19 Şubat 2007
GÜVENLİKLE ilgili birimler, toplumdaki gerginlikten, temel değerler üzerinde dahi toplumda uzlaşma yokmuş görüntüsünden çok rahatsız. Tablonun Türkiye’nin ulusal güvenliğini tehdit eder boyuta ulaşmasından endişe eden güvenlik bürokrasisi 2007 yılını kritik buluyor.
Bürokratlar değerlendirme ve önerilerini Milli Güvenlik Kurulu (MGK) dahil, devletin ilgili birimlerine iletmiş durumdalar.
"Vakit geçirmeksizin toplumsal rehabilitasyon programı uygulamak şart" cümlesi önerilerin en dikkat çekeni oldu.
Peki, bürokratların kendi tasarruflarındaki bazı etkinliklere hemen start verdiği bu öneriye neden olan gelişmeler neydi?
ŞEHİT CENAZELERİ KORKUSU
Güvenlik bürokrasisine göre toplumu geren ilk neden ABD müdahalesi sonrası Irak’ta ortaya çıkan ağır şiddet dalgası.
"Gariban Müslüman’a" karşı girişilen şiddet toplumda acıma ve nefret duygusunu artırırken ABD’nin PKK duyarsızlığı buna tuz biber ekti.
Bu noktada bir parantez açarak, devletin ilgili birimlerinin ABD’nin PKK’ya karşı tutumuyla ilgili şu değerlendirmelerini aktarmak istiyorum:
Fransa ve Belçika’da PKK’ya karşı girişilen operasyonda ABD katkısı yok; çünkü ABD, ’yap’ dediğinde, yapmayacak tek ülke Fransa’dır.
Fransa, Ermeni tasarısı nedeniyle oluşan tabloyu yumuşatmak istedi.
Yoksa, Kandil’deki 5, Zap Suyu etrafındaki 3 kampta 3 bin militan, hastane dahil büyük lojistik destek alırken ABD hálá, "Girme" diyebilir miydi?
İkinci neden AB’nin kendi iç politikasında malzeme yapmaya başladığı Türkiye’ye karşı ’anlayışsız’, ’tokat atıcı’ görüntü sergilemesi.
Avrupa Parlamentosu, sürekli eleştiri raporları çıkarırken, atılan onca adıma rağmen bir tek olumlu rapor yayınlamaması da aynı neden içinde. Üçüncü neden milliyetçiliği körükleyen PKK terörü.
Toplumsal dokuya da zarar veren bu konuda ayrıca acil önlem isteniyor.
Çünkü, yeni şehit cenazelerinin kritik sonuç yaratmasından korkuluyor.
IRAK BİRİNCİ TEHDİT
2007’yi en kritik yıl haline getiren bu nedenlerle toplumsal rehabilitasyon programı öneren güvenlik bürokrasisi, öncelikle gündemdeki konulara teknik yaklaşım gösterilmesini, ekonominin daha da güçlendirilmesini istiyor.
Uçurumu artıracağı kaygısı ile ’Trabzon’, ’Mersin’, ’Kuvayı Milliye’ gibi tartışmaların kesilmesi üzerinde de hassasiyetle duruluyor.
Öte yandan güvenlik bürokrasisi, 2007’de Türkiye için ilk tehdidi Irak, ikinci ve üçüncüsünü ise İran ve Ermeni iddiaları olarak sıralıyor.
ABD’nin Irak’ta 2 yıl daha kalması olumlu bulunurken, "Türkiye’nin vıdı vıdı ediyor görüntüsü vermeyip, iddialarının arkasında gereken sertlikle durması, caydırıcılığını ortaya koyması uygundur" deniyor.
Devletin tepesine, "Uyarılarınıza devam edin" mesajı veriliyor.
BM’nin İran’a verdiği sürenin 23 Şubat’ta dolacağına işaret eden ve İran’ın vereceği yanıtı önemseyen güvenlik bürokrasisi, son seçimlerde ortaya çıkan tablonun Ahmedinejad için alarm nitelik taşıdığı kanısında.
Ama, İran hálá Türkiye için tehlikeli görülüyor ve bu nedenle uluslararası camia ile ortak hareket şart koşuluyor.
Tüm bu konular, ilk MGK’da yeniden masaya yatırılacak.
Sıcak tartışmalar ardından oradan bazı yeni kararlar çıkacak gibi.
Yazının Devamını Oku 15 Şubat 2007
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan, salı günkü AKP Grup toplantısında istikrar ve güven atfı yaptıktan sonra şu iki soruyu sordu: "Pamuk ipliğiyle birbirine bağlı zayıf koalisyon hükümetleri acaba kaç gün daha ayakta kalabilecek diye düşünülen bir ortamda, uzun vadeli hesaplar nasıl yapılabilir? Kan uyuşmazlığı aşikar olan koalisyonlara ne kadar güvenebilirsiniz?"
Seçim sürprizlere gebe olabilir; ama Erdoğan’ın bu sözleri, AKP’nin, seçim sürecinde kullanacağı en büyük propagandanın, "koalisyon öcüsü" olacağını gösteriyor.
AKP’nin bu söylemini, "CHP-MHP-DYP koalisyonu mu, tek başına AKP mi?" şeklinde sloganlaştırmasını da öngörmeli.
Grup toplantısı sonrası edindiğim izlenim bunu güçlendiriyor.
ULUSLARARASI DESTEK AKP’YE
AKP’nin kullanacağı ikinci argüman piyasalardaki hava olacak.
Bu çerçevede Meryll Lynch adına Mehmet Şimşek’in yaptığı AKP lehindeki açıklama ve ABD’nin AKP’nin arkasında durduğunu savunan haberler önemli.
Büyük iş çevrelerinin "istikrar sürmeli" talebi de AKP için avantaj. Tabii Türkiye’yi kriz sonrasında devralan AKP’nin o günün göstergeleri ile bugünün rakamlarını kıyaslaması son derece doğal.
İktidara gelince açıklanan Acil Eylem Planı’nın başarısı tartışmalı olsa da başta halka yapılan sosyal yardımlar, AKP’nin kendi lehinde kullanacağı birçok icraatı listeye eklemek mümkün.
İşin ’ancak’ bölümüne geldiğimizde ise Türkiye’de, her seçimi o günün konjonktürünün belirlediği gerçeğiyle karşılaşıyoruz.
Öcalan’ın yakalanması, ekonomik krizler son iki seçimdeki örnekler.
Yoksa, kimse DSP veya AKP’nin projeleriyle oy aldığını söyleyemez.
O nedenle önümüzdeki seçimi belirleyecek konjonktürü görmek gerek.
Yeni konjonktür, dış baskılar ve ayrılıkçı terörden kaynaklanan milliyetçilik dalgası ile güvenlik ve asayiş üzerine oturacak gibi.
Önceki seçimde yasaklar, yoksulluk ve yolsuzluk konularını konjonktüre ilave olarak iyi kullanan AKP’nin bu kez ’3Y’ kozuna kullanamayacağı da ortada.
AVANTAJ TERSİNE DÖNER Mİ
Eğer konjonktür böyle gerçekleşirse, AKP lehinde görünen uluslararası destek aleyhe de dönüşebilir.
TBMM’de karşılaştığım DYP lideri Mehmet Ağar’ın, adaşı Şimşek’in sözlerini, "O arkadaş, hükümetin Merkez Bankası için gönderdiği kararnamesi Köşk’ten dönen biri. Ayrıca fark etmez; zaten biz hükümet halkın değil, Meryll Lynch’ler hükümeti diyoruz" biçiminde karşılaması bu açıdan önemli.
Aynı dakikalarda asayiş ve yoksulluk da CHP lideri Deniz Baykal’ın söylemindeydi.
Hükümetin unutulduğunu düşündüğüm bir kararını yeniden gündeme taşıyan Baykal, tuzda KDV’yi yüzde 18’de tutan hükümetin, zümrüt, yakut ve elmasta KDV’yi sıfırlayarak yoksuldan değil zenginden yana davrandığını anlattı.
Muhalefet, Türk toplumundaki imajı nedeniyle ABD desteğinin de AKP için etkili sonuç doğurmayacağı kanısında.
Cumhurbaşkanlığı seçimi tabii ki konjonktürü değiştirebilir.
O gün yeni bir değerlendirme yapacağız. Bakalım o gün değişim hangi yana doğru olacak?
Yazının Devamını Oku 12 Şubat 2007
CHP Lideri Deniz Baykal, Türk-Alman Dostluk Federasyonu Başkanı Ali Kılıç’ın daveti ve Uluslararası Güvenlik Konferansı nedeniyle üç gün geçirdiği Münih’te Alman siyasetçilerle de görüştü. İzlediğim bu görüşmeleri, daha çok Türkiye-AB ilişkileri ve CHP’nin konuya bakışı açısından değerlendirdim.
Görünen, Alman siyasetçilerin AKP politikaları nedeniyle Türkiye’ye olumsuz bakışı CHP’nin AB umutlarını azaltsa da bu partinin önüne fırsatlar da sunuyor.
Çünkü Avrupa’da, Türkiye’nin AB sürecine desteği hálá daha çok sol veriyor.
AKP’NİN İSLAMİ ÇİZGİSİ
Baykal’ın buluştuğu sağ siyasetçiler Hıristiyan Sosyal Birlik’in Bavyera Meclis Başkanı Alois Glück ile İçişleri Bakanı Günther Beckstein oldu.
Bu iki isim de Türkiye’deki siyasal İslam’la ilgili gelişmelerin Alman halkını çok endişelendirdiğini söylediler.
Daha ileri giderek AKP’nin de İslami bir çizgi izlediğini, Türkiye-AB ilişkilerini AKP’nin bu çizgisinin belirlediğini ileri sürdüler.
Sosyal Demokratların eyalet Meclis Grup Başkanı Franz Maget’in yaklaşımı da farklı olmadı.
Merkel’i iktidara taşıyan önemli etkenlerden birinin Türkiye karşıtı söylemi olduğunu belirten Maget, "Bunun üstüne bir de hükümetinizin laiklikle ilgili kuşkulu tutumu eklenince AB sürecinize kamuoyumuzun desteği azaldı" dedi.
Yine de Maget, "Biz, Türkiye’ye desteği sürdüreceğiz" sözü verdi; ama Glück ve Beckstein süreci olumsuz gördüklerini ifade ettiler.
FRANSA’DAN VERİLEN MESAJ
CHP bir süre önce Fransız solu ile de temas kurmuş.
İlginçtir, onlar da benzer görüşler iletince CHP’liler, "Siz bizi destekliyordunuz, ne oldu?" diye sormuş.
Yanıt, "5 milyon Kuzey Afrikalı Müslümanla baş edemiyoruz, giderek siyasal İslam’a yaklaşan 72 milyona karşı nasıl rahat olabiliriz" olmuş.
CHP’liler, "Ama, Türkiye laik bir ülke" diye üstelemişler.
Bu kez yanıt; "Öyle düşünüyorduk; ama AKP’nin zina tartışması bizi uyandırdı" diye gelmiş.
Sonuçta Fransız ve Alman solundan bazı sözler almış olsalar da Avrupa’daki gelişmeler, CHP’nin, AB umutlarını olumsuz etkiliyor.
Güvenlik konferansında Almanya Başbakanı Merkel’in Türkiye’ye hiç atıf yapmaması olumsuzluğu daha da artırdı.
Ancak Merkel’den sonra konuşan Sosyal Demokratların lideri Kurt Beck’in Türkiye’ye açık destek vermesi, Türkiye karşıtı Avusturya Dışişleri Bakanı Ursula Planssnik’in "Üyeliğine karşı değiliz" demesi, okyanus ötesi ülke Avustralya’nın Savunma Bakanı Alexander Dower’in, AB üyesi bir Türkiye’nin dünya güvenlik sistemine önemli katkı yapacağını söylemesi hálá umudu korumak gerektiğini gösterdi.
O nedenle CHP’nin Avrupa solu üzerinde yapacağı çalışma çok önemli.
Olası iktidarında, AB süreci için Avrupa solunu birinci avantajı olarak gören CHP, laiklik anlayışlarının Avrupa sağının bakışını olumluya çevireceğine inanıyor.
CHP, AB projesini bu iki koz etrafında şekillendirmeye başlamış bile.
Yazının Devamını Oku 8 Şubat 2007
HÜRRİYET.com tr için Fatih Çekirge’yle birlikte DYP ve Anavatan Partisi liderleri Mehmet Ağar ve Erkan Mumcu’yla uzun görüşmeler yaptık. Görüşmelerin bütünleşme üzerinde yoğunlaşması doğaldı.
İki liderin de bütünleşmeden yana olduklarını söylemeli; ancak benim gözlemim, Ağar konuya biraz mesafeli yaklaşıp acele etmezken, Mumcu daha sıcak mesajlar veriyor ve hızlı hareket etmenin yararına inanıyor.
Röportajların yayınlanmasından sonra aldığım yankılar da bu yönde.
İki liderin böyle davranmasının temelinde farklı gerekçeleri var ve bu gerekçeler işin hiç de kolay olmadığını ortaya koyuyor.
TEMEL AYRILIKLAR
Gerekçelere baktığımızda Ağar, önce cumhurbaşkanlığı seçimini görmek istiyor; çünkü siyaset tablosu bu seçimin ardından netleşecek diye düşünüyor.
Bu noktada Mumcu, önceden gerçekleşecek bütünleşmenin merkez sağa, cumhurbaşkanı seçimini olumlu yönde etkileme şansı vereceğinden emin.
Ağar, birleşmenin büyük parti olması nedeniyle DYP’de ve kendisinin liderliğinde gerçekleşmesi gerektiğine işaret ederek şöyle konuşuyor:
"Siyaset bu temel üzerinde gelişecek. Buradan herkes mesajını alsın. Merkez sağdaki büyük birlikteliği var edecek çizgi budur. Bu seçim tarihsel fırsattır. Türkiye bunu, Mehmet Ağar’ın öncülüğünde taşıyacaktır."
Mumcu ise "önce merkezin yeniden inşası" diyor, bazı marjinal unsurları bile etraflarında toplayabilecek daha büyük bir bütünleşme öneriyor.
Bunun yanı sıra Mumcu, böylesi bir süreçte "Ben büyüğüm, aslanım, kaplanım, uçuyorum" denmesini üstünlük taslama görüyor, ayıp ve ahlaksız buluyor.
Ancak iki lider, bütünleşmenin AKP’ye karşı yapıldığı izlenimi yaratmaması konusunda tamamen hemfikirler.
Çünkü, böylesi bir izlenimin AKP’ye güç katacağına inanıyorlar.
ÇOCUKLARA HESAP VERMEK
Bence röportajların en çarpıcı bölümü, eski DYP Genel Başkanı Tansu Çiller’in, Ağar ve Mumcu’ya, "kulağınıza küpe olsun" niyetiyle yaptığı itiraftır.
Çiller’in, Mumcu’ya söylediği şu sözler, köşesine çekilmiş olsa da büyük bir iç hesaplaşmaya gittiğini ve sonuçta çok üzüldüğünü kanıtlıyor:
"Birleşme bizim de önümüze geldi; başaramadık. Bundan dolayı üzgünüm. Kendimi bu konuda çocuklarıma izahat vermekle sorumlu hissediyorum. Ülkemizin çocuklarına nasıl bir gelecek bırakacağımızdan hepimiz sorumluyuz. Biz başaramadık, inşallah siz başarırsınız."
Çiller bu özeleştiriyi yaparken, Mesut Yılmaz’ın merkez sağı bütünleştirme çabalarının altında aynı gerekçenin yatmadığını düşünmek mümkün mü?
O nedenle; Çiller ile Yılmaz, Ağar-Mumcu ikilisine ders veriyorlar.
Röportajların yayınlanmasından sonra, beni arayan DYP ve Anavatan’ın etkili isimleri de önümüzdeki seçimin son şans olduğuna inanarak Ağar ve Mumcu’nun, eski liderlerinin verdiği dersi almasını bekliyorlar.
Görünen o ki her iki partide de bütünleşmeden yana olan önemli güçler var; ama tepeden gelen baskılar onları bir ölçüde bastırıyor.
İki lidere dışarıdan yapılacak baskılar, iki parti içindeki bu kesimlerin seslerini daha güçlü çıkarmaları yönünde cesaretlendirecek gibi.
Sonuçta, başta da söylediğim gibi büyük zorluklar var; ama izlenimim, cumhurbaşkanlığı seçiminin ardından işin daha kolaylaşabileceği yönünde.
Yazının Devamını Oku 5 Şubat 2007
HRANT Dink’in 19 Ocak’ta öldürülmesiyle birlikte Türkiye, cinayetin cumhurbaşkanlığı seçimini etkilemek amacıyla derin devlet tarafından işlendiğini savunan komplo teorilerinin de ileri sürüldüğü bir haber kirliliğine sokuldu. Bu iddiaları unutmadan olayların kronolojik gelişimini anımsayalım.
Cinayeti işleyenler derinlerde aranırken 20 Ocak’ta, baba Ahmet Samast’ın ihbar ettiği oğlu Ogün, Samsun’da yakalandı.
Ogün’ün yakalanmasıyla Alperen Ocakları ile bağlantılı oldukları öne sürülen yardımcıları aynı gün, gün yüzüne çıktı.
Azmettiren de Trabzon’daki McDonald’s’ı bombalayan Yasin Hayal’di.
GÖREVDEN OLANLAR VE KALANLAR
İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah cinayetin milliyetçi saiklerle işlendiğini açıklarken, Vali Muammer Güler düzeltme yoluna gitti.
Dink’in cenazesi 23 Ocak’ta kaldırılırken zanlılardan Erhan Tuncel’in BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’nun arkasında durduğu bir fotoğraf yayınlandı.
Cinayetle ilgili ihmalleri gerekçe gösterilerek Trabzon Valisi Hüseyin Yavuzdemir ile Emniyet Müdürü Reşat Altay 25 Ocak’ta görevden alındı.
Ogün Samast’ın ünlü fotoğrafının Samsun Emniyeti’nde çekildiğini Emniyet Genel Müdürlüğü Sözcüsü İsmail Çalışkan söyledi.
Başbakan Erdoğan’ın derin devletin varlığını açıkladığı 27 Ocak akşamı, aynı saatlerde TSK’dan atılan eski uzman çavuş Nihat Acar, Dink’in cenazesinde atılan "Hepimiz Ermeni’yiz" sloganını protesto etmek için Gelibolu-Lapseki seferini yapan arabalı vapuru kaçırma eyleminde bulundu.
Aynı gün Erhan Tuncel’in Rahip Santoro cinayetinden sonra, halen Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı olan Trabzon Emniyet Müdürü Ramazan Akyürek döneminde muhbirlik yapmaya başladığı ortaya çıktı.
Müfettiş raporları gelmeden Trabzon Valisi ile Emniyet Müdürü’nü görevden alan İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, ortaya çıkan açık ihmallere rağmen, "Müfettiş raporu olmadan kimseyi görevden almam" dedi.
EMNİYET YIPRATILIYOR
28 Ocak’ta Erdoğan, vapur eylemini eski bir askerin yaptığını anımsattı.
El Kaide’ye yönelik altı ildeki operasyon tarihi de 29 Ocak.
30 Ocak’ta Dink cinayet ihbarının Trabzon Emniyeti’nce, İstanbul Emniyet Müdürlüğü ile Ankara’da İstihbarat Daire Başkanlığı’na 17 kez yapıldığı belirlendi.
TGRT’nin 1 Şubat’ta Ogün Samast’ın Türk bayraklı fotoğrafının Jandarma’da çekildiği iddiası ortalığa bomba gibi düştü.
Ertesi gün gerçek ortaya çıktı ve Jandarma sert bir açıklama yaptı; ama hükümet yanlısı medyada jandarma bağlantısını ima eden iddialar sürdü.
Aynı gün El Kaide üyelerinin Erdoğan’a suikast planladıkları açıklandı.
Cinayet yerindeki Yasin Hayal fotoğrafı ise son kirlilik oldu.
Peki, bu tablodan derin devlet mi, Emniyet içindeki çekişme mi çıkar?
Varsa derin devlet ortaya çıkarılsın; ama bu cinayet soruşturmasının emniyeti giderek daha fazla yıprattığı açık.
Öncelikle bu sürece dur demek gerekir; bunun yolu da müfettişlere daha bağımsız araştırma olanağı sağlayacak, yeni görevden almalardan geçer.
Yoksa bu cemaat bağlantılı kavga, daha çok kirlilik yaratır.
Yazının Devamını Oku 1 Şubat 2007
ÖNÜMÜZDEKİ seçimin ana konularından biri güvenlik ve asayiş olacak. Kapkaç, hırsızlık, cinayetler böyle sürdükçe başka şey de beklenemez.
AKP hükümeti, birçok alanda başarılarla övünse bile asayiş ve güvenlik konularında son beş yılda ciddi bir başarısızlıktan söz etmek mümkün.
Yaşadığımız pek çok kapkaç olayı bile demokratik bir ülkede çok koltuk sahibini yerlerinden edebilecekken Türkiye’de ne ülkeyi sarsan bombalamalar ne cinayetler bugüne kadar kimseye fatura edildi.
Ama, Hrant Dink cinayeti sanki yeni döneme girildiğini gösteriyor.
Bu noktada Başbakan Tayyip Erdoğan’ın tutumu her şeyi belirleyecektir.
Erdoğan, kimseyi kayırmadan sorunun üzerine giderse görülecektir ki bazı güvenlik amirlerinin "Bizi AB yasaları engelliyor" mazereti kalmayacağı gibi asayiş ve güvenlikte sonuç alıcı adımlar gelecek.
ASIL SORUN KOORDİNASYON
Çünkü, Dink cinayeti derin devletin işi gibi tahmin edildi; bırakın derinleri, ’el üstündeki’ adamlarca işlendiği ortaya çıktı.
Dış güçlerin parmağı aranırken cinayet, AKP dönemi kadrolarının da içinde olduğu devletin bir kesiminin kucağına düştü.
Mazeretler de, komplo teorileri de havada kaldı.
Şimdi sabırla müfettişlerin her şeyi ortaya çıkarmasını bekliyoruz.
Ancak kulislere baktığımızda, derinde daha önemli sorunlar görünüyor.
En büyük sorun; güvenlik, istihbarat ve asayişle ilgili birimler arasındaki güvensizlik, koordinasyonsuzluk.
Bu sorun her dönem yaşandı; ama hiç bu düzeye çıkmadı.
Sorunun aşılamaması kendisini AKP’ye mensubiyet içinde görenlerle görmeyen kadroların varlığından kaynaklanıyor.
Mensubiyet içindekiler rehavete düşerken diğer taraf, "Aman açığımızı yakalamasınlar" baskısı altında görev yapıyor.
Emniyet Genel Müdürlüğü makamının, eskisinin ne zaman emekli olacağı çok önceden bilinse de cumhurbaşkanı seçimi sonrasında ’kafaya uygun’ isim atanır diye aylardır vekaletle yönetilmesi ise artık anımsatılmıyor bile.
İçişleri Bakanı’nın sürekli sessiz kalması, Başbakan Erdoğan’ın zaman sorunu yaşaması, Başbakanlık Müsteşarı’nın da bu birimlerin bazılarınca muhatap alınmak istenmemesi çalışmada verim düşüklüğü yaratıyor.
O nedenle, "Bir bakın Başbakan istihbarat birimleri ile ne sıklıkta görüşüyor" sorusu sorulup "Mutlaka bu birimlerle daha fazla görüşmeli" deniyor.
MUHALEFET DE GÖRÜYOR
İstihbarat atlaması, kusurun bir birime bırakılmak istenmesi, cinayet ihbarı evrakının koruma şubesine gönderilmemesi, bir muhbirin teslim alınmaması veya uzaktan kumanda ile idare edilmeye kalkışılması...
Bu kusurlar yukarıda aktardığım tablodan uzak görülebilir mi?
Muhalefet de tablonun farkında.
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın salı günü grup toplantısında bürokratları uyarması, hatta tehdit etmesi, diyelim boşuna değil.
Baykal, bürokratlara, "İşinizi yapın, siyasi kadro olmayın. AKP gidici. Geldiğimizde bürokratlardan da hesap soracağız" diye seslendi.
Baykal bu sözlerle bir yandan bazı bürokratların elini güçlendirirken, diğer yandan AKP kadrolarına uyarı yolladı.
Baykal’ın çıkışı önemli; ama asıl anahtar Erdoğan’da.
Yazının Devamını Oku 29 Ocak 2007
GEÇEN pazartesi günkü yazımda, Hrant Dink cinayetinin ardındaki güçlerin açığa çıkması konusunda pek umutlu olamadığımı yazıp devam etmiştim: "Trabzon’da, yakın zamanda olanları anımsadığımda; o dönemin emniyet yetkilileri hiçbir kusurları yok gibi, bırakın istifa veya görevden alınma, terfi ettirilmişse nasıl umutlu olunabilir ki?
İstanbul’da iki gün arayla aynı tip kamyonet bombalar sinagog, banka, elçilik duvarlarında patlıyor, 58 vatandaşımız ölüyor ve tek bir kamu görevlisine dahi fatura kesilmiyorsa umut korunabilir mi?
Dilerim bu kez yanılırım."
Trabzon valisi ile emniyet müdürü görevden alınınca ve Başbakan Tayyip Erdoğan, bu görevden almaların devamı gelebileceği yönünde konuşunca bu kez yanılıyorum galiba, diye düşünmeye başladım.
Böylesi yanılma için can feda.
PEKİ YA TERFİ EDEN
Başbakan’ı ve hükümeti bu kararı için kutlamak gerek.
Böylece, hem sorumluluk makamındakilerin olaylara daha ciddi yaklaşmasının, hem de vatandaşın devlete daha fazla güvenmesinin yolu açılıyor. Ancak, görevden alınan Reşat Altay’ın ilde 8 aydır görev yaptığını; asıl olumsuz gelişmelerin önceki müdür Ramazan Akyürek döneminde gerçekleştiğini ve o dönemle ilgili çeşitli iddiaların gündemde olduğunu da anımsatmalı.
Peki Altay görevden alınırken Akyürek’in İstihbarat Daire Başkanlığı’na terfi ettirilmiş olmasına ne demeli?
Hükümet çevreleri ne der bilemem; ama daha önce de dile getirdim.
Hükümet, "bizden olana" karşı toleranslı, "bizden olmayana" karşı sert.
Akyürek’le ilgili tutumun da buna bir örnek gösterileceği kesin.
Yine de ilk adımın cesaretlendirici olduğunu söylemeli; ama "bizden olan" yaklaşımı nedeniyle izlemeyi de sürdürmeli.
Hükümetin böyle bir ayrıma gitmemesi öncelikle kendi yararına; ama bu noktada AKP’nin Kızılcahamam kampına uzanınca umutsuz kalıyorum.
BÖHÜRLER’DEN ESİRGENEN
Kampta, Ayşe Böhürler, hem Erdoğan’ın milliyetçi söyleminden yakındı, hem de AKP teşkilatlarında yaşanan Ali Dibo iddialarına atıfla, "AKP teşkilatında yönetici olarak çalışan arkadaşlar ile normal vatandaşın mal varlığındaki büyüme arasında orantısızlık var" dedi.
Onca erkek arasında konuyu cesaretle gündeme getiren Böhürler’i kutlaması gereken Erdoğan, "Bu çirkin yaklaşım" diye fırçalama yoluna gitti.
Bence burada da Başbakan’da, "Bizimkiler yapmaz" görüşü egemen oldu.
Başbakan buna inansa da hem AKP teşkilatları hem de AKP dönemi bürokrasi ile ilgili, geçmişte günlerce gündemden inmeyenlerine benzer savcılık iddianameleri, mahkemeler, istifalar, görevden alma olayları yaşanıyor.
Bunların yolunu kesmenin en etkili yöntemi, sıfır toleransttır.
O nedenle, Ali Dibo iddiaları üzerine Erdoğan, savunmaya geçmek yerine, Grup Başkanvekili arkadaşı hakkında, bir bürokrata ihale listesi verdiği, bir ilçe başkanının rüşvet imasına tepki koymak yerine, "Sus, dinleniyoruz" dediği için işlem yapsaydı, iddiaların AKP’ye etkisi sıfır olabilirdi.
Ama bugün sanki yeni bir noktaya gelmiş görünen Erdoğan, eğer Trabzon’daki tutumunu, "Bizimkiler" ayrımı yapmadan sürdürürse hem Türkiye hem de partisi kazançlı çıkar.
Yazının Devamını Oku 25 Ocak 2007
HRANT Dink cinayeti nedeniyle geçen hafta perşembe günü TBMM’de Irak’la ilgili genel görüşme yapılırken yaşadığım ilginç bir gözlemimi aktaramadım. Gözlemim, merkez sağda birleşme arayışlarına lider düzeyindeki olumsuz bakışın somut ipuçlarını verecek türdendi.
Üzücü bir rastlantı; ama yazı, saygı ile andığım, bütünleşme için partisini kapatıp CHP’ye katılmakta tereddüt etmeyen İsmail Cem’i yitirdiğimiz güne denk düştü.
Anımsayalım, Anavatan Partisi Lideri Erkan Mumcu’nun Kurban Bayramı’nda yaptığı bütünleşme çağrısı DYP Lideri Mehmet Ağar’da hiç yankı yaratmadı.
Zaten Ağar ve Mumcu’nun biraraya gelmekten kaçındıkları da ortada.
Perşembe günkü gözlemim işte bu tabloyu yorumlamayı kolaylaştırdı.
BİR ARAYA GELEMEYİZ
Mumcu, kürsüye yeni çıkmıştı ki dış kuliste Ağar’la karşılaştım.
Kısa sohbetin ardından, "Gel bakalım, arkadaş ne diyor" önerisi yapınca bir TV’nin karşısına geçip hem Mumcu’yu dinledik hem de sohbet ettik.
Sohbetin bütünleşmeye gelmesi de doğaldı ve Ağar’a, "Mumcu, Kurban Bayramı’nda birleşme önerdi; neden yanıtsız bıraktınız" diye sordum.
Konuya sıcak bakmadığını bildiğim Ağar, tam bir şey söyleyecekti ki Mumcu’nun, "Ey milletvekilleri, bu sözleri duymazdan gelemezsiniz. Irak bölünürse Türkiye de bölünecek" dediğini duyduk.
Ağar, bu sözlere, "Olmaz, böyle konuşulmaz. Bir genel başkan, Türkiye bölünecek lafını ağzına alamaz" tepkisini verdi.
"Sorumdan kaçıyor" diye düşünürken Ağar, "İki parti kongrelerini toplasın, birleşsin; bunun iyi sonuç verdiği görüldü mü?" dedi.
Tam bu sırada Mumcu’nun şu sözleri üzerine yeniden kürsüye yoğunlaştık:
"Denizli ve Kerkük’ün kaderini birleştirmek mümkünmüş. Bu Türkiye’nin içine sürüklenmek istediği oyuna taşeronluk girişiminden başka bir şey değil."
Mumcu’nun bu cümledeki doğrudan hedefi açıktı; Ağar.
Ağar, bu sözler üzerine gergin bir yüz ifadesiyle bana dönüp şunu dedi:
"Yani, şu kürsüde bizi eleştirmenin gereği ne? Bundan bir türlü kurtulamadı. Şimdi kendisiyle nasıl bir araya gelelim? Daha ne dediğimi anlamamış?"
İKNA SORUNU
Ağar’ın, Mumcu’yu hırçın bulduğunu, Anavatan tabanının da aynı kanıda olduğunu, Mustafa Taşar’ın cenazesinde gördüğü ilginin de bunu kanıtladığına inandığını belirterek, tabloyu bir de partiler düzeyinde aktarmak istiyorum.
DYP ısrarla, "Bize katılın" derken, Anavatan, "Üçüncü bir partide, mesela devamıyız diye övündüğünüz DP’de buluşalım" önerisi getiriyor.
Ayrıca; Mumcu tek başına kalsa bile kendini herkesle savaşacak güçte görüyor; çok güvendiği projelerin halkı etrafında toplayacağına inanıyor.
Buna rağmen, yine aynı perşembe Türkiye Müteahhitler Birliği’nin (TMB) toplantısında, "Birleşme halinde çakıl taşı olmaya razıyım" dedi.
Ancak, "somut açılım yapmadı" diye dinleyenleri ikna etmediğini gördük.
Ayrıca, Mumcu’nun Çiller’e gitmesi de Anavatan’da rahatsızlık yaratmış.
Eski sağ kolu Malatya Milletvekili Miraç Akdoğan’ın, "Amaç birleşmeyse Çiller’le değil, Ağar’la buluş" sözleri bunun bir işareti.
TMB toplantısı ve Akdoğan’ın tepkisi, iki lidere baskının süreceğinin kanıtı.
Bu nedenle TMB’nin bir sonraki konuğu Ağar ve bakalım o gün ne diyecek?
Yazının Devamını Oku