Paylaş
İmparatorluk tebası olmak emperyal iktidara vecibelerini yerine getirmeyi gerektiriyor, karşılığında aşırı ölçüde bir “biçimlendirme” baskısına maruz kalınmıyordu.
Ermeniler, Rumlar, Süryaniler... Ata topraklarında hem etnik hem de Hristiyan kimliklerini sürdürüyorlardı.
19. yüzyıl mikro milliyetçiliklerin güç kazandığı dönemlerdir.
Ayrışma eğilimleri kendi mesnetlerini oluştururken etnik ve dini yönden “çifte farklılığı” masaya koyduğunda şüphesiz çok daha güçlü gözüküyorlardı.
Örneğin, hem Ermeni hem Hristiyan olmak, “diğerleri” ile mesafelenmeye haklılık kazandırma gerekçesi oluyordu.
Beri yandan Anadolu’nun Müslüman kanadında böylesi bir homojenite yoktu.
Tamam bir Müslüman çoğunluk vardı, ama bu bütünün ne kadarı “sonradan”, ne kadarı “yerleşik”, ne kadarı “kendini gizleyen” bir terkipti, “mezhebi” keskinleşmeler ne ölçüdeydi, hayli karışıktı.
Yanı sıra, çok sayıda “etnik” kimliğin oluşturduğu “dağınık” yapı, işlenmeye muhtaç halde, öyle orada bekliyordu.
Devrin iktidarı bu fırsatı kaçırmadı.
İslam parantezinde bu gevşek birlikteliğe harç olacak unsur “Türklük” kavramıydı.
İttihatçılar ve Cumhuriyet kadroları, bir yandan Anadolu’yu gayrimüslim nüfustan “arındırırken”, bakiyeye de ilave güçlendirilmiş “Türklük” duygusunu zerk etmeye başladılar.
“Arap olmayan Müslümana Türk derler” sözü, toptancı bir payda oluşturma yolunda, Anadolu toprakları için, meseleye tarihi ve ideolojik içerik kazandırma çabasıydı.
Kürtler dışında, bırakın “direneni”, nerede ise “gönüllü bir asimilasyonla”, hatta herkes geçmişinden Türklüğe dair bir referans yakalayarak bir “etnik mutabakat” oluşturulmuştur.
Böylelikle özlenen “çift motorlu” kimlik, gün geçtikçe güç kazanarak ihtiyaç duyulan eksikliği giderme yolunda mesafe almaktadır.
Müslüman ve Türk olmak, “sterilize edilmiş” Anadolu’da, bugün hem ulusalcı hem de muhafazakarların özlediği bileşimdir.
Hani, “İslam’da kavmiyetçilik yoktur” kabilinden klişelerin hiçbir ehemmiyeti kalmamıştır.
“Türk ordusu Peygamber ocağıdır.”
Bu cümle, “altın sentez”in mottosudur.
Bu iki kavramın bir arada olmasının yarattığı konfor, İttihatçı ve Muhafazakar geleneklerden gelenleri birbirine yaklaştırmıştır.
Hani, kendi içinde mutlu bir şekilde bütünleşen “Cami ve Kışla”, bölge ve dünya ülkeleri için ne ölçüde mutluluk ve huzur üretir, o da meselenin diğer yönüdür.
-----
Mustafa Usta
BİRKAÇ yıldır, hiç olmaz ise ayda bir “mat gözlerle”, orada yiyeceklerine “kilitlenmiş” bir şekilde, Nergis Çarşısı’nda Lokantacı Mustafa’nın mekanına giderim.
Birkaç masalı bir esnaf lokantası olan Mustafa Usta, (Birkan Demir) tipik bir aile işletmesi.
Boşnak kültürünün tencere yemeğinde yarattığı lezzet patlamasını bu küçük mekanda, “kıskananlar çatlasın”, hep idrak ediyoruz.
İzmir’in en önemli gurme yazarlarından Haluk Özyavuz’un da ısrarla önerdiği bu lokantada döner ve kurufasulyenin de apayrı bir yeri var.
Taamı sonlandırırken, tavsiyemiz, özellikle sütlaçı tercih etmeniz. (1777 Sok, No: 87, Nergis Çarşısı, İzmir. 0-232 368 38 68)
-----
Bir yanımız Mezopotamya
TAMAM, Cumhuriyetin yüzü “Batı”ya yöneliktir.
Ama, bu “Doğu”dan kopuk olmamız gibi bir sonuç doğuramaz.
Türkiye Cumhuriyeti; Irak, İran ve Suriye ile olan binlerce kilometrelik sınırı ile bir Mezopotamya ülkesidir de aynı zamanda.
Bu sebeple Güneydoğu sınırlarımızın az ötesindeki her oluşumda tabii ki söz sahibiyizdir.
İktidarı sevseniz de sevmezsiniz de onun bu konudaki kararlı tutumu sonuna kadar doğrudur.
“Efendim, Ortadoğu bataklığına bulaşmayalım.”
En az 20 milyon vatandaşı Kürt ve Arap olan bir devletin böyle bir lüksü olabilir mi?
Hiç şüphesiz öncelikli olarak cazibe merkezi ülke konumunu yeniden oluşturmamız gerekiyor.
Adil, barışçı, güvenilir bir Türkiye, haritaların yeniden çizildiği bir coğrafyada bölge halklarının en fazla ihtiyaç duyacağı bir Ombudsman olabilir.
Bu sebeple, Kürt takıntısı, mezhep alerjisi gibi ön yargılardan sıyrılıp tarihi ağırlığımızı yeniden inşa edecek derli toplu, anlaşılır, öngörülür bir politika üretmemiz gerekiyor.
Paylaş