bunlar neler yapıyor biraz sıralayalım.
Dün Madımak katliamının yıldönümüydü.
Hálá bu katliamı otel perdelerini tutuşturma olarak görür, dışarıdaki yandaşlarının, "Cehennem ateşinde yanıyorlar" diye haykırdıklarını, içeride ise "Suçları Pir Sultan’ı anmak" olan insanlar bulunduğunu unuturlar.
Üzerinden yıllar geçti diye Madımak katliamını unutturmak isterler; ama 85 yıl önce yapılanları karalamak için her gün kin akıtırlar, küfür ederler.
Örneğin, Tayyip Erdoğan’ın sözcüklerinden yola çıkarak onun ilahi bir kişilik olduğunu kanıtlamaya çalışanlara sesleri çıkmaz; ama kelime oyunlarıyla Atatürk’le -gölgesi de dahil- her gün kavga ederler.
İktidar nimetlerinden yararlanınca okyanus kenarından ahkám kesmeye başladıkları için Türkiye’de bugün zor olanın hükümeti eleştirmek, kolayın ise askere vurmak olduğunu görmezler.
Zaten hep kolayını tercih ederler, zora gelince hemen dönerler.
Ama haksızlık etmeyelim, bazen hükümeti öyle eleştiriyorlar ki her taraflarından kabalık ve küfür akan bu hanımlar/beyler birdenbire "efendi" olup çıkıyorlar.
DEMOKRATLARA BAK SEN
Demokrasi şampiyonu geçinirler; ama iktidarı eleştirmeyi en büyük suç kabul edip, bütün oklarını eleştirenlere yöneltirler, demokrasiyi muhalif sesleri susturmak olarak anlarlar.
O nedenle, ne Futbol Federasyonu’ndaki "en demokratik" seçimle ilgilenirler ne de hükümetin sivil toplum örgütlerine müdahale etmek için yasa değişikliği yapmasıyla.
Bir Avrupa ülkesinde türban aleyhine karar alındığında kahramanlaşırlar, ama İran’da perçemi göründüğü, kot pantolon giydiği için sokaktan toplanıp karakola götürülen ağlayan kadınlar için "tıs" dahi demezler.
Totaliter, teokratik ideolojinin savunucuları ile ittifak arayışına girerler; yüz bulmadıkları halde "Ne olur" diye yalvarmayı sürdürürler.
Sonra da çıkıp, yıllarını darbelere, darbecilere karşı özgürlük için harcamış insanlara "darbeci" derler.
Hadi oradan zeká fukarası sahte demokrat, sen kendini kandırmaya devam et.
Gerçi bunun yarını da var demek gerekiyor; ama yarın geldiğinde, o günün iktidarlarının bekçiliğini de yine önce bu isimler yapar.
Yazının Devamını Oku 30 Haziran 2008
ABDÜLLATİF Şener’in yeni bir parti hazırlığı içinde olmadığını, AKP ile yollarını ayırmadığını söyleyecek biri çıkacağını sanmıyorum. Ama Şener hálá AKP üyesi ve en üst organın, MKYK’nın üyesi.
Yani Şener, bu toplantılarda, parti ile ilgili tartışmaları dinliyor, kendisi de görüşler açıklamaya devam ediyor.
Bugüne kadar hep etik değerlere sadakati ile tanınan Şener’in bu toplantılara katılmaya devam etmesi bir etik sorgulama nedeni olacak gibi. Çünkü Şener’in çalışmaları ortada ve AKP yönetimi, kendi tabanını ilgilendirdiği için konuyu MKYK’da tartışmak isteyebilir; ama Şener de orada.
Yani Tayyip Erdoğan, bu toplantıyı yönetirken Şener’den de görüş açıklamasını mı isteyecek?
GEREKÇELERİ OLABİLİR DE
Kabul, Şener, bu tutumunu şu başlıklarla açıklıyor olabilir:
"Parti benim, kuran benim."
"Partinin söylemi Başbakan’ın değil, benimkiler; açın programa bakın görürsünüz. Yapılanlar da programa uygun değil."
"Onlar da FP kapatılmadan aynısını yaptılar."
"AKP tabanından, ’sakın kopma’ baskısı görüyorum."
"Partiyi kapatma noktasına getiren bu yönetimdir. Ben zamanında uyardım. İşin başında, Erbakan Hoca hep devirdi, biz onun gibi yapmayacağız, kavga etmeyeceğiz sözü verdik; ama buna uymadık."
"Başbakan dahil, yeni parti kurma hazırlığı yapmayan mı var?"
"Ben henüz parti kuracağım demedim ki."
Bütün bu gerekçelere "kabul" desek de Şener, bir siyasi etik sorunu ile karşı karşıya.
O nedenle sormak gerekiyor; AKP’den istifa zamanı gelmedi mi? MKYK üyeliğinden istifası için ise çok geç olmadı mı?
Bakalım bu karar ne zaman verilecek?
YAZ DURDURMAYACAK
Bu arada Şener’in çalışmalarıyla ilgili son haberleri de aktaralım.
Temas ve organizasyonlar AKP tabanından isimlerle sürdürülüyor. Ağrı’ya 5 Haziran’da yapılan çıkarma böyle gerçekleştirildi.
AKP Ağrı eski milletvekili, kurucu il başkanı Halil Önyol’un ön çalışma ve organizasyonu üstlendiği gezide karşılamaya AKP’li belediye ve ilçe başkanları da katıldı.
Genel Merkez de onları Ankara’ya çağırıp hesap sordu. Ağrı’dan, sınırdan başlanan "güç gösterilerine" önce Denizli’den, sonra da Samsun veya Trabzon’dan devam edilecek.
Bu gezilerin ardından parti kurma kararı açıklanacak.
Ancak bu gelişme AKP kapatma davasından sonra yaşanacak.
Bugüne kadar rastlantılar dışında, merkez sağın liderliğini yapmış isimler Süleyman Demirel, Mesut Yılmaz, Hüsamettin Cindoruk, Tansu Çiller, Mehmet Ağar, Erkan Mumcu ile hiç görüşülmedi.
Ülke gündemine ve sorunlarına uygun yeni isimler çıkarma hedefiyle bu politikaya devam edilecek.
Anlaşılan AKP kapatma davası hangi yönde sonuçlanırsa sonuçlansın Şener’in partisi kurulacak gibi.
Yazının Devamını Oku 26 Haziran 2008
KAPATMA davası yaklaştıkça AKP’nin içine yönelik ilgi arttığından sondan, Dengir Mir Mehmet Fırat’ın, "travma" tartışmasından başlamak isterim. Dışarıdan bakıldığında, AKP içinde sadece TBMM Başkanı Köksal Toptan ile Kırıkkale Milletvekili Vahit Erdem’in bu sözleri eleştirdiği görülür.
Oysa tablo pek öyle değil; siyasal İslam geleneğinden gelmeyen tüm milletvekilleri başta olmak üzere tepkisini partili arkadaşlarıyla paylaşan çok.
Bir kadın milletvekili, "Bugün ben buradaysam o devrimler sayesinde" demekten çekinmezken, bir erkek milletvekili, "Dengir Bey travmayı yanlış anlatıyor. Eğer o travma olmasaydı bugün bu devlet de, bu cumhuriyet de olmazdı" deme gereği duydu.
İLK KEZ ŞİKÁYET EDİLDİLER
Peki, bu milletvekilleri neden yüksek sesle konuşmaz derseniz, işte orada devreye Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, devasa ağırlığı hissediliyor.
Erdoğan’ın ağzına bakıldı; Erdoğan ise grup konuşmasında konuya girmedi.
Bu durum tepkileri baskılıyor; ama bu kadar baskılanan tepkilerin bir gün nasıl ortaya çıkacağını öngörmek zor olabilir.
İşte bu noktada, şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, AKP’de siyasal İslam geleneğinden gelen milletvekillerine karşı bir grup oluşmaya başlıyor.
Siyasal İslamcıların, "Parti bizim, biz partiyiz" havasına karşı grup, "Her seferinde partiyi zora sokan da sizsiniz" yanıtı vermeye başladı.
Erdoğan’ın, milletvekilleri ile buluştuğu toplantılarda, siyasal İslamcı milletvekillerinin, hem de gerekçelendirilerek, "Bize selam vermiyor" diye şikayet edilmesini bu çerçevede önemsiyorum.
Erdoğan, şikáyet üzerine, şaşırdığını söyledi, "Birlik, beraberlik" dedi; ama alttan alta gelişen bir tepkinin işaretini görmüş olmalı.
Ayrıca unutmamak gerekir ki bu dönem, özellikle siyasal İslam kökenli olmayan milletvekilleri, milletvekilliğini meslek görmüyor, hepsi meslekli çünkü.
FIKRA DA ANLATILIYOR
İlginçtir, Dengir Fırat, aslında AP geleneğinden gelen, özel yaşamını da hálá aynı çizgide sürdüren bir AKP yöneticisi.
Buna karşın Fırat, siyasal İslam’ın sözcüsü gibi görüntü veriyor.
Sözünü ettiğim karşı grup da bunu böyle kabul ediyor, Fırat’ın sözlerinin kapatma davasına malzeme olmasından korkuyor.
Bu isimler arasında, "Anlayamıyoruz bu Milli Görüşçüler partinin kapatılmasını mı istiyor" diye soranlar çıkıyor.
Bunu şu fıkrayla "gömleğin değişmemesine" bağlayanlar da çıkıyor:
Müfettiş köy okuluna gitmiş, sorular sorup öğrencilerden yanıtlar almış.
Her şey normal giderken, arka sıralardan bir öğrenci, "Uçak düştü, 60 ölü var" diye bağırınca öğretmene dönüp bakmış.
"O öğrencimiz sorunlu" yanıtını alınca, "Ben hallederim" demiş.
Bu öğrenciye dönüp özel sorular sorup hepsinden de doğru yanıt almış.
Öğretmene dönüp, "Bak gördün mü" der gibi bakmış.
Öğretmen de, "Bir saniye" dedikten sonra, elinin parmaklarını yapışık tutarak öğrenciye, "Burada kaç parmak var" diye sormuş.
Yanıtı doğru almış; ama bu kez parmaklarını açarak aynı soruyu yöneltmiş.
Öğrencinin yanıtını sansürleyerek aktarayım:
"Ne bileyim lan."
Yazının Devamını Oku 23 Haziran 2008
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan, 17 Haziran’da, beş bakanla birlikte bazı yüklenici firmaların temsilcileriyle Başbakanlık’ta buluştu. Toplantı enerji ve karayolları projeleri de dahil, GAP, Doğu Anadolu Projesi ve Konya Ovası sulama yatırımlarıyla ilgiliydi.
İşadamları sorunlarını dil getirdiler, ama Müsteşar Yardımcısı Halil İbrahim Akça’nın temsil ettiği DPT, yakınmalarda birinci sırayı aldı.
Bu durum Erdoğan’ı çok rahatsız etti.
Sözlerinden anlaşılıyor ki şikayetler sadece o toplantıya özgü değil.
Çünkü bakın, Başbakan Erdoğan nasıl bir patlama yaptı?
KAPATACAĞIM
Erdoğan, Akça’ya dönerek, "Nedir bu kardeşim, 1, 1.5 yıldır herkes sizden şikáyet ediyor. Yeter, bıktırdınız beni" dedikten sonra devam etti:
"Zaten, DPT’ye ne gerek var anlayabilmiş değilim. Lüzumsuz bir kurum. Kapatacağız. Yatırım programı var-yok deniyor, bu işler yapılmıyor. Her yatırımcı kuruluş kendi planlama teşkilatını kurar; olur biter. Önemli olan yatırımdır, görevimiz de yol açmak."
Teyit ettirdim, Başbakan bu sözleri oldukça da sitemkár söylemiş; ama gereğini ne zaman yapacağı konusunda ipucu vermemiş.
Başbakan, özel sektörün önünü açmaya birkaç kez atıf yaparken ilginçtir, DPT’ye gösterdiği tavrın farklı versiyonlarını, Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım hariç bakanlara da göstermiş.
Örneğin, Çevre Bakanı Veysel Eroğlu’na, "Tamam, tamam diyorsun; ama bak tamam değilmiş işte. O zaman niye tamam diyorsun" diye çıkışırken, Enerji Bakanı Hilmi Güler, aradığı TEDAŞ Genel Müdürü’nü bulamayınca şu sözleri işitmek zorunda kaldı:
"Nerede bu adam, niye bulamıyorsun? Hemen öğren şu işi, bana bilgi ver."
Adını tam teyit edemedim; ama Erdoğan bir bakana da şöyle çıkıştı:
"... Bey, niye not almıyorsun, ben mi alacağım. Not alsana."
İşadamlarının bu çıkışlarından çok memnun kaldığı Erdoğan, toplantıda onlara başka mavi boncuklar da dağıttı.
"Merak etmeyin hiçbirinizin alacağı kalmayacak. Yıl sonunda öderiz, siz işleri bitirin yeter" diyen Erdoğan, fiyat farkı için Kamu İhale Kurumu Yasası’nda değişiklik yapmakta olduklarını, Karayolları Genel Müdürlüğü’ne 2.5 milyar YTL ek ödenek çıkardıklarını söyledi; toprak toplulaştırması için Tarım Bakanı Mehdi Eker’e talimat verdi.
MAÇA GİDECEKLERE UYARI
Çek Cumhuriyeti ve Hırvatistan maçlarındaki mucizeleri yerinde yaşamış bir şanslı olarak, Almanya ve umarım final maçına gideceklere bir uyarım var.
Özellikle Hırvatistan maçında azınlık olma psikolojisini yaşadık.
Bu durum insana daha çok tezahürat, daha gür ses çıkarma görevi yüklüyor.
35 bin Hırvat’a karşı 15 bin kişiyle bu görevi iyi de yaptık.
Ancak gördüm ki insan böylesi durumlarda yanında, önünde, sağında solunda tezahürat yapmayan, alkış tutmayan birini görünce, açıkçası kızıyor.
Demem o ki hele azınlıkta kalmışsanız, tezahürat yapmayıp, alkış tutmayacaksanız o stada gitmeyin; çünkü etrafınızdakiler size çok kızıyor, çok.
O maç alınacak başka yolu yok, görevin de 12. oyuncu olmak.
Biz Basel’e de göreve gideceğiz, gerisi millilerin.
Yazının Devamını Oku 19 Haziran 2008
UZUN süredir Dışişleri Bakanı Ali Babacan’la ilgili bir yazı yazma isteğimi başka gelişmeler nedeniyle hep ertelemek zorunda kaldım. Oysa, Babacan’ın performansı çok konuşulur olmaya başladı.
"AKP’nin Dışişleri Bakanı" sıfatı giderek üzerine yapışan Babacan’ın "gizli" etkinliklerine alışıldı; ama bakanlığı da "gizli" hale getirmeyi başarması oldukça şaşırtıcı bir gelişme.
Farkındasınızdır, Babacan’dan sonra, Dışişleri Bakanımızın nerede olduğunu bilen yok, bakanlığın bir sözcüsü bulunduğu da unutuldu.
Dışişleri sözcüleri, kamuoyunda en çok tanınan bürokratlar oldu hep.
Babacan döneminde görev yapan Levent Bilman ve Burak Özügergin için ise tek basın toplantısı düzenlemedikleri için bunu söylemek mümkün değil.
"Özügergin’i sokaktaki kaç kişi tanır" veya "Selefi Namık Tan bir yemekten diğerine koşmaktan yorulurken, Bilman için kaç veda yemeği verildi" diye sorsam, yanıt ne olur acaba?
Oysa Abdullah Gül dönemi de dahil sözcüler, her hafta basın toplantıları düzenler, bakanlığın görüşlerini kamuoyuna açıklarlardı.
Hatta, Gül döneminde, Müsteşar Uğur Ziyal’in öğle yemeklerine çıkmasını muhabirler merakla bekler, Ziyal de kapıda tüm sorulara yanıt verirdi.
SÖZCÜNÜN AĞIR YÜKÜ KALKTI
Çoğu okurumuz bilmez; basın toplantılarında sözcülerin, kamuoyunun ilgisini çekmeyen; ancak dünyaya verilmesi gereken bazı mesajları olur.
Diplomasi muhabirleri bu mesajları açıklayacak sorular yöneltmediğinden sözcü, bir muhabire, "Şu soruyu da sorar mısın" diye rica eder.
O soru sorulur ve ilgili yerlere o mesaj gider.
Sağolsun Babacan, sözcüleri bu ricadan(!), bakanlığı da bu gereksiz(!) mesaj yükünden kurtardı.
Diyeceksiniz ki, Babacan gerekli mesajları kendi veriyor zaten.
Gül, gezilerine gazeteci ordusuyla çıkar, tek gezisi gizli tutulmazdı.
Oysa örneğin, Lüksemburg gezisi oraya varmasından sonra öğrenilen Babacan, ABD gezisi öncesinde basın toplantısı yapmayan belki de ilk bakan oldu.
Düşünebiliyor musunuz; Gül, ABD’ye gidecek, yanında gazeteci olmayacak!
Babacan’ı ise izleyen tek gazeteci yoktu ve programını bakanlığın bilip bilmediği üzerinde de kuşkulu yorumlar çok.
NE KAHRAMANLIK AMA
Bütün bunları Babacan’ın tutumunun belirlediği ortada; ancak Müsteşar Ertuğrul Apakan’ın, selefi Ziyal’in aksine, sessiz kalışı da dikkat çekici.
Tecrübeli ve başarılı bir diplomat olan Apakan’ın bu tutumu, Dışişleri’nde "güçlü diplomat" döneminin bittiğinin bir işareti mi kabul edilmeli?
Bütün bunlara karşın, Babacan’ın kahramanlıklarıyla ilgili haberlerin medyaya başarıyla aktarıldığını da görüyoruz.
Daha ne olsun; koca Türkiye’nin Dışişleri Bakanı, Interpol tarafından Kırmızı Bülten’le aranan PKK yöneticisi ile aynı salonda olmak istememiş.
"Ya o adam oradan çıkacak, ya ben oraya girmem" restini çekmiş.
Bu şanlı direniş sonuç verince o adam oradan çıkarılmış.
Tamam, Babacan bu tavrı yeterli buldu da Allah aşkına biri de çıkıp, "Ali Bey, Türkiye büyük bir ülkedir. Kırmızı Bülten’le aranan o terörist tutuklanmadıkça oraya gitmeyin, büyük ülke tavrı budur" diyemedi mi?
Peki biri, "Bak arkadaş, sen Türkiye’nin Dışişleri Bakanı’sın" der mi?
Yazının Devamını Oku