1 Mart 2012
TÜRKİYE Kayak Seven Gazeteciler Derneği olarak ev sahipliği yaptığımız Uluslararası Gazeteciler Kayak Kulübü’nün (SCIJ) 59’uncu yıllık toplantısına İstanbul’un ardından Erzurum’da devam ediyoruz.
Çoğu Avrupa’dan, ABD’de dahil 35 ülkeden gelen gazeteci konuklarımızın programın İstanbul ayağından çok etkilendiklerini söylemeye gerek yok. İki akşam yemeği yenen Çiçek Pasajı ve Binbirdirek Sarnıcı; geç kahvaltı eşliğinde turlanan Boğaz; Topkapı Müzesi, Sultanahmet Camii, Ayasofya Müzesi ve Hipodrom ilk kez görenler üzerinde büyüleyici etki yaptı. Erzurum’da da dün yapacağımız kayak yarışlarının ertelenmesine neden olan sert hava koşuları dışında şu ana kadar her şey iyi, planlandığı gibi geçiyor.
TÜRKİYE’NİN ARTAN ETKİSİ
Salı akşamı Dedeman Otel’de “Yeni Gazetecilik ve Basın Özgürlüğü”, dün akşam ise Atatürk Üniversitesi’nde “Değişen Dünyada Türkiye’nin Bölgesel ve Uluslararası Rolü” başlıklı iki panel yaptık. Bu akşam ise Erzurum’un göbeğinde, tarihi Yakutiye Medresesi önünde Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın katılımıyla ödül töreni düzenleyip, konuklara salep tattıracağız; ardından tarihi Erzurum Evleri’nde yemeğe geçeceğiz.
Salı günkü panelde ilk dikkatimi çeken konukların tamamının katılımıydı. Duayen gazeteci Haluk Şahin ve Star’ın köşe yazarı Mustafa Akyol ile İtalyan gazeteci Prof. Marco Pratellesi’nin konuşmacı olduğu panelde önceki yıllarda yapılanlara oranla daha fazla soru geldi, söz alıp konuşan oldu.
Şahin, Türk medya ve sinema sektörünün bölgede ve uluslararası arenada artan etkisini net bir şekilde ortaya koydu; Türkiye’de artık konuşulmayan tabu kalmadığını, özel TV kanalları eliyle halkın uzun siyasi tartışma programlarına katılarak/izleyerek demokratik tutum geliştirdiğini söyledi.
Şahin, bu olumlu gelişmelerin yanında yanlış işler olduğunu da belirterek, özel yetkili mahkemeler, Terörle Mücadele Yasası (TMY), cezaevindeki gazeteciler ve medya üzerindeki olumsuz etkileri örnek verdi.
OBJEKTİF DEĞİL TARAF TÜRK
Mustafa Akyol da babası cezaevinde kalmış bir gazeteci olarak, Türkiye’de yaşanan demokratik gelişmeleri, bugüne nasıl gelindiğini ayrıntılı anlatıp Şahin’in sıraladığı olumsuz örnekler üzerine dikkat çekici bir konuşma yaptı.
Yazının Devamını Oku 27 Şubat 2012
ULUSLARARASI Kayak Yapan Gazeteciler Kulübü’nün bir hafta sürecek İstanbul-Erzurum buluşmasına, CHP kurultayı nedeniyle dün ara verdim. Bizi, 08.30 THY İstanbul-Ankara uçağına götüren CIP otobüsünde Cüneyt Arkın ve eşini görünce, “Siz de mi kurultaya” diye laf attım.
Arkın biraz düşündü, sonra diğer yolcuların da merak ettiği şu yanıtı verdi:
“CHP’de 40 yıl önce de Ali Topuz grubu falan vardı. Başkaları da. Şimdi de olan bu; ama garibim Kılıçdaroğlu bir nefes alamadı. Sayın Önder Sav ve Deniz Baykal’da bu ne öfke, bu ne hırs, bu ne kin? Anlamak zor.”
Malkoçoğlu’nun bu çok ilginç tespiti ışığında kurultay salonuna girdik.
KRİZ POLİTİKALARINDA SONA DOĞRU
Salonun her köşesinde tek merak, salondaki delege sayısıydı. 750 ile açılan piyasa kurultay başkanlığının “967” açıklaması ile tepe yaptı.
İtirazlar devam etse de önceki yazımda, “900’ün altında kalınması CHP yönetimi için başarısızlık sayılabilir” dediğim için 967’nin önemi ortada.
Bu sayıyı esas aldığımızda, CHP’de Baykal ve Sav’a atıfla söylenen ‘en etkili güç merkezleri’, yine o iki isim seçmiş olsa da dün bir kez daha tanıyamadıkları ortaya çıkan delegeler tarafından dağıtılmıştır.
Delege, ‘kurultaya katılmama’ kararını, tüzük üzerinden bahane üretme çabalarını samimi bulmamış, asıl niyetin Kılıçdaroğlu’nu devirmek olduğuna inanmış, “Peki, adayınız kim” sorusuna yanıt alamadığı için de dün salona girerek tavrını, açık ve net koymuş, “Yeter” demiştir. Kurultayın toplanması dahi önemliyken sayının 900’ü aşmasının başka izahı yok; o nedenle Sav’ın arkadaşları, “Soroscu Kemal”, “Kurultay hırsızı Kılıçdaroğlu” sloganları atsa da Kılıçdaroğlu’nu aşacak ilke ve kadroyla yola çıkılmadığı sürece kim seçerse seçsin delege aynı tavrı koyacak.
Yarın Kılıçdaroğlu da benzer tutum aldığında aynı sonuçla karşılaşacak.
Delegenin dünkü tutumunu, CHP’de, hatta ülkede, krizlerle iş tutma, krizlere dayanma döneminin sonuna doğru gelindiğinin işareti diye de saymalı. Bu sonucu en çok da kurultaya katılmayarak Baykal tetiklemiştir.
KILIÇDAROĞLU’NUN İLK MESAJLARI
Bu durumu görerek mi yaptı bilmiyorum ama Kılıçdaroğlu, Genel Başkan olarak belki de ilk kez ‘yaşananlara’ sessiz kalmayacağını gösterdi. İsa Gök’ün salondan çıkarılış tarzının kaba olduğu ortada; ancak bu kabalık Kılıçdaroğlu’nun tepkisini görmezden gelmeye neden olamaz. Gök’ün eylemi kurultayı açıp kürsüden inmek üzereyken başladığı için Kılıçdaroğlu, kısa süre beklemede kaldı, sonra harekete geçti. Yeniden konuşmaya başladı; “Ben gücümü halktan alıyorum, ya siz” anlamında ajitasyon gücü yüksek 2-3 cümle ile salonu etrafında kenetledi.
Bu tavır, “Artık yaşananlara seyirci kalmayacağım” diye okunabilir; çünkü kurultay konuşması için kürsüye yeniden çıktığında söze yine oradan girdi.
İlk sözlerinde hedef muhalefetti; “CHP, yiğit ve ahlaklı insanların partisi” şeklindeki sözleri doğrudan adrese teslim nitelikteydi.
Konuşmasının bu bölümünde elinin yumruk pozisyonunda olması bilinçli bir tercih miydi bilmiyorum; ama diğer konulara geçince aynı şeyi yapmadı.
Kendisini “CHP’nin tarihini savunmuyor” diye suçlayan aynı isimlere, CHP icraatlarını sıralayarak mesajlar yollaması da gözden kaçmadı.
“Bu tüzükle CHP’ye demokrasiyi ben getiriyorum” dediğinde ise tek amaç, Baykal/Sav ikilisinin delege ile bağını kesmekti.
Demek isterim ki, dünden sonra CHP’de farklı şeyler görmeye alışalım.
Kılıçdaroğlu, çizgisini başarıya doğru çevirmese de, CHP’de geleceği planlayanlar Baykal ve Sav’ın dışında isimler olacak.
Kılıçdaroğlu’nun başarısı halinde ise “Değişim sancısız olmadı” demekle yetinilecek.
Yazının Devamını Oku 23 Şubat 2012
CHP kurultaylarına üç gün kala tarafların pozisyonuna yeniden bakalım. Önceki yazımda Deniz Baykal ile uzlaşmaya varıldığını belirtmiştim.
O bilgi Baykal’ın istediği tüzük değişikliklerinin kabul edilmiş olmasına dayanıyordu, ancak bu düzenleme daha dün açıklık kazandı.
CHP’de 18 yıl genel başkanlık yapmış bir ismin buna rağmen, partisinin kurultayına katılmama kararı alması tabii ki kayda değer bir durum.
Ancak, “Tüzükte yapılacak değişiklikler belliyken kurultay başkanlığı istediniz. (Bir eski genel başkan bunu neden ister, onu da pek anlamadık.) İsteğiniz reddedilince bazı tüzük maddelerine itiraz ettiğinizi öğrendik. İtirazlarınız kabul edildi. Bunlara rağmen kurultaya katılmamanız ne anlama gelir?” sorusu akıllara
takılacak, o nedenle biraz daha bekleyelim.
Çünkü, Baykal’ın, kurultay başkanlığı talebi de, tüzük değişikliği önerileri de, kurultaya katılmama kararı da hiç ağzından çıkmadı, hep dolaylı duyuruldu.
ÖNDER SAV’IN KULLANAMADIĞI ŞANS
CHP’de muhalefetin sorunu tam da bu, yani niyeti açık beyan etmemede.
O niyetin, “Bizim CHP’miz kimlerin eline kaldı? Kılıçdaroğlu, CHP’yi çizgisinden uzaklaştırdı. 12 Haziran seçim sonuçları başarısızlıktır. O nedenle Kılıçdaroğlu gitmeli” olduğunu görmeyen yok.
Baykal gibi Önder Sav ve arkadaşları da CHP’de ‘dolanarak’ yol alıyorlar.
Sav, uzun bir aradan sonra ilk kez TV’ye çıktığında CHP’lileri merak sardı.
Ama Sav, tüzük değişikliğinden girip oradan çıkınca izleyicilerini şaşırttı.
Çünkü, ‘tüzük antidemokratik’ dediği an karşıdaki CHP’li, “O tüzük eseriniz” diye düşündü, Sav’ın, “O tüzüğe karşı durdum” iddiası ise aynı TV izleyicisinden, “Değişen o tüzük, direnişiniz üzerine uygulanmadı. Direnişin nedeni de antidemokratik olması değil, Genel Sekreter yetkilerine gelen tırpandı” yankısı aldı, oysa açık niyet beyanı, çok daha iyi etki yapardı.
İlaveten, bazı isimlerin kavgayı, etnik ve mezhep tartışmasına kadar vardırma çabası da CHP delegesinde beklentinin aksine sonuçlar yarattı.
Kurultay toplanmasın diye delegeye, “Salona girme, kapıda bekle” çağrısı da ciddi taktik hata olarak görüldü, “Eğer yeterli sayıda delege desteği varsa zaten sorun yok. İçeri girilir, istendiği gibi bir kurultay yapılır” dendi.
Bir şey daha, milletvekillerine, belediye başkanlarına, delegeye, “Salona girmeyin” diye yüzlerce SMS mesajı çekilmesi de hoş karşılanmadı, bıktırdı.
DIŞINDA KALAN DIŞARIDA KALIR
CHP, ‘niyet gizleyerek’ hedefe ulaşmanın en zor olduğu partidir.
O nedenle, düşünsel çizgide, kişisellikten uzak ilkesel temelde yükselen bir muhalefet anlayışı, CHP’de hem daha etkin hem de daha yararlı olabilir.
Hele hele Kılıçdaroğlu dahil CHP yönetimi, seçimden bu yana partilinin moralinde sıçrama sağlayamamış, pek çok yerde örgütleri görevden alma, delege listesini evde yazma alışkanlığının depreşmesinin önüne geçememiş, Kılıçdaroğlu’nun ‘Kimseyi dışlamayın’ anlayışını egemen kılamamış, uyumlu bir görüntü sergileyemediği gibi ‘iki kurultay’ garabetine imza atmış, kurultayların ilkini şenlik havasında yapıp, sırf muhalefet istedi diye ikincisini kapalı kapılar ardına saklama yoluna gitmişse, karşısında güçlü bir muhalefet oluşması için üstüne düşeni fazlasıyla yapmış demektir.
Pazar günkü kurultaya katılımın 900’ün altında kalması halini de yönetimin hanesine yazılacak yeni bir başarısızlık olarak saymak gerektiğini belirterek son sözü daha çok muhalif çizgide görülen bir belediye başkanına bırakayım:
“Gün eylem günüdür; dışında kalan, dışarıda kalır. Gideceğim, salona da gireceğim. Biz sözünü yetkili kurullarda söylemek için varız. Tartışmayı sokakta yaparsak sıradan olur. Oysa ilk iş sıradanlıktan çıkmak olmalı.”
Yazının Devamını Oku 20 Şubat 2012
KURULTAY haftasına girilen CHP’de, kafa karıştıran yeni bir tartışma çıktı. Tartışmayı çıkaranlar, açık açık söylemeseler de hedeflerini Kemal Kılıçdaroğlu olarak belirlemiş, Önder Sav’ın başını çektiği grup görünüyor.
İddia şu: Delegenin yarıdan fazlası salona girmeyeceği için pazar günkü ilk kurultay yapılamayacak, ertesi günü ‘seyreyleyin gümbürtüyü’ oluşacak.
CHP uzmanı falan olmaya gerek yok, bana bu hesap tutmaz gibi geliyor.
Görünen o ki, Kılıçdaroğlu, bu iki kurultayda önceki oranda delege desteği alamayacak; ama hasarı belirli bir sınır içinde tutmayı başaracak.
O sınırın varacağı nokta, ikinci kurultaydaki performansıyla bağlantılı.
KILIÇDAROĞLU’NUN AVANTAJI
Defalarca yazdık; Kılıçdaroğlu’nun en büyük avantajı, rakip gibi görünenlerin CHP’nin son 20 yılına damga vurmuş, hiç seçim kazanmamış isimler olması.
Kılıçdaroğlu da seçim kazanmadı; ama CHP’yi daha ileri noktaya taşıyacağına inanılan biri öne çıkmadığı, eskiler ortalıkta dolaştığı sürece durum değişmez.
Bu gerçek bir yana, delege hesapları da muhalefete şans vermiyor.
CHP yönetimi de tepeden tırnağa bu kanıda; ama onlardan bağımsız aşağıdaki tespitleri yapacağım için ben de aynı sonuca varacağım.
Bir kere, imzacı 362 delegenin tamamına ‘muhalif’ demek doğru değil.
Aralarında, tek amacı tüzük değişikliği olanlar ve imzalarını çekenler var.
Tüzük değişikliği isteyenler birinci kurultayda tatmin edilecekler.
İmzasını çeken veya Kılıçdaroğlu’na ulaşıp, “Tavrım değişti” diyenler, -ki önemli sayılacak isimler de var- dikkate alınacak sayıya ulaşmış durumdu.
Deniz Baykal ile yapılan son görüşmede, tüzüğün 3 maddesi üzerindeki anlaşmazlık giderildiği için muhalefet genişlemedi, daraldı.
Önder Sav ekibinin kurultay sürecini ‘öfke’ patlamasına vardırması, kan davası güdercesine yargı sürecini Ankara’yla sınırlı tutmayıp başka illere taşıma çabası da Kılıçdaroğlu’nun elini güçlendirici sonuç yaratmış.
Yaşanan şu süreçte delegenin, rakibi dahi çıkmamış bir Kılıçdaroğlu’na darbe olacak “salona girmeme” eylemine başvuracağını düşünmek abartı olur.
ENDİŞELERİ DAĞITACAK
CHP yönetimi ilk kurultayda hesaplaşmadan çok tüzük değişikliğine yoğunlaşacağı için Kılıçdaroğlu da konuşmada demokrasi ve özgürlük söylemini öne çıkaracak, imzacıları hiç hedef almayacak.
Ancak ertesi günkü kurultayda yine kürsüye çıkacak; kısa ve az konuşacak.
Hedefine, o kurultayı toplamış olan delege koyacak, diyebiliriz.
Onlara, “En küçük endişeye düşmeyin, sizsiz bir CHP olmaz. Yanlışlarımızı birlikte düzeltip CHP’yi çekişmelerden birlikte çıkaracağız” diyecek.
Şunu da unutmamak gerekir; kimilerinin Baykal ve Sav’ın ‘kurşun askerleri’ dediği bu delege, hem de tam mutabakatla, önce Baykal’ı sonra da Sav’ı sildi.
Böylesi yaşamsal kararlar almış bu delegeyi iyi anlamak gerekir.
Bu kez de o delege, partisi için en inandığı kararı verecek ve CHP, Haziran’da yapılacağı kesin gibi olan olağan kurultaya yoğunlaşacak.
O kurultay Kılıçdaroğlu için ‘ötesi yok’, CHP için ‘gelecek’ anlamında olacak.
Son 20 yılda ‘sandık yeteneğini’ kaybetmiş CHP, “yetmez ama..” dedirtecek düzeyde, yüzde 50’yi epey aşan oranda mahallelere sandık koyabildi.
Bu oran dahi CHP’nin Haziran kurultayının manzarasını değiştirecektir.
İl ve ilçe kongreleri de benzer havada gelişecek; delegenin yapısı uygun olmadığından, AKP’nin devam eden ilçe kongrelerindeki ‘mutlak tek liste’ anlayışı için ‘muhalefeti ikna çabaları’ CHP’de hiç görülmeyecek.
Türkiye’de, her yiğidin bir demokrasi anlayışı olduğu için buna da alışıyoruz.
Yazının Devamını Oku 16 Şubat 2012
MİT soruşturmasıyla başlayan süreç, hükümetin en önemli kurmaylarına dahi, “Son 9 yılın içimi en fazla daraltan, kalbimi sıkan gelişmeler” dedirtti. ‘Tarihte bir ilk’ olan bu süreci, “Devlet Krizi” diye görenler de oldu.
İlk kez CHP Genel Başkan Yardımcısı Gürsel Tekin’den duyduğum bu tanımı, dün Taha Akyol açık açık yazarken başka kalemler de aynı imada bulundu.
Bunu haklı kılacak öyle önemli gerekçeler sayılıyor ki susmak evla oluyor.
Kolay mı; bir yandan PKK kaynaklı tüm ölümleri MİT üzerinden devlete fatura eden, diğer yandan yargının seçilmiş iktidara politika dayattığı yönünde algı yaratan çok ciddi iddialar, gerekçeler ve de delillerden söz ediliyor.
ÜVEY EVLAT GÖRÜNTÜSÜ MORAL BOZAR
Bir devlet için oluşabilecek böylesi en kötü algıları hükümet-cemaat çekişmesine bağlamak ise iki tarafa da çok büyük haksızlık.
Bu ülkenin tek bir yönetim gücü var, o da hükümettir; sorumluluk da onun.
Yaşananlar öncelikle, ülkenin en büyük sorunu olan terörle mücadeleye zarar veriyor, mücadeleyi yapanların moralleri üzerinde yıkıcı etki yaratıyor.
Üstüne üstlük hükümetin sürece yaklaşım tarzı, mücadeleyi sürdüren bazı kurumlara üvey evlat muamelesi yaptığı görüntüsüne neden oluyor.
Açık söyleyelim; her terör eylemi sonrası bir şekilde suçlanan askerler, MİT’e gösterilen özenin ardından haksızlığa uğradıklarını düşünüyorlar.
Bir asker çıkıp, “Ölümler karşısında hep biz suçlandık; ama bakın bir başka savcı da ölümlerin nedeninin MİT olduğunu ileri sürüyor” dese haksız mı?
Hadi tüm bu söylenenleri de önemsemeyelim; ancak devlet içinde çok parçalı bir görüntünün oluştuğu, kapı koluna kadar hükümetin denetimine girmiş emniyet ile istihbarat arasında büyük çekişme yaşandığı acı bir gerçek.
Çekişme ve ithamların terör odaklı olması ise ülke adına tam bir vahamet.
Ortaya çıkan “yönetilmezlik” durumunu aşacak tek güç de hükümettir.
Hükümetin elinde her türlü koz mevcut, yeter ki ilkeli yol izlensin.
Çözümün tüm ön kabullerden uzak, eşitlikçi bir temelde yükselmesi gerek.
Ekonominin iyi gittiği, işsizliğin yüzde 9’a düştüğü, iktidarın yüzde 50 oy aldığı bir ülkenin, böylesi yorgunlukları sırtından atması da buna bağlı.
GÜL’ÜN TOPLUMA MESAJI
Bakıyorum, yine ‘şu yapılırsa Ergenekoncuya yarar’, ‘bu yapılırsa askere yarar’ gibi gerekçelerle doğru adımlar atılmasını önlemeye çalışanlar çıkıyor.
Oysa yapılanlar, hele hele hukuk kaynaklı olacaksa ‘şu-bu’ ayırımı olamaz.
Bazı hükümet çevrelerinin yaşanan tüm bu gelişmeleri, “Yargı ve güvenlik bürokrasisi içinde gizli kapaklı iş çeviren bir gruba” bağlıyor ve bir provokasyonla karşı karşıya olunduğuna inanıyor.
Her iki seçeneğin üstesinden gelmenin yolu ayrımsız, ilkeli yaklaşımdır.
Bu noktada hükümetin özendirilmesi şart; ama bunu kim yapar?
Soruna “devlet krizi” tahlili koyan Gürsel Tekin’in bir önerisi var.
Anayasa gereği Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün en önemli görevinin devlette uyumu gözetmek olduğunu anımsatan Tekin, “Sayın Gül, oluşan tablo karşısında ‘üzüntü’ beyan etmekle yetinemez” dedi.
Cumhurbaşkanlığının sadece rektör atayan, yasa onaylayan bir makam olmadığını da söyleyen Tekin, Gül’den duruma el atmasını talep etti.
Yapılması gerekeni de, “Liderleri mi toplar, kurumların yöneticilerini mi çağırır, kendisi bilir; ancak birilerini hiç değilse bir masanın etrafında toplayarak topluma mesaj verebilir, rahatlama yaratabilir” diye özetledi.
Yazının Devamını Oku 13 Şubat 2012
MİT yöneticilerinin ifadeye çağrılması, ülkeyi yargı eliyle yönetme anlayışının sonuçlarını ortaya koyan bir turnusol kağıdı görevi üstlendi. İsteyen istediği pencereden baksın; ama sonuç ülke adına üzücüdür.
Ülkenin güvenliği ile ilgili en önemli kurumu ciddi yaralar alıyor.
Çarşambanın gelişini önceden görememiş yönetim, şimdi, çifte standart kokan, güvenlik birimleri arasında ‘kayırma’ algısı doğuran bir yola giriyor. Yine de umalım bu yol, beraberinde ‘hatadan dönüşü’, ‘arınmayı’ getirsin.
Nereden başlasak bilmiyorum; ama dün en çok, Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’ın, “Özel hüküm varsa geneli olmaz” sözünü okuyunca çok şaşırdım.
İlker Başbuğ için, hem de Anayasa’daki özel hüküm söz konusu değil miydi?
BUNA DA KAOS PLANI DENİYOR
Kimse “Başbuğ örneği başka demesin”, Savcı Sarıkaya, MİT için de “Hükümete karşı kaos planı” olarak kabul edilen suçlamalar yöneltiyor. Sarıkaya’nın yönettiği KCK operasyonlarının PKK’ya büyük darbe vurduğunu söyleyenlerin bugün aynı savcılara ‘tu kaka’ demesi de ayrıca ilginç.
Kürt sorununa “operasyoncu ve diyalogcu yaklaşanlar arasında savaş” yaşandığını ileri sürenler de çıktı; iyi güzel de peki, bugün diyalogcu MİT’e sahip çıkan hükümetin, seçimden beri sürdürdüğü operasyoncu yaklaşım ne?
Kabul etmeli ki bu çıkmaz, hükümetin seçime kadar “diyalogcu”, sonrasında “güvenlikçi” yaklaşımı önde tutan zikzaklı politika izlemesinin de eseridir.
Ayrıca “diyalogcu MİT”e sahip çıkılması, BDP Diyarbakır il binasında bulunan “PKK mutabakat metnini” doğrulamak anlamına da gelir ki, çok ilginç, çok...
Bütün bu yaşananların temel nedeni de ilkeli yaklaşımlar yerine, “Senin iyi çocuğun”, “Benim iyi çocuğum” anlayışını egemen kılan görüntüdür. Dahası Deniz Feneri e.V sanıkları için, “3 ay tutukluluk cezadır” denirken, başkalarının yıllarca tutuklu kalışına sadece seyirci pozisyonu almaktır.
Benzer şekilde, ülkenin devasa terör sorununu çözmedikçe güvenlikle ilgili her kurumda, suç işleyen/işlemek zorunda kalanlar çıkabileceği ortadayken, “sadece bir kurumda görev yapanlara sahip çıkılıyor” algısı yaratmaktır.
Meclis’e sevk edilen düzenleme de böylesi bir algıyı fazlasıyla güçlendiriyor.
KÖKLÜ ÇÖZÜM YARGIYA AYAR
Sorunun temeli yargıya verilen yetkiler ve güvende yaşanan erozyondur. Bunun görülmesi için Ergenekon’la savaştıklarını söyleyenler de dahil herkese, işe, gidip Silivri’de bir duruşma izleyerek başlamalarını öneririm.
Özel yetkili mahkemeler uygulama amacını çoktan aşmış gibi.
Basit bir sonuç; savcı ve hâkimler, sadece özel yetkilerle güçlendirilmiş değil; kaçınılmaz olarak sağlanan devasa koruma zırhı karşısında, ister istemez farklı duyguları yaşamaya, güçlü bir dayanışma içine girmeye başlamış.
Toplumla iç içeliği önleyen bu koşullar, aynı lojmanlarda komşuluk yapmak zorunda olan bu insanları, kürsüde de birbirlerine sahip çıkar, sanık ve avukatlara neredeyse aynı gözle bakar hale getirebiliyor. İleri demokrasilerde böylesi mahkemelere gerek olmadığı artık ortada.
Dikkatinizi çekerim, daha 10 gün önce Zaman, uyuşturucu kullanımında büyük alarm verdi; ama bu mahkemeleri biz hep başka davalarla anıyoruz. Elini kolunu sallayarak kaçan uyuşturucu baronları görmek de ayrı bir ayıp.
Yaşadığımız bu son süreci, cemaat-hükümet çatışmasına bağlayanlar da var.
Katılmıyorum; ülkede tek sorumlu hükümettir, cemaat sorumluluğu yok etmez.
Ancak yine de bu argümanı kullanmak isteyenlere bir ipucu da ben vereyim.
Hakan Fidan, MİT Müsteşarı olunca ziyaret ettiği önemli bir ismin, “Gülen Cemaati devlette örgütleniyor iddiaları var” sözüne şu kısa yanıtı vermiş:
“Paralel bir örgütlenmeye devlet içinde izin vermemek ana görevimiz.”
Yazının Devamını Oku 9 Şubat 2012
OTUZ yıla yakındır izlediğim TBMM’de, heyecanla beklediğimiz salı günleri hiç bu dönemki kadar çekilmez hal almadı, yüzler hiç bu kadar asılmadı. Dün bazı arkadaşlarımız da değindi, salı günkü grup toplantıları tam anlamı ile liderlerin birbirlerine ‘en kırıcı laf etme’ yarışına dönüştü.
Öncekilerinde daha sert sözler duymadık değil; ama gelin sonuncu salıya özet bakış atalım ve ilk grup toplantısını MHP yaptığı için oradan başlayalım.
Devlet Bahçeli, AKP’yi, çarpık ve çapsız politikalar izlemek, milli değerlere düşmanlık etmek, nifak ve çamur siyaseti gütmek, kin ve garezleri devreye sokmak, çirkeflik yapmakla suçlayarak konuşmasına başladı, diyebiliriz.
MİLLETİN DİLİNİ KONUŞAN BAŞBAKAN
“Küstahlık” sözcüğünü de kullanan, “... bugünün Ali Kemal’leri, hıyanetten dolayı yüzlerinde ak kalmayan şahsiyetsizleridir” diyen Bahçeli’den devam:
“AKP’nin son vatanımızı peşkeş çeken Hürriyet ve İtilafçılıkla örtüşen şaibeli karakteri. AKP Damat Ferit’in izinden feyiz almaktadır.”
“Zekâlarını, idraklerini kaybetmiş biçareler...”
“... fikri melekeleri felç olan piyonlar...”
“İki ruhlu, ikiyüzlü ve iki kimlikli Adalet ve Kalkınma Partisi.”
Bahçeli’den Başbakan olduğu için muhalefete oranla daha yumuşak, daha hoşgörülü bir dil kullanması beklenen; ancak, aksine tüm sert ifadeleri en fazla hoşgörü alan Erdoğan’ın Kılıçdaroğlu için kullandığı şu sözlere geçelim:
“CHP gitsin, aynı kafayı, zihniyeti paylaştığı Baas Partisi’ne destek versin.”
“...adeta bir papağan gibi tekrar ederek.”
“... bir gün BDP’nin vagonu, papağanı oluyor, bir başka gün yabancı yazarlara çanak tutuyor.”
“Türkiye’yi karalayarak, lekeleyerek son derece çirkin kampanya yürütüyor.”
“... Türk siyaset tarihine adını altın harflerle yazdırmıştı, tabii teneke...’’
“Ergenekon davasını önemsiz hale getirmek adına bu taşeronluğu yapıyor.”
“Bırakın Türkiye’yi, CHP bile böyle bir genel başkanı hak etmiyor.”
Erdoğan, bazı prof’lara da “Zavallı” dedikten sonra “Ben milletimin dili ile konuşuyorum” deyip kürsüden indi.
AHLAK KIRINTISI ARAYAN KILIÇDAROĞLU
Sıra BDP grubuna geldiğinde, bu salı kürsüde Gültan Kışanak vardı.
O da ‘ırkçı yaklaşım’ söyleminden girip, “Irkçılık yapıyorsunuz. Zihniyetiniz tekçiliğe göre işleyen faşizan zihniyettir” cümlesinden çıktı.
TBMM’de salı günleri kürsüye çıkan son isim Kemal Kılıçdaroğlu oluyor. Başbakan’a hitaben, “İnsan biraz utanır. İnsanda biraz ahlak olur, erdem olur. İftira atıyorsun, yalan söylüyorsun, ondan sonra kalkıyorsun bizi suçluyorsun” diyerek ateşe başlayan Kılıçdaroğlu şu ifadelerle devam etti:
“Yabancı istihbarat örgütlerinin oyuncağı oldun.”
“Egemen güçlerden talimat aldı; sen onu külahıma anlat benim.
“Sen Amerikan’ın korkuluğu musun, yoksa İsrail’in korkuluğu mu?”
“Erdoğan, bakın çok açık söylüyorum, bir bölücüdür.”
“Erdoğan’ı dindar görmek bütün dindarlara yapılmış en büyük hakarettir.”
“Sende ahlak kalitesi, kırıntısı var mı, yok mu, çık onu söyle bakalım.”
‘Milletin dili’ söylemini doğru kabul etsek dahi yukarıdaki sözleri yinelediğim için özür dileyip, aynı akşam izlediğim filmde, beyaz ve ırkçı bir rugby kulübünün adının değiştirilmesi için, “Millet bunu söylemeni istiyor” diyen arkadaşına Mandela’nın verdiği şu yanıtla yetineyim:
“Öyle konuşmayacağım. Millet böyle istiyor diye onu söyleyip, doğruyu söylemediğim an o milletime liderlik görevimi yapmamış olurum.”
Yazının Devamını Oku 6 Şubat 2012
SİLİVRİ’de süren davaları izleme fırsatını ilk kez cuma günü yakaladım.
Mustafa Balbay ve Tuncay Özkan’ın da yargılandığı 2. Ergenekon davasının salonuna girdiğimizde duruşma başlamış, yargıç hızlı hızlı konuşuyordu.
Belki de 10 yıldan fazladır hiç görüşmediğimiz Özkan, başıyla selam verdi.
Sonradan fark eden Balbay ise ayağa fırlayıp el kol hareketleriyle selam verince mahkemede katı bir disiplin uygulanmadığını anladım.
Birkaç basın mensubu ile kendilerine ayrılan sıraları dahi dolduramamış izleyicilerin fısıldaşmaları, sanıkların giriş çıkışları da sorun edilmedi. Tablonun sadece bu yanına bakmak gerçekçi olmaz tabii ki; asıl, sanıkların yüzlerine vuran sıkıntıyı, yaşadıkları gerginlikleri görmeli.
YALNIZLIK BÜYÜK SORUNMahkeme bir belgeyi aramak için ara verince ortam daha da gevşedi.
Tavanın her yerinden mikrofonlar iniyor, görüntü alınıyor olmasına rağmen Balbay ve Özkan bize doğru yönelip heyecanla konuştular.
Özkan, her zamanki gibi sert ifadelerle derdini özetlemeye çalışırken Balbay da cümlelerini mizah unsuruyla süsleme becerisini yine gösterdi.
Yazının Devamını Oku