Buna mukabil, Kuş Cenneti, Kent Ormanı ya da Homeros Vadisi gibi yerler doğrudan “tabiat parklarıdır”.
Tıpkı Karadeniz yayları veya Amazon Ormanları gibi...
Bu sebepten Kültürpark’ı kendi haline bırakamazsınız.
Sürekli elinizin ve gözünüzün üstünde olması gerekir.
Doğal parklar bir nevi “Şahane Serseri”dir.
Dokunmadığınız ölçüde cazibesini arttırır.
Saçı, sakalı birbirine karışsa da bu bohemlik ona ilave bir “tanrısal izlenim” verir.
İmparatorluk tebası olmak emperyal iktidara vecibelerini yerine getirmeyi gerektiriyor, karşılığında aşırı ölçüde bir “biçimlendirme” baskısına maruz kalınmıyordu.
Ermeniler, Rumlar, Süryaniler... Ata topraklarında hem etnik hem de Hristiyan kimliklerini sürdürüyorlardı.
19. yüzyıl mikro milliyetçiliklerin güç kazandığı dönemlerdir.
Ayrışma eğilimleri kendi mesnetlerini oluştururken etnik ve dini yönden “çifte farklılığı” masaya koyduğunda şüphesiz çok daha güçlü gözüküyorlardı.
Örneğin, hem Ermeni hem Hristiyan olmak, “diğerleri” ile mesafelenmeye haklılık kazandırma gerekçesi oluyordu.
Beri yandan Anadolu’nun Müslüman kanadında böylesi bir homojenite yoktu.
Tamam bir Müslüman çoğunluk vardı, ama bu bütünün ne kadarı “sonradan”, ne kadarı “yerleşik”, ne kadarı “kendini gizleyen” bir terkipti, “mezhebi” keskinleşmeler ne ölçüdeydi, hayli karışıktı.
Fütuhatla beslenecek bir Devlet’in Ortodoks, Katolik, Şii dünyalar ile din kardeşliğinden kaynaklanacak sınırlamaları tercih etmeyeceği çok açıktı.
Bu sebepten emperyal Osmanlı’nın menfaatine Sünnilik uygun gelmiştir.
19. Yüzyılda, çok uluslu yapının değer üreten gayrimüslim kesimlerini imparatorluk çatısı altında tutmanın mümkün olmadığı ortaya çıkınca, geliri azalan Osmanlı bir bekaa sorun yaşamaya başlamıştı.
Milliyetçilik akımları, sapır sapır yaşanan toprak kayıpları ile insani ve kültürel zenginliği azaltırken, hiç olmazsa elde kalan “Sünnilik” üzerinden çerçeveyi koruma telaşına düşüldü.
Abdülhamid’in öncelikli opsiyonu buydu.
Bu yüzden bugünün dindarları “Ulu Hakan”ı çok severler.
Ancak bu çaba sonuç vermedi.
Büyük bir tezahüratla birbirimize sarıldık.
Dar zaman diliminde “o ne yapıyor, bu ne yapıyor” diye sorular sorarken, bir-iki gençlik arkadaşımızın vefat ettiğini söylediğim de, “yapma yaa” diye abartılı bir mimik sergiledi.
Aynı anda göz ucuyla köpeğini izliyordu.
Esasında duyduklarına dair hiçbir şeye sahici bir dertlenme, sonrasına dair de zihnine kaydetme kaygısı taşımıyordu.
Muhtemelen köpeğinin kabız olması onun için daha önemliydi.
Bakın bu tutum; sorunlarını çözümlemiş bir ülkede yaşıyor olmaktan kaynaklanan, “batılılara” özgü “bireyci” tavırdır.
Bizde de benzer bir eğilim var. Ama sebebi istikrar değil, tam aksine, memleket genelinde yaşanan belirsizliğin ruh sağlımızda açtığı gedikler.
Moderniteyi temsil eden bir renklilik içerisinde, yaşam biçimlerine dair “öteki” Türkiye’ye mesaj vermeye çalıştılar.
Bu gösteri, kendi içimizde beğeni ve takdir topladı.
Belirtmek gerekir ki, bu neviden gösteriler bugünün kutuplaşan Türkiye ortamında her kesim tarafından sempati ile karşılanmıyor.
Esasında eylemi yapan insanlarda bu durumun farkında.
Buna rağmen niçin bu gösteriye ihtiyaç duyulduğunu anlamaya çalışmamız gerekiyor.
Hiç şüphesiz, “farklılığımız zenginliğimizdir” düşüncesi ile yapılan bir eylem değil bu.
Görünürde neşeli, hayat dolu bir topluluğun, arka planlarındaki; endişeli, ürkek, tedirgin, hesap soran, isyan eden, “siz orada çoğunluk olsanız da burada da biz varız” demek isteyen bir ruh halini tespit edebilmek için sosyal psikolog olmaya gerek yok.
Fuar deyince, bu kentte geçmişi olan herkes heyecanlanır.
Fuar, 1970’li yıllarda kişi başı gelirin bin 500 dolarlar olduğu bir ülkenin, kent yaşamını renklendiren bir panayırıydı.
Tamam, ilk ürünlerin teşhir edildiği uluslararası katılımlar da önemliydi, ama bizleri ilgilendiren daha ziyade yaz sonuna doğru yaşattığı hareketlilikti.
O günleri sevgiyle hatırlayamayanımız yoktur.
Ama, gerçekçi bir bakış açısıyla fuar, düşük tüketim kalıbımıza hitap eden, fakir üçüncü dünya eğlencesiydi.
Hani ağustos sıcağında ılık Tariş şıraları, lezzetini düşünmeden yediğimiz salçalı makarna, sıcak, hijyen olmayan ortam, pis tuvaletler, kalabalık, hiçbir güvenliğin, nizam ve intizamın olmadığı lunapark, birkaç temel sanatçı dışında, alt kadronun “olmayan sahne tecrübeleri” ile Yeşilçam eskileri tarafından işgali...
Yani, bu fuarı “ışınlayın” günümüze, kimse yüzüne bakmaz.
Biz Tayyip Erdoğan’ı çok, ama çok güçlü zannederdik.
Esasında, nerede ise, “Yalnız Adam”mış.
Yüzde 50’ler seviyesinde muazzam bir halk desteğine sahip olmasına rağmen, devlete o ölçüde hakim değilmiş.
Diyeceksiniz; kim, hangi zamanda devlete tam hakim oldu ki?
Ne Demirel, ne de Ecevit, herkes, askeri ve sivil bürokrasinin sınırları içinde davranmak zorundaydılar.
Ama, en azından onların söz geçiremediği bürokrasi FETÖ gibi bilinmezlikler, sürprizler içermiyordu.
Daha doğrusu, bu denli sinsi kuşatma yoktu.
Sabit bir sahne ve sürekli aynı oyuncular bir müddet sonra seyircide bıkkınlık yaratır.
Esasında “özgür insan” bir yönü itibariyle “sıkılan insan”dır.
Beşeri hayatımızın idamesine yönelik hiçbir olgu vazgeçilmezimiz değildir.
Bu sebepten, önceleri çok sevdiğimiz bazı insanlara, gün gelir tahammül bile etmekte zorlanırız.
Bu durum söz konusu kişilerin performansları ile de ilgili bir şey değildir.
Bizim kuşak, bir ara Halit Kıvanç’la yatar, Halit Kıvanç’la kalkardı. Yine Cem Özer’den Okan Bayülgen’e, spor ve medyanın parlayan yıldızları vardı.
Ama, nasıl oldu bilmiyoruz, “bayatladılar”.