29 Mart 2012
CHP’nin demokratik/yasal haklarını kullanarak, Tandoğan’da düzenlediği mitingin iktidar çevrelerinde yarattığı rahatsızlığı doğrusu hiç anlayamadım. Hele hele kesintisiz eğitim yasası çıkarılırken ‘sokak hakkını’ sonuna kadar kullananların eleştirilerini görünce şaşkınlığım daha da arttı.
Mitinge eleştirilerini günlerdir sürdürdüler, dün de ‘başarısız’ deyip durdular.
Söyleyeyim, seçim mitingi ile kıyaslanacak olursa evet, CHP’nin önceki günkü mitingi daha zayıftı ama seçim ortamı yok ve hafta arası.
Ancak gelin görün ki CHP mitinglerini, Cumhuriyet mitingleri üzerinden ‘tu kaka’ göstermek isteyenlere göre bu zayıflığın çeşitli gerekçeleri vardı.
En vicdanlı bilineni dahi hafta arası anımsatmasıyla, “Asker kışlasındaydı” derken haberler, “Falan paşalar yoktu, çünkü cezaevindeydiler” diye yazıldı.
SOKAK DIŞI ZEMİN KALMIYOR
Ortada gülünesi bir durum var; örneğin sanki AKP, daha dünkü seçimlerde Tandoğan’da miting yapmadı, CHP özellikle burayı seçiyor gibi yazdılar.
O bazı ‘demokratlar’ın daha çok incisi var ama mitinge bakışları bu oldu.
Sanki muhalefet kendini her kanalda en iyi şekilde anlatabilme hakkına sahip de buna rağmen meydanlara çıkıyor havasındalar bu ‘demokratlar’.
Defalarca yazdım, devam da edeceğim; muhalefetin kendisini ifade edeceği kanallar giderek daha fazla kısılıyor, iktidar yetkilileri oturuyor telefonun başına, “Aman ha, 4+4+4 Meclis Genel Kurulu’na geliyor. O görüşmeleri büyütmeyin” diye söz geçirebildiği medyaya mesaj yollamaya devam ediyor.
Muhalefetin sesi kısıldıkça da sokak dışında alternatif kalmıyor.
Yeter ki bu hak, demokratik ve yasal çerçevede kalsın/kullanılsın.
Böyle kaldığı sürece hiçbir sakınca da yok, aksine demokrasiyi geliştirir.
Tablo böyle olduğu sürece CHP mitingine yönelik eleştirileri, “Meydanlar sadece bizden olanların hakkı. Muhalefetin her yaptığı, halkı kışkırtmak, komplo düzenlemek” dışında görmek pek mümkün değil.
GÖRÜŞME SÜRELERİNDEKİ MESAJ
“Muhalefet, Meclis zeminini yeterince kullandığı halde sokağa döküldü” demek de haksızlık; çünkü yine söyleyeyim, teklifin Milli Eğitim Komisyonu’ndaki görüşmeleri, olumsuz bir örnek diye tarihe geçmiştir.
Başbakan Erdoğan ile CHP Lideri Kılıçdaroğlu’nun 13 Mart’ta partilerin grup toplantılarında açıkladıkları rakamlar da başka bir açıdan bunun kanıtı.
O gün Başbakan, “27 MADDELİ” 4+4+4 teklifi için şu rakamları verdi:
“Teklifi, Komisyon ve alt komisyon 91 saat 41 dakika görüştü. 342 konuşma yapıldı. 22’sini AK Partili, 30’unu CHP’li, 15’ini de MHP’li üyeler yaptı. Komisyon üyesi olmayan 104 milletvekili söz aldı. Bunlardan 4’ü AK Partili, 2’si MHP’li, 4’ü BDP’li; dikkat edin, 94’ü CHP’li.”
İki saat sonra da Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ın, “4+4+4 ile rövanşı alınıyor” demeye getirdiği “11 MADDELİ” kesintisiz eğitim tasarısının Plan ve Bütçe Komisyonu’ndaki görüşme süreleriyle ilgili şu rakamları açıkladı:
“23 komisyon üyesi 160 kez, komisyon üyesi olmayan 113 milletvekili de 496 kez söz istemiş ve konuşmuşlar.”
Kılıçdaroğlu, aynı konuşmasında; “Tekme yok, tokat yok” diye de eklemiş.
NOT: Kılıçdaroğlu’nun mitingde bağırarak hakarete varan ifadelerle Erdoğan’a, “Kafasının içinde beyin taşımayanlar”; “Pedagoji bilmez, cahil bir adam”; “Kendinden nefret eden biri”; ‘kindar’ı anlasak dahi, “Münafık, kindar insan dindar, mümin olmaz” demesi, TBMM Başkanı Cemil Çiçek’e de ‘korkuluk’ benzetmesi yapması hem şık değildi, hem de kendisinin terk etmesi gereken bir söylem olarak bir kez daha açığa çıktı.
Yazının Devamını Oku 26 Mart 2012
TBMM’de bir uygulamayla ilgili tartışma çıktığında geçmişte benzer durumda ne yapıldığına bakılarak karar verilir, buna da ‘teamül oluşturma’ denir.
AKP çoğunluğunun bu hafta Meclis Genel Kurulu’na taşımaya karar verdiği 4+4+4 yasa teklifinin Milli Eğitim Komisyonu’ndaki görüşme tarzı da TBMM tarihine ‘ilk’ diye geçecek yeni bir teamül oluşturmuştur.
Bu teamüle göre, bundan sonra; çoğunluğu elinde bulunduran her iktidar partisi, başkanına kendi üyesi olduğu komisyon salonlarını saatler öncesinden doldurarak, muhalefet milletvekillerini içeri almayarak, istediği düzenlemeler yarım saatte geçirme hakkına sahip olacaktır.
Bu demokrasiye taban tabana zıt durumun şakaya gelir yanı da yok.
AĞIZLARI VE ELLERİ BAĞLIYDI
Unutulmasın diye yeniden anımsatmakta yarar var; AKP milletvekilleri o gün komisyona, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın dediği gibi “Söz almak için” gitmediler; çünkü yüze yakın vekil arasında söz alan tek isim olmadı.
Yazının Devamını Oku 22 Mart 2012
AB Bakanı Egemen Bağış ile dün sabah kahvaltıda buluştuktan sonra büroya geldiğimde gazetelerde, Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schulz’un, “Türkiye’nin reform sürecinde geri bazı adımlar var” dediğini okudum. Oysa az önce Bağış, “Reform hızı açısından şu anda Avrupa’da, Türkiye’nin önünde giden tek ülke tanımıyorum. AK Parti hükümeti, şu an tartışmasız Avrupa’nın en reformcu hükümetidir” şeklinde iki iddialı cümle kurmuştu.
Aslında bu iki açıklama sahibi, Türkiye-AB ilişkilerini kendi açılarından doğru noktalara koyuyordu, Bağış ile sohbetten çıkardığım sonuç da buydu.
AŞÇIBAŞININ EN BÜYÜK YARDIMCISI
Görüşmemizin tamamına baktığımda Bağış, konuya tam üyelik sürecinden bağımsız, Türkiye’nin AB kriterlerine ulaşması temelinden yaklaşır olmuş.
Bu, hem “Yanlış” denecek hem de AB kriterleri ile bağdaşmadığı açık bazı ‘Türkiye fotoğraflarını’ konuşmaya engel görülecek bir yaklaşım değildi.
Bağış’a, AB’den çok iç politik polemiklere giren bir bakan görüntüsü verdiğini söylediğimde, “Bir şeyi karıştırmayalım; dışarıda ülkemi kötülemem, aksine sonuna kadar savunurum. Ama her Bakanlar Kurulu’nda farklı bir konuda sunum yapıyor, gereken her şeyi söylüyorum” yanıtını aldım.
Söz konusu AB ise kendisini, “Yurtiçinde aşçıbaşının en büyük yardımcısı” diye tanımlayan Bağış, gelinen noktayı AB’nin samimi olmamasına bağladı.
Bağış’a göre AB, örneğin, tutuklu gazeteciler konusunda samimi olsa “Yargı, Adalet, Temel Haklar, Özgürlükler” başlıklı 23 ve 24’üncü fasılları açarak bu konuda çözüme büyük katkı sağlayabilir.
AB’den esen olumsuz rüzgarlara rağmen, Reform İzleme Grubu’nun süreci çok iyi kontrol ettiğini, çok önemli çalışmalar yaptığını, önümüzdeki günlerde TBMM’de görüşülecek pek çok yasa tasarısının da bu amaçla hazırlandığını anlatan Bağış’ın, tutukluluk süreleri ve tutuklu gazeteciler tartışması temelinde yargıya yönelik göreceğimiz şu sözleri de dikkat çekiciydi:
“Türkiye’nin hak etmediği bir görüntü oluşuyor. Bunca reforma rağmen bağımsızlığı kadar tarafsızlığından da kimsenin şikayet edemeyeceği,
AB normlarında bir yargıya ihtiyaç var. Kanunu uygulayan yargı ve güvenlik güçleri, kanunu yapanın özgürlükçü, fakat yasakçı ve kısıtlayıcı zihniyete karşı olan iradesini çok iyi algılamaları gerekir. Çünkü dışarıdan Türkiye’ye bakan genel fotoğrafı görüyor. Genelin içinde her görüntü var.”
ACIYI YÜREĞİNDE HİSSEDİYOR
AB konusunu, “Tek arzumuz; çözüm, çözüm, çözüm” diye özetleyen Bağış’ın, gazeteciler dahil uzun süreli tutuklu sanıkları konuşurken, “Yaşadıkları acıyı yüreğimde hissediyorum. Acılarının bitmesi için çalışıyorum, adımlar da atılıyor” dediğini de belirtmeliyim.
İç politikadan yine uzak kalmayan Bağış’ın o sözlerini şöyle özetledim:
- AK Parti Tüzüğü’ndeki ‘Milletvekilliği 3 dönemle sınırlıdır’ kuralının değişmesi gibi bir durum, tartışma konusu bile değildir.
- Meclis’in seçtiği bir cumhurbaşkanı ile doğrudan milletin kendisi tarafından seçilen bir cumhurbaşkanı arasında, yetki kullanımı konusunda farklı anlayışlar olabilecektir.
- Şehitlerin acısını biz yüreğimizde tartışırken Afganistan’daki Türk askeri varlığını istismar konusu yapan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun anlayışı, Sivas’tan öteye geçemeyen bir anlayıştır. (Başbakan Erdoğan’ın da dün partisinin grup toplantısında aynı ifadeyi kullandığını anımsatayım.)
- CHP, cumhurbaşkanının görev süresini Anayasa Mahkemesi’ne götürerek Nasreddin Hoca misali, “Ya tutarsa” diye göle maya çalmaya çabalıyor.
- CHP aklınca 365 günü 367’ye çıkarmaya çalışıyor; o kurnazlık artık tutmuyor.
Yazının Devamını Oku 19 Mart 2012
GÜNCEL siyasi gerginliklerin dışına çıkacağım bugün. Cuma günü Türkiye’nin sayılı resim koleksiyoncularından Ankaralı işadamı Erhan Peker’in adını verdiği sergi salonunun açılışı gerçekleşti.
Arkadaş teşviki ile resme ilgi göstermeye başlayan Peker, bugün, “Keşke her işadamımız sanatla bu kadar iç içe olsa” dedirtecek noktaya gelmiş.
Sanatevinin kapısını 1925 öncesi doğumlu ressamların eserleriyle açan Peker, o sanatçılardan Adnan Turani ve Lütfü Günay’a da ev sahipliği yaptı.
Açılışa, Turan Erol’dan Yalçın Gökçebağ’a, Hasan Pekmezci’den Hayati Misman’a, Ekrem Kahraman’dan Nevzat Akoral’a, Sabri Akça’dan Hakan Esmer’e, Faruk Cimok’tan Habip Aydoğdu’ya kadar çok geniş katılım oldu.
Bu ustaları, sanatçıların böyle işadamlarına susuzluğunun örneği olarak sıraladığım için açılışa gelen diğer ustalarımızdan özür diliyorum.
BAŞKANLARIN İLGİSİZLİĞİ
Açılışta siyaset dünyasını Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan temsil etti.
Peker’in arkadaşlarından olan Çağlayan’ın, açılışa ilgisinin kaynağı bu değil; hakkını teslim etmeli, uzaktan baktığında dahi bir tablonun kime ait olduğunu bilecek kadar on yıllardır resme ilgi duyan bir isim.
Peker Sanatevi aynı zamanda Türkiye’nin en zengin resim depolarından biri. O nedenle Peker, burada duramaz; o depoda elinizi attığınız her raftan bir şaheser çıkıyorsa, Ankara yeni büyük bir resim müzesine kazanmak zorunda.
Ülkenin o değerleri Peker’in malı olmaktan da çıkıp toplumla buluşmalı.
Ancak, bu tür sanat yapılarında herkesin desteğine ihtiyaç duyulduğu da kesin.
Daha önceleri de yazdım; Türkiye’nin resimdeki en önemli değerlerinden Mustafa Ayaz, milyonlarca lira harcayarak Ankara’nın göbeğine müze yaptı.
Bu vesileyle, bir ameliyat geçiren Ayaz’a yeniden geçmiş olsun derken, aradığımda ilk sözlerinin, “Maalesef resimden 3 ay uzak kalacağım. Bu zaman nasıl geçer Şükrü Bey” olmasına dikkat çekmek isterim. Şimdi bakın; eserlerini ve mal varlığını, her şeyden çok sevdiği kızlarına bırakmaktansa, her santimine eser işleyerek bir müze inşa ediyorsunuz.
Ancak, örneğin o şehrin 20 yıllık Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, oraya daha hiç adım atmamış, ‘orada Ankara’mıza ne kazandırdı, bir katkı da bizden gerekir mi’ diye merak etmemişse ne düşünürsünüz?
Sadece Gökçek değil, Ankara’daki diğer başkanların tutumu da aynı.
GÖRÜNMEZ ADAM OLUP TABLO ÇALMAK
Kültür Bakanlığı’nın müzeye katkısını biliyorum; ancak belediyeler veya Ankaralı işadamları da kentlerine böylesi katkılar için çok şey yapabilir.
Kentler, ancak böylesi sanat yapılarıyla büyük, çağdaş olacağından Ayaz gibi sanatçılarla Peker gibi işadamlarını örnek alıp desteklemek şart. Açılış sonrası Çağlayan ve bazı sanatçılarla, sohbetin çok güzel olduğu bir yemek de yedik ve bir kez daha gördük ki, damarlarında sanat dolaşmaya başlayan biri o güzellikten bir daha kurtulmak istemiyor.
Peker’in, “Görünmez adam olup tablo çalmak istiyorum”, “Her merdiven başında tablo asılı apartmanlar hayal ediyorum” sözleri bunun kanıtı.
Sohbette Cezanne’den Picasso’ya, Van Gogh’dan Şefik Bursalı’ya kadar bilmediğimiz ilginç detaylarla sanat ufkumuzu genişleten Yalçın Gökçebağ’ın, özel hayatındaki bazı anekdotları anlatırken güldürü sanatçılarına taş çıkartabileceğini kanıtlaması da akşama ayrı bir sempati kazandırdı.
NOT: Sanat demişken; daha önce de yazdım, yeniden anımsatıyorum. Nihat Özdemir, “Sinemaya yatırım yapacağım” sözünü, zamanı geçtiği halde daha yerine getirmedi; ancak dün de konuştuğum için umudumu sürdürüyorum.
Yazının Devamını Oku 15 Mart 2012
GRUP toplantılarında liderlerin kullandığı dil nedeniyle, bir süredir salı günlerinin çok sevimsizleştiğini yazıp duruyoruz; ancak önceki gün, bu konuda yeni bir milat olarak TBMM tarihinde yerini almaya aday. O salı bu özelliğini, devasa güçteki iktidarın Milli Eğitim Komisyonu’ndan kavga-dövüş yasa teklifi geçirmesi sonucu kazandı; sırasıyla anımsayalım:
1- AKP milletvekilleri komisyon salonunu doldurdu, muhalefeti içeri almadı.
2- Onlar konuşmak için oraya gittiler ama bir teki dahi söz istemedi, genç olanları başkanlık kürsüsünün önünde barikat kurmakla yetindi.
3- Muhalefet milletvekilleri salonda oldukları halde ‘yok’ sayıldı, kaba güç kullanıldı, söz talepleri dikkate alınmadı, önergeleri işleme konmadı.
4- Sonuçta, her vatandaşı ilgilendiren düzenlemenin 20 maddesi, ihtisas komisyonunda tartışmasız, ‘oku-oyla’ yoluyla 25 dakikada geçirildi.
KAVGAYA DEVAM MESAJI
Pazar günü yaşanan bu garabetin salı günü bir ölçüde telafi edilmesini beklerken, önce MHP Lideri Devlet Bahçeli kürsüye çıktı, yaşananları Nazi yöntemleri olarak niteledi.
Ardından herkesin pürdikkat dinlemeye geçtiği Başbakan Erdoğan konuştu. Yöntemi sonuna kadar destekledi, arkadaşlarını övdü, tebrik etti, yetinmedi “Hangi dilden anlarsan” diye CHP’ye, ‘kavgaya aynen devam’ mesajı yolladı.
CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu da aynı sertlikte, “Direnişe devam” dedi.
Bu noktada kimse, “Muhalefet şunu yaptı, bunu dedi” gerekçesine sığınamaz; hele hele bu söyleme ‘Kasımpaşalı’ diye cesaret vermeye hiç kalkışamaz.
Çünkü, muhalefetle iktidarın yaptırım gücü arasında çok derin uçurum var.
Hiç unutmamalı ki, bu haliyle iktidarın kullanacağı her güç, ‘orantısız’ olmaya çok uygun; TBMM çatısı altında da diğer tüm kurumlarda da böyle.
Yine unutulan bir şeyi anımsatayım: ‘milli irade’ dendiğinde akla sadece iktidar partisine oy verenler gelemez, muhalefete oy verenler de gelmeli.
Bunu içselleştirmeyen hiç kimse demokrasiyi savunduğunu söyleyemez.
Üstelik bu yasa teklifi için muhalefet iki kez, “Gelin birlikte yapalım; amaç din eğitimiyse onu da konuşalım” demiş, iktidarsa bu eli baştan iteklemişse.
YANLIŞ ALGIYA UYGUN SÖZLER
Dün konuştuğum Kılıçdaroğlu da yaşanan tablodan hiç memnun değildi; Erdoğan’ın söyleminin şiddete yol açtığı inancında.
Bunun karşısında geri adım atamayacakları mesajını ise kararlılıkla veren Kılıçdaroğlu, komisyonda yaşananları doğrudan Erdoğan etkisine bağlıyor.
Başbakan’ı, yasama üzerinde tahakküm kurmakla suçlayıp bunu çok büyük bir tehlike olarak gören Kılıçdaroğlu, bu nedenle de demokrasi adına direnmek dışında seçenekleri bulunmadığını aktarma gereği de duydu.
TBMM Başkanı Cemil Çiçek, önce “İyi başlamadık”, sonra “İyi de gitmiyor” demişti; görünen o ki, iyi gitmesi için kılını kıpırdatan da olmayacak.
Türkiye her gün ‘barış’ dilinden uzaklaşıyor, toplum daha fazla ayrışıyor, bu yolu kesecek ilk isim ise Erdoğan’dır, en büyük görev de ona düşüyor.
Ancak Erdoğan bu konuda istekli görünmüyor; işte bakın, Sivas katliamı davası sonrası söylediği sözler son derece yanlış algılara, anlamalara açık.
“Hayırlı olsun” demesi zaten sorunlu da, “Yıllar yılı içeride olan vatandaş, içlerinde kaçak olanlar vardı. Bilmiyorum tabii onlar da var” sözleri mağdur yakınları ve geniş bir toplum kesimi tarafından hoş karşılanmadı diyebilirim.
Çünkü o sözler sanki ‘sadece sanıkları düşünüyor’ gibi bir belirsizlik içeriyor.
Keşke Erdoğan, “İçimize sinmedi ama ne yazık ki 2005’teki düzenlememize rağmen hukuk böyle” demekle yetinseydi.
Yazının Devamını Oku 12 Mart 2012
BİR Gülen cemaati organizasyonu olan Abant Platformu’nu ilk kez katıldım. “Yeni Anayasa’nın Çerçevesi” başlıklı bu yılki toplantılarda da, Türkiye’de tabu görülen birçok konunun dillendirilmesine yeniden tanıklık ettik.
Platform, yeni anayasa yapılırken en büyük tartışmanın vatandaşlık tanımı ve anadilde eğitim konusunda yaşanacağının da kanıtı oldu.
Bunu platforma katılanlar arasında önemli bir görüş ayrılığı yaşandı anlamında değil, genel bir tespit olarak söylüyorum.
Yoksa katılımcıların hemen hemen tamamı, etnik vurgudan uzak bir vatandaşlık tanımını yeterli bulurken anadilde eğitime ‘evet’ dedi.
BU PLAN GERÇEKSE
Bu uzlaşmaya, vatandaşın etnik/mezhep kökenleri ile milli güvenlik arasında bağlantı kuran şüphe ve korkulardan vazgeçilmesi temelinden varıldı. ‘Yeni ve herkesi evinde hissettirecek bir yurttaşlık’ tanımı ile anadilde eğitim gibi sorunların aşılmasını sağlayacağını söyleyenlere, azınlık temsilcilerinin verdiği kimi üzücü örnekler de haklılık kazandırdı.
Tartışmalarda, ülkenin bir numaralı sorunu olduğu için Kürt sorunu yine damgasını vurdu ve Kürt konuşmacıların tamamı, birlikte yaşama yönünde mesajlar verdi; ancak tablo keşke bu kadar pembe olsa.
Örneğin; “Sokaktaki Kürt’le Türk’ün sorunu yok” sözüne, gelinen noktada kuşkuyla yaklaşıyorum ve bu tehlikeye yazılarımda çok kez dikkat çektim.
Tek dileğim yeni anayasa sürecinin bunu geriye çevirmesi; ancak Diyarbakır Baro Başkanı Emin Aktar ile BDP TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu (AUK) üyesi milletvekili Altan Tan’ın sözlerine dikkat çekmek isterim.
Aktar da, Tan da öngörülerine dayandıklarını belirterek, Kuzey Irak’ın ardından Suriye’de de özerk Kürdistan kurulacağını söylediler.
Bu sözler bende, “ABD’nin uzun erimli planının sonuçları” hissi yarattı.
Irak ve Suriye’den sonra sıra hangi ülkeye gelir siz bilin; ama eğer Suriye ile ilgili bu plan artık görünür hale gelmişse, o zaman hükümetin Suriye politikasının bu planla uyumlu olup olmadığını sorgulamak gerekir.
Hükümet bu planın farkındaysa, her vatandaşın bu gerçeği bilme ve “Öyleyse bunca kanı akıtmaya niye devam ediliyor” diye sorma hakkı doğar.
Pek üzerinde durulmadı; ama ben Abant’ta en çok bu noktaya takıldım.
PLATFORMDA YENİ DÖNEM
Bu arada Abant Platformu ile ilgili bazı fısıltıları da aktarayım.
CHP’nin Genel Başkan Yardımcısı düzeyinde açılış konuşması yaptığı, bir PM üyesinin sürekli katılım sağladığı platformda, AKP’nin temsil düzeyinin AUK üyesi Mustafa Şentop ile sınırlı kalması önemsendi.
Bu noktada, platformun eski yöneticisi, Cemaatin önemli temsilcilerinden görülen Naci Bostancı’nın dahi, Milli Eğitim Komisyonu toplantılarını gerekçe gösterip, Abant’a gitmekten son dakika vazgeçmesi de dikkat çekici bulundu.
Çünkü, Hakan Şükür’ün maç izleme izni aldığı komisyondan, Bostancı da birkaç saat uzak kalabilir, hiç değilse açılışa katılabilirdi.
Platformun organizasyonunu bugün itibariyle, artık ABD’de 9 okulun genel müdürlüğü görevinden ayrılıp gelen bir matematik dehası üstlenecek.
Faruk Mercan’ın görevini üstlenen Hüseyin Hurmalı, Gülen’in de yakından tanıyıp güvendiği, California Üniversitesi’nde Yapay Zeka bölümünde çalışırken okulların yönetimine geçerek çok iyi lobicilik öğrenmiş bir isim.
Tanıdığımdan beri, “Eğer mesleğinde kalsaydı uluslararası bir marka olurdu” diye baktığım Hurmalı, bugün yaptıklarından dolayı çok mutlu. Seçimine saygı duyduğum, “Hedefim platformu uluslararası yapmak” diyen Hurmalı’nın, ABD’lilerle bağlantısı sayesinde bunu da başaracağını göreceğiz.
Yazının Devamını Oku 8 Mart 2012
BAŞTA Kemal Kılıçdaroğlu olmak üzere CHP’nin tamamının, son kurultaylar ardından, hazirandaki ‘sonuç kurultayı’ndan önce şöyle bir geriye yaslanıp, yanlışlar ve doğrular üzerinde derin bir muhasebe yapması gerekiyor. Haziranda olması beklenen kurultay için ‘sonuç kurultayı’ ibaresini özellikle kullandım, çünkü yerel seçimler öncesi son durak o kurultay olacak.
O durak, yerel seçimlerde başarı getirmezse hem Kılıçdaroğlu hem de CHP için altından kalkılması çok güç ve ağır yeni bir yük doğacaktır.
Seçimler evet, ülkedeki genel rüzgârın etkisi altında geçer, ama her seçim sonuç tayin edici kendine özgü yanlarıyla da yeni şanslar, fırsatlar yaratır.
O fırsatlar iyi değerlendirildiğinde genel rüzgâr tersine çevrilebiliyor.
GÜCÜ ALT EDEN ADAM
CHP ile ilgili böyle bir konuya girince, uzun tahliller yapmak mümkün, ama söze Kılıçdaroğlu’nun, çok olağanüstü bir dönemde genel başkan olduğunu, liderlik vasıflarının hepsini taşımadığını, o makama birlikte yürüdüğü bir kadroyla ve zorlu bir yarışı aşarak gelmediğini belirterek başlayalım.
Kılıçdaroğlu’nu CHP Genel Başkanlığı’na, halkta oluşan bir algı taşıdı.
“Bence” diyerek, Kılıçdaroğlu’nu o makama taşıyan o algıyı anımsatayım.
Ufak tefek yapılı denebilecek bir siyasetçi, bağırıp çağırmadan, sakin, güçlü delillerle desteklediği söylem ve dik bir duruşla, ‘güç sahiplerine’ karşı halkın çıkarını koruyor, o güç sahiplerini kan ter içinde bırakıp koltuktan ediyordu. Halk, genel başkan olarak da Kılıçdaroğlu’ndan her yerde bunu bekliyordu.
CHP’de de ‘güç sahibi’ iki isim vardı: Deniz Baykal ve Önder Sav.
İlk hata Sav ve arkadaşlarından geldi; onlar, ‘Güç biziz, seni biz yarattık’ algısını oluşturan söz ve eylemler sergilerken Kılıçdaroğlu’nun bu güç odağını ortadan kaldırmak için harekete geçmesi epey sonra gerçekleşti.
Diğer güç odağı konusunda ise doğru bir etik ve hukuki tavır sergilendiği söylenemeyeceği gibi ortadaki ciddi etik soruna rağmen o isme, hem yeniden seçilme şansı tanındı hem de ilindeki diğer adayları belirleme gücü verildi. Kılıçdaroğlu, son kurultay ile CHP içindeki bu güç sahiplerini nihayetinde yıktı geçti ve gecikmeli de olsa bu sonuç, halktaki ilk algıyla örtüşüyor.
TÜZMEN VAKASI
CHP dışına baktığımda ise iki örnek vereceğim: İlki Kürşad Tüzmen vakası.
Başbakan Tayyip Erdoğan, bazı bakanların liste dışı kalması konusunda ‘yolsuzluk’ imalı sözler edince, Kılıçdaroğlu haklı olarak, meydanlarda liste dışı kalan bakanları isim isim sıralayarak, “Hangisi” diye sordu. Tam bu süreçte o günün ‘güç sahibi’ Devlet Bakanı Tüzmen, Kılıçdaroğlu’nu bir toplantıda yakaladı, hafif de sertlik kokan bir üslupla “Beni mi kast ediyorsun” diye sordu, Kılıçdaroğlu, “Hadi kardeşim, bu soruyu git Başbakan’ına sor. Ben ‘Kim o bakan’ diye sorarak senin hakkını da koruyorum” demek yerine, Tüzmen’i kastetmediğini söylemeye getirdi.
Benim de Kılıçdaroğlu’nun ‘güç sahipleri’ karşısındaki ilk gerilemesi olarak değerlendirdiğim bu tavrını AKP çevreleri meydanlarda iyi kullandı.
Kılıçdaroğlu’nun, Türkiye’deki ‘gücün’ en büyük simgesi Erdoğan’a karşı kullandığı üslubun da halktaki algısı ile örtüşmediğini düşünüyorum.
O noktada sakinliğini koruyamayan Kılıçdaroğlu, sertleştikçe algısında erozyon yarattığı gibi o alanda Erdoğan kadar başarılı top da çeviremedi. CHP’yle ilgili bu tür değerlendirmelerimi ileride de sürdüreceğim, ama bugünün özetini, “Kılıçdaroğlu, halktaki ilk algıya ne kadar yaklaşırsa kendisinin, CHP’nin başarı çıtası o kadar yükselir” diye yapayım.
Çünkü son iki kurultayın kendisine yeni bir şans yarattığını düşünüyorum.
Yazının Devamını Oku 5 Mart 2012
TÜRKİYE Kayak Seven Gazeteciler Derneği olarak Kayak Federasyonu ile birlikte Uluslararası Gazeteciler Kayak Kulübü’nün 59’uncu buluşmasına ev sahipliği yaptığımız için gündemden biraz uzaklaştım. 35 ülkeden 180 gazetecinin, İstanbul ve Erzurum’u kapsayan bu geziden olumlu duygularla ayrılması, Başbakan Tayyip Erdoğan başta olmak üzere ilgili tüm kabine üyelerinin, 30’u aşkın kamu ve özel sektör kuruluşunun organizasyonumuza sağladığı destekle mümkün oldu. Otellerle seyahat acentelerimizin hizmet becerisini de bir kez daha gördük.
Türkiye için olumlu sonuç beklediğimiz bu etkinliğin ardından ilk olarak, yarım bıraktığım ‘kurultaylar sonrası CHP’ değerlendirmelerime döneceğim.
YA GELSEYDİ
Malum, 18 yıl CHP’ye genel başkanlık yapmış bir Deniz Baykal’ın, partisinin en yetkili kuruluna katılıp görüş ve eleştirilerini delege karşısında yapmamasını anlayamadığımı belirterek, eleştirmiştim. Kurultay sonrası da delegenin, Baykal dönemini tamamen bitirdiğini yazdım.
Şimdi ise önce, “Baykal kurultaya neden gitmedi” sorusuna yanıt verelim.
“Hâlâ güçlü olduğumu göstereceğim. Ben gitmezsem, delege de gitmez. Bu da Kılıçdaroğlu’na en büyük darbe olur” dışında verilecek bir yanıt var mı?
Anımsatayım, ilk kurultaya 900 altında bir katılımı, kurultay öncesi pek çok hataya da imza atmış CHP yönetimi için başarısızlık sayacağımı yazmıştım. Ama gelin görün ki 1.247 delegenin 967’sinin katıldığı kurultay, CHP yönetiminin başarısından da öte Baykal ve beraberinde Önder Sav’ı sildi gitti. Kurultay için imza veren 362 delegenin onlarcası dahi, ‘en büyük iletişim hatası’ ödülüne aday ‘salona girme’ çağrısına uymamışsa başka ne denebilir?
Peki bu durumda siz Kılıçdaroğlu olsanız, “Baykal iyi ki kurultaya gelmedi” diye ellerinizi ovuşturup, kendisine binlerce kez teşekkür etmez miydiniz?
Çünkü Baykal kurultaya katılsaydı, adım gibi eminim bugün, “Ben gelince delege de geldi” diyecek, kendisine daha çok güç vehmedip, “Seni ben kurtardım” diyerek Kılıçdaroğlu’nun ensesinde boza pişirmeyi sürdürecekti.
MALKOÇOĞLU KILICI ÇEKEBİLİR
Dikkat ederseniz Sav’ı pek anmıyorum; çünkü kaybedeceği kurultaydan çok önce belliydi; ama bunu bir o, bir de ‘gözü var görmezler’ göremedi. Sonuç açık ve net; delege Baykal’ı kaderiyle baş başa bıraktı, açık açık, “Yetti artık; böyle bir finali biz de istemezdik, ama sen zorladın” dedi. Baykal, köşesine çekilip akil adama dönüşmeyerek, ‘ısrar ettikçe kaybeden Türk siyasetçileri’ kulübünün yeni üyesi olmaya hak kazandı; hayırlı olsun.
Bir şey daha; “Hırsın ve hatanın böylesi” diyerek Baykal’dan uzaklaşanlar kervanına katılan çok yakınları da var, bu da kendisinin büyük başarısıdır!
CHP, aksaya aksaya süreç henüz tamamlanmasa da yeni dönemi perçinliyor.
Perçin haziran kurultayında bitecek; sonrasında Baykal ve Sav (belki 3-5 de arkadaşları) hariç, herkesi kucaklama harekâtı başlatılacak.
Çünkü Kılıçdaroğlu’nun yanlışlara yeni bir tane ekleme şansı hiç kalmadı.
İstanbul’dan kurultaya gelirken uçakta karşılaştığım, “Garibim bir nefes alamadı” dediği Kılıçdaroğlu ve CHP için ilginç değerlendirmelerde bulunan Cüneyt Arkın’la, rastlantı bu ya İstanbul’a dönüşte de aynı uçaktaydım.
Sonucu çok olumlu bulan Malkoçoğlu, Kılıçdaroğlu’nu aynen şöyle uyardı:
“Artık kılıcı çekmesi lazım. O çekmezse ben ona kılıcı çekeceğim. Disiplini sağlaması şart. Bakın rahmetli Ecevit böyle başardı. Bütün CHP’liler de kendilerini, hırslarını değil partilerini öne koymalılar.”
Bildiğim CHP’de artık hata yapanın hesap verme dönemi başlayacak, o nedenle Malkoçoğlu’na görev düşmeyebilir; ama uyarısı ciddi bir uyarıdır.
Yazının Devamını Oku