14 Mayıs 2007
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan, Erzurum’da, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığının Anayasa Mahkemesi’nin "367 kararı" nedeniyle engellendiğini belirterek, "Millet bizi 550 milletvekili ile gönderse, ona da kılıf bulursunuz" dedi. Anlaşılan Erdoğan, meydanlarda bu söylemini koza dönüştürmeye çalışacak. Anımsatmaya bile gerek yok, başta TBMM Başkanı Bülent Arınç, Erdoğan olmak üzere, tüm AKP’liler sık sık, "Bir AKP’li cumhurbaşkanı olacak" dedi.
Bu gerçekten de mümkündü; ama neden olmadı, kim engelledi?
Soruya yanıt vermeden önce, Türkiye’de seçimi beşinci yıla taşımanın zor olduğunun, ortada bir de cumhurbaşkanlığı seçimi varsa, bunun daha da zorlaşacağının her fırsatta AKP’ye anımsatıldığını belirtelim. AKP, sonunda bu zorluğu anladı, seçim süresini 4 yıla çeken anayasa değişikliğini getirdi; ama ülke ve demokrasi zarar gördükten sonra.
Şimdi sıra, iki soruya yanıt için süreci tarihleriyle anımsamaya geldi.
GELİYORUM DİYEN SONUÇ
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, 2006 Ağustos ayından sonra, birkaç kez, "Bir AKP’li cumhurbaşkanı adayı üzerinde uzlaşabiliriz" dedi. Erdoğan, bu öneriyi ciddiye almadı, Baykal da söylemini sertleştirdi.
Bunun üzerine Başbakan tüm süreci ana muhalefeti dışlayarak götürdü.
2006 sonunda Sabih Kanadoğlu, gündeme 367 tartışmasını soktu.
Kanadoğlu’nun tezini ciddiye alan CHP, 2007 başından beri, TBMM’deki ilk turun ardından Anayasa Mahkemesi’ne gideceğini açıkladı. AKP yönetimi ve hukukçu kurmayları bu tezi hiç ciddiye almazken Erdoğan, partililere cumhurbaşkanlığı seçimi üzerinde konuşma yasağı getirdi.
Adaylarını son gün açıklayacaklarını söyleyen Erdoğan, 3 Şubat günü Kızılcahamam parti kampında, "Verdik ellerine bir çelik çomak oynuyorlar" diyerek sürece damga vuran bir söylemde bulundu.
Erdoğan, bu söylemini 16 Nisan’da Almanya’ya giderken yineledi. Bu arada AKP, Gül’ün adının olmadığı anketler yapmaya başladı.
17 Şubat’ta, Akşam Gazetesi’nde İsmail Küçükkaya’ya açıklama yapan Anayasa Mahkemesi Başkanı Tülay Tuğcu, AKP’ye ilk mesajı yolladı.
367 tartışması için, "İnşallah bize gelmez. Gelirse çözeriz" dedi. Askerin konuşmasından iki ay önce bu açıklamayı yapan Tuğcu’nun işaretini almayan AKP’ye, mahkemeden bir uyarı da 10 Nisan polis balosunda geldi. AKP’nin sözüne güveneceği Başkanvekili Haşim Kılıç, Milliyet’te Önder Yılmaz’a, "Gereğini yaparız; ama uzlaşma olsa iyi olur" dedi.
BECERİKSİZLİK OLMASIN
12 Nisan’da Genelkurmay Başkanı Orgeneral Büyükanıt’ın, "Temel değerlere özde değil, sözde bağlı cumhurbaşkanı" tanımı sürece yeni boyut kazandırdı.
AKP, "Bizi tanımladı" diyerek askerin sürece katılımını onayladı. Bunun üzerine, Orgeneral Büyükanıt, bir gün sonra, "Anlamayan varsa, bir algılama sorunu olması lazım" deme gereği duydu. 17 Nisan’da Anavatan Genel Başkanı Erkan Mumcu, kendisini ziyaret eden Erdoğan’a, dört AKP’linin adını sıralayarak, "Birini seçelim" önerisi yaptı. Bu öneriyi dikkate almayan Erdoğan, 24 Nisan’da Gül’ün adaylığını açıkladı ve AKP’yi birdenbire 367 telaşı sardı. Ama, iş işten geçmişti; 27 Nisan’daki ilk turda 367 bulunamadı. Maalesef aynı gün TSK’nın gece yarısı bildirisi gündeme bomba gibi düştü.
İki gün sonra da Anayasa Mahkemesi, "367 şart" diyerek noktayı koydu.
Evet, bugün "bir AKP’li" cumhurbaşkanı seçilmiş olabilirdi.
Ama, AKP yönetimi "Bir AKP’li" ibaresini doğru anlayabilseydi.
Yazının Devamını Oku 10 Mayıs 2007
DOĞAN Yayın Holding (DYH) tarafından düzenlenen Anadolu’daki Avrupa Toplantıları’nın 20’ncisi doğum yerim, baba memleketim Erzincan’da yapıldı. Doğan Holding Yönetim Kurulu Başkanı Aydın Doğan da lise eğitimini aldığı Erzincan’daki bu toplantıya başından sonuna kadar katıldı.
Kendi adı verilen bir kız öğrenci yurdunun açılışını yaparak Erzincan’a desteğini sürdüren Doğan, toplantıda, "Gençliğimin Erzincan’ı, birkaç lisenin bulunduğu, caddelerinde birkaç aileye ait otomobilin görüldüğü bir kentti" dedi.
Erzincanlı olan Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün verdiği şu çok çarpıcı bilgi ise Aydın Bey’in anlattığı yoksulluğun açıklaması gibiydi:
"1939 depreminde Erzincan, o günün Konya nüfusunun iki katı kayıp verdi."
Anlayacağınız, aradan geçen sürede Erzincan’ın yaraları sarılmamıştı.
KADER YİNE DEPREMLE DEĞİŞTİ
İlkokul yıllarımın tatillerinde hayvan otlatmak üzere gittiğim Erzincan, otlayan koyunların dağlardan aşağı yuvarlanışı, bu yuvarlanıştan yükselen toz bulutuyla hafızama kazınan birini yaşadığım birçok depremden sonra, 1992’de yeniden yerle bir oldu.
Ancak bu kez hükümetler, Erzincan’a sahip çıktı ve Aydın Doğan’ın, "Artık benim gençlik yıllarımın Erzincan’ı yok" dediği modern bir kent doğdu.
Uçaktan bakıldığında daha iyi görüldüğü gibi ikinci dibe vuruşun ardından Erzincan, yükselişe geçmiş.
Hem Erzincan’da yaşayan hem de büyük illere göçmüş Erzincanlı işadamlarının da katkısıyla kentte yatırımlar yapılmaya başlanmış.
İstanbul milletvekili olmasına rağmen Erzincanlılığını hiç unutmayan, Ulaştırma eski Bakanı Binali Yıldırım’ın verdiği bilgiler de bunu gösteriyor.
Organize sanayi bölgesinin kapasitesinin dört yılda yüzde 50 arttığını, demiryolu bağlantısı sağlandığını anlatan Yıldırım, yeni kurulan üniversitenin yakın zamanda 15 bin öğrenciye ulaşacağını söyledi.
Yıldırım, tıp fakültesi için Bakanlar Kurulu kararı alındığı müjdesini de hemşerilerine verirken, yabancı bir firmanın demiryolu sektöründe Erzincan’da yatırım yapacağını, Ergan Dağı’ndaki turizm yatırımlarının kısa zamanda tamamlanacağını açıkladı.
MAĞDUR OLDUK DİYEMEYİZ
"Marka Güçtür" temalı DYH toplantısında iki bakan, Aydın Doğan ve diğer konuşmacılar başta peynir, bakır, üzüm ve su olmak üzere Erzincan’ın marka yaratacağı ürünleri bulunduğuna dikkat çektiler.
Ancak, Yıldırım’ın vurguladığı önemli bir noktayı göz ardı edemeyiz.
Yıldırım, "Kabul, Erzincan’a, her şeyi yapamadık; ama daha çok şey yapabilmek, marka yaratmak için hemşerilerimin daha çok çalışması lazım" dedi.
Bunu da yeterli görmeyen Yıldırım bir ilginç vurgu daha yapıtı:
"Erzincanlı, kendisiyle ilgili talepte bulunmayı pek gururuna yedirmez. Hükümetimizde Erzincanlı üç bakandık. Ama bu bakanlık koridorlarında bile Erzincan’ın işini takip eden hemşerilerimi hiç görmüyordum."
Dileriz hemşerilerim, Erzincan’ın sorunlarını bundan sonra daha iyi anlatırlar; ama ben bu yazıya da siyasetsiz son vermeyeceğim.
Çünkü, Yıldırım’ın, "Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde AKP mağdur edildi, diyecek misiniz?" sorusuna verdiği şu yanıt dikkate değer bulunsa gerek:
"Size iktidar verenin karşısına, mağdur olduk diye çıkamazsınız. Muktedirsiz olmadık. O süreçte gerekeni yapmış bir hükümet olduk."
Yazının Devamını Oku 7 Mayıs 2007
DYP ile Anavatan’ın birleşmesi sürecini en yakından izleyen gazeteciyim. Konuyu iki yıldır çeşitli yazılarımda gündeme getirdim; "İki parti seçimlere bir şekilde birleşerek girecek" diye yazdım.
Yazılarıma iki partiden de "Hayal" diye tepki veren çok oldu.
Haksız da değillerdi; Türk siyasetinde ayrılmak kolay, birleşmek zordu.
Bu gerçeğe rağmen, "Bir şekilde birleşecekler" iddiamı sürdürdüm.
Bunda birinci neden merkez sağ seçmenin talebiydi.
İkinci neden ise Anavatan Genel Başkanı Erkan Mumcu’nun, özel sohbetlerimizde konuya gösterdiği samimi ve sıcak yaklaşımdı.
MUMCU’NUN DP PLANLARI
Önce şunu belirtmeli; Mumcu’nun DP adını partisinin uhdesine geçirmesini ilk başta ben de anlam veremedim.
Ancak, daha sonra Mumcu’nun, partisinin hiç parası yokken 600 bin liraya mal olan bu operasyonu bütünleşmeye olan inancı gereği yaptığını gördüm.
Şimdi düşünün, DP operasyonu olmasaydı bütünleşme kolay olur muydu?
Bunları şunun için yazıyorum; "Anavatan bittiği için Mumcu’nun birleşmekten başka çaresi yoktu" iddiasında bulunanlar görülüyor.
Doğru değil, çünkü Mumcu, bütünleşme hedefini çok önceden koydu; ama DYP’den de aynı karşılığın gelmesi için sürece gereksinim vardı.
Bu noktada da "Cumhurbaşkanlığı seçim süreci birleşme çabalarını hızlandıracak" tespitini birkaç kez yaptığımı anımsıyorum.
Yani gelişmelerin süreci kısaltması dışında her şey planlandığı gibi gitti ve Türk siyasetinde ender görülen bir örnek yaşandı.
"Küçük olsa da lider ben kalayım" diyenlerin çok olduğu Türkiye’de iki liderin özveri ve anlayışla bunu aşmasını ülke adına olumlu görmeli.
Mumcu özveride bulunmuş; Ağar da bunun karşılığını vermiştir.
İki parti yönetiminin liderlere yaptığı büyük katkı da unutulamaz.
SAĞDAKİ VE SOLDAKİ KURUCULAR
Kim ne derse desin, Türk siyasetinin sağında ve solunda önemli gelişmelerin yolu artık açılmıştır; çünkü talep halktan gelmektedir.
Başta Süleyman Demirel olmak üzere merkez sağın eski liderleri Mesut Yılmaz, Hüsamettin Cindoruk ve Tansu Çiller’in partilerinin kapatılmasına karşın bütünleşmeye destek vermesi de seçmenin talebinin gücünü gösteriyor.
Bütünleşmenin yeni isimlerle desteklenip geniş bir toparlanma yaratılması halinde halkta ciddi bir karşılık görmesini öngörmek kolay.
Bu konuda son bir noktaya da işaret etmek istiyorum.
Hálá Mumcu ile ilgili bazı kuşkulu cümleler kuranlar var.
Şunu rahatlıkla söyleyebilirim; bütünleşmenin başarısını en çok isteyen Mumcu’dur, başarısızlığı üstlenecek ilk isim de kendisi olacaktır.
Evet, sağda birinin kurucusu hálá hayatta olmasına karşın iki parti kapatılırken solda ise kurucu genel başkan vesayeti hüküm sürüyor.
DYP, ANAP kendini kapatıyor, tarihleri DP’de buluşuyor; DSP ise kendi tarihi de olan CHP’ye katılmamak için direniyor.
Dilerim bu direniş bir yolla çözülür, ittifakın ötesinde birleşme olur.
Çünkü, Türkiye gibi ülkelerde merkez partileri güçlü olmalı.
AKP ise geride bıraktığı 4.5 yılda merkeze gelmede başarı sağlayamadı.
Bu nedenle meydanlar merkez partilerine birleşme baskısı yapıyor.
Meydanlara direneceklerin, sonucu bugünden görmemesini ise düşünemiyorum.
Yazının Devamını Oku 3 Mayıs 2007
TÜRKİYE’nin bugüne nasıl geldiğine veya getirildiğine iyi bakmalı. Sandığa giden seçmenin yüzde 34’ünün oyunu alan AKP, TBMM’nin üçte ikisini kazanarak iktidara gelince, "Sürem 5 yıl, hukuken bu böyledir" dedi.
AKP, önceki güne kadar bu, "hukuken" söyleminde ısrar etti.
Bu gerekçenin haksız olduğunu söyleyecek tek kişi çıkamaz.
Ancak, AKP’nin unuttuğu bir şey vardı ki işin düğümü oradaydı.
Tamam, hukuken böyledir; ama ülkeyi yöneten siyasilerin unutmaması gereken bir diğer kavram ise "siyaseten" olmalıydı.
O nedenle ki 1980’den bu yana iktidarlar, Meclis’te büyük üstünlüğü olan ANAP da dahil, ülkeyi en geç dört yılda seçime götürdü.
Seçim gerekçesi, hukuken değil, siyasetendi.
DOĞRUSU, GEÇEN KASIMDA SEÇİMDİ
AKP, seçmenin yüzde 45’inin temsil edilmediği bir TBMM ile 5 yılı tamamlama iddiasıyla önümüzdeki 7 yılın kaderini de belirlemek istedi.
Bunun ülkeyi zorlayacağını muhalefet de, medya da defalarca dile getirdi.
Ancak AKP, iş dünyasının desteğini alarak tüm bu uyarılara, "hukuken" gerekçesiyle direndi, seçim önerilerine "vatan hainliği" diye yaklaştı. Sonunda "hukuken", Anayasa Mahkemesi kararıyla bumerang gibi AKP’nin karşısına çıktı, planları altüst etti.
AKP, bu zorlamaya gideceğine, örneğin geçen kasımda seçim kararı alsaydı, bugün Türkiye ve demokrasi daha iyi bir noktada olacaktı.
Ne, o hiç arzu edilmeyen asker muhtırası, ne siyasete böylesi bir hukuk müdahalesi olacaktı, ikinci kez iktidar şansı yakalasaydı AKP’nin cumhurbaşkanı adayı böylesi bir tepki de toplamayacaktı.
AKP’nin seçimi kazanma korkusu var mıydı bilemiyorum; ama "Çankaya’yı fetih duygusu her şeyin önünde" görüntüsü yaratıldı.
Sonuçta hiçbir demokratın onaylamayacağı gelişmeler yaşandı.
Ancak, burada sadece askerin tutumunu eleştirmek yetmez, AKP’nin, siyaseten doğru karar vermediği için bu gelişmelerin yaşandığı da görülmeli.
O nedenle, seçim kararını mahkeme sürecine bırakan AKP, "mağdurum" söylemine sığınmamalı, hele "Mahkeme kararı demokrasiye kurşundur" hiç dememeli.
Çünkü, geciken seçimin zararı Türkiye’ye ve demokrasiye oldu.
Abdullah Gül, cumhurbaşkanı seçilse dahi bu durum değişmez.
DAHA GÜÇLÜ PARLAMENTO
Şimdi buradan Türkiye için olumlu sonuçları çıkarmak siyasetin görevi. Bunun birinci şartı, halkın TBMM’de en geniş temsilini sağlamaktır.
O nedenle sağda ve soldaki bütünleşmeler önemli.
Milyonların dile getirdiği bütünleşme talebine direnen, "Benim partim, benim arkadaşım" diyerek milletvekilliği kavgasına girenler kaybeder.
Anavatan ile DYP’nin doğru bir yolda olduğu görülüyor.
Solda ise CHP lideri Deniz Baykal, önceki gece benim de katıldığım Kanal 1’deki programda dün de partisinin grup toplantısında bütünleşmeyle ilgili yeni bir açılım getirdi.
DSP, partisel kaygıları bir kenara koyarak bu açılımı değerlendirmeli.
Bütünleşmeler sadece bütünleşen partiler için değil, AKP için de önemli. Güç dengelerinin değişmesi söz konusu; ama olası yeni bir AKP iktidarında bile güçlü muhalefet iktidarı da güçlü kılar.
Böylece demokrasi daha fazla güç kazanır; asker değil muhalefet konuşur.
Yazının Devamını Oku 30 Nisan 2007
ASKER sonunda sesini çıkardı diye sevineni de, mazlum rolü için son halka tamamlandı diye şükredeni de anlamak mümkün değil. TSK açıklamasını, adı ne konulursa konsun doğru bulmayanlardanım.
Halk, tarihin en büyük mitingi ile cumhuriyete sahip çıkmış, bununla da yetinmeyip bir yeni büyük çıkışa hazırlanırken muhalefet de cumhurbaşkanlığı seçiminde TBMM’de demokratik direnme hakkını sonuna kadar kullanmış, ardından Anayasa Mahkemesi’ne gitmiş.
Mahkeme, ülkeyi belki de seçime götürecek bir karar arifesine gelmiş.
Böyle bir demokratik ve hukuki süreç yaşanırken muhtıra vermekle eşanlamlı açıklama yapmak kabul edilebilir, anlaşılabilir değil.
KADIN İRANLI OLUNCA
İşin bu yanı net; ama anlaşılır olmayan AKP’nin tutumudur.
AKP, "Değiştik, dönüştük" diyerek yüzde 34’le TBMM’nin üçte ikisini kazanmış, Genel Başkanı Anayasa değişikliğiyle Başbakan yapılmış bir parti.
Demokratik süreç AKP için her aşamada düzgün işledi. Ancak, demokrasinin her nimetinden yararlanan AKP, iktidarı ele geçirdikçe, yüzde 66’yı görmezden geldi, onları kucaklamadı; muhalefeti dışlamakla yetinmedi onun kendini ifa edeceği tüm kanalları tıkadı; kendisine karşı durabilecek tüm çevreleri çeşitli yollarla baskı altına alan bir yönetim sergiledi.
AKP ve destekleyicileri demokrasiyi sadece kendileri için önde tuttu; laiklik konusundaki duyarlılık ise sözde kaldı; üyelerinin bazı anti laik girişimleri, ancak medya gündeme getirdiğinde, cılız tepkilerle karşılandı.
Taraflı çok konuşan Meclis Başkanı’nın çıkışlarına AKP içinden, liberaller de dahil, tepki verecek tek isim çıkmadı.
Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde türbanla ilgili her karara sert tepki veren Başbakan Erdoğan, TBMM Başkanı Arınç, Dışişleri Bakanı Gül başta olmak üzere hiçbir AKP’li, İran sokaklarından toplanıp cezaevine tıkılan yüzlerce kadın için tek kelime etmedi.
İngiliz kadın askerin serbest bırakılması için İran Cumhurbaşkanı’nı arayan Erdoğan, bir telefon da bu kadınlar için açsaydı iyi olmaz mıydı?
Hadi Arınç’tan zaten beklenemez, Başbakan da yapmadı; ya Cumhurbaşkanı adayı Gül bu duyarlılığını ortaya koyamaz mıydı?
DİRENİŞ ASKERE DEĞİL HALKA
Bunlar bir yana, Cumhurbaşkanlığı için balıkçı ile görüşmek, 200 bin kişiyi kapsayan anket yapmakla övünen Erdoğan, Tandoğan’da toplanan yüz binlerin mesajını alamayınca İstanbul’da milyonları yürütmeyi "başardı".
Halkı, "Sadece bizimkiler" diye gören AKP, cumhurbaşkanlığı sürecini de tek başına bitirmek istedi; askerin açıklama yapar hale gelmesinde bile, "Bizi mağdur eder" inancıyla sakınca bulmadı.
Ancak, 28 Şubat’tan mağduriyet çıkaranlar unutmamalı ki, onların bakışıyla asıl mağdur Erbakan’dı ve halk onu hatalı gördü, sandıktan çıkamadı.
Sandıktan çıkan, "Ben ders aldım, değiştim" diyen AKP oldu.
Ya halk, AKP’nin de hata yaptığını düşünürse ’mağduriyet’ kime yarar?
Bunun için muhtırayı geçin; asıl Tandoğan ve Şişli meydanlarına bakın.
Eminim AKP yönetimi bu meydanlardan sonra şimdi dua ediyordur:
"Allahım, ne olur; Anayasa Mahkemesi ülkeyi seçime götürsün."
Çünkü, seçime direnmek askere değil, halka direnmek anlamına gelecek.
Dış dünya da Tandoğan ve Şişli’yi görmezlikten gelemeyecek.
Yazının Devamını Oku 26 Nisan 2007
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan, cumhurbaşkanı adayı olarak Abdullah Gül'ü gösterince, siyasi tarihte ender görülecek bir örnek yarattı. Son ana kadar, Erdoğan dışındaki her ismin büyük bir sürpriz olacağını düşünen biri olarak bizim yanıldığımız da ortaya çıktı.
Erdoğan, hariç tutulursa Gül'ün adaylığı ise sürpriz görülemez.
Burada Erdoğan kadar, Gül'ün tavrı da belirleyici oldu.
Gül'ün tercihinin başbakanlıktan yana olduğu bir gerçek. Ancak Erdoğan, "Devam" deyince Gül'ün önünde tek seçenek kaldı.
Hele Başbakan'ın yakın kadrosu AKP MYK'sında, "Aman gitme; gidersen başkasıyla parti başarılı olamaz" diyerek, amiyane tabirle Gül'ü dövmeye kalkınca, bu seçenek daha da güçlü hale geldi.
Gül, bu hırpalanmaya, "Madem siz çıkmaya cesaret edemiyorsunuz; ben riskleri göğüslemeye hazırım" yanıtı verdi ve sonuç da aldı.
Çünkü, beş yıl daha Başbakan Yardımcısı olarak kalması Gül'e haksızlıktı.
DAHA GÜÇLÜ BAŞBAKAN
Gelinen noktada Gül için en büyük risk 367 tartışmasıdır.
Gül, bu riski aşmak için elinden gelen uzlaşma çabalarını gösteriyor; ama burada ona en büyük katkıyı Erdoğan sağlayabilir.
Erdoğan'ın, Gül'den gelecek, şimdi ayrıntılarına girmeyeceğim bazı taleplere nasıl yanıt vereceğini bugün göreceğiz.
Şimdilik, 367 tartışmasının CHP'nin beklentisi doğrultusunda sonuçlanması halinde sandığın geleceğini anımsatmakla yetinip, oylamada veya Anayasa Mahkemesi'nden Gül lehinde sonuç çıkarsa neler olabileceğine bakalım.
Bu durumda en büyük beklenti, AKP'nin, cumhurbaşkanlığı süresini 5+5 yapacak, başbakanı daha güçlü kılmak için cumhurbaşkanının yetkilerini azaltacak, seçim süresini 4 yıla çekecek anayasa değişikliklerini denemesidir.
AKP kurmayları bu düzenlemeler için gerekli desteği bulacakları inancında.
Anayasa değişikliği konusunda bazı başka sürprizlerin olma olasılığı da söz konusu; ama bunun için kısa bir süre daha beklemek gerekebilir.
GÜL'DEN BEKLENEN
Seçilmesi halinde doğaldır ki Gül'le ilgili farklı beklentiler olacak.
Bunun ilk ipuçları da Gül'ün Anavatan Partisi'ne yaptığı ziyarette yaşandı.
Erkan Mumcu, cumhurbaşkanı olduğunda Gül'ün yolsuzluklar karşısında takınacağı tavrı merak ederek şöyle konuştu:
"Birbirimizi iyi tanıyor, geçmişte neler konuştuğumuzu biliyoruz. Ülkede büyük yolsuzluklar oluyor. Son örnek Antalya havalimanı ihalesi. 1.5 milyar dolar uçtu. Şimdiye kadar bu konularda sessiz kaldınız. Cumhurbaşkanı olursanız Devlet Denetleme Kurulu'nu yolsuzluklar için kullanma garantisi verebilir misiniz?"
Gül'ün yanıtı, "Tabii, o makama gelmeden ne desem boş; ama oraya gelince nasıl olduğunu göreceksiniz, uygulamalarıma şahit olacaksınız" oldu.
Dürüstlüğüne tozu kondurmamış Gül'ün bu söylemi önemli; ama içinde büyük bir kuşku barındıran asıl soru şudur:
Artık devletin üç önemli makamı, kökenleri milli görüşten gelen üç kişinin elinde olacak. Bu üç kişi toplumun geneli için 'olmazsa olmaz' görülen bazı konularda aksi yönde ittifak halinde. Gül bu ittifaktan ayrılacak mı? Veya devlet bu ittifakı bozabilecek mi?
Yazının Devamını Oku 23 Nisan 2007
AKP’nin, daha doğru bir ifade ile Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’nin 11’inci cumhurbaşkanını belirleme süreci bütün gizemi ile devam ediyor.
Seçilmesi kesin olan bir cumhurbaşkanı adayı ile ilgili gizem, üzerinde hiç tartışma olmasın diye son saniyeye kadar sürecek görünüyor.
Bu da demokratik ülkeler tarihine, AKP’nin bir "hediyesi" olacak.
İşin bu yanı bir kenara da son gelen haberlere bakıldığında sanki Erdoğan, kendi adaylığından vazgeçiyor havasında.
Devlet Bakanı Nimet Çubukçu’nun adının öne çıktığı belirtiliyor.
Yazının Devamını Oku 19 Nisan 2007
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan’ın, DYP ve Anavatan liderleriyle buluşması, bence iki gelişmenin ne kadar ileri düzeye vardığını gösterdi. Öncelikle Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı seçimi için TBMM’deki partilerle mutlaka görüşmesi gerektiğini yazan biri olarak iki ziyareti önemsiyorum.
Ama, birinci ve öncelikli görüşme CHP Lideri Deniz Baykal ile olmalıydı.
Erdoğan’ın, Mehmet Ağar’ın da "Görüşün" tavsiyesine rağmen direnişi sürdürmesi, adaylığının ilk kez bu kadar güçlü ilanından başka bir şey değil.
Erdoğan’ın, "Bana hakaret etti" gerekçesiyle görüşmediği Baykal’dan daha sert eleştiriler aldığı, hatta tazminata mahkûm ettirdiği Erkan Mumcu ile buluşmasını böyle yorumlamak abartı sayılamaz.
TABANI BUNU SORGULAYACAK MI
Erdoğan’ın siyasi lider olarak buluşmayı en son isteyeceği ismin Mumcu olduğunu kanıtlamak için gerekçe sıralamaya gerek yok.
Bugüne kadar, lider olarak adını anmayan, yan yana görünmekten kaçınan, TBMM’de kürsüye gelince sırtını dönüp çıkan Erdoğan, neden Mumcu’ya gitti?
Soruyu, "Erdoğan, hiç sevmediği halde Mumcu’ya başka birinin adaylığı için gider miydi?" diye sormadan da geçemeyeceğim.
Bu iki sorudan hareketle, "Erdoğan, bu işkenceye ancak kendisi için dayanabilir" yorumunu yapıp, bunu adaylığın net ilanı diye görüyorum.
Erdoğan’ın bu ziyaretleri, 367 kaygısı taşıdığının göstergesi.
Eğer amaç görüş alışverişi olsaydı, hiç şüphe yok ki mutlaka Baykal’a da giderdi ve çok iyi bir atmosfer yaratırdı.
Gitmedi; çünkü 367 için CHP’den umut yok; ama Anavatan belki...
O nedenle Erdoğan’ın, DYP ziyaretini de Anavatan’la görüşmeyi kamufle etme amaçlı olduğunu düşünmek mümkün.
Benim tahminim beklediğini bulamayacak, bakalım yanılacak mıyım?
Ayrıca Erdoğan’ın Mumcu ile el sıkışma işkencesine katlanması, AKP tabanının önemli bir kesimi için de ilginç bir ironi oluşturuyor.
Çünkü Erdoğan, defalarca, "Gel, Anayasa’da YÖK değişikliği yaparak türban sorununu aşalım" çağrısı yapan Mumcu’yu hep duymazlıktan geldi.
Şimdi o taban, "Demek ki bizim sorun 367’den önemsiz" diye mi düşünecek?
BÜTÜNLEŞMEDE NİYET İYİ AMA
Erdoğan’ın ziyaretleri, merkez sağdaki bütünleşmeyi de yeni boyuta taşıdı.
Konuyu 9 Nisan günü ilk kez gündeme getiren ve yakından izleyen biriyim.
O yazımda sürecin hızlanacağını da belirtmiştim; ama Ağar ve Mumcu bir araya gelmeden bazı şeylerin açıklığa kavuşacağını düşünmüyordum.
Bu nedenle Erdoğan’ın ziyareti öncesi iki liderin telefon görüşmesini çok önemsiyorum ve bütünleşmeyi ilk kez bu kadar yakın görüyorum.
Ancak henüz her şeyin bittiğini söyleyemeyiz.
Sadece iki lider büyük bir istekle, bu buluşmayı gerçekleştirme niyetlerini gösterip haklı olarak, "Bu iş başkasının değil bizim işimiz" tavrını koyuyorlar.
Şu anda sorun, iki partiyi de kırmayacak bir formülü bulmaktır.
Bu formülün bulunması, birleşme umudunu taşıyanları bir süre yorabilir; ama iki liderin amacı sinerji yaratacak bir bütünleşmeyi sağlamak.
Eğer iki parti yönetimi de kendilerine yardımcı olursa sorun kalmaz.
O zaman bütünleşmenin, yenilik ve yeni isimleri içereceği de görülür.
Bütün bunlar mümkün; ama önce iki lider ilk buluşmayı yapsın.
Bunun için de sanırım çok beklemek gerekmeyecek.
Yazının Devamını Oku