19 Mart 2007
BAŞBAKANLIK örtülü ödeneğinin başındaki Maksut Serim, Vakıfbank’a sahte üniversite diploması ibraz etmekten mahkûm olduğu ortaya çıkmasına karşın şu ana kadar herhangi bir idari işleme tabi tutulmuş değil. Başbakanlık Personel Prensipler Genel Müdürlüğü Hizmet Belgesi, diploma sahtekárlığını Serim’in de kabul ettiğini kanıtlamasına rağmen durum bu.
Oysa konu gündeme geldiğinde konuştuğum Serim, önce mahkûm olan kişinin kendisi olmadığını söyledi; ancak karardaki kimlik bilgilerini okumam üzerine, "O kişi benim; ama bunlar doğru değil, mahkemeye de söyledim. Mahkeme, buna rağmen beni mahkûm etmişse ne yapayım" itirafında bulundu.
6400 EK GÖSTERGELİ TEK LİSELİ
Sicil belgesi olarak bilinen Başbakanlık Hizmet Belgesi’nde, kurum sicili 42/4641, bilgisayar sicili 20030084, emeklilik sicili de 55351373 numaralı olan Serim’in öğrenim durumu bölümünde lise mezunu yazıyor.
Vakıfbank’a, ibraz ettiği sahte üniversite diplomasının avantajıyla emekli olan, buna göre kıdem tazminatı alan Serim, Başbakanlık’ta göreve başlarken, İzmit Mimar Sinan Lisesi diplomasını vermekle yetinmişti.
Başbakanlığa 26 Mart 2003 günü açıktan tayin ile göreve başlayan Serim o gün Basın ve Halkla İlişkiler Müşaviri unvanı taşıyordu.
Bu unvan ve 3000 ek gösterge ile 9 Haziran 2004 tarihine kadar çalışan Serim, o tarihten sonra 6400 ek gösterge ile Başbakanlık Başmüşaviri oldu.
Böylece, müsteşar yardımcılarına eşdeğer yapılan Serim, hem 3 bin 500 YTL maaş almaya hem de kamudaki lise mezunları arasında bu düzeye çıkmış tek isim olma unvanına hak kazandı.
Oysa, Başbakanlık Hizmet Belgesi’ne göre İnönü Endüstri Meslek Lisesi mezunu, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın yeğeni Ali Erdoğan bile Basın ve Halkla İlişkiler Müşaviri olarak 3000 ek göstergeyle çalışıyor.
YASSIODA’DA OTURANLAR
Şimdi gelin Başbakanlık’taki şu ilginç tezatı da görelim.
Bakın, yüz kızartıcı suç olduğu belirtilen sahtekárlık iddiasıyla mahkûm edilmiş Serim, örtülü ödeneğin başında otururken, yargının göreve iade ettiği bir Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı ne yapıyor?
Serim’le aynı ek göstergeye sahip, üniversite mezunu Özgün Ökmen, tam iki yıl iki ay önce Danıştay kararı ile eski görevine döndü.
Kendisine, boş makam odası olduğu halde, sekretersiz, bayraksız, küçük, dikdörtgen bir ’yassıoda’ (Yassıada’da beraat eden bürokratların oturtulduğu odalara konan ad) verildi.
Bunca süredir tek bir görev verilmediği için hiç imza da atmayan Ökmen, bağlı olduğu Müsteşar Ömer Dinçer’le de sadece bir kez görüşebildi.
Ökmen, geçen yıla kadar YÖK üyesiydi.
Görüşme konusu, YÖK’ün Dinçer’le ilgili intihal (bilimsel aşırma) kararıydı.
Anlayacağınız; konu, devletin değil, Dinçer’in şahsi işiydi.
Doğrusu, Ökmen iki kez daha anımsandı; ilkinde işe geç gelip erken çıktı diye cezai işleme tabi tutuldu, ikincisinde lojmandan çıkarıldı.
Ancak, ceza, aynı gün YÖK’te görev yaptığı için yargıdan döndü.
İşte, Başbakanlık’taki "Ömer" adaleti böyle işliyor; yargının, mahkûm ettiği ’ak süte emanet’ bir hazinenin başına, takdir ettiği ’yassıoda’ya.
Yazının Devamını Oku 15 Mart 2007
CUMHURBAŞKANLIĞI seçimi yaklaşmasına rağmen Ankara’da, önceki seçimlere kıyasla, ciddi bir sessizlik olduğunda herkes hemfikir. Sessizlik bir ölçüde Başbakan Tayyip Erdoğan’ın başarılı taktiğinin eseri.
AKP’yi tartışmanın dışında tutan Erdoğan, bununla istediği sonuca ulaşacağını düşünüyor; ama sessizliğe, muhalefetin tepkisi giderek sertleşiyor.
Buradaki temel sorun da yeni cumhurbaşkanı adayı konusundaki belirsizlik.
Erdoğan’ın, CHP Lideri Deniz Baykal’a, "Adaylığını açıkla" çağrısı yapması basit polemikten öte geçmiyor; çünkü sonucu AKP grubu belirleyecek.
Oradan da ses çıkmayınca, "Türkiye yeni cumhurbaşkanını 16 Nisan gecesi 23.59’da mı öğrenecek" soru ve eleştirisi gündeme geliyor.
SESSİZLİK, SESSİZ KALMA DEĞİL
Aday konusundaki belirsizlik, "Ya Erdoğan aday olmaz da yeni bir isim önerirse, o adayın, kimliği üzerinde derin araştırma ve tartışma yapılmadan seçilmesi demokratik bir ülkede mümkün mü?" sorusunu da sorduruyor.
Bu sorular ışığında sessizliğin, demokratik süreci işletmekten kaynaklandığını; ancak sessiz kalındığı anlamına gelmediğini ifade edebilirim.
O nedenle ki gerek yeni andıç tartışması, gerekse Deniz Kuvvetleri eski Komutanı Özden Örnek’in günlüğü ile ilgili haberler, bazı seslerin daha fazla çıkmasını önlemeye yönelik AKP kaynaklı girişimler olarak görülüyor.
Bu görüş, "TSK, ’itibar’ darbeleriyle baskı altına alınıyor" diye de okunabilir.
Bakışı terse çevirdiğimizde ise AKP’nin de kozları var, demek mümkün.
Böylesi değerlendirme ve yorumlar aday belli olana kadar devam edecek.
Askerin her eylem ve söyleminde cumhurbaşkanlığı seçimi izi aranacak.
İşte ilk örnek, yarın Harp Akademileri’nde yapılacak olan etkinlik.
Genelkurmay başkanları her yıl basına kapalı bir toplantıda kurmay subay adaylarına, dış ağırlıklı değerlendirme ile sesleniyor.
Ancak konuşma içeriği komutandan komutana değişebiliyor.
Bu yıl Org. Yaşar Büyükanıt’ın içe yönelik değerlendirmeler yapacağı, satır aralarında cumhurbaşkanlığı seçimine de değineceği beklentisi yaygın.
Hemen belirteyim, Org. Büyükanıt yarın konuyu açmasa bile beklentiler sona ermeyecek; bu kez gözler Erdoğan-Büyükanıt ikili görüşmelerine çevrilecek.
Olası böyle bir ikili görüşmede konunun açılmaması düşünülemiyor.
Askerin, yeni başkomutanı ile ilgili düşüncesini kapalı kapılar ardında ifade etmesi olağan da karşılanıyor; ama ötesini muhalefet üstlenmiş gibi.
Muhalefet liderlerindeki sertleşmeyi böyle okumakta yarar var.
Burada son bir rolü Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer üstlenebilir.
SON ZEMİN MGK
Normal süreçte Sezer’li son MGK nisan ayının son haftası toplanacak.
Ancak Sezer, adaylık başvuru tarihi olan 16 Nisan öncesine çekebilir. (Ben yazımı yazdıktan sonra bu yönde haberler çıktı.)
Eğer bu değişiklik kesinleşirse, hedefin Erdoğan’ın aday konusundaki düşüncesini öğrenmekten öte bir şey olmadığını çok rahat söyleyebiliriz.
Anlaşılan herkes sınıra kadar gidecek; ama AKP dışındaki tüm çevreler, sadece Erdoğan’ın adaylığına karşı duruş sergilemiyor, adayla ilgili belirsizliğin bir an önce sona ermesini istiyor.
Buna rağmen Erdoğan da elindeki gücün, önündeki şansın farkında.
Yazının Devamını Oku 12 Mart 2007
HEMEN merakları gidererek yazıya başlayayım. <br><br>Eminönü’nde gezerken kendini Diyarbakır sokaklarında dolaşır gibi hisseden kişi, Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odaları Başkanı Kudbettin Arzu. Arzu, bu sözleri, önceki gün yapılan TOBB Şûrası’nın basına kapalı bölümde bine yakın üye, Başbakan Tayyip Erdoğan ve yedi bakanın önünde söyledi.
Basına kapalı bölümünü başından sonuna izleme şansı yakaladığım şûrada, bölgeler adına ilk konuşmayı yapan Arzu’nun amacı ’olumsuz göçe’ dikkat çekmekti. Bunu anlatmak için de şu çarpıcı ifadeyi kullandı:
"Geçtiğimiz günlerde Eminönü’nde dolaştım. Aynen Diyarbakır gibiydi; çünkü seyyar satıcı, dilenci, otoparkçı, kapkaççı hepsi Diyarbakırlı."
ALKIŞI DA ALDI AMA
Bölgenin özelliği nedeniyle doğal olarak diğer 9 temsilciden oldukça farklı konuşan Arzu, başlangıçtaki, "Bölge halkı birlik, beraberlikten yana. Bin yıldır beraber yaşadık, böyle devam edecek" sözüyle büyük alkış aldı.
Bölgede yüz binlerce çocuğun sokakta gezdiğini anlatan Arzu, yedi yıl sonra bunlara 1.8 milyon yeni ilave olacağını söyledi.
Ardından da Eminönü örneğini vererek, "Bu göç önlenmeli; çünkü sorun sadece bölgenin değil Türkiye’nin sorunu" dedi.
Bu noktada bölgeye sağlanan teşviklerin diğer bölgelerce sorun yapılmamasını isteyen Arzu, sözlerini, "Çünkü geriden büyük bir sel geliyor. Bu bir doğal afet; o nedenle bize, ’yok’, demeyin" diye sürdürdü.
Daha sonra köylerin yol/su sorunlarına değinen Arzu’nun, iş dünyasını düşündürdüğü izlenimi aldım; ama Başbakan’ı biraz farklı havada gördüm.
Erdoğan, nedense Arzu’ya eleştiri tonlu bir yanıt vermeyi yeğledi.
Birkaç kez, sitem-samimiyet karışımı "Kudbettin kardeşim" diye seslendiği Arzu’ya, "Merkezde kalma, bir de köyleri dolaş. Kaç köyün yolu, suyu vardı; şimdi durum ne?", "Tarihinde görmediği desteği verdik", "Orası ne vergi ödüyor, Batı ne?", "Orada hiç bu kadar fabrika kuruldu mu, hem de teröre rağmen" yanıtları verdi.
Tabii, Başbakan ’olumsuz göçün’ kendi endişeleri olduğunu da söyledi.
Bölgede eğitime büyük yatırım yapıldığını anlatan Erdoğan, "Yavaş yavaş yol alıyoruz. Farklı teşvikler de yapabiliriz, öneri varsa getirin" dedi.
KAVGASIZ AMA İĞNELİ
Toplantı iş dünyası ile Başbakan’ın ilişkisi açısından da ilginçti.
Başbakan üç saat boyunca 12 konuşmacıyı dikkatle dinledi, notlar tuttu.
Ciddi övgüler de alan Erdoğan, yanıtlarını oldukça yumuşak tonda verdi.
O nedenle tecrübeli bir işadamı, "İlk kez kavga etmedi" derken mutluydu.
Yine de Erdoğan, zaman zaman iğnelemekten uzak durmadı.
Örneğin; "Vergileri ikili rakamdan tekli rakama indirin" diyenlere, "Siz de kayıtlı çalışanı altılı rakamdan yediliye çıkarın", "Hep ’ver ağacı’nın altında durmayın, biraz da ’al ağacı’na destek verin" derken keyifliydi.
Ama, kıdem tazminatlarının yüksekliğine hak vermesine rağmen, "Milyonlarca işçiyi karşıma alma riskine girmem" derken sıkıntılıydı.
Sonuçta da sıfır faizli sulama kredisi, işsizlik fonundan istihdam vergilerine destek, serbest bölgeler konusunda iş dünyasını sevindirmeyi başardı.
Yazının Devamını Oku 8 Mart 2007
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan'ın önceki gün AKP Grubu'nda, Dünya Kadınlar Günü nedeniyle yaptığı konuşma, gereksiz polemikler hariç, muhafazakár bir siyasetçinin ağzından çıktığı için çok önemliydi. Erdoğan, muhafazakár dünyanın ilgisiz kaldığı kadın hakları, kadına yönelik şiddet, kadın-erkek eşitliği konularında doğru tespitler yaptı.
Bunu Türk siyaseti açısından sevindirici bir gelişme olarak görmeli.
Ancak, bu söylemin eylemle, uygulamayla desteklenmesi çok daha önemli.
Çünkü, son yıllarda AB gerekçesiyle de olsa hukuk alanında kadınla ilgili atılan büyük adımların uygulamaya yansımadığı ortada.
BÜROKRAT DA DANIŞMAN DA YOK
Türkiye için demokratik ayıp haline gelen siyasetteki kadınla ilgili utandıran rakamlarla işe başlayalım.
TBMM'deki yüzde 4.4'lük temsille 142 ülke içinde 126'ncı sıradayız.
3 bin 225 belediye başkanının 18'i (binde 5.6), 34 bin 477 belediye ve il genel meclisi üyesinin sadece yüzde 2.4'ünün kadın olduğu bir ülkeyiz.
Oysa yoruma gerek yok; AB ülkelerinde her seçilmiş 5 kişiden biri kadın.
Erdoğan'ın söylemine inanacak olursak, önümüzdeki seçimlerde AKP için bu tablo değişecek; ama cumhurbaşkanı olursa partisi ne yapar bilemeyiz.
Kendi adıma pek iyimser değilim; çünkü hadi Erdoğan, erkek egemenliği nedeniyle siyasette istediği sayıda kadına destek olamadı diyelim; peki ya bürokraside tablo ne?
Türkiye’de, kamu görevlileri arasında kadınlar yüksek bir oranda.
Yani, "yok" gerekçe değil; ama buna rağmen her şey iki dudağı arasında olduğu halde Erdoğan’ın döneminde üst düzey bürokratik makamlara atanan kadın sayısı çok sınırlı kaldı.
Tesadüfen onların bazıları da AKP'li eşi veya akrabası çıktı.
Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Nimet Çubukçu'nun, geçen hafta, arkasında bir erkek bürokrat ordusuyla çıkan fotoğraftaki yüz ifadesini de karede başka hemcinsi olmamasına bağlıyorum.
Ayrıca anımsatayım; Erdoğan'ın onca danışmanı arasında kadının adı yok.
KADINLAR LİSTE BAŞINA
Aynı konuda muhalefet partileri de henüz umut verici bir noktada değil.
Oysa eylülde yayınlanan UNDP araştırmasında ilginç sonuçlar var.
Araştırmaya göre, kadın aday sayısının yüksekliği, o partiye verilen kadın oylarını yüzde 25 artırabiliyor.
Özellikle Ege, Akdeniz ve Karadeniz'de kadın aday kabulü yüzde 90'ların üstüne çıkıyor ve bu konuda DYP ile CHP seçmeni çok daha önde.
Ankete katılanlar, kadın siyasetçi sayısının artmasını, kadın-erkek ayrımının kalkması, kadın hakları ve kadın özgürlüğü açısından önemli görüyor; kadının siyasette etkin olması halinde sağlık, eğitim, insan hakları ve çevre konularında önemli ilerleme olacağına inanıyor.
Anketin, kadının siyasetteki azlığını yüzde 77 oranında "şans verilmemesine" bağlaması ise partilere yollanan açık bir mesaj.
O nedenle seçmen yapısı nedeniyle başta CHP ve DYP olmak üzere, partilerin daha çok kadını seçilecek sıradan aday göstermesi gerekiyor.
Örneğin, en az 10 ilde birinci sırada kadın adayları görmek güzel bir özlem değil mi?
Yazının Devamını Oku 5 Mart 2007
TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’nun daveti üzerine Brüksel’de iki gün, AB-Türkiye Karma İstişare Komitesi (KİK) toplantılarını izledim. KİK, sivil toplum önderlerinden (STÖ) oluşan, karar alma gücü bulunmayan; ancak Türkiye-AB ilişkilerinin seyri konusunda fikir verebilecek bir organ.
İlk göze çarpan, STÖ düzeyinde Türkiye’ye desteğin arttığıdır.
O nedenle KİK, vize ve dondurulan sekiz faslın yeniden açılması konusunda Türkiye’ye destek verdi; bu konularda Konsey’e mektup yazma kararı aldı.
Ancak, toplantıda konuşan AB resmi görevlilerinin tamamı, bırakın desteği, KİK üyelerinin aksine görüşlerini ısrarla savundular.
DENİZALTIYLA İLERLEME
Resmi ağızlar, ruhban eğitimi, Alevi ve Kürt vatandaşlarla ilgili kültürel haklar ve 301 başta olmak üzere bilinen taleplerini yinelerken, ne Türkiye’ye çifte standart uygulandığını ne de fasılların dondurulmasının haksızlığını kabul ettiler.
Buna rağmen, iki günlük Brüksel izlenimim, hem AB hem de Türk yetkililerinin, ilişkilerin 2007’deki seyri konusunda anlaşmış olduğu yönünde.
Genişlemeden Sorumlu Olli Rehn’in Hisarcıklıoğlu ile yaptığı görüşme, KİK’teki konuşmalar ve Türk resmi yetkililerinin sözleri bunu teyit ediyor.
Rehn, 2007 için, "İlişkiler sürünerek ilerleyecek; ama gelecek yıl yeni hükümetle beraber hızlanır" derken, Türk resmi ağızları ile Hisarcıklıoğlu’nun sözlerinden Türkiye’nin yıla bakışını şöyle özetleyebiliriz:
"Paniklenecek bir durum yok. Teknik görüşmeler çok iyi gidiyor. 8 faslın dondurulmasını yanlış bulanların sayısı artıyor. Türkiye, dinlenmeye çekildiği için Avrupa’da iç politika malzemesi olmaktan uzaklaştı. Eskiden yüksekte durduğumuz için, atılan her yumruk bize geliyordu; şimdi yumruklar yeni üyelere gidiyor. Türkiye, 2007’de denizaltıyla ilerleyecek, gelişmeleri periskoptan izleyecek. 2008’de yeniden yüzeye çıkıp, hızlanacak."
Bu sözler iyi güzel, ama Türk tarafında, "Acaba önümüze yeni ne engel çıkarılacak" korkusu da her an hissediliyor.
O nedenle, 2008 için söylenenlere ben, fındık reklamındaki gibi "yersen" çekincesini koyuyorum.
TOBB’DAN KADIN MÜJDESİ
AB-Türkiye KİK toplantısında Başkan Bryan Cassidy başta olmak üzere pek çok konuşmacı, kadınların Türk toplumundaki konumunun yükseltilmesi, girişimciliğinin artırılması üzerinde durdu.
Brüksel’den dönüş yolunda Hisarcıklıoğlu ile bunu da konuştuk.
Kadın konusunun TOBB’un da gündeminde olduğunu söyleyen Hisarcıklıoğlu, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü arifesinde güzel bir haber verdi.
Hisarcıklıoğlu, TOBB komitelerine kadın komitesi de ilave edeceklerini, bunu 8 Mart’a yetiştirmeye çalıştıklarını söyledi.
40 üyeli bu komitenin, diğer sektör komiteleri gibi çalışacağını, kadın girişimcilerin sorunlarına çözüm bulup, öneri hazırlayacağını anlattı.
Bu fırsattan yararlanarak, "Artık TOBB yönetimine de en azından bir kadın üye alma zamanı gelmedi mi? Hadi 2009’da bunu yapın" dedim.
Hisarcıklıoğlu, öneriye olumlu baktı; ama delege oy verir mi korkusu içinde.
Korku boş; eğer önder kuruluşsa TOBB bunu kolay başarır, başaran var çünkü.
Yazının Devamını Oku 1 Mart 2007
BAŞBAKAN Yardımcısı Mehmet Ali Şahin’le 28 Şubat sürecini konuştuk. <br><br>Şahin’e önce, "AKP’yi 28 Şubat yarattı" görüşünü sordum. Yanıtı, "Bunu savunanlar, zorlama yöntem ve yönlendirmeler yapılır, görev ve sınırları Anayasa’da çizili kurum ve kişiler bu sınırları aşarsa, halkın buna prim vermediğini, bu yöntemlerin ters teptiğini söylüyorlarsa katılırım" oldu.
Şahin, o süreçte en çok yargının siyasallaşmasından yakındı.
"Bir general, arkasında oturan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’na, RP davasını kastederek, ’Hálá o davayı açmadınız mı?’ diye baskı yaptı. Demokratik bir ülkede savcının cevabı, ’Bu benim yetkimde, kimse bana talimat veremez’ olurdu. Bu yapılmadı, dava açıldı" dedi.
Şahin’e göre bu konuşma, savcıya önceden talimat gönderildiğini; ancak gereğini yapmadığı için talimatın yeniden
anımsatıldığını kanıtlıyor.
ONLAR ŞİMDİ EMEKLİ
Sözlerini, "Şimdi o general de, o savcı da emekli" diye sürdüren Şahin, yargı mensuplarına Genelkurmay’da brifing verilmesini de yanlış buluyor.
"Bir dava haklı nedenlerle açılabilir, bir parti de kapatılabilir; ama yargının Genelkurmay’a davet edilmesi yanlıştı" diyen Şahin, Türkiye’nin öyle bir süreçle yeniden karşılaşmamasını diledi.
Bu sözleri üzerine, "O günkü partiniz ile Başbakan Necmettin Erbakan’ın hiç yanlışı olmadı mı? Örneğin, Başbakanlık Konutu’na tarikat liderlerinin davet edilmesi, Libya gezisi" sorusunu yönelttim.
Şahin’den itiraz gelmeyince, "Bunu söylediniz mi?" diye üsteledim.
Başbakan Yardımcısı’nın yanıtı bence düşündürücüydü:
"O gün partimizde, bunun yanlış olduğunu Sayın Başbakan’a, Genel Başkan’a diyecek cesareti gösterecek biri çıkamazdı."
"Ama, AKP’de durum farklı" diyen Şahin, bunun örneğini de verdi:
"8 istişare toplantısı yaptık. Milletvekilleri çıkıp bütün yanlışları söyleyebiliyor. İşte Ersönmez Yarbay, bunun bayraktarlığını yapıyor. Genel Başkan da saygıyla dinliyor, Yarbay da itibar gören bir arkadaşımız."
DİN, SİYASETE ALET EDİLMEMELİ
Şahin, daha sonra siyasete malzeme yapılmaması gereken değerlerin başında dinin geldiğini anlatarak şunları söyledi:
"Kimse din üzerinden siyaset yapmamalı. Yapılırsa en çok da samimi dindarlar zarar görür. O halde dinin hiçbir siyasi kalıba girmeyeceğinin, hiçbir partinin din eksenli siyaset yapamayacağının altını çizmeli."
Şahin, sonra da "28 Şubat mağduruyuz" diyenlerden ilk kez duyulan çok çarpıcı bir itirafta bulundu:
"Ama o dönemde böyle bir izlenim vardı. Zaman zaman siyaset yapılırken din kullanılıyordu. Oysa dinin bir devlet kuralı haline getirilebileceği izlenimi veren demeç ve söylemlerden uzak durulmalı. Çünkü Türk toplumu, cumhuriyeti ve onun temel niteliklerini Anayasa gerekçesindeki gibi benimsemiştir. Uygulamanın da bu doğrultuda olmasını istiyor; doğrusu da budur."
Şahin, bu anlayışla AKP’yi kurarken o süreçten, yaşananlardan yola çıkıp "Toplum nasıl bir siyasetçi istiyor" özeleştirisi yaptıklarını anlattı.
O süreçte, birlikte siyaset yaptığı kişilerin hiçbirinin din devleti arzusunda olduklarına inanmayan Şahin, "Ama bazılarının bu anlamda yorumlanacak söz ve davranışları oldu; Anayasa Mahkemesi de buna dayanarak RP’yi kapattı" demekten de geri kalmadı.
Şahin, son olarak da şu arzusunu dillendirdi:
"Ne din, ne Atatürk bir siyasi partinin çatısı altına sığar. İkisi de tüm halkın değerleridir, bir partileri olmaz. İkisi de hepimizin."
Yazının Devamını Oku 26 Şubat 2007
HAFTASONU Kültür ve Turizm Bakanlığı Müsteşarı Mustafa İsen’le İstanbul’da, tarihi yarımadada kemik sızlatan rüzgara rağmen keyifli bir gezi yaptık. Mimar Hilmi Şenalp’in de katıldığı İsen’in, yarımada ile ilgili projeleri büyük bir heyecanla anlattığı tura Ayasofya’dan başladık. Ayasofya’nın girişinin sağ tarafında II. Selim, III. Mehmed, III. Murad, I. Mustafa ve I. Ahmed’in türbelerinin bulunduğu bölüm var.
Burada hızla süren restorasyon çalışmaları altı ay sonra bitiyor.
Ayasofya’dan çıkıp meydana bakıyoruz; karşıda Sultanahmet Camii, solda Hürrem Sultan Hamamı, Alman Çeşmesi, Dikilitaş, Türk İslam Eserleri Müzesi.
Sadece camiyi değil, bütün bu eserleri kapsayan ses ve ışık gösterisi için bir Fransız mimar bir yıldır sürdürdüğü çalışmaları bitirmek üzere.
Bu arada, İstanbul’u iyi bildiğime inanan biri olarak, Yerebatan Sarayı’nın önündeki beyaz taş anıtın, milenyum nedeniyle dikildiğini ve o gün o taşın meridyenlerin başlangıç noktası kabul edildiğini öğreniyorum.
O beyaz milenyum taşı, bundan sonra daha iyi gösterilecek.
TOPKAPI - DENİZ - BAHÇE
Gülhane Parkı’nda ilk durağımız, yaz sonundan itibaren Türk İslam Teknoloji Tarihi Müzesi’ne dönüştürülmüş olacak olan Has Ahırlar.
Gülhane artık Topkapı Sarayı’nın hasbahçesi haline getirilecek ve Sarayburnu’ndan denizle bütünleştirilecek.
Böylece Saray, eskisi gibi arka bahçesine de, denize de kavuşacak.
"Topkapı Sarayı Bütünleştirme ve Sur-u Sultani Kapsamında Düzenleme Projesi" kapsamındaki bu kavuşma ile Sultan Abdülaziz’in, "Demiryolu geçsin de yatak odamdan geçsin" sözü nedeniyle Saray’ın yıkılan deniz kenarındaki bazı köşklerin yeniden inşa edilmesi için harekete geçiliyor.
Bunlar, İncili, Mermer, Yalı köşkleri ve Şevkiye Kasrı olabilir.
Sarayburnu’ndaki İDO atölyeleri, büyük bir kültür merkezine dönüştürülecek olan Sirkeci Garı, vapur iskeleleri proje gereği tarih olurken, demiryolu ve sarayla deniz arasındaki yol yeraltına çekilecek. Sonradan yapılanlar dahil Saray alanında 20’ye yakın kamu kuruluşu arasında bölüşülmüş binaların tamamı yeniden Saray’a bağlanıyor.
Bazı bölümleri yıkılmak üzere olan eski Darphane binasıyla ilgili olarak Türk Tarih Kurumu ile görüşmeler sürdürülüyor.
Elmadağ’daki Mehter Takımı’nın Saray içine taşınıp, tarihteki gibi dış bahçede günlük gösteri yapması için de Genelkurmay’la temas sürüyor.
TARİHE KREDİ KARTI
Yeni bölümleri de yakında restore edilip hizmete sokulacak olan Arkeoloji Müzesi ile Topkapı Sarayı arasındaki kapı yeniden açılacak.
Kombine bilet uygulamasına geçilerek, Arkeloji Müzesi’nin cazibesi artırılacak; çünkü günlük ziyaretçi sayısı Saray ve Ayasofya’da 5 bini aşarken, 2 milyon obje bulunan müzeyi ziyaret edenler 500’de kalıyor.
Topkapı çevresini gezdikten sonra Süleymaniye’ye geçtik.
İsen, cami ekleri olan Doğumevi ile Darüşiffa binalarını Kitap Hastanesi ve sergisi yapılmak üzere devraldıklarını büyük bir keyifle ifade ediyor. Türkiye’deki 300 bin el yazması eserin kısa sürede dijital ortamda kredi kartından bedel ödenerek okunabilir hale geleceğini anlatıyor.
Külliyedeki medreselerden birinin Türkiye Bilimler Akademisi’ne tahsis edileceğini de söyleyen İsen, tüm bu projelerin 2009 yılı sonunda tamamlanacağı iddiasında.
Yazının Devamını Oku 22 Şubat 2007
BAŞBAKAN Yardımcısı Abdüllatif Şener ile MHP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Şandır, geçtiğimiz günlerde İstanbul’dan Ankara’ya yan yana koltuklarda uçtular. İki siyasi, uzun ve samimi bir sohbet yaptılar.
Bence, sohbetin en can alıcı bölümü, espri amaçlı söylenen sözlerdeydi.
Şener, gülerek, "Böyle muhalefet olmaz; biraz ortalıkta görünmeniz lazım. Bizim bütün çabamız sizi Meclis’e sokmamak" diyerek MHP’nin tavrının AKP’nin işini kolaylaştırdığını ima etti.
Şandır’ın yanıtı, "Ne kadar çabalasanız da biz Meclis’e gireriz. Meclis’e girince de siz iktidar olamazsınız; yapmayacağız çünkü" oldu.
AKP ile MHP’nin karşılıklı duruşlarını en iyi bu cümleler özetler.
SEZER’İN İSTİFASI
Şener’in sözlerinin altında, MHP Meclis’e girmezse AKP tek başına yeniden iktidar, anlayışı yatıyor.
O nedenle ki AKP, MHP’yi tartışma zeminine çekmekten vazgeçiyor.
AKP bunu ne kadar başarır göreceğiz; ama MHP Genel Merkezi’ndeki hava, kararlılık ve konuşulan senaryolar iktidar partisini zorlayacak ilginçlikte.
MHP, cumhurbaşkanlığı seçiminin gerginlikten uzak sonuçlanmasını istiyor.
Bunun için de "Önce genel seçim yapalım" ısrarını sürdürüyor.
Zaman kalmadı, diyenlere de yeni formül öneriliyor.
Formüle göre, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in istifası halinde altı aylık bir geçiş süresi yaratılır, bu arada da genel seçime gidilir.
"Bu senaryonun gerçekleşme olasılığı zayıf" dediğimde, "Sürece hiçbir zorlama unsur sokulmamalı" vurgusuyla şu ilginç görüş dile getiriliyor:
"Eğer AKP, cumhurbaşkanını kendi içinden seçmekte ısrar ederse, bu kişi kesinlikle Tayyip Erdoğan olmalıdır."
MHP’nin vatana ihanet suçlamasıyla Köşk’ten indirmekten söz ettiği Erdoğan’a bu desteği sürpriz gelebilir; ama gerekçesi şu:
"Erdoğan dışında AKP’den kim olursa olsun, Başbakan gölgesinde bir cumhurbaşkanı olacak. Türkiye bunu taşıyamaz, yakışık da almaz."
DİPLOMA KRİZİ
Peki MHP, bu gönülsüz; ama zorunluluktan kaynaklanan nedenle seçimine onay veriyor olduğu Erdoğan Köşk’e çıktıktan sonra ne yapacak?
MHP’deki havaya bakıldığında AKP’nin iktidarı yitirmesi kesin.
Koalisyon şartları oluştuğunda bile AKP iktidar ortağı dahi olamayacak.
İşte o andan itibaren Erdoğan’ın Köşk’ten indirilmesiyle ilgili tartışma gündeme oturacak ve MHP, bu tartışmanın en keskin tarafı olacak.
MHP’de, "vatana ihanet" iddiası dahil, konuyla ilgili ciddi bir hukuki değerlendirme zaten uzun süredir devam ediyor.
Bu hava sürer ve MHP, tek başına veya koalisyon ortağı olarak iktidara gelirse Köşk’teki Erdoğan’ı en fazla rahatsız edecek parti haline gelir.
Ancak, MHP Genel Merkezi’ndeki bazı odalarda buna gerek kalmayacağını savunanlar var; gerekçeleri de çok ilginç.
Onlara göre, cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde bir diploma krizi çıkacak. Belgesi ortaya çıktığında, ki yakında çıkarmış, bu kriz öyle bir hal alacak ki Erdoğan’ın önü kendiliğinden kesilmiş olacak.
İnanmak çok güç; ama neyse ki şuracıkta sadece iki ay kaldı.
Yazının Devamını Oku