Şükrü Küçükşahin

Bu tablodan çıkış siyasetin görevi

22 Ocak 2007
HIRANT Dink cinayetinin, Türkiye’ye düşmanlık olduğundan herkes hemfikir. Bu cinayeti işleyenin yakalanması elbette sevindirici bir gelişme. Ancak cinayeti işlettirenlerin 17 yaşındaki bir çocuğun arkasında gizli kalmasını önlemek ise en büyük vatanseverlik olacaktır.

Oysa, sadece Trabzon’da yakın zamanda olanları, başta TAYAD üyesi beş gencin linç edilmek istenmesi ve Rahip Santoro’nun öldürülmesini anımsadığımda çok da umutlu olamıyorum.

O dönemin emniyet yetkilileri hiçbir kusurları yok gibi, bırakın istifa veya görevden alınma, terfi ettirilmişse nasıl umutlu olunabilir ki?

İstanbul’da iki gün arayla aynı tip kamyonet bombalar sinagog, banka, elçilik duvarlarında patlıyor, 58 vatandaşımız ölüyor ve tek bir kamu görevlisine dahi fatura kesilmiyorsa umut korunabilir mi?

Dilerim bu kez yanılırım.

BÜYÜK UZLAŞMA GEREK

Dink cinayeti, özellikle 2007 için yeni korkular üretmeye başladı.

Ankara’da, "Daha ocak bitmeden neler göreceğiz" diyenler çoğaldı.

Böylesi bir ortamda ülkeye güven vermesi gereken tek kurum da siyaset.

Çünkü, bu eylemler, şu ya da bu nedenle yapılmış olabilir; ama beslendikleri alan Türkiye’nin gerilim, çatışma ve bölünmüşlük yüklü atmosferidir.

Bu olumsuz atmosferden kurtulmanın ilk yolu da cumhurbaşkanlığı seçimi başta olmak üzere büyük bir uzlaşmayı gerçekleştirebilmektir.

Uzlaşmanın sakin bir genel seçim süreciyle desteklenmesi de şart.

Aksi takdirde birileri, ortam elverdiği için Türkiye’yi daha da zora sokacak planlarını soğukkanlılıkla gerçekleştirmeye devam edecektir.

Türkiye bu planları bozabilmelidir.

Bunun ilk şartı da siyasetin üstüne düşeni yerine getirmesidir.

Siyaset kurumu içinde ilk görevin iktidara düştüğü de ortada.

İşte bu noktadan baktığımızda Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Kızılcahamam konuşması yeterince umut verici olmuş mudur, diye sormak gerek. Soruya "evet" yanıtı vermek çok zor; çünkü Başbakan konuşmasında gerilimleri yok etmekten öte herkese en sert eleştiriyi sürdürmeyi yeğledi.

Oysa, Dink cinayeti ardından Kızılcahamam çok da iyi fırsat olabilirdi.

BAYKAL’IN ÇAĞRISI

Uzun yıllardır siyaseti yakından izleyen bir gazeteciyim.

Ülkeyi yöneten birinci güç hükümet olduğu için muhalefetin gerginlik yaratma girişimlerine karşın iktidarın sükuneti korumasına, hatta uzlaşmaya gitmesi gereğine ne kadar inandığımı bu köşenin okurları anımsayacaktır.

Bu inançla baktığım zaman da Kızılcahamam’dan umut yeşertilemez.

Oysa ana muhalefet lideri Deniz Baykal, 301’inci madde ile ilgili tutumu nedeniyle eleştirilse de hemen İstanbul’a giderek Dink’in ailesiyle Ermeni Patrikliği’ni ziyaret ederek olumlu bir adım atmıştır.

Yaptığı ziyaretlerden çok memnun kaldığı gözlenen Baykal da bu dönemi aşmanın öncelikle siyasetin, kendilerinin görevi olduğunu vurguluyor.

"Çatışmayı bir kenara bırakacağımız bir dönemden geçiyoruz" diyor.

Başbakan da Kızılcahamam’daki gibi tabanı motive etmek yerine, başta muhalefet partileri olmak üzere her kesime sağduyu telkin eder ve bunda samimi olduğunu kanıtlarsa, büyük uzlaşma için en güçlü adımı atmış olacaktır.

Böyle bir dönemde bir Başbakan için ilk görevin de bu olması gerekmez mi?
Yazının Devamını Oku

Sezer iyi ki konuşmuyor

18 Ocak 2007
GEÇTİĞİMİZ günlerde sohbet ettiğim önemli bir diplomatımız, dış politikada çok kritik kararların alınması gereken bir dönemin yaşandığı şu günlerle ilgili çok ciddi iki üzüntüsünü dile getirdi. Birincisi, devletin tepesinde ilk kez uyumsuzluk görüntüleri hákim.

İkincisi bunun devamı: Artık kol kırılıyor; ama yen içinde kalmıyor.

Oysa geçmişte konu dış politika olduğunda bu iki seçenek hiç yaşanmadı.

DP ile CHP’nin en keskin mücadeleye giriştiği dönemde bile Adnan Menderes dış politika konusunda İsmet İnönü’yle konuşmadan karar almazdı.

Kore’ye asker gönderme örneğinde yaşandığı gibi, CHP de öncesinde en sert karşı çıkış gösterdiği bir konuda karar alındıktan sonra susardı.

AP iktidarları döneminde de bu gelenek aynen yaşatıldı.

FARKLI BAKIŞLAR OLDUKÇA

Bu önemli geleneğin AKP iktidarı döneminde korunduğunu söyleyemeyiz.

Çünkü, diplomatımızın üzüntüsüne tavan yaptıran son iki örneği; Rumlara liman açma, Lokmacı kapısıyla ilgili yaşananları anımsamak bile yeterli.

İki örnekte de yapılan karşılıklı açıklamalarla hükümet de, KKTC de, Genelkurmay da yıpranmış; dışarıya karşı ayrılık görüntüsü verilmiştir.

Burada hemen bir saplama yapmak istiyorum.

"Cumhurbaşkanı hiç değilse böyle dönemlerde ortaya çıksın" diyenlere karşın ben, "Allah’tan konuşmuyor" görüşünü savunacağım.

Köşk ile hükümet arasında farklı bakışlar kesin olduğuna göre Sezer konuşsa, yeni krizler ve görüntü bulanıklığı ötesinde ne olabilir ki?

Oluşan bu tabloda "kim haklı, kim haksız" herkese göre değişebilir; ama ortada bir gerçek var ki, ülkeyi yöneten birinci güç hükümet.

Bu noktada da Başbakan Erdoğan’ın, Cumhurbaşkanlığı dahil, devletin birçok kurumuyla hükümeti arasında, başlangıçta Özal’ın da yaşadığı; fakat başarıyla aştığı güvensizlik sorununu çözdüğünü söyleyemeyiz.

Oysa, AB uyutulsa da 2007’de, Irak/Kuzey Irak’ta, Ermeni sorunuyla ilgili ABD’de, İran-Suriye ekseninde Türkiye için çok ciddi olaylar gelişecek.

TBMM’DEKİFIRSAT

İşte böyle bir yılın başında, içeride iki hayati seçim yapılacak olmasına karşın CHP, Irak konusunda AKP’nin önüne yeni fırsat getirdi.

CHP’nin çıkışıyla AKP, Irak için TBMM’de genel görüşme istedi.

Anlaşılıyor ki CHP’nin, "Batı Trakya Türkleri ile ilgili ortak genel görüşme talebimizi kabul etmediniz, oradaki Türkler üzüldü; aynı şeyi Türkmenlere de yaşatmayalım" uyarısı sonuç verdi, genel görüşmenin kabulü sağlandı.

Bu uzlaşma hükümetin, hiç değilse anamuhalefetle, yine hiç değilse dış politika konusunda, bu yılı uzlaşma içinde geçirmesine önayak olabilir.

Bunun için hükümet, muhalefetle diyaloğu sürekli kılmalı, AKP iktidara gelirken başlatılan görüşme trafiği yeniden kurulmalı.

Ayrıca; Erdoğan da ABD’de medyanın önünde yaptığı gibi CHP’yi şikáyet etmek yerine, "Bakın, ne yapayım, muhalefet sıkıştırıyor" siyasetine dönmeli.

NOT: Son yazımda Turizm ve Kültür Bakanı Atilla Koç’un ağzından, bir Türk doktorun bir Fransız doktor için, "Cebimden her zaman 3-4 Frank çıkar" dediğini yazdım. Koç’un sözünü ettiği Ord. Prof. Dr. Erich Frank’ın pek çok öğrencisinden ona övgü dolu e-posta aldım. Öğrencileri, Ord. Prof. Dr. Neşet İrdelp’in bir şakasını ciddiye almanın Türk mezarlığında yatan Dr. Frank’a büyük haksızlık olacağını ve her iki ismin birlikte hiç çalışmadıklarını aktardılar.
Yazının Devamını Oku

Fakir-i pür-taksir olsam da

15 Ocak 2007
SON yazımda, Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç’un, 2007 yılı için turizm hedefi vermemesine sektörün olumsuz baktığını, kendisinin halefi Erkan Mumcu ile kıyaslanmaya başlandığını yazdım. Yazım üzerine Atilla Koç arayarak ilginç bir tepki verdi.

Koç, öncelikle 2007 tanıtım afişlerine yapılan eleştirileri yanıtladı.

"Sektörün balkabağını yiyenler çirkeflik yapıyor" diyen Koç, bu afişlerin komisyonlarda defalarca tartışılıp beğenildiğini söyledi.

Afişlerden kendisinin de çok memnun olduğu anlaşılan Koç, Mumcu ile kıyaslanmayı pek de içine sindirmiş görünmüyor.

Buna tepkisini de kendisine has üslubu ile verdi.

MUMCU’NUN DİLEĞİ

"Bak sana bir hikáye anlatacağım"
diyen Koç şöyle devam etti: "Zamanın birinde İstanbul’a Dr. Frank diye biri gelmiş. Herkesin dilinde; aşağı Dr. Frank, yukarı Dr. Frank. Bizim de kendine çok güvenen bir Prof’umuz var. Bir gün Dr. Frank ameliyata giriyor; ama sıkıntılı bir operasyon. Sonunda bizim Prof’un operasyona dahil edilmesine rıza göstermek zorunda kalıyor. Bizimki de geliyor. Ameliyata girmeden önce elini yıkarken şunu diyor: ’Fakir-i pür-taksir olsam da cebimde 3-4 Frank çıkar’. Yani kusurumuz fakirlikse de cebimizden 3-4 Frank çıkar."

Koç, sektörün yaptığı kıyaslamaya böyle bir imalı yanıt verince, kendi iradesi dışında tartışmanın konusu olan Erkan Mumcu’yu da ben aradım.

Mumcu, bu tartışmaya dahil edilmekten rahatsız.

Ancak buna rağmen Koç’a kısa bir karşılık verdi:

"İnşallah öyledir. Dilerim Sayın Bakan dediği gibi cebinden 3-4 dört Frank çıkarır. Dilerim beni dörde katlar. Çünkü böyle olması, milletin dört kat daha fazla hizmet alması demektir. Biz de bundan sadece memnun kalırız."

Bakan Koç, görüşmemizde hedef konusuna da açıklık getirdi.

Koç, 2007 ile ilgili gelişmelerin çok olumlu gittiğini söylüyor.

İtalya’ya yaptığı geziden çok memnun kalmış.

Bu ülkenin THY’den talebinin geçmiş yıla göre yüzde 300 arttığını açıklayan Koç, bu hafta Rusya’ya, sonra Almanya’ya gidiyor.

Rusya ve Almanya, Türkiye’ye en çok turist gönderen ilk iki ülke.

HEDEF BİRAYSONRA

Bu gezilerin ardından Türkiye’nin turizm müşavirleri Ankara’ya geliyor.

Koç, bu etkinliğin ardından ayaklarının yere basacağı inancında.

"Ata binmekle bey olunmaz; önemli olan atı iyi kullanmaktır" dediğinde 2007 hedefi konusunda karar değiştirdiğini ortaya koydu.

Sohbetimizi, "İki geziyi yapıp müşavirleri dinledikten sonra, bir ayda hedefi açıklarım" sözleriyle tamamladı.

Bakalım, Koç’un 2007 turizm hedefi, sektörü ne kadar motive edecek?

NOT: Geçen hafta eş üzerinden siyaseti kimin sürdürmek istediğini sormuş, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın böylesi tartışmayı teşvik ettiğini yazmıştım. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, Emine Erdoğan’a türbanı nedeniyle eleştiri içeren mektup yazan partisinin İzmir Milletvekili Canan Arıtman’ı uyarmış bir liderdi. Buna karşın Başbakan, Olcay Baykal’la ilgili tartışma açan Devlet Bakanı Nimet Çubukçu’yu kutladığını açıkladı. Bununla da yetinmedi, Çubukçu’yu eleştiren AKP’lilere sitem etti. Her şey daha açık değil mi?
Yazının Devamını Oku

Felaketine göre turizm hedefi

11 Ocak 2007
KÜLTÜR ve Turizm Bakanı Atilla Koç, turist sayısında 2006’da yaşanan yüzde 5’lik düşüşü gerekçe gösterip 2007 için yeni hedef vermekten kaçındı. Sergi açılışı nedeniyle bulunduğu Roma’dan görüştüğüm Koç, "Kafiyenin sempatisine kapıldık, 2006’da hedef açıkladık; ama kuş gribi, patlayan bombalar sonucu hedef tutmadı. Şimdi yoğurdu üfleyerek yiyoruz" dedi.

Koç, yine de hedeflerinin varlığını farklı bir açıdan şöyle açıkladı:

"Katıldığımız fuar sayısı 120’den 200’e çıkacak; tanıtım harcaması ikiye katlanacak; Yeni Delhi, Riyad, Güney Afrika ve İslamabad’da müşavirlik açılacak; büyük bir turizm sempozyumu yapılacak."

Koç,
dünya ve Avrupa’daki göstergelerin iyi olduğunu, bu nedenle yeni hedefin 2006’yı değil, 2005’i aşmak olması gerektiğini de ekledi.

MUMCU VE KOÇ KIYASLANIYOR

"Hedef"
konusunda özet görüşleri bu olan Koç, eleştirilere ise saygılı.

Sektörün tecrübeli ve önemli isimlerinden de ciddi eleştiriler geliyor.

Aşağıdaki satırların tamamı da bu eleştiri ve değerlendirmeleri yansıtıyor.

Hedefsizliğin, "Hedef yoksa, politika da yoktur. Küresel rekabetin acımasız işlediği bu sektörde yerinde bile sayma şansın yoktur. Çünkü bunun ardı küçülmedir" diye algılanma olasılığı büyük bir korku.

Bu korkuya turist sayısındaki düşüşten daha önemli bakılmalı.

Turist başına harcamanın 680 dolardan 600’e inmesi; sezon başında 200 bin, kış başında da 250 bin kişinin işini yitirmesi ayrı bir olumsuzluk.

Koç’un, "kuş gribi ve patlayan iki bomba" gerekçesi yeter neden değil.

Çünkü; Türkiye, 1999 ile 2005 arasında, Öcalan’ın yakalanması olayını, ikişer büyük deprem ve ekonomik krizi, Swissotel baskınını, Irak savaşını, İstanbul’daki sinagog ve banka bombalamalarını, turistik yörelerdeki irili ufaklı birçok patlamayı yaşadı.

Bu ağır felaketlere rağmen turist sayısı 7.4 milyondan 21 milyona çıktı.

Bunlar düşünülünce Erkan Mumcu ile Koç’un dönemi kıyaslanır hale geldi.

Sektöre liderlik edenin bakışı, vizyonu, yöntemi öne çıkarılmaya başlandı.

BAŞLANGIÇTAKİ TALİHSİZLİKLER

Mumcu
’dan sonra göreve gelen Koç’un kültür adamlığının öne çıkması; daha ilk gün, "Hiç turist olmadım, çünkü hiç tatil yapmadım" demesi; turistin yüzde 90’ı sahilleri yeğlerken en büyük ağırlığın yayla, termal gibi alternatiflere verildiği izlenimi doğması turizmde, bu döneme yönelik iç olumsuzlukları yansıtıyor.

2006 hedefinin tutmamasında dış faktörlerin de etkisi yok değil; ama dış faktörler, geçmiş yıllarda tanıtım atağı ve sektörün yurtdışı ayaklarıyla girişilen işbirliği sayesinde aşılırken aynı başarı 2006’da sağlanamadı.

Koç, hedef koysaydı daha iyi olurdu; çünkü 2007’ye olumlu da bakılabilir.

2006’da Türkiye’ye gelen turist çok memnun ayrıldı, oysa rakip ülkelere gidenler mutsuz döndükleri için 2007’de gözlerini Türkiye’ye çevirdiler.

Yapılması gereken, ciddi bir tanıtım ve organizasyon atağı başlatmaktır.

Ancak, "T"li tanıtımın bu beklentiyi karşılaması zor görünüyor.

Çünkü; reklam, görüldüğü an mesajın alınması demektir; ama ’urkey’in başındaki insanın T harfi olduğunu ilk bakışta kaç kişi anlayabilir?
Yazının Devamını Oku

Eş üzerinden siyaset yapmak isteyen kim

8 Ocak 2007
BÜTÇE görüşmelerinde Baykal’ın "Başörtüsü saçı örter, eşin ayıbını değil" demesi üzerine çıkan tartışmayı, 28 Aralık’taki yazımda konu edinmiştim. Baykal’ın bu sözlerin eşe değil, siyasetçiye yönelik olduğunu açıklamasına rağmen Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, kendisini provokatiflikle suçlayıp, "Grubunuza gelen başörtülü vatandaşları x-ray cihazından geçirerek mi alıyorsunuz. Hangisinin ayıbı var, hangisinin yok" demesine dikkat çekmiştim.

Yazımı, "Demek ki Başbakan, Baykal’ın provokatifliğinden memnundu" diye sürdürüp, "Papaz bu pilavı yemekten bıkmadı mı ki?" sorusuyla bitirmiştim.

Görünen o ki Başbakan, papazın hálá bu pilavı yediği kanısında.

Nasıl mı; gelin bir bakalım.

UYARI DEĞİL TEŞVİK

Devlet Bakanı Nimet Çubukçu’nun Olcay Baykal konusunda açtığı tartışmada beklenti, Başbakan’ın da Emine Erdoğan’a "Türbanı çıkar" mektubu gönderen CHP İzmir Milletvekili Canan Arıtman’ı uyaran Baykal gibi davranmasıydı.

Ancak görüntü, bırakın uyarıyı, Çubukçu’nun teşvik edildiği yönünde.

Görüntünün nereden kaynaklandığına gelince.

Çubukçu, Baykal’ın kendisine yönelik sözleri için öğlen saatlerine kadar hiçbir açıklama yapmak istemedi.

Aynı süreçte biz AKP yönetiminin konuya bakışını araştırdık.

Yönetimdeki önemli isimler Çubukçu ile hemfikir değillerdi ve Başbakan’ın da kendisini uyaracağı yönünde tahminlerde bulunuyorlardı.

Öğleden sonra da Başbakanlık kaynaklarından Çubukçu’nun Ertuğrul Özkök ile konuşup açıklama yapacağı haberine ulaştık.

Böyle de oldu; ama beklentinin aksine Çubukçu, Olcay Baykal’la ilgili açıklamasının arkasında durdu, eleştirilerini daha ileri götürdü.

Çubukçu’nun yeni sözleri için Başbakan’dan onay almadığı düşünülebilir mi?

Bu durumda eş üzerinden siyaset yapmayı daha çok kimin istediğine, kimin sevdiğine, bu nedenle sürdürmekte yarar gördüğüne de siz karar verin.

LİDER EŞLERİNİN KUTSALLIĞI

Kendisi de eşiyle siyaset sahnelerinde pek görünmeyen Çubukçu’nun Özkök’e yaptığı açıklamada tartışmayı yanlış bir zemine çektiği görülüyor.

Çubukçu, "Emine Hanım’ın elbisesi, ayakkabısı, fiyongu bu kadar mesele olurken, Olcay Hanım niye bu kadar kutsal?" sorusunu yöneltiyor.

Olcay Baykal’ın özeli bir kenara; lider, hele başbakan eşleri her zaman ve dünyanın her yerinde ilgi çekmektedir.

Rahşan Ecevit, Nazmiye Demirel, Semra Özal, Berna Yılmaz kamuya açık her etkinliklerinde, davranış ve kılık kıyafetleriyle hep gündemde oldular.

Olcay Baykal da mal varlığı tartışmasında, eşiyle denizde yüzdüğünde, Çankaya Köşkü’ne çıktığında, sinemaya gittiğinde ’kutsal’da değildi.

Yarın, başbakan eşi olursa, kamu önüne çıktığında da aynı şeyler olacak.

Fiyonklu elbise giydiğinde, tanınmış marka ayakkabı kullandığında, pahalı hediye kabul ettiğinde, denize girdiğinde mutlaka gündeme gelecek.

Bu arada; görevinin aksine Çubukçu’nun, kadını korumak, savunmak yerine, giderek AKP’li erkeklerin yanlışlarına gerekçe arayan "kadın siyasetçi" izlenimi yaratmaya başladığını, belki uyarı olur diye, söylemeli.
Yazının Devamını Oku

Anayasa Mahkemesi’ne silahla gitmiyoruz

4 Ocak 2007
PAZARTESİ günkü yazımda cumhurbaşkanı seçiminde TBMM’nin 367 üyeyle toplanması gerektiği yönündeki tartışmanın AKP’yi kenetlenmeye ittiğini yazdım. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, tartışmaya yanlış bakıldığını düşünüyor.

Başlangıçta kendisinin de eski Yargıtay Başkanı Sabih Kanadoğlu’nun 367 tezine hak vermediğini; ancak daha sonra önemli hukukçuların yaptığı değerlendirmelerin kendi düşüncesini değiştirdiğini söyledi.

Burada amacın, birinin önünü kesmek olmadığını anlatan Baykal, bu tartışmanın hemen 28 Şubat kompleksi ile karşılanmasından rahatsız.

Kanadoğlu’nun tezinin herkesçe ciddiye alınmasını isteyen Baykal, amacını merak edenlere, "Amaç; ’gelin bu işi uzlaşma ile çözelim’i sağlamak" diye seslendi.

TÜRKİYE SEÇİME ZORLANIR

Dünkü sohbetimizde, konuya hukuk açısından yaklaştıklarını vurgulayan Baykal, tartışmanın ülkeyi iyi bir noktaya götürebileceğini de düşünüyor.

Bunu anlamak için önce Baykal’ın hukuki gerekçesine bakmalı.

Baykal, Anayasa’nın 102’nci iki fıkrasının iyi okunmasını istiyor.

Birinci fıkra; "Cumhurbaşkanı, TBMM üye tamsayısının üçte iki (367) çoğunluğu ile ve gizli oylar seçilir" diyor.

Üçüncü fıkra ise; seçim için, yapılacak oylamaların ilk ikisinde üçte iki çoğunluğa, 3 ve 4’üncü turlarda ise salt çoğunluğa (276) işaret ediyor.

Birinci fıkrada turlardan ve adayın alacağı oydan söz edilmiyor.

Olayın ciddiyetinin buradan kaynaklandığına inanan Baykal, bu nedenle Anayasa Mahkemesi’ne gitmeyi düşündüklerini belirtti.

"Anayasa Mahkemesi’ne de silahlı gitmiyoruz ki, hukukla, hukuk için gidiyoruz" diyen Baykal, Mahkeme’nin bu tartışmayı bitireceğini aktardı.

Baykal, bu çabaların Türkiye’yi seçime de götürebileceği kanısında. Çünkü, Meclis 367 ile toplanamazsa cumhurbaşkanı seçilemeyeceğinden yine Anayasa’nın 102’nci maddesi gereği hemen seçime gidilmek zorunda kalınacak.

Baykal, seçime giden bir Türkiye’nin rahatlama yaratacağı inancında.

SIKINTIDAN KURTULMANIN YOLU

CHP Lideri Baykal, arayışta hiçbir hukuk dışılık olmadığını; aksine hukuk ve siyaset içinde kalmaya özen gösterdiklerini de söyledi.

"Ben herkese; Anayasa Mahkemesi’ne, ’Meclis’i 184 ile toplarım’ diyenlere, iktidara, topluma bu seçeneğe de hazır olun mesajı veriyorum" diyen Baykal sözlerini şöyle sürdürdü:

"Yaptığımız bir uzlaşma çağrısıdır. Hiç başka yollara başvurmadan gelin bu konuda bir uzlaşma sağlayalım, iyi bir örnek oluşturalım, diyoruz. Bunun için muhalefet olarak elimizden ne geliyorsa onu yapıyoruz."

Baykal,
sohbetimizde, 367 ile ilgili görüşlerinde Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olma olasılığından çok, hukuka önem verdiklerini de yineledi.

Ancak Baykal şu değerlendirmesini de yineledi:

"Tabii ki Başbakan’ın cumhurbaşkanlığına karşıyız. İşte alın size en son örnek. Danıştay’la ilgili sözleri ortada. Şimdi bir hukuk devletinde ve Anayasamızdaki güçler ayrılığı ilkesine inanmadığını ortaya koyan birinin cumhurbaşkanlığına nasıl evet denebilir?"
Yazının Devamını Oku

Zihni sinir projeler AKP’yi kenetliyor

1 Ocak 2007
CUMHURBAŞKANLIĞI seçimi ile ilgili tartışmalar, Ahmet Necdet Sezer’in nasıl seçildiğini bir kez daha anımsamayı gerektiriyor. Koalisyon liderleri Bülent Ecevit, Devlet Bahçeli ve Mesut Yılmaz 24 Nisan 2000 günü 8.5 saat süren bir toplantı yaptılar.

Liderler bu tarihi zirvenin ardından, o güne kadar ismi hiç geçmeyen Anayasa Mahkemesi Başkanı Sezer’de uzlaşmaya vardılar.

İş bununla kalmadı; ancak çoğumuz sonraki adımı unutmuş görünüyor.

TEAMÜL OLUŞSUN DİYE

DSP-MHP-ANAP koalisyonunun liderleri, Sezer üzerinde uzlaşmayla yetinmediler, Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan’a bir görev de verdiler.

Özkan, Sezer için muhalefetteki DYP ve FP’nin de onayını alacaktı.

Aslında, 351 milletvekili (hemen hemen bugün AKP ile aynı) desteğine sahip liderlerin böyle bir arayışa ihtiyacı yoktu.

Neden o günün muhalefetinden bu destek istenmişti?

Bu soruya yanıtı Mesut Yılmaz’dan aldım.

Yılmaz, devletin başı ile ilgili bir kararın söz konusu olduğunu anımsatarak, "En geniş uzlaşma sağlansın ve bu bir teamül oluştursun, diye düşündük" dedi.

FP ile DYP liderleri Recai Kutan ile Tansu Çiller’in de hemen olumlu yanıt vermesi üzerine, ertesi gün, 25 Nisan’da TBMM’de beş parti genel başkanının katıldığı basın toplantısı düzenlendi.

Sezer’in adaylığının böyle açıklandığını anımsatan Yılmaz, "Aklın yolu buydu. Çünkü, seçilecek cumhurbaşkanının farklı hükümetlerle çalışmak zorunda kalabileceğini unutmamalı" dedi.

Yılmaz, bugüne atıfla da, "Ne kadar geniş uzlaşma olursa o kadar iyidir. İleri görüşlülüğün gereği bu" değerlendirmesinde bulundu.

MEVLÜT OKUTMAYAN HASIM

O günkü uzlaşma arayışını, koalisyon partilerinin kendi içinden aday çıkaramamasına bağlayıp bugün tek başına istediği ismi cumhurbaşkanı yapabilecek güce sahip AKP’den aynı tutumu beklemenin gerçekçi olmadığını söylemek mümkün.

Ama, AKP’li bir adayın, Sezer gibi yüzde yüzlük bir desteği olmayacağını, yüzde 34’ü temsil edeceğini savunmak da o kadar doğru.

O nedenle uzlaşmanın en iyi seçenek olduğu ortada; ancak, sürecin böyle gelişmediği, AKP’nin kendi adayında ısrar edeceği anlaşılıyor.

Tayyip Erdoğan’ın adaylığını engellemek için, ilgili-ilgisiz bazı kişilerin "zihni sinir projeler" üretmesi de AKP’yi bu yönde kışkırtıyor.

Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç da tam bunu söylüyor:

"Hasım, insana mevlit okutmaz. Benim genel başkanım için ’cumhurbaşkanı olamaz’ diye 31 madde sayacaksın, ben susacağım. Olmaz öyle şey. Ne öyle 367 aranacakmış; kim çıkardı bunu?"

Yanındaki AKP Milletvekili Halide İncekara da, "Doğrusu bu tür zorlama çıkışlar tabanımızda, ’Artık Tayyip Bey’i yukarı göndermek sizin namus borcunuz’ baskısına neden oluyor" diyor.

Tayyip Erdoğan’ın adaylığını kesmek isteyenlerin bu noktaya dikkat etmesi gerektiği gibi, AKP’nin de tarihten ders çıkarmasından Türkiye kazanacaktır.
Yazının Devamını Oku

AKP’nin Baykal’a biçmek istediği misyon

28 Aralık 2006
BÜTÇENİN kapanışında yaşanan başörtüsü tartışmasında, AKP Grubu’nun CHP Lideri Deniz Baykal’a verdiği tepkiyi farklı boyutlarda değerlendirmek mümkün. Birinci boyutta, kutsallaştırılmış veya kutsal kabul edilen bir değere yönelik bir sözün, doğru da olsa, "bizden olmayan birinin" ağzından çıkmış olması var.

O nedenle söylenen ne olursa olsun verilecek tepki, sözün sahibini başörtüsüne hakaret eden kişi gibi göstermeliydi.

Bu amaçla grup yöneticilerinin etkisiyle çok kitlesel tepki kondu.

Tepki, AKP’nin dünyaya hangi pencereden baktığını netleştiriyordu.

SESSİZ KARŞILANAN SÖZLER

Çünkü, bakın AKP Grubu, Baykal’ın hangi sözlerine hiç tepki vermedi:

"Millet sizi buraya AKP, üst yöneticisi, örgütüyle yolsuzluğun içindeyse görmezlikten gelin diye mi gönderdi? Yazıklar olsun!.. Yazıklar olsun!"

"El Kaide’ye kefilim, diyen insan"
(Evet, Baykal yanlışlıkla El Kadı yerine El Kaide dedi, ama tepki almadı), "Yolsuzluk dosyaları TBMM raflarında bekletilen insan", "Bir önceki Meclis Başkanı’na ’Gelişi aslında hilafetin gelişidir’ dedirten insan", "Ofer’lerin talimatıyla TBMM’den kanun çıkartılmasına destek veren insan", "Çocuklarına işadamı parasıyla Avrupa’da okuma imkánı veren insan".

"Eskiden, işadamı devlet adamı eşine hediye veriyor, diye şikáyet edilirdi, şimdi işadamı siyasetçiye haraç veriyor, haraç."

Bir de Baykal’ın AKP Grubu’nun tümünü ayağa kaldıran sözüne bakalım:

"Başörtüsü sadece saçları örten bir örtüdür, başörtüsü eşlerin ayıplarını örtmeye yetmez."

Şimdi, bu sözde yanlış olan, tepkisiz karşılanan yukarıdaki sözlere oranla daha büyük hakaret içeren hangi anlam var?

Buna rağmen, AKP Grubu bir anda ayaklanınca oturumu izleyen biz gazeteciler de, kürsüdeki Baykal da şaşırdık kaldık.

Biz birbirimize, "Yanlış anladılar" derken, Baykal da, "Son cümlenizi düzeltin" diyen Başkanvekili İsmail Alptekin’e, "Niye son cümlem?" diye sorma gereği duydu?

O da önceki sözlerinin daha ağır eleştiri içerdiğini anlatır gibiydi.

Buna rağmen sözü doğru anlayan da, yanlış anlayan da protestoya başladı.

Bazı yüzlerde öyle bir öfke vardı ki, bu kitlesel tepkinin localardan görünüşü pek de iç açıcı değildi.

PROVOKATÖRLÜKTEN MEMNUN

Oturuma ara verilmesi, bazı AKP’lilerin devreye girmesi tansiyonu düşürdü.

Baykal’ın açıklamasının ardından kürsüye gelen Başbakan Tayyip Erdoğan’ın sözlerine, CHP’li Ali Dinçer’e şifa dileyerek başlaması da olumluydu.

Ama, Başbakan’ın, provokatiflikle suçladığı Baykal’ın açıklamasına rağmen, "Grubunuza gelen başörtülü vatandaşları X-ray cihazından geçirerek mi alıyorsunuz. Hangisinin ayıbı var, hangisinin yok" demesi dikkat çekiciydi.

Demek ki Başbakan, Baykal’ın provokatifliğinden memnundu.

Önemli olan ne dediği değil, önemli olan Baykal’a başörtüsüne hakaret eden lider misyonunu yüklemekti.

Papaz bu pilavı yemekten bıkmadı mı ki?
Yazının Devamını Oku