Paylaş
Esasında laik düzeni savunmak dindar olmayı reddetmek değildir. Zaten mesele dindarlık da değildir. Demokrasi kültürünün yerleşmediği toplumlarda Sünni, Alevi, Kürt olmak, kendini sadece bir alt kimlik üzerinden ifade etmek, bilindik bir durumdur. İnsanların kendilerini var edebilmeleri, ötekilere karşı saflaşmadan geçtiğinden, alt kimlikler giderek abartılı hal almakta ve birbirine tahammülsüz parçalı bir toplum yapısı ortaya çıkmaktadır.
Özgürce yaşayabilmek
Hayat bize göstermiştir ki, hele 21. yüzyılda, kimse diğerlerini kendine benzetemez, sürgit tabi kılamaz. O halde makul olan, herkesin kendini ait hissettiği alt kimliğini, özgürce, kısıtlanmadan “doya doya” yaşayabileceği bir çerçeve oluşturabilmektir. İşte laik olmak, farklılıkların bir arada yaşamasında mutabık kalmaktır aslında. Din ve vicdan özgürlüğünü içselleştirilmiş herhangi bir dindar, bu anlamıyla gerçek laiktir. Dindar ya da farklı etnik kimliklere tahammülsüz ortalama bir kıyı insanı da, yine bu anlamıyla, bırakın laikliği, bir başka tür köktencidir.
Ülkemiz savruluyor
Tüm mesele, hayat tarzlarımızı özgürce yaşamamızın dokunulmaz hakkımız olduğu bilinciyle, madem aynı devlet çatısı altında yaşamaya mecburuz, o halde asgari mutabakatlarımızı acilen tesis edebilmeyi başarmaktır. “Ben imam hatip’e kızımı başı kapalı göndermek isterim”, “Ben mahalledeki camide müezzinin sabahın kör saatinde ezan okumasını istemiyorum.” gibi talepler demokratik kabule imkan sağlayabilmelidir. Hani Amerikan toplumu, en başından özgürlük tohumlarıyla serpildiği için kendi demokrasisinde şiddet ve nefret içermeyen her talebi “tolere” edebiliyor ve kapalı yaşam biçimlerine müdahale etmemeyi becerebiliyor. Bizim ülkemizde böylesi bir demokrasi kültürü yok. Ve yine bizim ülkemiz parçalı, kutuplu bir yapıya süratle savruluyor.
Ağır ağır sağduyuya
Oysa kesin ve açık olan bir gerçek var. Hiçbirimiz, diğerlerinden kopuk, alakasız, onların etkilerine kapalı, steril, özgün falan değiliz. Herkes, kendi zannettiğinden daha fazla birbirinden içinde. Herhangi birimizin bir talebi, diğerlerine sürpriz değil, anlaşılmaz değil, çünkü herkesin içinde, bir parçasında “o” var. Öngörümüz odur ki, bu toplum ve bağlı olarak siyasi partilerimiz, ağır ağır bir sağduyu çizgisine gelecek. Demokrasiyi hep birlikte öğreniyoruz. Hele bir de birbirimize dair stresi azaltsak, zaten makuliyeti zorlayan marjinal talepler giderek azalacaktır.
Demokrasi teslimiyetçilik değildir
Bir defa şu tespiti yapalım. Tarihin bu aşamasında, süper güçlerin belirlediği uluslararası konjoktürde, Kürtlerin eli güçlü, hem de çok güçlü. Dört ülkeye yayılmış yaklaşık 40 milyon nüfusuyla “Büyük Kürdistan” hayali imkansız gözükmüyor. Muazzam enerji kaynaklarının üzerinde olmak Kuzey Irak’ta fiili bir devlet oluşturulmasını süratle kolaylaştırdı. Artık doğu ve güneydoğuda yaşayan Kürt vatandaşlarımız kendilerini seçeneksiz hissetmiyor.
Huzur ve mutluluk
Açık söylemek gerekirse, Türkiye Cumhuriyeti bu insanlara “bölünmeyi de aşan bir cazibe” sunamadığı sürece toprak bütünlüğümüzü korumak kolay olmayacak. Zaten “tırmandırarak çözmeye çalışmak, kazananı olmayan mücadeleye talip olmak” demektir. Bakınız, Türkiye “tipik bir Ortadoğu ülkesi” gibi değildir. Çözüm, evrensel demokrasinin huzur ve mutluluk vaat eden, ilk başta “verici”, ama finalde “bütünleştirici” ve sınır ötesine “model” vasfı taşıyan, “insan odaklı” mutabıklarını tesis etmektir.
İktidar ve ümit
Neyin “Devlet onurumuzu” zedeleyeceğinin tarifini sağduyuyla yapıyor olmamız lazım. Şimdi hamaset zamanında değiliz. Gerçekçi olalım, demokrasimizin, şiddetten beslenenleri şok edecek şekilde yaygınlaştırılmasını hedefleyelim, daha sonrası için. Irak’tan Suriye’ye Kürt oluşumlarla, göğsümüzü gere gere, cazibe odağı konumuyla, her neviden entegrasyonun peşine düşelim. Diyeceksiniz, siyasi iktidar bu ümidi veriyor mu? Maalesef, onlar hala Şam’da bayram namazı telaşında.
Paylaş