Bu sözler 11 yılın ‘Milli iradeyi kimse ile paylaşmadık’, ‘Tüm çeteleri yok ettik’ söylemini şakaya çevirirken ‘saflığı’ da ortaya koymuş oldu.
Kimse celallenmesin, ‘saflık’ iddiası benim değil; dün, Başbakan’a çok yakın bir kalem, ‘meğer ne kadar saf olduklarını’ uzun uzun yazdı.
Cemaat’e yapılan kayırmaları art arda sıralayan bu yazar, Başbakan’ın, ailesinin ve kendisinin canını, geçen yıla kadar, ‘Cemaat’in polislerine’ teslim ettiğini yeniden anımsatarak ‘Safmışız’ yakınmasında bulundu.
Başbakan’ın, ‘Cemaat ne istedi de vermedik’ sözünü yinelememe gerek yok da Allah aşkına, korumaları ‘Cemaat polislerinden’ seçmek, ne demek?
Polis için bu ifadeyi başkası kullansa acaba Başbakan yine sessiz mi kalırdı?
BAŞBAKAN’DAN KÜÇÜCÜK UMUT
Başbakan sadece bu konuda değil, halkın gördüğü başka konularda da sessiz.
Yolsuzluk ve rüşvet operasyonu sonrası ortaya çıkan büyük krizin nereye varacağı, yargının nasıl bir şekle sokulacağı belirsiz, kuşku dolu.
Üç ay sonra da halk bu yaşananlarla ilgili notunu sandıkta verecek. Görünen, AKP döneminin en çekişmeli seçimi yaşanacak gibi.
Çünkü, iktidar çevrelerindeki tedirginlik ve kamuoyuna yansıyanlara bakıldığında CHP, ilk kez bir seçime, neredeyse tüm büyük illerde ‘kazanma’ iddiası ile giriyor ve tabanına da bu morali aktarmış gibi.
AKP’DEN UCU AÇIK TEKLİF
Pazar günü Kemal Kılıçdaroğlu’na yapılan karşılamaya bakmadan da Mustafa Sarıgül ile CHP’nin İstanbul’da iddialı hale geldiği biliniyordu.
İstanbul’daki bu havanın, Mansur Yavaş’ın adaylığı kesinleşince Ankara’ya da sıçradığı söylenebilir. Ankaralıların, ‘belediyeci, kavga etmez, çalışkan’ sıfatları ile tanıdığı Yavaş ile yaptığım sohbette kendisini iddialı, hırslı ve morali yerinde buldum. Kazanacağına inandığı için rakibinin Melih Gökçek olmasından kaygı duymuyor, onu çok iyi tanıyor olmayı avantaj görüyor. Söyleyeceklerini tazeliyor, bilgileri test edip hafızasına yerleştiriyor. Propaganda süresince kavga ve incitici söylemden uzak durma, yanıt verme zorunluluğu doğması halinde ise ‘adabı içinde konuşma’ kararı almış.
Gökçek’le aynı üslubu kullanmayacağı kesin.
Bilmem itiraz eden olur mu; bir ülkede eğer, okula konacak isimden AVM’nin yüksekliğine, güzergâhtan kürtaj süresine kadar her konu ve icraat tek kişiye sorulur, tek kişinin sözüne bağlanırsa orada devlet sağlıklı işleyemez.
Üstüne üstlük, bütün bakanlıklarla ilgili konularda son kararı vermesi amacıyla, doğrudan tek adama bağlı komisyonlar kurulursa, ‘Bu da paralel bir devlettir’ iddiası haklılık kazanır.
Açık konuşmalı; sorunun kaynağı tek adama dayalı yönetim anlayışıdır.
ÖYLE YAP AĞAM DÖNEMİ
Örneğin bir işadamı, tek adamın her sözünün yasa üstü olduğunu düşünmeye başlamışsa, her sorununda ona ulaşmaya çalışması çok doğal.
O işadamı hukuk, adalet, kural, gelecek kuşakların hakları gibi kaygıları da taşımıyor, ‘Varsa yoksa benim çıkarım’ diyorsa bakın neler olur?
Tek adama ulaşıp istediğini alınca hemen telefona sarılır, ilgili bakan/bürokrat/belediye başkanı duysun diye, mutluluğunu çevresine şöyle müjdeler:
Sabah adına ben, Hürriyet adına da Muharrem Sarıkaya, havaalanlarındaki uğurlama törenlerine kadar Özal’ı izleyip tarifeli uçakla sonraki ülkeye geçtiğimiz için yanında kimsenin olmadığını görüyorduk.
Ancak gazetecilik şansı diyelim, sanırım Abu Dabi’de, kaldığımız otelde karşımıza Ahmet Özal çıktı; meğer Cem Uzan’la beraber aynı turu yapıyorlarmış.
İş görüşmelerinde bulunuyorlardı ve bu durumu manşetlere yansıttık.
Siyasetçi babalar ile oğulları tartışması da yeni bir boyut kazandı.
MAKAM KATINDAKİ OĞUL
Aradan yıllar geçti, AKP iktidar oldu, Maliye Bakanı Kemal Unakıtan ve eşiyle kaç kez görüştüysem, hepsinden çok renkli manşetler çıktı.
O buluşmalar sırasında birkaç kez oğlunu makam katında gördüm, arkadaşları denen birileri ile gelmişti.
‘Devletin içine sızmış olanların inlerine girip didik didik edeceklerini’ açıklayan Başbakan da ima ettiklerini en yakınına kadar sokmuş bir siyasi.
Bunu ben söylemiyorum; malum Başbakan, ‘Cemaat ne istedi de vermedik’ demişti, ama kendisine çok yakın bilinen iki yazar da bunu ifşa ettiler.
Biri cemaate, “Daha önce kaç valin, kaç bakanın vardı, şimdi kaç” diye sorarken diğeri, aşağıdaki şu cümlelerle bakın ilginç ne ipuçları verdi:
KORUMA CEMAAT POLİSLERİNDEN
“En büyük şaşkınlığı 11 yıl boyunca cemaatin kadrolarını kendi partisinin grubu dahil, her yere yerleştiren Başbakan Erdoğan yaşıyordur. Bu konuda o kadar rahattı ki (Belki de ihmalkâr demek lazım) kendisini ve ailesini koruyan yakın koruma ekibinin neredeyse tamamını cemaatin polislerinden oluşturdu, bir yıl öncesine kadar.”
Parantez içi cümle yazara ait ve ‘bir yıl öncesi’ denerek, Başbakan’ın evinde böcek bulununca, şubat ayında korumaların değiştirilmesi kastediliyor.
Bu durumda; ‘cemaatin polisleri’ bilinerek seçilmiş ve 11 yıl Başbakan’la ailesine en yakın mesafede tutulmuşlarsa bunun anlamı nedir, ne tür bilgilere sahipler ve bunların sonuçları ne olabilir?
Vicdan yaralayan, adaletsizlik üreten bu bakışın, özellikle son 10 yılda zirve yaptığına, bunun temel nedeninin de siyaset kurumu olduğuna dair kim kuşku duyar, itiraz eder bilemiyorum. Yalnız, sadece yolsuzluk operasyonu değil, Hakan Şükür’ün istifası ile belediye başkan adayları tartışmasına bakmak dahi bize yeterince fikir veriyor.
ŞU VEKİLLERİN İSTİFA SORUNU
Milletvekili istifası/transferi konusunda çok laf ettim.
En son, Adıyaman Milletvekili Salih Fırat, CHP’den istifa edip 19 Mart’ta AKP’ye geçince konuyu yeniden ele alıp, “Çok yanlış” dedim.
Keşke o gün de Başbakan Erdoğan, Fırat’ın elinden tutup grup toplantısına gideceğine, “TBMM’den de istifa et kardeşim” çıkışı yapabilse, AKP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin de “Liderin talimatına göre hareket etmeyen bize gelmesin” diyebilseydi.
CHP’nin sağdan belediye başkan adayları göstermesinde de durum aynı.
Başörtüsü, Kuran kursları, katsayı ve imam hatip liseleri, zorunlu din dersi, Alevilerin ibadethanelerinin kabulü, Müslüman olmayan azınlıkların din adamı yetiştirmesi ve bazı mülklerinin iadesi.
Geçen 11 yıla bakıldığında ise iktidarın, kendi tabanı üzerinden hassas olduğu ilk üç sorunu tamamen ve genişleterek çözdüğünü, Müslüman olmayan azınlıklar için de önemli ilerlemeler sağladığını görüyoruz.
Buna karşın ‘Alevi açılımı’ denerek 7 çalıştay düzenlenmesine, defalarca umut verilmesine rağmen Alevi inancıyla ilgili sorunların sürdüğü ortada.
AÇILIMA KUŞKU BÜYÜYOR
Gülen cemaatinin sözcü örgütü Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, Abant Platformu için bu yıl konuyu, “Aleviler ve Sünniler: Barışı ve Geleceği Birlikte Aramak” başlığına ayırdı.
Cemaatle hükümet arasındaki tartışma nedeniyle zamanlama kimilerine ilginç gelebilir, ama konu üç gün boyunca detaylı konuşuldu, tartışıldı.
Baştan söylemeli ki sorun çözülür veya çözülmez; ancak bu tartışmalar önemli ve en azından bazı yanlış algıların ortadan kalkmasına yararı olabilir.
Devlet, göstericiler aleyhinde dava açarken son sürat.
Ethem Sarısülük ve Ali İsmail Korkmaz’ın öldürülmeleri davaları hariç, göstericilerin yaptığı yüzlerce şikâyet konusunda ise kaplumbağadan da yavaş.
Sarısülük ve Korkmaz davalarında bin dereden su getirdiği de açık.
Ancak devlet, istediği kadar dava açsın, mahkûmiyetler versin; ‘İbadethaneler kirletildi’ iddialarını havalarda uçuştursun, -ki bu konuda bir kilisenin 200 gün işgali ile ilgili Fransa’daki Cisse davasına bakılmasını öneririm- öyle görünüyor ki Gezi’nin uluslararası itibarını zerre kadar kıramıyor.
Aksine devlet bu kafayla gittikçe, sadece Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) kitlesel cezalarının önünü açacak gibi.
KANDIRMA SONUÇ VERMEDİ
Daha üç gün önce İtalya Adalet Bakanı, “Türkiye-AB ilişkilerini güçlendirdi” diyerek Gezi’ye yeni bir itibar verirken, AB ve Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri ile pek çok uluslararası insan hakları örgütünün raporları devlete yönelik sert eleştiriyle dolu.