Paylaş
Bugün kıyılar başta olmak üzere ülkenin her tarafında, Cumhuriyetin kültür politikaları ile yetişmiş, laik değerleri önceleyen on milyonlar var.
Bu insanların, “din”le, Müslümanlıkla ilişkileri mesafeli.
Cumhuriyet, devlet denetimli bir Diyanet anlayışı ile Müslümanlığı, Allah’la kul arasında yaşanması gereken içe dönük, kişisel, özel bir çerçevede tanzim etmeye çalıştı.
Oysa din, 1500 yıllık kapsamlı bir külliyata sahip, sosyal, ekonomik, kültürel, siyasi boyutları ile başkaca bir yaşam önerisine kapalı bir geleneksel anlayıştı.
Bu anlayışı içten içe sürdürenler oldu.
2000’li yılların başlarından itibaren devran dönünce bahse konu insanlar ülke yönetiminde de “ön almaya” başladılar.
Bu gelişmeler sonrasında Cumhuriyet projesinin biçimlediği (ikna ettiği) milyonlarca insan, özellikle eski Arap kültürünün etkisini taşıyan mezheplerin hiç bilmediği değerlerle tanıştı.
“Müslümanlık bu değildir” söylemleri başlangıçta onları rahatlatsa da iktidarları pekiştikçe morallenen muhafazakarların kimi açıklamaları yaşanan telaşın hiç te boş olmadığını gösteriyordu.
Bugün İzmir’de yetişmiş bir genç kadına Ortadoğu’nun Müslümanlık pratiklerini uygulamaya kalktığınızda kabullenmesini aklınızdan bile geçiremezsiniz.
Tedbirli olma adına yüksek sesle seslendirilmeyen “Bunlar Müslümansa ben değilim” klişesi giderek yaygınlık kazanan duygusal kopuşlara işaret ediyor.
Bilinçli bir “Ateist” tercihten ya da “seküler” bir tavırdan söz etmiyoruz.
Din olgusunun en azından bir sosyal ihtiyaç olduğu göz önüne alındığında, bu insanlar iç dünyalarında oluşan boşluğu ne ile gidereceklerini bilemiyorlar.
Kimileri Kabe yerine Anıtkabir, Peygamber yerine Atatürk abartmasına savruluyor, kimileri de imitasyon bir kimliği kabartarak ona yaslanmaya çalışıyor.
Diyeceğimiz; Türk-Kürt kutuplaşmasından söz ederken, en az onun kadar dramatik Laik-Müslüman ayrışması da üstü örtülemez bir gerçeğimiz haline geldi, geliyor, acıtıyor.
Demokratik tahammül gerekiyor
DEVLET, düzeni temin için “meşru şiddet” uygulayabilir. Polis ve asker bunun için vardır. Devlet dışında hiçbir güç, hiçbir gerekçe ile karşı şiddet uygulama hakkına sahip değildir. Dolayısıyla PKK hiçbir şekilde mazur görülemez.
Mesele bu denli açıkken, ülkenin doğusunda yaşananlarla ilgili olarak ısrarla “PKK’yı da kınayın” demek, sanki Devletin “zayıf” elinin güçlendirilmesine çağrı talebi içerir ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin buna ihtiyacı yoktur. Bu konularda açıklama yapan herhangi bir sivil inisiyatifin ayrıca bu hususu vurgulaması gerekmez, eksiklik değildir.
Akademisyenlerin bildirisinden söz ediyoruz. O kişiler şüphesiz PKK’lı değil. Gayrimeşru güçlerin uyguladıkları şiddeti savunmaları için akıllarını yitirmiş olmaları gerekir. Ama bin küsur akademisyenin daha demokratik, şeffaf, anlaşılır bir Devlet istemelerinden de bir “sıkıntı” duyulmaması icap eder.
“Devlet ülke bütünlüğünü korusun, bu amaçla ne yaparsa yapsın” demek çok sesli demokratik bir toplumda mümkün değildir.
İşte ülkenin entelektüel sermayesi bunu sorguluyor. Kimse kafa karıştırmasın. PKK bu insanların muhatapları değildir. Hükümet uygulamaları da terörle mücadele ediliyor diye her türlü eleştiriden muaf olamaz.
Dolayısıyla, ülkeyi yönetenlerin “celallenmeyi” aşan bir aksiyon önermek yerine, tahammül eşiklerini yükseltmeleri çok daha şık olacaktır.
Dr. Buğra Gökçe
BİR Belediye bürokratı uzun zamandır İzmir’de çok konuşuluyor. Dr. Buğra Gökçe. Uzun yıllar Ankara’da Çankaya Belediye Başkan Yardımcılığı yapan Gökçe, hali hazırda genel sekreter yardımcılığı görevinde belediyenin ulaşım ve raylı sistemleri ile yapı işleri, fen işleri, park bahçeler, makine ikmal, yapım ihaleleri, bilgi işlem ve atık yönetimi dairelerini yönetiyor.
Açık söyleyelim, becerikli bürokrat, belediyelerde en zor bulunan bir kıymettir.
Sayın Gökçe ulaşım projeleri ile Aziz Başkan’ın imajına “iş bitirici” kalitesi kazandıracak gibi gözüküyor.
Sayın Başkan, seçiminiz için tebrikler, Sayın Gökçe başarılar.
Paylaş