Yıllık takribi 800 milyar dolar değer üreten, coğrafi konumu itibarıyla yerkürenin en önemli yerlerinden birinde, 82 milyon genç ve dinamik nüfusuyla her daim potansiyeli yüksek bir memlekete sahibiz.
Dolayısıyla, ülke batıyormuş, çakılıyormuş gibi söylemlere itibar etmek mümkün değildir.
Ancak, bir sıkıntı içinde de olduğumuz vakadır.
Bu sıkıntıyı özvarlığı güçlü bir şirketin gelir-gider dengesini ve nakit akışını bozmasına benzetebiliriz.
Türkiye ekonomisinin öteden beri yapısal problemleri hep vardır.
Umarız ikinci bir dalga oluşmaz.
Bu günlerin tamamen geçip, eski günlere aynı tempoyla dönme ihtimalimiz, hani sevindirici gibi olsa da derinlerimizde bir yerde açıklanması zor bir burukluk oluşturuyor.
Zira “evde kal” süreci hepimize eskinin koşuşturmasından yorulmaya başladığımızı fark ettirmişti.
Şu “ölümlü dünyada” bize dayatılan “materyal refaha” ulaşmak için hırsla abanmamızın anlam sorgusunu yapma fırsatımız oldu bu günlerde...
En çok da “azla yetinmenin” mümkün olabileceğinin farkına vardık.
Gelinen noktada “demokrasi”nin en az sakıncalı yönetim biçimi olduğu konusunda genel bir mutabakat sağlanmıştır.
Ancak, demokrasinin de esasında bir “illüzyon” olduğu, insanların üst iradenin çizdiği çerçeve içinde seçim yapan figüranlardan ibaret bulunduğu giderek anlaşılıyor.
Son 15-20 yıl içinde bu “sözde demokrasinin” samimiyetsizliğini idrak eden halk yığınları, oy hakları sayesinde materyal refahı kontrol altında tutan egemenlere karşı güç gösterisine girmeye başlamışlardır.
Sisteme meşruiyet versin diye bahşedilmiş yönetim belirleme hakkı kontrolden çıkmış ve bu defa toplumun hep kaybetmiş kanadında olanların iktidarları hayata geçmeye başlamıştır.
Ancak değişen bir şey yoktur...
Gelmiş geçmiş tüm süreçlerde yönetimde kim olursa olsun toplumun tüm kesimlerini sarmalayan bir düzen oluşturmak mümkün olamamıştır.
Örneğin, para ödeyerek üye olduğunuz dizi film kanalları veya internet üzerinden yapılan alışverişleri tüketicisine ulaştıran organizasyonlar daha değerli hale geldi.
Bu arada uzun zamandır tirajları pek olumlu gitmeyen medya sektörü özellikle dijital ortamda tekrar ivme kazanmaya başladı.
Pek çoğumuz evlere mahkum hallerimizle, tabletler ve akıllı telefonlarla daha fazla vakit geçirir olduk. Haliyle düzgün habercilik yapan mecralar daha bir “tıklanır” oldu.
Yerel bazda da kalitesini sürdüren medya kuruluşları bu gelişmelerden payını alıyor.
Örneğin, bizim ısrarla sahiplenilmesi gereğine vurgu yaptığımız haftalık “Gözlem” gazetesi internet haberciliğinin gözdesi konumuna gelmiş.
Gazetenin sahibi Çetin Gürel’den aldığım bilgiye göre, aylık bazda sanal okuyucu sayısı 1 milyon kişinin üstüne çıkıyormuş.
“Ekonomi” en fazla etkilenen alt başlıklardan sadece bir tanesidir.
Dünya ekonomisi özellikle ikinci çeyrekte ciddi bir daralmaya girecek.
İyimser tahminler; sonbaharda toparlanmanın olacağı şeklinde.
Gerek imkânı olan devletler, gerekse uluslararası finans kuruluşları kriz paketlerini devreye alarak parasal genişlemeye gidiyorlar.
Türkiye maalesef ekonomisinin sıkıntıda olduğu bir dönemde bu salgınla mücadele etmek durumunda kaldı.
Bir kısmımız iş hayatına mehteran temposuyla devam ediyor.
Hükümet toptan sokağa çıkma yasağı ilan edemiyor.
Zira üretimin tamamen durmasının yaratacağı sıkıntıları hesap ediyor.
Hal böyle olunca, bir kısım mavi yakalılar maalesef risk altında çalışmaya devam ediyorlar.
Hizmetler sektörü çok büyük ölçüde durmuş durumda.
Bu kesimde milyonlarca insan günlük gelirleriyle hayatlarını devam ettirirler.
Salgın bir gün etkisini kaybedecek.
Ancak, gerek beşeri alışkanlıklarımız gerekse ekonomide oluşan tahribat kısa vadede düzelmeyecek.
Dünya çapında bir felaket yaşıyoruz.
Yapacak bir şey yok... Sonuçlarına katlanma durumundayız.
İnsanlarımız büyük ölçüde evlere çekildi ve tedbirli bir şekilde hayatlarını sürdürüyor.
Bazı işyerleri üretimlerini mecburen askıya aldı.
Çok daha ötesinde.
O sebeple, ister istemez “anlam sorgusu” ön plana çıkıyor.
Son birkaç gündür sosyal medyada, sade, yalın, doğayı, kuşları, böcekleri, sevgiyi, saygıyı, hoşgörüyü ifade eden konular paylaşılıyor.
Bizler “mutlulukla” “materyal refahı” birbirine karıştırmış nesilleriz.
Son 300 yıldır, birbirimizi, doğayı, değerleri istismar etme yarışına girdik.
Birileri “yığın üretti”, bizlere “yığın tükettirdiler.”