Sıtkı Şükürer

Edirne Valisi

30 Kasım 2014

ERMENİ tehciri ve mübadele olmasaydı bugün en az 20 milyon Ortodoks Hristiyan bu topraklarda yaşıyor olacaktı. Bu rakama, şayet dışlanmasalardı, en az 2 milyon Süryani de dahil edebilirsiniz.
İttihatçı gelenek Türklük ve Müslümanlık üzerinden bir konsolidasyon planladı.
Bağlı olarak sistematik bir ideolojik tutumla sadece Hristiyanları değil, Yahudi nüfusu da seyreltti.
Bakiye Müslümanlara yaklaşırken de seçici davrandı.
Kürtlerin kimliğini baskıladı. Asimile edebilmek için ülkenin batısına göç fedakarlığı, dahil elden gelen her imkanı zorladı.
Alevileri suspus etti. İnsanlar Alevi kimliğini bugün dahi perdeleme baskısındadır. Yine bugün bile Dersim’e dair hak aramak kolay değildir.
Sünnileri kendi çizdiği çerçeveyle biçimlemeye çalıştı. Kabullenmeyenler tıpkı diğerleri gibi zulümden payını aldı.

Yazının Devamını Oku

Seküler fatiha

25 Kasım 2014

BU memlekette temel ideolojik yarılma 1800’lü yılların ilk çeyreğinden başlar.
Batılılaşma hareketleri diye özetleyeceğimiz eğilim, günümüzde de etkisini göstermektedir.
Bir tarafta Arap kültürüne sempati ile bakan, Sünni mezhebinin gereklerine duyarlı kitleler.
Diğer tarafta Aleviler, gayrimüslimler, cumhuriyet değerleriyle yetişmiş ve Batı değerlerine özenmiş insanlar.
Kürtler her iki kesime de göz kırpmamakla birlikte, PKK’nın seküler karakteri nedeniyle, en azından ona sempatiyle bakanlar itibariyle ikinci kanada daha yakındır.
Cumhuriyet, milliyetçi yapısı nedeniyle gayrimüslimlere ve Kürtlere iyi gelmemiştir. Ayrıca, Diyanet denetimli Sünniliği tercih ettiğinden Alevileri de mutlu etmemiştir.
Buna rağmen bugün bu kitleler Sünniliğin baskın karakterinden tedirgindir ve hiçbir ideolojik tutarlılık kaygısı taşımadan saflaşma eğilimindedir.

Yazının Devamını Oku

10 Kasım’lar kutsallaşıyor

16 Kasım 2014

CHP, büyük ölçüde yoğun dindarların partisi değildir.
AK Parti’ye oy verenlerin idolünün de Atatürk olduğu söylenemez.
Ancak her iki parti de Türkiye’nin geleceğinin şekillenmesinde dini duyarlılıklara sıcak yaklaşmanın ve Atatürk’çü olmanın aynı anda, biri için diğerinden vazgeçmeden çok önemli olduğunun farkında.
Dolayısıyla Atatürk de giderek kutsallarımıza dahil olmaya başladı.
10 Kasım ritüelleri bu durumun kanıtı gibi.
Artık her kesim Atatürk’ü eleştirirken son derece dikkatli olma durumunda.
Mustafa Kemal’in bu ülkede kalıcı ve derin bir köke dönüştüğünü muhafazakarlar da her geçen gün daha fazla kavrıyor.

Yazının Devamını Oku

Kral Abidin

9 Kasım 2014

UNUTULMAZ bir fotoğraf karesidir. Bir protokol sofrasında “ebedi şef” Atatürk ve “Milli Şef” İsmet İnönü “frak” şıklığında yemek yerlerken, ikisinin arasında ve yine benzer şıklıkta servis yapan “şef garson”. Ertesi gün gazetelerde “üç şef birarada” alt yazısıyla servis edilen fotoğrafın tek parti dönemi için tehlikeli bir espri olduğu söylenebilir. Esasında meslek tarifi gereği daima bir adım geride kalan şef garsonlar, bulundukları iş ortamının birinci derecede düzenleyicisidir. Bilmiyorum farkında mısınız, son dönemlerde iddialı restoranlarda sadece aşçılar ön plana çıkıyor. Gazete sütunlarında, TV’lerde hep Michelin yıldızlı şefler, göklere çıkarılıyor. Her nedense “garsonun adı yok”. Şüphesiz iyi bir restoran, iyi bir servisten soyutlanamaz. Lezzet, ambiyans, hijyen hepsi bir arada tıkır tıkır işleyen bir garson hizmetiyle anlamlanır, değer kazanır. Bir restoranı restoran yapan gizli kahramanların başında, sanki biraz ihmal ettiğimiz “garsonlara” bir hak teslim etme ihtiyacıdır bize bu yazıyı yazdıran. Bu cümleden hareketle, sıklıkla gittiğimiz Çeşme’deki efsane garsonlara selam yollamak boynumuzun borcudur. Kimler mi? İlk anda akla gelenler; Rahmi Koç’un gözdesi Abidin. (halen Levent’in yerinde) Cevat’ın Yeri’nin çoğu 30’u yılı aşmış kıdemleriyle Yılmaz, Lider, Sedat, Sabo ve diğerleri Ildır, Feti’ni Yeri’nde Bestami, Ferdi Baba’da Yaşar, Yılların eskitemediği duayen Latif Amca (Orfoz Latif) ve daha pek çok uzun yol emekçisi. Onlar, her gittiğinizde hep oradadır. Her zaman güleryüzlü, enerjik ve çalışkandır. Sevgili dostlarımıza saygılar sunuyoruz. “Beraberce yaşlanmaya devam” diyoruz.

Barış tek seçenektir

“Para isteme benden, buz gibi soğurum senden” İNSAN ilişkileri rutin biçimde akıp giderken, bazen ani bir şoklamaya uğrar. İyi hallerimiz mülkiyet sahamıza bir tecavüz vaki olduğunda, rengini koyu kahverengiye dönüştürür. Hepimizin içinde sakladığımız bir “bencil” öz vardır. Medenileşmeye çalıştıkça bu yönümüzü perdelemeye çalışırız. Bu anlamıyla medenileşme, sürekli vermektir aslında. Vermek, hiç şüphesiz çoğalmaktır. Ancak yeni geldiğinde “alabilme” rahatlığını hissetmeniz koşuluyla. Ancak vermenin bir sınırı vardır. Devletin gazabı “Senin iki evin var, birini bana ver” diyen yakın arkadaş talebi, tabii ki sizi ikna etmez mesela. “Derviş duruşu” ya da felsefik konsantrasyonla “yumuşamış hallerimizi”, muhtemelen içgüdüsel olan mülkiyet duygusuyla pek karşılaştırmamak gerektiğini hep biliriz. Bu, Şeyh Bedrettin için “yar yanağı”dır, Devlet sahibi milletler yönünden “toprak”. Evrensel demokrasi, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, kültür, dil farkı, bunların hemen hepsi... Kürtler, “Biz Türkiye Devleti’nden ayrılmak istiyoruz” dediklerinde, tüm diğer entelektüel ezberler gibi bir anda şaşırır, “niye, neden, ne hakla, kolay mı” soruları önce tepkiye sonra tahrike, tehdide, savaşa ve kana savrulur. Bu coğrafya ne İskoçya’dır ne de İspanya. Aklın çaresiz ve mazlum olduğu, geri planda bekletildiği, hiç şüphesiz herkesin kaybettiği bir Türkiye’nin, bu toprakların kaderinden ırak olması, önce insan diyen herkesin temennisidir. Dikkatli, çok dikkatli olmalıyız. Barış süreci mutlaka başarıya ulaşmalıdır. Aksi halde, “Bu devletin gazabı” diye politika geliştirenlerin önünde durmak imkansız hale gelecektir zira.

Ticari liman kalmalı

İZMİR ticari limandan kolayına vazgeçemez. Bu kentin tarihi kimliğiyle liman özdeştir çünkü. İzmir denkleminden “limanı” çıkarın, geriye sıradan bir şehir kalır. Limanın göreli azalmasıyla kentin makus talihinin sönükleşmesi arasındaki doğrusal ilişkiyi geçmişten bugüne pek çok ekonomik parametreyle saptayabilirsiniz. Efendim, liman nedeniyle trafik şıkışabilirmiş ya da kentin kuzeyinde pek çok seçenek oluşturulmuş. Tamam hepsi doğru. Ancak Türkiye limancılığa bambaşka bir uluslararası vizyon kazandırabilirse ve pilot uygulama İzmir Limanı üzerinden yoğunlaştırılabilirse zaten bu noktadan yayılan sinerji kuzey limanları da doldurur, doyurur. Ha, bu işler kolay mı? Değil tabii. Ancak, azlığı, yokluğu paylaştırma adına İzmir’den ticari limanı çıkartmak, kimse kusura bakmasın pek kabul edilebilir bir şey değil. Durduk yerde İzmir “suyu çekilmiş değirmene” döndürülemez.

Yazının Devamını Oku

Bürokratlaşan bakanlar

4 Kasım 2014

DEVLET olmanın gereği bazı kurumlar bürokratiktir.
Nüfus idaresi, tapu gibi yapılar her zaman ciddi, tavizsiz ve katı olmak durumundadır.
Ancak bazı kamu görevleri vardır ki, bürokrasinin o sahalarında makul ve rasyonel olmaları icap eder.
Bürokrat, netice itibariyle devletin hizmet görevlisidir.
Şüphesiz kamu menfaati korur, kollar.
Ancak bürokrasi, maalesef meselelerin olmazlarına sarılmak, çözmek yerine kilitlemek, çok sıkışınca da yargıya havale etmek şeklinde tecelli ediyor.
Belediyeden maliyeye, SPK’dan vatandaşa servis vermesi gereken tüm kamu kurumlarına, sıkışan, tıkanan insanların son çare olarak başvurdukları yer, bürokratik kurumun en tepesindeki yetkili (!) siyasilerdir.

Yazının Devamını Oku

Kol kırılsa da yen hep içeride

26 Ekim 2014

YURDUM insanı nezdinde, acaba sayın Cumhurbaşkanı ile sayın Başbakan arasında bir gerilim yaşanır mı sorusu çok sık tartışılıyor.
Uygulanacak temel politikalarda farklı yaklaşımlar söz konusu olmazsa, geriye çekişme nedeni olarak sadece “egolar” kalır.
Temel politikalar derken daha ziyade siyasi konuları kastediyoruz.
Zira ekonomik konular zaten Ali Babacan ve ekibine (iyi ki) terk edilmiş durumda.
Sayın Davutoğlu barış sürecini konjoktürel değil, tarihi bir perspektiften değerlendirdiklerini söylüyor.
Yani Ortadoğu coğrafyasında etkin bir Türk varlığının, evvelemirde uyumlu bir Kürt birlikteliğinden geçeceğine işaret ediyor.
Onun dış politikaya dair görüşleri, derinlikli yaklaşımları, çok yazıldı, çizildi, tartışıldı.

Yazının Devamını Oku

Laik olmak

12 Ekim 2014

Esasında laik düzeni savunmak dindar olmayı reddetmek değildir. Zaten mesele dindarlık da değildir. Demokrasi kültürünün yerleşmediği toplumlarda Sünni, Alevi, Kürt olmak, kendini sadece bir alt kimlik üzerinden ifade etmek, bilindik bir durumdur. İnsanların kendilerini var edebilmeleri, ötekilere karşı saflaşmadan geçtiğinden, alt kimlikler giderek abartılı hal almakta ve birbirine tahammülsüz parçalı bir toplum yapısı ortaya çıkmaktadır.

Özgürce yaşayabilmek

Hayat bize göstermiştir ki, hele 21. yüzyılda, kimse diğerlerini kendine benzetemez, sürgit tabi kılamaz. O halde makul olan, herkesin kendini ait hissettiği alt kimliğini, özgürce, kısıtlanmadan “doya doya” yaşayabileceği bir çerçeve oluşturabilmektir. İşte laik olmak, farklılıkların bir arada yaşamasında mutabık kalmaktır aslında. Din ve vicdan özgürlüğünü içselleştirilmiş herhangi bir dindar, bu anlamıyla gerçek laiktir. Dindar ya da farklı etnik kimliklere tahammülsüz ortalama bir kıyı insanı da, yine bu anlamıyla, bırakın laikliği, bir başka tür köktencidir.

Ülkemiz savruluyor

Tüm mesele, hayat tarzlarımızı özgürce yaşamamızın dokunulmaz hakkımız olduğu bilinciyle, madem aynı devlet çatısı altında yaşamaya mecburuz, o halde asgari mutabakatlarımızı acilen tesis edebilmeyi başarmaktır. “Ben imam hatip’e kızımı başı kapalı göndermek isterim”, “Ben mahalledeki camide müezzinin sabahın kör saatinde ezan okumasını istemiyorum.” gibi talepler demokratik kabule imkan sağlayabilmelidir. Hani Amerikan toplumu, en başından özgürlük tohumlarıyla serpildiği için kendi demokrasisinde şiddet ve nefret içermeyen her talebi “tolere” edebiliyor ve kapalı yaşam biçimlerine müdahale etmemeyi becerebiliyor. Bizim ülkemizde böylesi bir demokrasi kültürü yok. Ve yine bizim ülkemiz parçalı, kutuplu bir yapıya süratle savruluyor.

Ağır ağır sağduyuya

Oysa kesin ve açık olan bir gerçek var. Hiçbirimiz, diğerlerinden kopuk, alakasız, onların etkilerine kapalı, steril, özgün falan değiliz. Herkes, kendi zannettiğinden daha fazla birbirinden içinde. Herhangi birimizin bir talebi, diğerlerine sürpriz değil, anlaşılmaz değil, çünkü herkesin içinde, bir parçasında “o” var. Öngörümüz odur ki, bu toplum ve bağlı olarak siyasi partilerimiz, ağır ağır bir sağduyu çizgisine gelecek. Demokrasiyi hep birlikte öğreniyoruz. Hele bir de birbirimize dair stresi azaltsak, zaten makuliyeti zorlayan marjinal talepler giderek azalacaktır.

Demokrasi teslimiyetçilik değildir

Yazının Devamını Oku

Mutsuz sonbahar

6 Ekim 2014

İKTİDARLARIN yeni hedefler, yeni kavramlar icat ederek heyecan tazelemesi bilindik bir uygulamadır.
AK Parti’nin de “2023 hedefleri” ve “Yeni Türkiye” söylemleri biraz böyle bir şey.
Vaat edileni hatırlayın, 2023 yılında 2 trilyon dolar milli gelirimiz olacak, kişi başı gelir 25 bin dolar, ihracat ise 500 milyar dolara ulaşacak.
Hani, ABD’de dolar enflasyonu çılgın yükselmez ise bu hedefler şimdiden “çöp” oldu.
Bakın, borç alarak harcama yaptığınızda, yani cari açıkla ekonominizi finanse etme zorunda olduğunuzda, duvara toslamamak için, harcayacağınız her kuruş dövizin verimli yatırımlara yönlenmesini gözetmeniz, katma değeri yüksek bir üretim anlayışını desteklemeniz gerekiyor.

Yazının Devamını Oku