19 Mayıs 2008
HAFTA içinde ziyaret ettiğim Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Mustafa İsen, restorasyon çalışmaları nedeniyle beni geçici odasında kabul etti. Ben olsam, bu odayı sürekli kılarım; çünkü Ankara’nın en yeşil manzaralı pencerelerinden birinden bakabiliyor İsen.
Sohbete pencereden görünen manzaradan başladık.
Pencerenin hemen altından itibaren uzanan Köşk ormanı bakıma alınmış.
Envanteri çıkarılan ağaçların altları da yeşillendiriliyor.
İsen’in açık penceresinden farklı kuş sesleri de duyulabiliyor.
Bunu anımsattığımda bakın İsen, nasıl bir bilgi verdi.
1.5 AY TARABYA’DA
Geçtiğimiz günlerde görevliler İsen’e şu ilginç talebi iletiyor:
"Köşk ormanı içindeki vadi bölümünde iki tilki var. Yakalayalım mı?"
Köşk’teki hayvan varlığını zenginleştirmeyi önceden kafasına koymuş olan İsen, görevlileri şaşırtacak bir karar veriyor:
"Aman dokunmayın, bırakın burada varlıklarını korusunlar."
Anlayacağınız şu anda Köşk ormanında iki tilki özgürce dolaşıyor.
Tilkilerin cinsiyetleri belirlenemediği için üreyip üremeyecekleri bilinemiyor; ama İsen onlara yeni arkadaşlar bulmakta kararlı.
Köşk ormanında hangi hayvan ve kuş türlerinin barınabileceği inceleniyor.
Örneğin sülün kuşu kesin gibi, diğerleri henüz belli değil.
İsen’den Köşk çalışmaları konusunda da bilgiler aldım.
Restorasyon çalışmaları üç ay içinde bitirilecek.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Tarabya Köşkü’ndeki yaz çalışmaları geleneğini sürdüreceği için haziranın ikinci yarısında İstanbul’a taşınılacak.
Restorasyon çalışmaları nedeniyle oradaki mesai bu yıl 1.5 ayı bulabilir.
Ama geri dönüldüğünde Köşk yepyeni halini almış olacak.
SPORA SÜREKLİ İLGİ
Trafik kazalarını önleme kampanyasına ev sahipliği yapan Köşk, şimdi de "Türkiye Okuyor" kampanyasının tanıtımına hazırlanıyor.
Kültür Bakanlığı ile birlikte yürütülen bu çalışma 3 yıllık olacak.
Kitap demişken aktarayım; Gül’e her gün pek çok kitap geliyor.
Kitapları İsen elimine ediyor; bazıları Gül’ün masasına, bazıları dinlendiği mekánlara dağıtılıyor, diğerleri ileride değerlendirilmek üzere arşivleniyor.
Gül, şu anda Prof. Metin Heper’in İngilizce yayımlanan Ermeni sorunu ile ilgili kitabını okuyor; daha sırada pek çok kitap var.
Cumhurbaşkanlığı Bisiklet Turu’nun, 135 ülkede en güzel manzaralarıyla Türkiye tanıtımına büyük katkı yaptığı bilgisini alan Gül, bu tür spor etkinliklerine desteğini sürdürme kararı verdi ve bisiklet turunun 3 yılda Fransız Bisiklet Turu ile yarışır hale getirilmesi hedeflendi.
Formula-1 yarışmasına katılarak spor etkinliklerine ilgisini sürekli kılacağını gösteren Gül, spor camiasına "Ben varım" mesajını da iletti.
Gül’e hediyelerin kitapla sınırlı olmadığını da belirteyim.
Hediye edilen smokin sayısının 10’u geçtiğini haber olarak vermiştik.
İlginç bir hediye de Bursalı İşadamı Celal Birsen’den geldi.
Gül için kullanılan şemsiyelerin küçüklüğünü fark eden Birsen, 50 tane Cumhurbaşkanlığı amblemli geniş şemsiye üretip yollamış.
İsen de bunları korumalara dağıtmış.
Yazının Devamını Oku 15 Mayıs 2008
SON bir haftada İstanbul ve Bursa’da bulundum. Ankara’da da olduğu gibi buluştuğum çoğu kişi, "Kapatma davasına rağmen Başbakan Erdoğan, gerginlik bir yana, çok rahat görünüyor; neden?" diye sordu. Aslında bu sorunun yanıtını ben de merak ettiğim için araştırdım.
AKP kulislerine indiğimde ilginç bulunabilecek şu yanıtla karşılaştım:
"Başbakan, davanın gerginliğini Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e devretti."
Nedenini açacağım; ama, "Başbakan da bir ölçüde gergin" diyebiliriz. Yalnız onun gerginliği ile Gül’ünki arasında önemli bir fark var.
Uykusuz geceler
Bilgilerimden çıkardığım yorum, Erdoğan’ın, "Cumhurbaşkanlığı için bu kadar diretmeseydin, bu sonuç ortaya çıkmayacaktı" havasında olduğu.
Erdoğan’ın adaylık sürecinde bu öngörüyü Gül’e ima ettiği de söylenir.
Gül’ün de bu nedenle, uykusuz geceler geçirdiğini tahmin edebiliriz.
Cumhurbaşkanı olarak Gül’ün, artık siyasetten uzak bir konumda olsa da bu dava ile yakından ilgilendiği bilinen gerçek.
Bu durum doğal da; düşünebiliyor musunuz, üyelerini atama yetkisine sahip olduğu bir kurum önünde sanık konumunda olacak!
Dünyada böylesi kaç örnek var ki?
Daha önce de yazdım Gül, davanın önüne geçmek için Anayasa değişikliğinden yana tavır takınıyor, Başbakan Erdoğan ise bunun için harekete geçmiyor.
Tamam; bu iki ismin birbirlerinin ayaklarına basmayacakları kesin.
Ancak, daha önceleri ailecek sık sık bir araya gelen iki ismin, Gül’ün Köşk’e çıkmasından sonra sadece bir kez buluşmasına ne demeli?
Emine Hanım’ın, Köşk’e gitmeme kararını, kadın hassasiyeti diye mi, yoksa Başbakan’ın, "Bu makama türbanlı eşle çıkmam" mesajı diye mi okuyalım?
Bu mesajın muhatapları arasında Gül de var mı acaba?
Peki; kadınların elini sıkmaktan çekinmeyen Başbakan’ın, Hayrünnisa Hanım’la tokalaşmamasını da dini hassasiyete mi, tepkiye mi yoracağız?
Gerginlikleri gideren adam
Anlayacağınız ortada bir gerginlik var, bunu giderecek isim de Gül.
Ve kendisinden en radikal kararlar dahi bekleniyor, diyebilirim.
Yapar, yapmaz bilemem; ama Gül, bu sıralar bir gerginliği gidermeye çalışıyor.
Bu gerginlik ne siyasi ne uluslararası; sportif bir gerginlik.
Beşiktaş’ın Çarşı grubuyla Bursa’nın Teksas grubu arasında derin bir gerginlik var ya; geçen hafta Bursa’ya giden Beşiktaşlı Gül duruma el koydu.
Gerginliği bitirmek için Çalışma Bakanı Faruk Çelik’e görev verdi.
Çelik, iki fanatik taraftar grubunun liderleriyle temas kuracak, zemini hazırlayınca iki grubun liderleri Gül’ün ev sahipliğinde buluşacak.
Buluşma Köşk’te olacak; ama dışarıda bir yer de olasılıklar içinde.
Belki sonra sıra Gül ile Cimbom taraftarları arasındaki gerginliğe gelir.Malum, cumartesi günkü şampiyonluk maçında Gül de yuhalandı.
Nedeni ise Gül’ün Sivas maçı öncesi, "Sivas’ı takdir ediyorum; ama iyi oynayan kazansın" demek yerine, Sivas’ın şampiyonluğuna atıf yapmasıymış.
Neyse, bu gerginliği gidermek seneye de kalabilir hani.
Yazının Devamını Oku 12 Mayıs 2008
YÖK Başkanı Prof. Yusuf Ziya Özcan’ın, üniversite kontenjanlarını yüzde 25 artırma planını açıkladığı şu günlerde CHP Aydın Milletvekili Özlem Çerçioğlu da öğrenci yurdu sayısındaki artışı merak etmiş. Çerçioğlu’nun son on yıldaki artışla ilgili soru önergesine Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik ayrıntılı bir yanıt vermiş.
Yanıt, AKP ile önceki dönemin hükümetleriyle özel sektör yatırımları konusunda ilginç bir tablo ortaya koyuyor.
Cemaatlerin yüksek öğrenim öğrenci yurtlarına ilgisinin de sık sık konu edildiğini düşündüğümüzde rakamların farklı şekillerde okunması mümkün.
Talep yarısı dahi değil
YURT-KUR’un yaptırdığı yurtlara bakalım öncelikle. 1998 ile 2002 sonu arasında YURT-KUR, 48 yeni kız öğrenci yurdu ile kapasiteyi 19 bin artırırken, aynı dönemde 38 yeni yurt sayesinde 16 bin 300 erkek öğrenciye daha barınma olanağı sağladı.
AKP döneminde ise kız öğrenciler için 29 yurtla 9 bin 600 kapasite artışına gidilirken, erkeklerde 24 yurtla ancak 8 bin 650 ilave yapılabildi.
Bu rakamlara baktığımızda, her alanda icraatını 85 yıllık cumhuriyet döneminin toplamı ile kıyaslayan AKP’nin, yüksek öğrenim öğrenci yurtlarında önceki beş yılla dahi yarışamadığını söyleyebiliriz.
Buna karşın aynı iki dilimde özel yurt sayısındaki artış dikkat çekici.
AKP öncesi 5 yılda 147 kız öğrenci yurdu ile 17 bin kapasite artışı sağlandı; ama barınan öğrenci sayısı 10 bin 600’de kaldı.
2008’in ilk dört ayı da dahil, sonraki beş yılda ise 37 bin 200 kapasiteli 377 yurt yaptırılırken barınan kız öğrenci sayısı 16 bin 700 oldu.
Erkek öğrencilere baktığımızda da ilk beş yıllık dilimde durum şu: 114 yurt, 12 bin 100 kapasite, 7 bin 500 barınan öğrenci.
AKP döneminde ise 282 yurt, 28 bin 850 kapasite, 11 bin 500 barınma.
YURT-KUR yurtlarının aksine, özel yurt sayısında, kapasitenin yarısı dahi dolmasa da özellikle son üç yılda büyük artış yaşandığını görüyoruz. Tabii kár/zarar hesabına göre isteyen yurt açabilir; ancak talebin düşüklüğüne karşı yüksek arzı nasıl açıklamalı?
Hem de kız öğrenciyi hedefleyenlerin çok daha fazla olduğu ortadaysa.
Türban serbestisi geldiğinde, kız öğrenci yurtlarında "toplu mahalle baskısı" olacağını düşünenlerin çokluğunu da göz önünde tutarsak konuyla ilgili yorumlar ve sorulara yanıtlar daha ilginç olabilir.
Teşekkürler, yine kükredin
Bize bu yıl da büyük mutluluk yaşatan Cimbom’a teşekkürler. Şampiyonluk maçında Ali Sami Yen’deki şanslı taraftarlardan biriydim. Törenleri de sahaya orta uzaklıkta izleyenler arasında olduğum halde kafes içinde tur attırılan aslanı ben göremediysem çoğu taraftar da görmedi.
Gördük veya görmedik; ama bu projeyi şık bulduğumu söyleyemem. Kafesin bir kanadına yapışıp duran zavallı aslana yapılan eziyetti.
Sahadaki 11 aslan kükremiş zaten, buna ne gerek vardı ki? Daha çok siyaset yazan biri olarak, futbol sahasında, iki günlük Futbol Federasyonu Başkanı’nın ve onunla bağlantılı olarak Başbakan Erdoğan’ın yuhalanmasını duymak benim için ilginçti.
Ama Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün de yuhalanması çok çarpıcıydı.
Bu yuhalamalar her üç isme de mesajlar içeriyor olsa gerek.
Yazının Devamını Oku 8 Mayıs 2008
KAPATMA davasının ardından AKP’ye yönelik yazılan neredeyse tüm senaryolarda son, "kapatma" ile bitiriliyor. İlginçtir ki buna en çok inananlar da AKP’liler.
Hangi AKP’li ile konuşsanız, "kapatılacağız" havası alıyorsunuz.
AKP’liler bunun temel dayanağını da, "Davayı açan güçler, kapatma olmazsa AKP’nin iyice kontrolden çıkacağına inanıyor" diye açıklıyor.
Kapatma kararının çıkacağına inananlar, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Anayasa değişikliğine gitmeme kararını da anlayamıyorlar.
Değişikliği şart görenler arasında artık AKP’li sıfatı olmayan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün de bulunduğunu söyleyebilirim.
Hala Tehdit
Davayla bir kez daha ortaya çıkan AKP’deki bu tür karışıklığın ana nedeni lidere bakış, yaklaşım ve onu donatmayla ilgili.
Geçen dönemin etkin bir-iki AKP’lisinden, "Başbakan’ı uyardık, ama..." sözünü sık sık duyduğum gibi, Erdoğan’ın konuşma metinlerini yazan isimlerdeki değişime dikkatimi çekenler de çok oldu.
Söylenmek istenen, "Başbakan’a aykırı görüş söylemek zor".
Bunu kanıtlayacak deliller de yok değil.
Erdoğan, grup veya Kızılcahamam toplantılarında sorun dillendiren, aykırı görüş açıklayan milletvekillerini sert ifadelerle susturdu, "Bakana, bürokrata gitmeyin, bana gelin. Siz Meclis’e gidin yeter" dedi.
Ancak ulaşılmaz olduğunu görmeyen Erdoğan, bu tutumunu, biri de dün yapılan kahvaltılı toplantılarda da sürdürdü; onları, "Geçen dönem 150-160 arkadaşın liste dışı kalma nedeni devamsızlık" diye tehdit etti.
Buna rağmen AKP’nin, hálá zaman zaman Meclis’i toplamakta zorlanmasının nedenini de yine bu kahvaltılarda bulabiliriz.
Liderlere iltifatta sınır yok
Erdoğan, milletvekillerine konuşmaları için beş dakika süre veriyor.
Hani, konuşmaların 4 dakikası Başbakan’a derin iltifat ve gaz vermeyle tamamlanıyor, son dakikada ise kızdırmayacak laflar ediliyor, desem yeridir.
Milletvekilinin soruna girerse fırça yiyeceğini düşündüğü için iltifata yöneldiğini düşünebiliriz; ama Erdoğan’ın da mütevazılık gösterip, "Arkadaşlar bu iltifat bölümlerini geçin" dememesi, dinleme yoluna gitmesi manidar.
Amiyane tabirle, Başbakan’a dobra dobra konuşacak isim çıkmıyor.Vahit Erdem gibi bir istisnaya, yönetimin tepkisi de ürkütücü oluyor.
Zafer Çağlayan’ın sessizliği; Ertuğrul Günay’ın zıt kutuptan gelmenin farkını kapatmaya yönelik, bazı AKP’lilerin tabiriyle, "Vitesi tutmayan adam" tavrı sergilemesi de, "Benim ne etkim olur ki" diye düşünenleri sindiriyor.
Kapatma davası da tüm bunlara tuz biber ekince, tepkinin Meclis’e devamsızlıkla sınırlı kaldığını savunabiliriz.
Zaten AKP’de bundan öteye de bir tepki veya çalkantı beklemeyenlerdenim.
Erdoğan, azıcık zaman ayırıp milletvekillerini dinleyerek görüşlerini alsa, bir kısmını hayata geçirse her şeyi çok rahatlıkla kontrol edebilir.
Şunu da belirtmeli ki, kazara Erdoğan yasaklı olursa, kimse gelecek ismi Abdullah Gül’e yakın AKP’liler arasından (başta Ali Babacan) aramasın.
Yazının Devamını Oku 5 Mayıs 2008
AKP’nin, Anayasa Mahkemesi’ne verdiği 98 sayfalık savunmada en büyük dikkatin laiklikle ilgili bölümler üzerinde olacağı açık. Yargılamayı AKP için bu konuda bir fırsat diye görenler de çok.
AKP’ye göre savcı, ilk 25-30 sayfada ders verdi, iddianameyi okuyanı belli bir yere kanalize etti, sonra onu bir yargıya zorladı; kendi algıladığı AKP ile gerçek AKP arasında fark yaratmaya kalkıştı; laiklik konusunda da aynı yolu izledi. Peki savunmada bu anlayışa nasıl bir karşılık verildi?
İşe, "Bu iddianamede, cumhuriyetin niteliklerinin halkımızca yeterince sahiplenilmediği varsayımından hareket edilmekte, milletin, devlete ve cumhuriyete olan sadakati tartışmalı hale getirilmekte" denilerek başlandı.
Sonra da, "Cumhuriyetimizin bütün kazanım ve başarılarını inkár anlamına gelen bu haksız varsayımı kabul etmek mümkün değildir" tespiti yapıldı.
Laikliği toplumsallaştırdık
Atatürk’ün, cumhuriyetin temeli olan ilke ve inkılaplarını millete benimsetmeden yaşatmanın mümkün olmadığına inandığı; kurduğu rejimin bütün esaslarını TBMM’nin demokratik iradesi ile harekete geçirdiği belirtilen savunmada şu vurgu yapıldı: "Bu sebeple; Atatürk ilke ve inkılaplarının koruyucusu TBMM’dir, bir bütün olarak Türk milletidir. Cumhuriyet, tüm nitelikleriyle milletimize mal olmuş; çağdaşlaşma süreci milletle buluşma anlamında amacına ulaşmıştır. Bu dönemde başta AB sürecinde katedilen mesafe olmak üzere, Atatürk’ün çağdaşlaşma hedeflerine her zamankinden daha çok yaklaştığımız aşikárdır."
AKP’nin laiklik konusunda geliştirdiği anlayış ve duruşun Türk siyaseti açısından büyük önem taşıdığı da savunularak şöyle denildi:
"AK Parti hükümetleri, yasal çerçevede laikliğin kurumsal ve pratik şartlarına saygı göstermenin ötesinde geniş kitlelerin, devletin laik karakterini sahiplenmesine, benimsemesine önemli bir katkı sağlamıştır. Farklı kesimlerin sisteme entegre edilmesinde partimiz önemli bir misyon icra etmektedir. Bu nedenle, AK Parti laikliğe karşı odak olan değil, laikliği toplumsallaştıran bir harekettir."
Laiklik siyasal bir ilkedir
İddianamede laikliğin tek boyutlu bir kavram, toplumların düşünsel ve örgütsel evrimlerinin son aşaması olarak gösterildiğine de işaret edilen savunmada, "Bu yorum 19. yüzyıl pozitivizminin katı ilerlemeci anlayışıdır" denildi ve AKP’nin laiklik anlayışı şöyle kaleme alındı:
"Buna karşın AK Parti’nin laiklik anlayışı, çağdaş demokratik toplumların özgürlükçü laiklik anlayışı ile tamamen uyumlu bir anlayışı yansıtmaktadır. Partimizin savunduğu laiklik anlayışı başkalarının temel hak ve özgürlüklerine bir tehdit içermemekte; aksine tüm bireylerin farklı inanış ve yaşam biçimleriyle barışçı bir şekilde bir arada yaşamasını öngörmektedir."
Sonra da savcının, AKP’nin bu anlayışını laikliğe aykırı olarak göstermeye çalıştığı, delil olarak Başbakan Erdoğan’ın, "Laiklik din değildir, dine alternatif sunulması yanlış olur", "Birey değil, devlet laiktir" sözlerini kullandığı anımsatılarak şu yanıt verildi:
"Modern laiklik anlayışı farklı din ve inançları sosyolojik gerçekçilik olarak kabul ederek, onların bir arada barışçı beraberliğini sağlamayı hedefleyen siyasi bir ilkedir. Bu nedenle laiklik bireyi değil, devleti muhatap alır."
Bakalım, bu savunma AKP üzerindeki bulutları dağıtmaya yetecek mi?
Yazının Devamını Oku 1 Mayıs 2008
AKP, savunmasını dün akşam Anayasa Mahkemesi’ne sundu. Ciddi bir hukuki çalışma yapıldığını anladığım savunmada, başsavcının AKP’lilerin sözlerinden yaptığı alıntılara genel bir yanıt verilecek. Süleyman Demirel’den Tansu Çiller’e, Mesut Yılmaz’dan Deniz Baykal’a, Bülent Ecevit’ten İsmail Cem’e kadar pek çok siyasinin, savcının AKP’lilerden alıntı yaptığı sözlerinin benzerleri dosyaya konarak, "Onlarınki suç değil de bizimki mi suç" diye sorulacak.
Bu çerçevede, Baykal’ın, "Türban din emri mi değil mi" konusunda, AKP’lilerin, "Ebu Hanife’li, Ebu Yusuf’lu Himar-humar vaazı" ismini taktıkları CHP grup konuşmasıyla 23 Nisan’da, "İslamiyet, laiklik ve demokrasi altın üçgendir" demesi, savunmayı hazırlayanları çok mutlu etmiş.
Bu alıntıların AKP’ye yönelik "odak oluşturma" suçlamasını ne kadar ortadan kaldıracağına Anayasa Mahkemesi karar verecek; ancak iddianamede asıl konu, AKP’nin laikliğe, "özde değil sözde" inandığı yönündeki yargıdır.
Asıl soru da savunmanın bu görüntüyü ne kadar ortadan kaldıracağıdır.
KARAR ALMA HAKKI OLMAYANLAR
İddianamede eleştirilecek birçok nokta bulunabilir; ancak dikkatle okunduğunda iki unsurun özellikle göze çarptığı görülüyor.
İlki AKP’lilerin laikliği pek de ciddiye almadığı; siyasi söylemlerinde dini unsurlarla motifleri sık sık kullandıkları izlenimi bırakmaları.
İkincisi ise yargının her kademesinde alınan, laik duyarlılığı ortaya koyan neredeyse tüm kararlara AKP’den gelen ağır eleştirilerin varlığı.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay veya Danıştay kararlar almış; Başbakan Erdoğan başta AKP’den, "Yüzkarası", "Herkes yerini bilmek zorunda", "Orası fetva veren kurum değil", "Bu kararı vermeye hakları yok" gibi tepkiler gelmiş.
Hadi diyelim AKP, muhalefetin, medyanın, üniversitenin, cumhurbaşkanının aynı konudaki uyarılarını dikkate almadı; ama ya yargı kararları?
Ki o yargı mensuplarının görevi, tam da bu konuda karar vermekse...
Bunu, AKP, kim veya hangi kurum uyarırsa dikkate alır, diye de sorabiliriz?
"Dört yılda bir halka gidiliyor ya" denebilir; ama o zaman laiklik ve din, siyasetin tam da göbeğine oturtulmuş olmaz mı?
UYGULAMA SORUNU
Bakın iddianamede de var; Yargıtay’ın, eski Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer için, "Anayasa’nın değiştirilmesi teklif dahi edilemez hükümleriyle bağdaşmayan görüşler savunduğuna göre..." diyen bir kararı var.
Bu bir açık uyarı görülmemiş olmalı ki, Dinçer sonuna kadar o makamda tutuldu, sonra da milletvekili yapıldı.
Danıştay kararlarının etrafından ustaca dolandığı örneklerle iddianamede yer alan Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’e ne demeli?
İddianamedeki Çelik, AKP’lilerin alaylı üsluplarını da ortaya koyuyor.
Çelik, bir kitabında Atatürkçülük için, "Çizginin üstünde olan her devlet başkanının kendinden sonra bir ’-cılık’ bıraktığını düşünelim" diyor.
Elbette bu bir suç değil; ama Çelik gibi bir belagat ustasının, "...cılık" için "...izm’in Türkçesi" demesine ben inansam da çoook inanmayan çıkar.
O zaman da, "Uygulanmayan yargı kararı, verilmiş mahkûmiyet yok" demek yetmiyor; çünkü iddianamede olduğu gibi bir savcı da, "Fiiliyatta uygulanan karar yok; sözler de ortada" deyip örneklerini sıralayabiliyor.
Yazının Devamını Oku 28 Nisan 2008
DENİZ Baykal, üstün başarısıyla noktalanan CHP kurultayında zaferi ardından kürsüye çıktığında, "Bu kurultay ders vermiştir, ders" dedi. Bu sözlerin hedefi parti içi muhalefetti, diye düşünebiliriz; ama Baykal’ın kurultay konuşmasına baktığımızda, hangi niyetle olursa olsun CHP’ye eleştiri yönelten herkese verilmiş bir dersten söz edildiğini de göz ardı etmemeli. Konuşmasında geçtiğimiz dönemi en iyi şekilde yönlendirdiğini söyleyen Baykal’ın, sonuca böyle bakması da son derece doğal görülebilir.
Baykal’ın ezici zaferi, delegenin de aynı inançta olduğunu gösteriyor; ama önemli olan CHP’nin buradan bir iktidar umudu çıkarıp çıkarmadığıdır.
YÜZDE YİRMİ TEHLİKESİ
Baykal’ın, "Partiyi yüzde 4.6’dan aldık, en yüksek başarıya, yüzde 20’ye çıkardık" söylemini sürdürmesi, CHP için önemli bir çıkmaz.
"Çağdaş seçmen bandı yüzde 20" diyen CHP’lilerin varlığını da bildiğimden, Baykal’ın yeni dönemde bu inancı aşacak hedefler ortaya koyması şart.
CHP’nin yüzde 42’leri gördüğü de anımsanırsa, yüzde 20 bandını çok aşacak potansiyellerin harekete geçirilebileceği akıllara gelebilir.
O nedenle, her seçim için "çok özel şartları vardı" gerekçesine sığınmanın ne kadar gerçekçi olduğunu öncelikle CHP’liler düşünmeli; ama kurultay yine gösterdi ki CHP, kendini izole bir adacık gibi görme mantığını aşmalı.
Sosyalist Enternasyonal üyesi bir CHP’nin kurultayında, tek bir yabancı konuk olmamasını hadi Baykal’ın, "Milli sosyal demokrat bir partiyiz" söylemine bağlayalım; hiçbir partinin davet edilmemesini de günün siyasi gerginliğine verelim; peki ya sivil toplum örgütü (STÖ) temsilcilerinin yokluğuna ne demeli?
Oysa kurultay, STK’larla dayanışma, barışma, güç alma zemini olmalıydı.
MUHALEFETE HOŞGÖRÜ
Baykal’ın, her kurultayda biraz daha küçüldüğü görülen parti içi muhalefete, "Git partini kur" çağrısı da izolasyon anlayışını pekiştirir gibiydi.
Oysa, kendisini partililerin bir ağabeyi gibi gören, gücünden emin Baykal, daha hoşgörülü davranıp, "Sizin de genel başkanınız olacağım" diyebilirdi.
Hatta, Baykal bu kurultayda, muhalif niyetle de olsa, kendisini CHP’li gören herkesi parti çatısı altına çağırabilirdi.
Gerçi, Baykal’ın hükümete yönelik eleştirileriyle parti içi muhalefete yönelik eleştirilerine salonun verdiği tepkiye bakarsak, delegenin de buna pek hazır olmadığını söylemeli; ama yerel seçimin yaklaştığını unutmamalı.
Kurultay’da Baykal’ın en önemli mesajlarından biri, "Önümüzdeki dönemde ne yapılacağına hep birlikte karar vereceğiz" demesiydi.
Ben bundan, CHP’de de AKP’deki gibi, milletvekilleri, belediye başkanları ve il başkanları ile düzenli toplantılar yapılacağı izlenimi edindim.
Böylesi geniş zeminler ortak akıl için çok yararlı; ama bekleyip görmeli.
Kurultay, Tuncay Özkan’ın CHP’lilerce ne kadar sevildiğini de gösterdi.
Bunda CHP’nin Özkan’ın kanalına verdiği desteğin payı ne kadar bilemem; ama Baykal kürsüdeyken tam karşısında yer alan Özkan, yarışa girse CHP’de önemli başarı sağlayabileceğini kanıtladı; Baykal’a rakip bile olabilir!
Hiç şaşırmam da; CHP, "milli" yerine "ulusal" nitelik kazanır, olur biter!
Yazının Devamını Oku 24 Nisan 2008
HAFTA sonundaki CHP Kurultayı’nda lider değişikliği bekleyen yok; sayısı teke inmezse, Deniz Baykal’a rakip çıkıp çıkmayacağı bile kuşkulu. Başta Baykal olmak üzere CHP yönetimi kurultayı, 22 Temmuz ardından yeni bir sıçrama zemini yapmaktansa olduğunca gündemden uzak tutmaya çalıştı.
Delege seçimleri çoğu yerde mahkemelik oldu, tartışmalı üyeler yazıldı; genel başkan adayları çoğu illerde parti binalarına alınmadı; kimi adaylar için, "Belli bir ihanet kotamız var" tanımı kullanılırken, kimileri belli çevrelerin CHP’ye sızdırdığı isimler olarak tanıtıldı.
Bu süreçte, uzun yıllar Baykal’a yol arkadaşlığı yapan Eşref Erdem’in yol ayrımına geldiği gün, Baykal’ın basın toplantısında arka fonda "Kürt-Türk kardeştir PKK kalleştir" pankartının yer alması ilginçti.
Sonuçta, daha hoşgörülü, daha demokratik, daha yarışmacı yaşanacak şekilde yönetilebilecek bir süreç geçti gitti, şimdi kurultay ve karar zamanı.
ÖNE ÇIKARILMASI GEREKENLER
Kabul; CHP’de Baykal yol vermedikçe, ikna olmadıkça değişim zor.
Kabul; Baykal ikna olmadıkça CHP yeni kesimlerle bağ kuramaz.
Kabul; Baykal istemedikçe CHP’de kadın ve gençler öne çıkamaz.
Ancak, bunlar isteniyorsa lidere mesaj verecek en iyi zemin kurultaydır.
Bu kurultayda CHP delegeleri, "Yerel seçimde belediye başkanı, il-belediye meclis adayı olacağım" kaygısı ile hareket etmemeli.
Kimileri CHP’de temel sorunun Baykal’ın tutumu olduğunu savunuyor; oysa parti yönetimindeki isimlerin sorumluluğu belki de daha fazla.
Şu bir gerçek ki CHP, bu kadro ile geçen seçimlerde başarıyı yakalayamadı.
Ama Baykal’ın ardına sığınarak sorumluluğu üstlenmekten ise kaçındı.
Bu isimlerin CHP adına AB, özgürlükler, Türkiye’nin sorunları ve çözümleri, 28 Nisan bildirisi, Cumhurbaşkanlığı seçimi, 22 Temmuz için açıkladıkları politikalar doğruysa delege kararını ona göre vermeli.
CHP, bu politikalarını değiştirmeli deniyorsa gereği yapılmalı.
CHP’nin, Türkiye’nin sıkıntılı kesimleri olan yoksullar, gençler, kadınlar, Kürtler ve hatta Alevilerden aldığı desteği yetersiz gören, her ilden oy alan bir parti isteyen delege seçimini buna göre yapmalı.
CHP yönetiminde kadın ve gençlerin temsil edilmediği bir gerçek; oysa CHP’de bu kesimlerin temsilcisi, tabanla güçlü bağa sahip çok isim var.
STK’LAR VE CHP
CHP’nin bugünkü ağıyla AKP’yi yenmesi pek olası görünmüyor.
Oysa CHP, toplumun tüm sol kesimleri ve önemli sivil toplum örgütleriyle (STK), sanat ve akademi dünyasıyla bağını derinleştirse tablo değişebilir.
Sol bir parti olarak CHP’nin, başta sendikalar, tabip odaları, barolar, mimar-mühendis odaları, eczacılar birliği, esnaf örgütleri olmak üzere STK’larla sürekli diyalog içinde olması, hatta politikasını bu örgütlerle birlikte belirlemesi hiç yadırganamaz.
CHP’nin, TOBB, Süleyman Demirel, Sinan Aygün gibi sağ merkezlerle bağ kurması güzel; ama asıl hedef sol tabana dayanan STK’lar ve liderleri olmalı.
Elli beş satırda özetim bu kadar; karar ve vebal ise CHP delegesinin.
Çünkü onlar, bu kez solun, hatta Türkiye’nin geleceğini oylayacaklar.
Yazının Devamını Oku