Paylaş
Fütuhatla beslenecek bir Devlet’in Ortodoks, Katolik, Şii dünyalar ile din kardeşliğinden kaynaklanacak sınırlamaları tercih etmeyeceği çok açıktı.
Bu sebepten emperyal Osmanlı’nın menfaatine Sünnilik uygun gelmiştir.
19. Yüzyılda, çok uluslu yapının değer üreten gayrimüslim kesimlerini imparatorluk çatısı altında tutmanın mümkün olmadığı ortaya çıkınca, geliri azalan Osmanlı bir bekaa sorun yaşamaya başlamıştı.
Milliyetçilik akımları, sapır sapır yaşanan toprak kayıpları ile insani ve kültürel zenginliği azaltırken, hiç olmazsa elde kalan “Sünnilik” üzerinden çerçeveyi koruma telaşına düşüldü.
Abdülhamid’in öncelikli opsiyonu buydu.
Bu yüzden bugünün dindarları “Ulu Hakan”ı çok severler.
Ancak bu çaba sonuç vermedi.
Araplar da Batı ile bir olup Osmanlı’ya sırt çevirdi.
Geride fazla seçenek kalmamıştı.
İttihat – Terakki ve Cumhuriyet, yine Sünni kimliği kollayarak, o döneme ilişkin bölgesel gelişmelere paralel, “etnik” kartı ön plana çıkartan, hatta “abartan” bir modelle, kendisini “ulema” hiyerarşisinden koruyan bir “laiklik” anlayışı üzerinden “demokrasisiz” bir yönetimi hayata geçirdi.
Oluşturulan model, Devlet olarak tarih sahnesinde kalmanın belki de tek çaresiydi.
Cumhuriyet bir “reklam arası” falan değildir.
Tarihin o ana ilişkin diyalektiği imparatorluğun devamına imkan sağlamamış, yanı sıra “Müslüman yapıştırıcılığı” formülü fayda etmemiştir.
Şüphesiz “manda” olmak da bir seçenekti, ama bu (tabii ki) kabul görmemiştir.
Şimdi, o “tarihin diyalektiği” dediğimiz kavram şartları yeniden oluşturuyor.
Cumhuriyet, başlangıçtaki katı yapısı ile devam edemezdi.
Tamam, “az demokrasinin” bir ödülü vardı. O da “hır-gür”ün olmamasıydı.
Ama 21. yüzyıl, “doygun kimlikler” üzerinden, “insan odaklı” bir demokrasiye kucak açıyor.
Ancak, geçen yüzyıldan kalan paradigmalar, “az demokrasili” iktidar oyunun büyüsüne kapılmış muhafazakarları, tıpkı geçmişin askeriyesi gibi, etkisi altına almış gözüküyor.
Şüphesiz bu süreç yaşanacak ve zamanla demokratik olgunluk seviyesine gelinecektir.
İşte o noktada bilinmelidir ki, geçmişin “yapay huzuru” artık geri dönüşsüz bir şekilde yoktur.
Zira demokrasi, vesayetin olmadığı, işin başa düştüğü, bu sebeple sürekli dikkat ve özen isteyen bir rejimdir.
Hani, konsensüsün sağlandığı, barışın oluşturulduğu, husumetin toprağa gömüldüğü günleri görürsek, bilelim ki, onu korumak, bir yaşam biçimi haline getirmek, “bozmak”tan çok daha zor.
Ama “tadını da alırsak...”
Kim keser bu ülkenin önünü, mutlu geleceğini...
-----
Bu da (umarız) geçer
İSTANBUL’da Kapalıçarşı ve Beyoğlu’nda boşalan dükkanların sayıları artıyormuş.
İnsanlar “kalabalık” yerlerden ürküyor.
Hani, daha evvel “teröre inat, sokaklara çıkmaya devam etmeliyiz” türünden muhabbetler olurdu, şimdi hiçbirimizde “tıs” yok.
Patlayan her bomba, hayatını kaybeden her insan, herkesi, hepimizi azar azar sindiriyor.
Meselenin insani boyutunun yanında iş hayatına etkisini konuşmak tabii ki hafif kalır.
Ama her geçen gün ekonomik olarak da kan kaybediyoruz.
Hani, Halep çarşısında dükkanından kira geliri elde eden zengin adam, bugün nasıl mağdur bir duruma düşmüşse, giderek güvensiz hale gelen ülkemizde de kıymetli addedilen hiçbir değerin garantisi yok.
Evimiz, işimiz, paramız, yatırım şevkimiz, hayallerimiz; gıdım gıdım parıltısını azaltıyor.
Milli Gelir 2016’da 736 milyar dolar öngörülüyor.
Nerede ise 10 yıldır patinaj yapıyoruz.
Hatta kişi başı gelir azalıyor.
Ege Cansen, bir ülkenin patrimuanın (servetinin) ölçülmesinde, tıpkı kiradan hareketle, belirli bir çarpanla gayrimenkulün değerinin belirlenme yönteminde olduğu gibi, o ülkenin toplam değerinin Milli Gelirin 20 katı olarak hesap edildiğini ifade etmişti.
Böyle bakınca, aktive olmuş değerlerden hareketle 14-15 trilyon dolarlık bir zenginliğimiz var. Ama bu hesap terörün olmadığı, hukukun geçerli olduğu bir Türkiye için geçerli.
Ancak, ne kadar değer kaybetse de muazzam bir mal varlığı üzerinde oturuyoruz. İşletilmeyen madenler, ormanlar, boş duran hazine mülkleri; hesaba katıldığında yukarıda sözü edilen değerin birkaç katı bir servete sahip Türkiye, hiç şüpheniz olmasın, azimli bir “Tren” gibi, “dağları, tepeleri yara yara” yoluna devam eder. Dolayısıyla, gün gelir bu kötü günler biter, hani en fazla üzeri “pas” tutmuş bu zenginliğimizle kaldığımız yerden yola devam ederiz.
Başa dönersek; sorunlarını çözümlemiş bir Türkiye, son 10 yılda, dış politika yanlışlarına düşmeyip, iç barışı sağlayan ve AB yolunda güvenilir bir hukuk devleti görüntüsü veren samimi bir çizgiyi yakalasaydı, muhtemelen Milli Gelirimiz 1.5 trilyon dolar seviyesinde olacaktı.
Şimdi, maalesef, hemen her konuda “çatırdılar” duyulan bir ülkede yaşıyoruz, telaş ve tedirginliklerimiz artıyor.
-----
İtidal önemli
TÜRKİYE’nin özellikle ABD ve Almanya ile ilişkileri devamlı geriliyor.
Bu durum piyasalarda endişe ile karşılanıyor.
Kısa dönemde; Fitch’in de not düşüreceği, Zarrap Dosyasının kriminal suçlamalarla ülke yöneticilerine yöneleceği, Halk Bankası’na 10 milyar doları aşan para cezaları isteneceği hep konuşuluyor.
Yine, böylesi gelişmelerin Türkiye yönetiminin sinir uçlarına dokunmak anlamına geleceğini ve çok sert bir tepkinin, zaten sıkıntılı olan durumu daha da tırmandırabileceği, hesaba katılıyor.
Dediğimiz gibi, bunlar konuşulan şeyler...
Hayat çok çok nadir, kötü senaryolara göre tecelli eder.
Ancak “Batının” çirkin yüzünü bu coğrafyada çok yaşadık.
Irak, Libya, Saddam, Kaddafi... Hatırlayın “Haydut Ülke” mertebelerine çekilerek suçlanmışlardı.
Diyeceğimiz, tamam, ülke haysiyeti her şeyden önemli, öfke baldan tatlı...
Buna rağmen, itidali, aklı selimi elden bırakmamakta fayda var.
Paylaş