Bu kent geçen yüzyılın başlarında ağırlıklı olarak gayrimüslimlerin yaşadığı bir yerdi.
Binlerce yıllık tarihi içerisinde pek çok medeniyeti kucakladı.
Bizler ezelden ebede bu kent bizimdi zannediyoruz.
Bırakın uzun çağları, yakın geçmişimize dair bile fazla bilgi sahibi değiliz.
Hani, biz merak etmeyince başkalarına yansıtabileceğimiz ve övünerek paylaşacağımız bir değerimiz de olmaz.
Oysa İzmir’in imajını bambaşka boyutlarda yeniden tanımlayabileceğimiz pek çok materyale sahibiz.
Örneğin, aşağıda ismini zikredeceğim bir uzman arkadaşım, İzmir’in yakın geçmişi ile ilgili Avrupalı gezginlerin yazdığı pek çok kitabın tercüme bile edilmeden beklediğini söyledi.
Tamam, Türkiye üzerinde, onun toprak bütünlüğünü hedef alan bir oyun oynanıyor.
Hepsini kabul ediyoruz.
Hatta, olayların bu hale gelmesinde kendi hata paylarımızı da şu aşamada bir kenara koyuyoruz.
Peki, bu “üst akıl”ın somut planı ne?
Hani daha evvel “Ilımlı İslam, BOP” gibi Amerikan Neo Con stratejileri vardı, Sünnî kuşaklar falan oluşturulmaya çalışılıyordu.
Şimdi bunlar yok.
Amaç bir bağımsız Kürt Devleti mi oluşturmak?
Kemalizm bir “gerçekçilik” ideolojisidir aslında.
Haddini ve gücünü iyi tespit eden, az demokrasi planlayan, farklılıklara özgürlük tanımanın sakıncalarını bilen, ‘Yurtta Sulh, Cihanda Sulh’ diyerek, özellikle Ortadoğu’ya bulaşmak istemeyen, “kapalı” bir toplum olmayı esas alıp, karınca temposu ile yürüyüşünü “batıya” çevirmeye çalışan, asker eliyle “laikliği” benimseyip, bu yolla tarikat hiyerarşisine girmemeyi temin eden...
Özetle, kendi doğrusunu netleştiren, ama dünya ölçeğinde geçerli standartları kendi toplumu için erteleyen ve hedefine koyan, her şeyden evvel dengeli, öngörülebilir profil çizerek, tarifli bir devlet yapısı ile düşük standartlı otokratik İsviçre modeliyle kendisini konumlamak isteyen, çizilen çerçeveye uyumlu hareket edenin kendini huzurlu hissedeceği...
Bir düzendir Mustafa Kemal Cumhuriyeti.
Hayat belirtilen esaslar üzerinden akıp giderken, 1950’lerden itibaren ağırlıklı “dış” etkilerle yönetim anlayışının “çeşitlendirilmesi”ne karar verildi.
Şüphesiz böylesi bir “çeşitlendirme” de olmadan “muasır medeniyet” seviyesine ulaşmak mümkün değildi.
Bu beklentiyle muhafazakar iktidarlara, özellikle AK Parti’ye fazla direnilmedi. Askeri vesayetin geriletilmesi normal addedildi, Kürtlerin taleplerine anlayışla yaklaşılmaya çalışıldı, Ortadoğu’da siyasi ağırlığımız arttırılmak istendi.
Bu hafta dört günümü İstanbul’da geçirdim.
Bu kent kendi içinde kaynayan, sinerjisi ile fıkır fıkır bir yerdir. Daha doğrusu “yerdi” demek durumundayız.
Sanki “hayat” birkaç kademe volümünü azaltmış gibi.
İstanbul hizmetler sektörü üç ayrı cepheden beslenir.
Birincisi; Anadolu’dan insanlar buraya hem ticaret hem ziyaret için gelir. Diğer deyişle, İstanbul’a gelmişken bu güzel yerin keyfini çıkartmak farzdır.
İkincisi; Gerek yabancı gerek yerli turistlerin yoğun ilgi gösterdiği gözde bir kenttir.
Yanı sıra, “Batı” da bizden haz etmiyor. Kendi liderlerinin şahsında “vücut dillerinden” olumsuz duygularını yansıtıyorlar.
Batı kamuoyu, emperyalist amaçlarla insan hayatının çok ucuzlatıldığı Müslüman coğrafyalarındaki dramları samimi olarak dert etmedi.
Kendi metropollerinde teröre kurban giden günahsız sivillere yönelik duyarlılığın onda birini Halep’te, Afganistan’da patlayan bombalarda hayatlarını yitiren insanlara göstermedi.
Şimdilerde, zülfü yare dokunmaya başlayan gelişmeler nedeniyle, kendilerini adeta Müslüman dünyadan tecrit etmek istiyorlar.
Ülkemiz özelinde de hep araya bir “buzlu cam” koyma çabaları, her bir ferdimiz tarafından hissediliyor.
“Efendim, uluslararası ilişkilerde duygulara yer yoktur, menfaatler belirleyicidir.”
Bu klişe, sesini çıkartmasa da Türk insanına yaralayıcı geliyor, vefasızlık hissi uyandırıyor ve anlaşılmaz bulunuyor.
Hani FETÖ’yü aşırı dayanışmacı bir dini cemaat olarak değerlendirirken, meselenin çok daha vahim olduğunu idrak etmeye başladık.Ancak, darbe girişimini sadece cemaatle sınırlı görmek çok da mantıklı değil. En azından Orgeneral seviyesinde tutuklamalar olduğuna göre, 65 yaş sınırındaki bu insanların baştan beri cemaatçi olmaları makul görünmüyor.Yani, sanki eski ihtilal refleksleri ile hareket eden bir kısım rütbeli, Cemaatçiler ile ittifak yapmışlar gibi... Bakalım, şu anda “toz bulutu” kalkmış durumda. Her yorumumuz eksik olabilir. Bu sebeple sağlıklı değerlendirmeleri zamana bırakmakta fayda var.
----
Mazi olmalı cami-kışla çekişmesi
TÜRKİYE siyaseti iki ana damara yaslanır.
Çetin Altan bu ikileme kısaca “Cami-Kışla” der.
Her iki kanatın da özelliği, saf halleriyle, paylaşımcı olmamaları.
Yani “demokrasi” bu anlayışlara uygun değil.
Papa, üçüncü Vatikan Konseyi sonrasında, kilisenin geleceğini tartışmaya açarak, mevcut Katolik doktrin ve dogmaların yeniden tanımladığını ifade etti.
Açık söyleyelim Katolik Hristiyanlık bambaşka bir “yenilenme” içinde.
Papa; dinin doğrularının zamanla gelişip, değişeceğinden söz ederek, “Tanrı da bizim gibi gelişiyor ve değişiyor, çünkü o içimizde ve kalplerimizde yaşıyor. ‘İncil’ çok güzel bir kutsal kitap, fakat diğer tüm büyük ve eski yapıtlar gibi onun da eskiyen bölümleri var” diyor ve devam ediyor:
“Hatta bazı bölümler hoşgörüsüzlüğe ve yargılamaya çağırıyor. Sevgi ve doğruluk mesajının aksine, bu mısraları sonradan eklemeler olarak görmenin vakti geldi. Aksi takdirde bu fikirlerin kutsal kitaptan çıktığı sanılacaktır” diyerek adeta vitesi yükseltiyor.
En önemli vurgusu da Tanrı’nın bir Yargıç olmadığı, insanların dostu ve affedicisi olduğu, şeklinde...
“Tanrı insanları dışlamaz, ancak ve ancak affeder, Adem ve Havva’da olduğu gibi cehennem de bir araçtır ve yalnız kalmış ruhun yansımasıdır. Bu ruh da tüm ruhlar gibi Tanrı’nın affedileceğine sığınacaktır.”
Bu tespitler sonrasında kilise ile ilgili bir özeleştiri de yapan Papa, “Geçmişte kilise, ahlaksız ve günahkar olanlara çok sert davrandı. Artık yargılamıyoruz, affedici bir baba gibi çocuklarımızı asla dışlamıyoruz. Kilisemiz homoseksüeller ya da kürtaj yanlıları için de yeterince büyük, kapımız komünistlere bile açık” diyerek, gelecekte “Kadın Papa” özlemini ifade ederek konuşmasını tamamlıyor.
Sözlerinin ana fikri, “donanımsız insanlara eşit oy hakkı verilmemeli” şeklindeydi.
Bakınız, “insan” denen varlık milyonlarca yıllık evrimin sonunda ulaşılan bir “mükemmellik”.
Dolayısıyla “algı kapasitesi” itibariyle, eğitimli olmak, “biyolojik makine” nezdinde çok da önemli değildir.
Nitekim Shakespeare’in tüm birikimiyle “olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu” tiradındaki derinliğin sıradan bir Anadolu kasabasında “ya herro ya merro” denilerek “aynı yetkinlikte” yakalanıyor olması, asla şaşırtıcı değildir.
Yani insan denen varlık, anlamaz gözükse de saf hallerde rol kesse de en münevverinden çok da geride değildir.
Dolayısıyla, mevzu, kendi menfaatini koruyup kollamak olunca, önceliklerini inanılmaz bir maharet ile bulup çıkartır.
Peki, menfaatlerini hangi kriterlere göre tespit eder?