ZEKA doğuştan geliyor. Diğer canlılardan farkımız dil. Dil algıladıklarımızı kodlamamıza imkan sağlıyor. Kodlanmış bilgi birikimin, birikim de düşünebilmenin önünü açıyor. Düşünce, akıl yürütmek demek. Akıl dağınık bilgiyi tasnifliyerek bir önceki tespitin tekrarını yaşamadan duvarlarını yükseltiyor. Duvara eklenen her tuğla bir yönüyle yaşamı kolaylaştırırken, diğer yönüyle kurallar oluşturuyor, kısıtlamalar koyuyor. Süreç on bin yıllık insanlık tarihinde hep bu şekilde işliyor.
Yabancılaşma olgusu
Arada soluklanıyorsunuz, bir de bakmışsınız yaşama dair her şey, adına toplumsal değerlerimiz denilen yapay bir biçimlemeye dönüşmüş. Akıl, zekayı adeta esareti altına alıp mütemadiyen kirletmiş. Bu “beşer kendi yapar kendi tapar” halleri. Felsefik planda bu olguya “yabancılaşma” deniyor.
Kendi özüne yabancılaşan insanoğlu akıl ve mantığın üzerine inşa edilmiş “erdem” yüklemesiyle kendini giderek çarkın dişlisi gibi algılamaya başlıyor. Gün geliyor, bu noktada duyarlılık oluşmaya başlıyor. “Oldurtulmuş kimlik” içimizdeki isyanı tetikliyor. Özgürlük arayışlarına yelken açmaya çalışıyoruz. Akıl ve mantıkla mesafe alınamayacağı belli olduğundan vicdan ve sezgilerimizi devreye sokmaya çalışıyoruz. Ancak bu yol çok maliyetli. Alışılmışın dışına çıkmaya kalkışmak, huysuz, uyumsuz, itaatsiz bir tavra sürüklüyor insanı.
Arınma başka bahara
Kimileri dozajı ayarlanmış aykırılığın prim yaptığını fark ediyor. Akıl bu defa vicdan ve sezgiyi esir alıyor.
“Önemli” olmak “değerli” olmaya tercih ediliyor. “Önde giden” yerine “önde gelen” olmak ahlaksız bir rant sağlıyor.
HAFTA içinde cumhurbaşkanı adayı Sayın Ekmeleddin İhsanoğlu’nu İzmir’de bir toplantıda dinleme fırsatını bulduk.
Açık söyleyeyim. Sayın İhsanoğlu ve “Beyefendilik” sözcüğü, birbirini olağanüstü tamamlıyor.
Sayın İhsanoğlu bir “sakin güç” prototipi.
Huzurlu, dingin, kalitelerinin keşfedilmesi konusunda telaş göstermeyen, donanımlı bir kişilik.
Ancak cumhurbaşkanının halk tarafından seçilecek olması, o makama, Anayasa’da ne yazarsa yazsın, yasal çerçevesini aşan özel bir anlam yüklüyor.
Dolayısıyla bu seçim son derece siyasi bir özellik taşıyor. Bağlı olarak yarışanların da siyasetçi olmaları icap ediyor.
Hani, Sayın İhsanoğlu, “ben beyefendilik sopası ile rakipleri döver, yenerim” diye umut ediyorsa onu yaşayıp göreceğiz.
AK Parti’nin en önemli avantajı, onlarla ekonominin iyi gittiği inancıdır.
Her seviyeden insanla konuşuyoruz.
Öyle ya da böyle 12 yıllık iktidarları müddetince kendilerinden kaynaklanan bir hata nedeniyle derin bir ekonomik çalkantı yaşanmadı, yaşattırmadılar.
Dolayısıyla, olası bir iktidar değişikliği, ekonomik istikrar yüzünden “risk” telakki ediliyor.
Yerel seçim öncesi çok önemli bir finans yöneticisi, “bir yönüm beyaz Türk, AK Parti’ye oy vermiyor, diğer yönümün ödü kopuyor, yüzde 40’tan daha az oy alacaklar diye” görüşünü bizimle paylaşmıştı.
Muhalefet sanki ülkeyi yönetme pratiğinden de uzak kaldıkça, onlara yönelik soru işaretleri çoğalıyor.
CHP ve MHP yöneticilerine baktığımızda, “bundan kötüsü olmaz” hissiyatı ile kendilerine yönelmemizi bekliyorlar, ancak seçmen sağduyusu pek çok faktörden etkilenerek oluşuyor.
CUMHURBAŞKANLIĞI seçiminde, şayet ikinci tur söz konusu olursa, Kürtler kimi destekler? İlk anda akla gelen yanıt, “tabii ki, AK parti adayı” şeklindedir.
Zira cumhuriyetimiz “irtica ve bölünme” sendromları oluşturarak kendisini kurumsallaştırmaya çalışmış, bağlı olarak muhafazakarlar ve Kürtler rejimin mağdurları olmuşlardır.
Dolayısıyla, “kuyudan ilk önce çıkan” muhafazakarlar, geç de olsa güç de olsa Kürtlere yönelik “ipi” uzatan bir siyasi anlayış içinde olmayı sürdürüyor. Bu sebepten muhafazakarlarla Kürtler ister konjoktürel deyin, ister başka bir çerçevede yorumlayın “müttefik” konumundadır.
Kimse bilemez
Ancak diğer bir cepheden baktığımızda da Kürt siyasi hareketinin, Marksist bir kültürden geliyor olması, Mustafa Kemal’in anti emperyalist ve laik kimliğinin rol model olması, Doğu ve Güneydoğu’da zaten siyasi rakiplerinin sadece AK Parti ya da benzer muhafazakarlar olması, bu nedenle ödünç oyların geri dönüşünün tehlike arz etmesi, Aleviler gibi en az kendileri kadar mağdur kitlenin karşı tarafın adayının yanında olmasının getirdiği akıl karışıklığı, CHP’nin son dönemlerde Kürtlere yönelik söylemlerinin “çiçek atar” hale gelmesi gibi sebeplerle bu ‘oy’lar nereye gider, kimse bilemez.
İşleri hayli zor
Kaldı ki Sayın Başbakan’ın lafını esirgemeyen, incitmeyi pek önemsemeyen tarzı da zamanla bir negatif birikime yol açmış olabilir.
LİBERAL demokrat kanattan cumhuriyete dair yapılan en katı eleştirilerin bile hakkını teslim ettiği bir husus vardır.
Cumhuriyet biçimlendirmeye çalıştığı insan profiline “laiklik” kavramınını ısrarla benimsetmeye çalışmıştır.
Tamam katı “laik” uygulamalar pek çok demokratik probleme yol açmıştır. Ama bugün giderek daha net görülmektedir ki huzurlu ve evrensel bir demokratik iklim mutlaka bu ilkenin vazgeçilmezliğinde yaşanabiliyor.
Laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması boyutunun yanı sıra din ve vicdan hürriyetini temin eden tarafsız ve adil bir devlet anlayışını da yansıtır.
Laiklik ısrarı
Laiklik yoksa, doğal olarak onun boşluğunu dini kurallar dolduracaktır.
Din, anlayışı icabı kitleleri ümmet olarak değerlendirdiğinden, onun anonim tutumu bireyselliğin gelişmesine engel olur.
SAYIN Başbakan bize göre cumhurbaşkanlığına aday olacaktır.
Sayın Tayyip Erdoğan’ın siyasette tarzı bellidir.
Diyelim seçimi riskli gördü ve “ters köşe” yaptı, aday olmadı.
Tüm siyasi kariyerini “tırmandırma” esasına göre oluşturmuş bir kişi, böylesi bir taktiksel geri çekilişten ne denli zarar göreceğini iyi bilir.
Herşeyden önce muhalefet onu “defe koyacaktır”.
Arkasından, siyasetten emekli olmayacaksa, mecburen partisinin üç dönem kuralını kaldırmak zorunda kalacaktır, ki bu da karizmasına ikinci bir darbe olur.
Siyasette ürkek olduğunuz zaman altınızdaki zemin kaymaya başlar.
AK Parti “Yeni Türkiye” diye bir söylem geliştirmişti.
Tamam, askeri vesayet ikinci plana alınacaktı, demokrasi yaygınlaşacaktı.
Açıkça ilk 7-8 yıl müthiş bir toplumsal avans aldılar.
Ancak, hayat gösteriyor ki, katı ideolojik tutumlarla demokrasi bir arada zorlanıyor.
Türkiye karpuz gibi ortadan ikiye, hatta üçe ayrılmış durumda.
İktidarı bir biçimde tutan toplumun tamamını biçimleme iddiasından vazgeçmiş görüntüsü vermiyor.
Muhafazakarlar, adım adım İslamcı bir anlayışı yaymaya, yerleştirmeye çalışıyor, muhalefet kazara sıra kendilerine gelirse onların yaptıklarını olumlu olumsuz ayrımına tabi tutmadan yerle bir etmek için sabırla bekliyor.
GEÇTİĞİMİZ hafta TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı aniden istifa ediverdi.
Yok efendim, kendi şirketi ile ilgili yayınlanan haberler TÜSİAD’ın kurumsal kimliğine zarar verirmiş, bu sebepten kendi başkanlığını feda ederek derneğin adını korumuş falan filan...
Bakınız, sivil toplum kuruluşlarında yöneticilik kolay iş değildir. Hele tamamen gönüllülük esasında çalışan gerçek bir STK’da görev yapıyorsanız, bu işlere “şıpsevdi” bir anlayışla değil, derin bir ciddiyet ve kararlılıkla yaklaşmanız gerekir.
Öyle, “bunaldım, sıkıldım, yıpratıldım, işim gücüm zarar görecek”, gibi gerekçelerle sizin talip olduğunuz ve size tevcih edilmiş görevi, aniden kimseye danışmadan bıraktığınızda, esas zararı işte o zaman verirsiniz.
Tamam, hele bu devirde TÜSİAD başkanlığını yürütmek kolay değildir.
Burada TÜSİAD genel kuruluna Muharrem Yılmaz’ı önerenlerin de bir vebali var.
Bu işlerde iyice ölçüp tartmadan, bugünleri geçmişte görüp uyaranları nazara almadan hareket edilirse ortaya çıkan bu duruma şaşırmak gerekir.