Paylaş
CHP, büyük ölçüde yoğun dindarların partisi değildir.
AK Parti’ye oy verenlerin idolünün de Atatürk olduğu söylenemez.
Ancak her iki parti de Türkiye’nin geleceğinin şekillenmesinde dini duyarlılıklara sıcak yaklaşmanın ve Atatürk’çü olmanın aynı anda, biri için diğerinden vazgeçmeden çok önemli olduğunun farkında.
Dolayısıyla Atatürk de giderek kutsallarımıza dahil olmaya başladı.
10 Kasım ritüelleri bu durumun kanıtı gibi.
Artık her kesim Atatürk’ü eleştirirken son derece dikkatli olma durumunda.
Mustafa Kemal’in bu ülkede kalıcı ve derin bir köke dönüştüğünü muhafazakarlar da her geçen gün daha fazla kavrıyor.
Hatta bu sebeple Atatürk’le ortak yönler bulma gayretlerini teşhis edebiliyoruz.
Hal böyle olunca Atatürkçülük nedir, ne değildir, her derda deva bir ilaç mıdır, herkesin kendine göre bir anlam yükleyip kullanabileceği bir materyal midir?... Sorular çoğalmaya başlıyor.
İyi de oluyor. Toplumsal yumuşama dediğimiz de bu neviden buluşmaların yaygınlaşmasıyla oluşuyor zira.
Reçelli çatal
METROPOLDE yaşayanlar, şehrin koşuşturmasından bezenler, kurallardan yorulanlar huzurlu ve sakin ortamlara özlemlerini ifade edip durur.
Bu insani ihtiyaç için en önce akla gelen “uzaktaki kasabalardır”.
Özellikle sahil beldeleri, yaz telaşından sıyrıldıkları varsayımıyla pek bir dinlendirici yerlermiş gibi gelir uzaklarındayken.
Oysa kazın ayağı öyle değildir.
Kış geldiğinde, yaz keyfinin perdelediği çirkinlikler çırılçıplaktır.
Geçen hafta sonu Muğla’nın Selimiye ve Turunç beldelerine gitme fırsatımız oldu.
Aman Tanrım, kıyı kanunu bu denli vahşi mi katledilir, bu kadar mı özensizlik, denetimsizlik hakimdar bu güzelim yerlerde.
Hadi, onları geçtik. Mevcut yerleri işletenler, tamam mekanlarını kapatmışlar ancak sanki Pompei’de lav baskınına uğramış ortamlar gibi, reçelli çatalar bile toplanmadan öylece terk edilmiş.
Her şeye saygısızlık
Savrukluk, intizamsızlık, doğaya ve kanunlara saygısızlık, ileriyi hesaplamamak, kurnazlık… Hepsi bir arada birbirini eziyor, üstüne çıkıyor.
Oysa, bu bahsettiğimiz yerlerin burnunun dibinde Yunan Adaları var. Örneğin “Simi” hemen az ötede. Tamam orada da şimdi sezon dışı sakinliği var. Ancak bir “masal beldesi” hali devam ediyor, insani ve bu mevsimde bile “ticari” cazibesi ile bizlere örnek olarak duruyor.
Hatırlarım, yıllar önce bir İsviçre dağ köyündeydik.
Şöminelik odunlar, boyları ve kalınlıklarına göre, her evin bahçesinde şiirsel bir intizamla dizilmişlerdi. Medeniyet biraz da estetiğin içselleştirilmesidir.
Kimse, para, pul, imkan edebiyatı yapmasın.
Maalesef bu meselelerde garip ve ürkütücü insanlar olmayı beceriyoruz.
Ambargo mu?
PLAJLARI, marinaları, çepeçevre sahil düzenlemeleri ile tertemiz bir körfez İzmir’imize gerçek anlamda çağ atlatır, Barcelona’ların bulunduğu lige terfi ettirir.
Aziz Kocaoğlu bu gerçekliğin hep idrakinde oldu.
Neyin nasıl yapılacağı konusunda çalışmalar tamamlandı.
Ancak Mayıs 2013’den beri Çevre Bakanlığı bir türlü gerekli izni vermiyor.
Körfezin kuzey aksında açılacak sirkülasyon kanalı ile bir döngü sağlamayı hedefleyen proje, aynı zamanda İzmir Limanı için derinleştirme fırsatı da yaratacak.
Yani neden bekliyoruz? Belediyenin gücü yetmiyorsa milletvekillerimiz, özellikle de AK Parti milletvekilleri nerede, neden Ankara’da kamp kurmuyoruz? STK’lar neden kıyameti koparmıyor?
Umarız, “Çandarlı Limanı bir yola girmeden bu izin çıkmaz” diyenler yanılıyordur.
Bu konu hiçbir hesaba feda edilmeyecek kadar kritik, eski deyişle “hayati ehemmiyete haiz”.
Bu sebeple, “lütfen”, “lütfen” yani...
Paylaş