8 Ocak 2006
23 Haziran 1812 sabahı, büyük ordu, Litvanya’nın Neman Nehri’ni geçerek uzun yürüyüşüne başladı. Eylülde Moskova’daydılar. Ne bir insan, ne bir ekmek ve alevler içerisinde bir kent. 19 Ekim’de Korsikalı komutan geriye dönme emri verdi. 690 bin askerden 35 bini Neman Nehri’ni ve sadece 3 bini evini tekrar görebildi. 200 bin atın, hiçbiri geri dönemedi. Tarih, dizanteri, pnömoni, ateş, soğuk ve açlıktan öldüklerini yazdı. 2006’ya az kala bilim, katiller arasına
Rickettsia prowazekii’yi ekledi. Komutan, 9 yıl sonra öldü. Nedeni hálá bilinmiyor.
İMPARATORUN ÖLÜMÜ
Napolyon Bonapart’ın, 1815’te, Brüksel’in 10 kilometre kadar güneydoğusundaki Waterloo’da, İngilizlere yenilinceye kadar, 1 milyona yakın askeri öldü. Bu genç insanların ölüm nedeni az çok belli olmakla birlikte, komutanlarının son altı yılını geçirdiği, Afrika’nın 2 bin kilometre batısındaki, St. Helen Adası’nda neden öldüğü hálá kesinlik kazanmadı.
Bu konuda, hekim hatasından tutun da, arsenikli saç kremi ya da şaraba kadar pek çok teori bulunmakla birlikte bunları iki grupta toplamak mümkün. İlki, otopsi raporunda da yazıldığı şekliyle babası Carlo, kızkardeşi Caroline ve erkek kardeşi Lucien gibi, mide kanserinden öldüğü. Diğeri, arsenikten zehirlendiği.
Tartışmalar sadece bununla kalmıyor, Paris’te, Les Invalides’in kubbesi altında yatanın, o olmadığına ve İngilizlerin cenazeyi kaçırdığına inananlar olduğu gibi, adadan kaçtığı ve bir benzerinin (örneğin teğmen Pierrre Robeaud) yerini aldığını uman romantikler de var.
OTOPSİYE GÖRE MİDE KANSERİ
St. Helen’e geldikten 5 yıl sonra, mide ağrısı, karın ağrısı, iştahsızlık, bulantı, hıçkırık, ara sıra yükselen ateş, ishal, kabızlık ve terleme şikayetleri başladı. 3 Mayıs 1821’de, İngiliz doktorlar, bağırsağını boşaltmak amacıyla normalin 5 katı kalomel (cıva klorür) verdiler. 5-6 saat sonra, siyah renkte şiddetli kusma, katran rengi dışkı, nabızda hızlanma ve ağır bir terleme gözlendi. 2 gün sonra öldü. Ertesi gün, özel doktoru, Korsikalı, 29 yaşındaki anatomi ve patoloji uzmanı Francesco Antommarchi, 8’i hekim 17 kişi önünde gerçekleştirdiği otopside, mide çıkışına yakın yerdeki deliği ve midenin büyük bölümünü kaplayan kitleyi gördü. Ölüm nedenini, "mide kanseri" olarak kaydetti (Kullanılan otopsi takımları, Moskova seferinde de Napolyon’un yanındaydı, ölürse otopsi yapılmasını, sonucun oğluna bildirilmesini, kalbinin karısı Marie Louise’e teslimini vasiyet etmişti). İngilizler tahnite izin vermedi. En içte demir, ortada kurşun ve en dışta maun, içiçe geçmiş üç tabutla gömüldü. 51 yaşındaydı.
TABUTTAKİ BAŞKASI OLABİLİR Mİ?
Yıllar sonra düşmanlıklar unutuldu. İngilizler, cenazenin Paris’e götürülmesine izin verdiler. 16 Ekim 1840 günü saat 11.00’de, mezarı açıldı. Fransızlar, imparatorlarının yüzünü görmek istediler. Cenaze bozulmamıştı. Yarı karanlıkta, iki dakika gibi kısa bir sürede teşhis ettiler.
İlk gömülme ile mezar açmayı yaşayanların anıları karşılaştırıldığında ortaya gariplikler çıktı. İçiçe geçmiş üç değil, dört tabut vardı. Göğsüne takılı nişanlardan biri yoktu. Otopsi sırasında çıkartılan kalbi ile midesinin korunduğu kurşun kavanozlar, tabutun köşelerine yerleştirildiği halde, şimdi bacakları arasındaydı. Ayaklarının üzerindeki ünlü çift köşeli şapkanın yeri değişmişti. Üstelik herkesçe bilinen, otopsi tutanağına da geçmiş çürük dişleri gitmiş, yerine 3 beyaz diş gelmişti. Ayrıca, ya Napolyon’un boyu uzamış, ya da tabut çekmişti. Çünkü, tabut ile ayakları arasında bir karışlık boşluk varken, şimdi ayakları tabuta değiyordu.
Hepsini bir şekilde açıklamak mümkün olsa da, Paris’e getirilerek, önce St. Jerome Kilisesi’ne, 1861’de de, yapımı tamamlanan Invalides’deki kırmızı mermer lahdin altına, iç içe yerleştirilen 6 tabutla gömülenin Napolyon olmadığına ilişkin kuşkuların nedeni, işte bu farklar.
DNA ANALİZİNE İZİN YOK
Mezar açılırken, Dr. R. Guillard, yüz derisinden bir parça almıştı. Bu parça şimdi Invalides Müzesi’nde, 5673 numara ile sergileniyor. Eğer gerçekten Napolyon’a aitse, kızkardeşi Caroline Murat’ın soyundan gelen kadınlarla aynı mitokondriyal DNA özelliklerini taşıması gerek. Mitokondriyal DNA, sadece anneden çocuklarına aktarılır ve ana tarafından akraba tüm bireylerde aynı özelliği taşır.
İtalya’da Caroline’in soyundan gelen kadınlar var ve avukat Bruno Roy-Henry, bu kadınlardan birini ikna etmiş durumda. Ancak kanımca, müzedeki deri parçası o kadar önemli değil. Lahid açılabilse, orada yatanın Napolyon mu, yoksa kimilerinin ileri sürdüğü gibi hizmetkarı Jean Baptiste Cipriani mi olduğu anlaşılır. Ama en önemlisi, değişik incelemeler yapılarak, ölüm nedeni kesinlik kazanır. Ancak Fransa Savunma Bakanlığı, bırakın incelemeleri, deri parçasının bile DNA analizine izin vermiyor.
KANIT PANTOLONLAR
Basel Üniversitesi’nden Alessandro Lugli ve ekibinin, 2005 Mart bulgularına göre, ölümün sırrı, 1815-1821 arasında giydiği 12 pantolonda gizli. Pantolonların bel çevresini ölçen ve yaşayan mide kanserli hastaların bel çevreleri ile karşılaştıran Lugli, Napolyon’un bel çevresinin altı ayda 110 santimden 98’e düştüğünü, buna göre ciddi biçimde kilo kaybetmiş olduğunu öne sürüyor. Tıpkı, inceledikleri mide kanseri hastalarının 6 ayda 11-15 kilo zayıflaması gibi.
Ekim 2005’te, İskoçya’nın kırsal kesimindeki küçük bir kulübede, 6 Haziran 1821 tarihli belgeler bulundu. Otopside hazır bulunan İngiliz hekimlerden biri tarafından kaleme alınmış, Napolyon’un hastalığını, çektiği acıyı, ölümünü, otopsi sırasında midesi ile kalbine ilişkin gözlemleri ve cenazesini anlatan notlardı bunlar ve mide kanseri tanısını desteklemekteydi. Notlar, adı gizlenen bir koleksiyoncuya 550 sterline satıldı. (Müzayedelerde alıcı bulan sadece bunlar değil. 1977’de ünlü Amerikalı üroloji profesörü Dr. John Lattimer, Napolyon’un penisinden bir parça diye, kavanoz içerisindeki üzüm tanesine benzeyen et parçasına binlerce dolar ödemişti.)
orduyu çökerten pedıculus humanus humanus2001 sonbaharında, Litvanya’nın başkenti Vilnius’un kuzeyinde, Kızıl Ordu’nun devasa garnizonundan geriye, sadece birkaç sarı tuğlalı kışlanın kaldığı mahallede, telefon ve elektrik direkleri dikiliyor, kanalizasyon ve su boruları döşeniyordu. Birden, 8 metre kadar derinlikten çamur, taş, su yerine, tibya, femur ve kafatasları çıkmaya başladı. Bir anda hayat durdu.
İlk kazıda, metrekareye yedi kişi düşecek sıkışıklıkta, 717 kişinin kemiklerine ulaşıldı. Önceleri, 17. yüzyılda veba salgınından ölenler, 40’lı, 50’li yıllarda Naziler ya da komünistlerce infaz edilenler, hatta KGB’nin öldürdüğü Litvanyalı direnişçiler oldukları sanıldı. Ancak, aralardaki elbise parçaları, düğme ve paralardan Napolyon’un 1812 sonlarında Moskova seferinden geri çekilen askerleri olduğu anlaşıldı. Sadece Fransızların değil, İtalyan, Flaman, Leh, Bavyeralı ve daha nice ülkenin üniforma ve işaretleri bulundu.
2002 mart ve eylülünde, antropolog Olivier Dutour ile Rimantas Jankauskas önderliğinde, Marsilya ve Vilnius üniversitelerinden 15 uzman, aynı hat üzerinde kazmaya devam ettiler. 50 kadın (büyük bir olasılıkla kantinci ve çamaşırcılar), 6 at ve beşi 50’nin üstünde, kalanı 15-25 yaşları arasında, çoğunun boyu 1.80’den uzun, 3269 erkek iskeleti çıkarttılar. Aralarındaki uzaklık ve pozisyonlarından, "V" şeklindeki siperlere aynı zamanda gömüldükleri (ya da burada öldükleri) ve ölü katılığı (rigor mortis) başlamadan önce donduklarını anladılar (Aralık 1812’de, Vilnius’ta hava -39 derece). Hiçbirinde şarapnel, kurşun, süngü yarası bulamadılar. Bazılarının kafatasında ilerlemiş frengi bulguları saptadılar.
İskeletler, 2003 yazında Vilnius’taki ünlü Antakalnis Mezarlığı’na askeri törenle gömüldü. Kazılar hálá sürüyor ve 20 bin kadar iskelet bulunacağı düşünülüyor. Kepçe birkaç metre sağa ya da solu kazsaydı, bugün üzerlerinde bir park ya da yol olacaktı.
Marsilya’daki Akdeniz Üniversitesi’nden Dr. Didier Raoult ve ekibini ilgilendiren ne kemikler, ne de kafataslarıydı. Onlar riketsiyaların, yani kene, pire, bitlerin hücreleri içinde yaşayan ve insana geçtiklerinde tifüs, benekli ateş, siper ateşi gibi hastalıklara yol açan parazitlerin peşindeydi. Napolyon’un askerlerini, bunlardan biri öldürmüş olabilirdi.
2 kilo toprak ve 35 askerin 72 sağlam dişini onlar aldı. Toprakta elektron mikroskobuyla 5 adet
Pediculus humanus humanus buldular, yani vücut biti. DNA incelemesi ile, bunlardan üçünün, siper ateşine yol açan
Bartonella quintana parazitini taşıdığını buldular. Dişleri yukarıdan aşağıya tam ortadan kestiler, pulpalarını çıkarttılar (Pulpa, damarlar, kan hücreleri ve bağ dokularını barındıran yumuşak dokudur, kandaki parazitler buraya da geçer). 7 askerin pulpasında,
Bartonella quintana’nın DNA’sını, üç askerinkinde, epidemik tifüse yol açan
Rickettsia prowazekii’nin DNA’sını saptadılar.
Paleomikrobiyoloji alanındaki bu önemli çalışma, bu hafta yayınlandı. Böylelikle, Napolyon’un büyük Avrupa ordusunun açlık ve soğuktan kırıldığını bilen dünya, askerin neredeyse dörtte birinin (35 askerden 10’unda parazit bulunduğundan), bitle geçen ölümcül hastalıklara tutulduğunu, bunun 200 yıllık diş pulpalarından anlaşıldığını ve tarihin DNA ile baştan yazıldığını öğrenmiş oldu.
her analizde arsenik tespit edildi ama...Her 15-20 yılda bir, elindeki saçın Napolyon’a ait olduğunu iddia edenler çıkar. Örneğin 22 Aralık 2005’te, internetteki e-Bay.ca açık arttırma sitesinde, telin tanesi 52 dolara satıldı.
İlk analizi yapan İsveçli dişhekimi Sten Forshufvud, daha sonra FBI da dahil olmak üzere, farklı laboratuvarlar, 1815-1821 arasında alındığını belgeledikleri saç tellerinde arsenik aradılar ve her zaman buldular. Hele Strasbourg Üniversitesi’nden Pascal Kintz’in 2001’de 5 tel saçta, normalin 38 katı arsenik bulmasıyla, zehirlenme görüşünün taraftarı arttı.
Önceleri, İngiliz işbirlikçisi hizmetkarların ya da karısının Napolyon’un metresi olmasını kıskanan Kont Montholon’un, yemeğine arsenik kattığı sanıldıysa da, St. Helen’e gelmeden çok önceki yıllara ait saçlarda da arsenik bulununca, işler karıştı. Hatta, 2003 şubatında Münih Teknik Üniversitesi’nden Lin ve Henkelmann, nötron aktivasyon tekniği ile 2 saç telinde, arseniğin yanı sıra krom, antimon ve çinko buldular.
2005 ekiminde, Fransız Milli Eğitim, Araştırma ve Teknoloji Bakanlığı’ndan Pierre Chevallier ve arkadaşları da, sinkotron indüklü X-ışını fluoresans analizi ile sadece arsenik değil, bir insanı rahatça öldürecek düzeyde, başka zehirli metaller de saptadı.
BELİRTİLER
Aslında, kronik arsenik zehirlenmesine bağlı karakteristik belirtiler Napolyon’da gözlenmedi. Tırnakların düşmesi, böbrek yetmezliği, idrar tutulması, damar genişlemesine bağlı kızarıklık, karaciğerde yağlanma, deride lekeler, el ve ayak derisinde kalınlaşma, midenin iç yüzeyinde koyu kırmızı nokta şeklinde kanamalar, tırnaklarında beyaz Mees çizgileri ya da nörolojik semptomlar yoktu. Vücut kıllarında genel bir azalma, her ne kadar arsenik zehirlenmesine özgü bir bulgu ise de, Napolyon’da bulunduğu bilinen bir hormonal kusurdan da kaynaklanabilir. O zaman, saçta bulunan ve yıllar önce ölmesini gerektirecek düzeyde arsenik ve diğer metaller nereden geliyor?
ÇÖZÜM YOLU
Israrla aksini iddia edenler olmakla birlikte, saçtaki arsenik düzeyinin belirlenmesinde kullanılan yöntemler, kanla saça ulaşan arsenik ile, dış çevreden doğrudan saça giren arseniği birbirinden ayıramıyor. Üstelik, saçların Napolyon’a ait olup olmadıkları bile kesin değil.
Bu durumda yapılması gerekenler basit. İlki, DNA testi ile saçların Napolyon’a ait olduğunu kanıtlamak. İkincisi, St Helen Adası’nda onunla aynı dönemde yaşayanların saçlarında arsenik aramak.
İlle de spekülasyonlara son verilmek istenirse (ki hiç gerektiğini sanmıyorum), 117 büyük Fransız askerinin kalbi, külü ya da kemiklerinin istirahatgahı Les Invalides’teki iç içe geçmiş altı tabutu açmak.
Yazının Devamını Oku 1 Ocak 2006
Ölüler üzerinde çoğalan böcekler ile ölüm zamanı arasındaki ilişkiyi bilmeyenler, açık arazide bulunan bir cesedin, battaniyeye sarılı olduğu dikkate alınmadığında, bunun ölüm zamanı ile ilgili bir hataya neden olabileceğini, CSI adlı televizyon dizisinin ‘Seks, Yalanlar ve Larvalar’ bölümü ile öğrendi. CSI’nın, mesleğimiz, adli bilimlere katkısını övmekle bitiremem. Ancak ne yazık ki, gösterildiği ülkelerde, yargılamaları neredeyse kitleyen bir yan etkisi oldu: Çünkü reyting rekorları kıran dizinin, sadece bir dizi olduğunu unutan hakim, savcı, avukat, mağdur, sanık, polis ve daha niceleri, seyrettikleri her şeyin gerçek olduğunu sanıyor.
Anthony Zuiker’in yarattığı, her hafta 200’ün üzerinde televizyon kanalında gösterilen ve CBS kanalı ile yapılan sözleşmeye göre, en azından ABD’de 2008 Ağustosu’na kadar yayınlanacak olan CSI (Crime Scene Investigation - Olay Yeri İnceleme), CSI:Miami ve CSI:New York dizileri, yaşanmış soruşturmaların yanı sıra, tamamen hayal ürünü olan cinayetlere de dayanmakta.
Aralık 2005 itibariyle sayısı 235’i bulan bölümlerden, örneğin ‘Seks, Yalanlar ve Larvalar’, Honolulu Chaminade Üniversitesi’nden adli entomolog Lee Goff’un 80’li yıllarda başından geçmiş ve ’Soruşturmaya Bir Sinek’ adlı kitabında yer alan bir olay. (Larvaların gelişiminden yola çıkarak, sadece ölümden sonra geçen zaman değil, cesedin yer değiştirdiği, ölenin zehirlendiği, hatta böceğin mide içeriğinin DNA analizinden, ölünün kimliği bile belirlenebilir.)
Dizinin, ‘Kan damlası’ ve ‘Sen kimsin?’ başlığını taşıyan bölümleri de, CSI senaristlerine teknik danışmanlık yapmadan önce Las Vegas polis teşkilatının olay yeri inceleme biriminde görevli olan Elisabeth Devin’in, bizzat delil topladığı cinayetler ile ilgili.
BÜTÜN MÜDÜRLER HUMMER KULLANMAZ
Ancak dizide, gerçekle hayal birbirine öylesine kaynaştırılıyor ki, kimi seyirci kriminalistik, yani adli bilim uygulamaları ile ilgili olmadık beklentilere kapılıyor. ‘CSI sendromu’ olarak adlandırılan davranışlar sergiliyor ve gerçek hayatta suçlar benzer şekilde ve benzeri hızda aydınlatılmadığında reaksiyon gösteriyor.
Gerçek hayatta suçlar, 43 dakikada çözülmez, delillerin incelenmesi bazen günler, aylar hatta daha uzun zaman alır. Her olay yerinde parmakizi ya da DNA elde edilecek kan lekesi bulunmaz. Bulunsa bile, milyonlarca kişinin parmak izleri ya da DNA bilgisini içeren veritabanlarında aranması saniyeler içerisinde tamamlanmaz (Kasım 2005 itibariyle, FBI’ın denetimindeki ulusal DNA veritabanı CODIS’teki profil sayısı, 2 milyon 900’e yaklaştı. İngiltere’nin DNA bankasındaki profil sayısı ise 3 milyonu çoktan geçti.) Ve en önemlisi, sahibinin fotoğrafı, o sırada oturduğu adres ve telefon numarası bilgisayar monitöründe belirmez.
Dünya genelinde, irili ufaklı binlerce polis, jandarma, şerif kriminal laboratuvarı, suç delillerini inceler. Ancak hepsinin, her delili inceleyecek olanağı ve uzman personeli bulunmaz. Bu incelemeler için gerekli teknolojilere sahip en yakınındaki laboratuvara, hatta ABD, İngiltere gibi kimi ülkelerde üniversite ve özel laboratuvarlara başvururlar.
Dizide kullanılan gereçler çok pahalıdır. Her kriminal laboratuvarın böyle olanakları bulunmaz. Bazı gereçleri eksik, bazıları arızalıdır. İşte, tam da bu nedenle, üyeleri arasında bulunduğum Amerikan Kriminal Laboratuvar Yöneticileri Derneği, CSI yapımcılarına büyük destek vermiş, ellerindeki dosyaları teslim etmiş ve laboratuvarlarının kapılarını olabildiğince açmıştır. Hedeflenen, bir sonraki bütçeden laboratuvarlara daha fazla pay alabilmekti. Halbuki her şey bumerang gibi geri tepti. Çünkü politikacılar, bütün kriminal laboratuvar müdürlerinin dizi yüzünden Hummer kullandığını sandılar.
YÖNTEMLER ABARTILSA DA ADLİ BİLİME İLGİ DOĞDU
Ayrıca CSI’da yer alan inceleme tekniklerinin büyük bölümü gerçek hayattakilerle özdeş olmakla birlikte, kimileri henüz kullanılmamaktadır. Her ne kadar, gerek dizinin yapımcısı, gerekse oyuncular, dizide sadece gerçekleri yansıttıklarını iddia etseler de, CSI’ın bu alandaki danışmanı Elisabeth Devin bile, dizinin yaratıcılarının, zaman zaman yanlış ya da abartılmış bilimsel yöntemleri kullanmalarını engelleyemediğini söylüyor.
Ancak dizi, her ne kadar zaman zaman henüz yapamadıklarımızı yapabiliyormuş gibi gösterse de, geniş kitlelere mesleğimizin cazibesini aktarabilmiş olması açısından önemli bir bir misyonu yerine getiriyor. Bilimsel delillerin önemini tekrar tekrar vurgulayarak, genç kuşakların özellikle fen dallarına ilgi göstermesini sağlıyor.
CSI:Miami, ülkemizde gösterilmeye başladıktan sonra, üniversitelerimizin adli bilimler lisansüstü programlarına başvurularda da artış gözlendi. Aldığım elektronik mesajların büyük bir bölümü, bir adli bilim uzmanı olmak için hangi fakülteye girmek gerektiğini soran ortaöğretim öğrencilerinden geliyor. Gerçi CSI dizisine paralel olarak, Discovery Channel’in Tıbbi Dedektifleri ve benzerlerinin etkisini, ayrıca medyamızın bu alandaki çalışmalarımızı iletmedeki desteğini de küçümsememek gerekir ama, birebir iletişim içerisinde olduğum, Polonya, İsviçre, İngiltere, Kanada ve ABD üniversitelerindeki benzeri eğitimleri sunanlar da, kendi ülkelerinde CSI’ın etkisini gözlemliyorlar. Üstelik dizi, sadece mesleğe özendirmekle kalmıyor, olay yeri inceleme ekiplerinde, ya da kriminal laboratuvarlarda çalışanları, mesleğe adım atan genç polislere, ayrıca bir olay yeri incelemesinin gerçek yönetici ve yönlendiricisi olan savcılara, nasıl düşünülmesi gerektiği ve elde maddi olanaklar bulunduğu takdirde neler yapılabileceği konusunda bilgi veriyor.
Dizi, Amerika’da mahkemeleri karıştırdı
CSI dizilerinin yaratıcısı Anthony E. Zuiker, dramatik bir etki elde etmek üzere kimi zaman abarttığını kabul etmekle birlikte, gerçekleri yansıtabilmek için gayret ettiğini belirtiyor ve CSI sendromunun, ortaya çıktığı her ülkede, daha kaliteli bir adalet hizmeti verilmesini zorlayacağına inanıyor. Ancak her olayda, ‘şak diye’ bulunabilecek delil olmadığı gibi, delillerin ‘ha deyince’ incelenmesi diye bir şey de yok. Şu sıralar Amerikalı savcılar, jüri üyelerine, önce CSI seyredip seyretmediğini soruyor. Seyredenlere, gördüklerinin bir bölümünün gerçeği yansıtmadığını anlatmak için ter döküyorlar. Dedektifler, olay yeri inceleme birimindekilere, neden yeterince delil toplanmadı diye kızıyor. Olay yeri inceleme birimi, kriminal laboratuvara, neden aldığım kalıptan, ayakkabının numarasını ve modelini bulamadın diye çatıyor. Kriminal daire başkanları yılda birkaç kez, ellerindeki gerecin daha yeni bir modelini almakta ısrar eden ve alınmadığı takdirde iş yapmayacağını bildiren kriminalistlerle boğuşuyor. (ABD kriminallerinde çalışanlar, ellerindeki teknik olanağı ya da talep edilen inceleme ile ilgili eğitimlerini yetersiz bulursa, çalışmama hakkına sahiptir.) Kısacası ‘bir deli bir taş atar, bin akıllı çıkaramaz’ denir ya, işte CSI ortalığı böylesine karıştırdı.
CSI’nın doğruları
Geleneksel polisiyelerde, adli bilimlerin pek yeri yoktur. Genellikle, suçlar, tanıklarla yapılan görüşmeler ve şüphelilerin sorgusundan yola çıkarak aydınlatılır. Deliller laboratuvara teslim edilir, sonuçlar telefonla alınır.Seyirci, tezgahlarda olan biteni görmez.
Buna karşılık, CSI dizilerinin her bölümü, adli bilimlerin en az birkaç alanında gerçekleştirilen çalışmalara dayanıyor.
Kahramanların faili bulabilmesi, mutlaka olay yerinden, ayrıca mağdur ve şüpheliler üzerinden toplanan delillerin laboratuvarda incelenmesini gerektiriyor.
Seyirci, onbinlerce dolarlık gereçlerin ne işe yaradığını ve nasıl kullanıldığını izliyor.
İNCE AYRINTILAR EKRANA GELİYOR
CSI, delillerin toplanmasında da, gerçek yaşamda kullanılmakta olan teknolojilere geniş biçimde yer veriyor.
DNA profili elde etmek üzere, yerde, duvarda, topraktaki kan lekelerinin eldesi, yıkanmış ya da silinmiş olması nedeniyle çıplak göze görünmeyen kanın, luminol adlı bir kimyasal madde ile görünürleştirilmesi (luminol, alyuvarların hemoglobini ile birleştiğinde, 5 saniye içerisinde fluoresans ışıma yayar ve bir uyku ilacı olan luminal ile uzak yakın ilgisi yoktur), yine çıplak gözle görünmeyen parmakizlerinin farklı renkteki tozlarla görünür hale getirilmesi, el üzerindeki barut artıklarından ateş edilip edilmediğinin anlaşılması, kovan ile silahın karşılaştırılması, laboratuvarda defalarca tekrarlanan, alışılagelmiş uygulamalardır.
Aktörlerin olay yerindeki dikkatli ve hiçbir ayrıntıyı atlamamak üzere gösterdiği gayretler de, gerçek yaşamda olay yeri inceleme personelinin çalışma biçimini yansıtır.
Hava analizi şimdi bile tam mümkün değil
Lisenin erkekler tuvaletinde, sırtından kurşunlanmış şekilde bulunan öğrencinin katili aranırken (Bully for You) tuvaletinin havası özel bir makine ile toplanıyor ve gaz kromatografisi ile inceleniyor. Kahramanlarımız bu olay yerinde esrar ve puro içildiğini, sakız çiğnendiğini saptadıkları gibi, daha ilerde şüphelinin suçlamasında delil olarak kullanacakları, ‘Chanteuse’ marka kadın parfümünü de buluyorlar. Bölüm, ilk kez Ekim 2001’de yayınlandı. O tarihte, bir çözeltinin bileşenleri kolayca incelenmekle birlikte, havanın analizi henüz yapılamıyordu ve elde taşınacak kadar küçük boyda, gaz kromatografisi ile yüzey akustik dalga teknolojisine dayalı ‘e-burunlar’ daha deney aşamasındaydı. Aradan geçen dört yıla rağmen, bu yönlü bir inceleme, olay yerlerindeki rutin uygulamalar arasına girmedi. Hatta, itfaiyecilerin kabusu, otel odalarındaki yanlış alarmın sorumlusu sigara dumanını, yangın dumanından ayıracak e-burunlu dedektörler bile ancak 2006’nın sonuna doğru piyasaya sürülecek.
İnsandan yara kalıbı çıkarılamıyor
Dizinin ‘35K OBO’ adlı bölümünde, kahramanımız Warrick, otopsi masasındaki cesedin yarası içerisine silikon karışımı dökerek, cinayette kullanılan bıçağın tam bir kalıbını çıkartıyor. İnsan vücudunun anatomisi yara kalıplarının çıkartılmasına olanak vermez. Şimdilik sadece ısırık izleri, lastik, ayak ve ayakkabıların bıraktığı izlerin kalıbı alınıyor.
Hem delil toplama, hem sorgu olmaz
CSI dizisinde olay yeri inceleme uzmanlarına biçilen rol, gerçek hayatı yansıtmıyor. Bu personelin büyük bir bölümü, normalde tutuklama yapamadığı gibi, şüphelilerin ifadesini de alamaz. Onlar delilleri toplar ve olay yerinin, kroki çizerek, fotoğraf ve film çekerek dokümantasyonunu yaparlar. CSI’daki kahramanlar ise, en az üç ayrı profesyonel ekibin işlevini üstlenmiş şekilde çalışmalarını sürdürüyorlar. Delil topluyor, bunları laboratuvarda inceliyor ve elde ettikleri bulgulara dayanarak soruşturmayı yürütüyorlar. Halbuki gerçek yaşamda olay yerinden delil toplayanlar, bunları mümkün olan en kısa zamanda laboratuvara teslimle yükümlüdür ve görevleri bununla sonlanır. Gerçek yaşamda, bir olayın aydınlatılmasında payı olan tüm meslek sahipleri, bir elin beş parmağı gibi birlikte düşünmez ve hareket etmezler. Savcı, kriminal laboratuvar çalışanı, olay yeri ekibi, adli tıp uzmanı ve daha niceleri, aynı masa etrafına oturtulabildiği gün, olayların çözümündeki başarı, CSI’dakine ulaşabilir düşüncesindeyim.
Midedeki sosisin markasına bakılmaz
24 Kasım 2005’te CBS’te gösterilen ‘Köpek Köpeği Yer’ adlı bölümde, Hodges’ın, çöplükte bulduğu kurbanın midesindeki sosis kalıntıları inceleniyor. İncelemede sosislerin markası ve bunlardan birinin üzerindeki logodan hangi büfeden alındığı saptanıyor. Böyle bir şey teknik olarak mümkün. Ancak rutinde kullanılmayan incelemeler, bir suçun aydınlatılmasında ayrıntının ne denli önemli olduğu ve ipuçlarının nerelerde gizlenebileceği konusunda, hepimize ders verse de, seyircinin profesyonellerden beklentisini olmadık bir yüksekliğe çekiyor.
Yazının Devamını Oku 25 Aralık 2005
Akıl almaz çelişkilerle dolu bir dünyada yaşıyoruz. Bir yanda Tokyo restoranlarında şişesi 4 bin dolara Kaliforniya şarabı sipariş edenler, diğer yanda Avrupa’nın ortasında yarım litresine 60 sent verip, içinde ne olduğunu bile bilmediği kaçak votkayı içenler. Bunların arasında bir yerlerde, beyazların kraliçesi Chardonnay üzümünün babasının kim olduğunu merak edenler de var. Bugünkü yazım, hepsi için.
ÜZÜMLERE BABALIK TAYİNİ
Bir yılda yaklaşık 230 milyon hektolitre şarap içen dünya vatandaşlarının çoğu, bazı şarapların kökeni ile ilgili yıllardır süregelen hararetli tartışmaların DNA analizleri ile çözüldüğünden ve bunun sayesinde bağcılığın çağ atladığından haberdar değildir.
Binlerce yıldır gerçekleştirilen üzüm yetiştiriciliği, artık moleküler genetik analizlerin ışığında yürütülmekte. Dünyada ilk asma ehlileştirme çalışmalarının, Çayönü Bölgesi’nde yapıldığı da aynı yöntemler kullanılarak kanıtlandı.
1993’te, Avustralyalı genetikçi Mark Thomas sayesinde, bir suçun aydınlatılmasında ya da soybağları ve göç yollarının incelenmesinde kullanılan DNA analizlerinin, üzümlere ve şaraplara da uygulanabileceğini öğrendik.
Meğer, insanın ana rahmine düşmesinden başlayıp, toprağa karışmasından binlerce yıl sonrasına kadar, her zerresindeki DNA’nın değişmezliği gibi, bir bağın üzümlerinin sap, yaprak, tane, çekirdek, kabuk gibi kısımlarının ve tabii bu üzümlerden elde edilen şarabın DNA’sı aynı özellikleri taşırmış. Meğerse, dünya genelindeki üretim alanı 45 bin hektarı bulan beyaz üzüm Müller Thurgau’un babası, iddia edildiği gibi Silvaner değil de, Madeleine Royale’miş. Meğer, Kaliforniya’nın üstün nitelikli kırmızı Zinfandel’i ile Dalmaçya kıyılarının yok olmaya yüz tutmuş Crljenak Kastelanski üzümünün DNA’ları aynıymış. Avustralya ve Yeni Dünya’da Shiraz olarak bilinen kırmızı üzüm Syrah’ın ebeveynleri, Mondeuse Blanche ile Dureza’ymış.
KÖTÜ TOHUM SÜRPRİZİ
En şaşırtıcı sonucu veren akrabalık incelemelerinden biri, 1997 yılında Kaliforniya Üniversitesi genetikçilerinden Carole Meredith ve asistanı Bowers tarafından yayınlandı. 17. yüzyıldan bu yana Fransa’da yetiştirilen ve dünyanın en iyi kırmızı şarabının elde edildiği üzüm olarak kabul edilen Cabernet Sauvignon, bir diğer Fransız üzümü Cabernet Franc’a morfolojik açıdan çok benzediğinden, aralarında yakın bir akrabalığın olduğu tahmin edilirdi. Meredith, bunu genetik olarak kanıtladı. Ancak en büyük sürpriz, ünlü kırmızı Cabernet Sauvignon’un diğer ebeveyninin, beyaz şarap üretilen Sauvignon Blanc olmasıydı.
Kuzeydoğu Fransa’da yetiştirilen 322 üzüm çeşidinin DNA analizleri, bunlardan 16’sının ebeveynlerinin, Pinot ve Gouais Blanc olduğunu gösterdi. ‘Ne önemi var’ diyebilirsiniz ama, bu 16 çocuk arasında Chardonnay de varsa işin rengi değişir. Çünkü ‘beyazların kraliçesi’ olarak ün yapmış Chardonnay’nin, anasının Pinot gibi çok değerli üzüm olması doğal. Ancak babasının, Heunisch weiss’a benzemesi nedeniyle Avrupa’nın doğusundan bir yerlerden geldiği düşünülen ve lezzetsiz olması nedeniyle tarihin değişik zamanlarında defalarca ekimi yasaklanmış ve hálá yasaklı olan Gouais Blanc olabileceği hayal bile edilemezdi.
3. yüzyılda hüküm sürmüş Roma İmparatoru Marcus Aurelius Probus, işgal ettiği topraklarda asma ziraatini geliştirmesiyle bilinir. Demek ki, anavatanı Dalmaçya’dan alarak, Asteriks’le Hopdediks’in memleketine getirdiği hediye, asırlar sonra onların torunlarının torunlarına milyar Euro’lar kazandıracak Gouais Blanc’mış.
ŞARAP SAHTEKARLIĞI
İşin içine milyar Euro’lar girince, uluslararası şarap endüstrisi de, ortaya çıkan şarap hırsızlığı ve sahteciliği ile durmadan mücadele ediyor. Özel mantar mühürlerinin imalatına, şişelerin lazer ile ya da Chateauneuf-du-Pape’ta olduğu gibi büyük kabartma armalarla işaretlenmesi gibi güvenlik önlemlerine milyonlarca dolar harcanıyor.
Avustralya şaraplarının başlıca müşterisi olan İngilizler, şişesine 100 YTL ödedikleri Eileen Hardy Shiraz marka kırmızı şarabın sahtelerinden şikayetçi olmaya başlayınca, şarap yine şarapla korunmaya başlandı. Avustralya’nın güneyindeki 125 yıllık Hardys McLaren Vale bağlarının üzümlerinden elde edilen DNA, özel bir mürekkebe eklendi ve şişelerin boynuna sarılan etiketlerin yazıları bununla basıldı. Elde taşınan bir tarayıcı, etiketin yansıttığı özel ışığı ölçebiliyor ve gerekirse etikette şarap DNA’sının varlığı araştırılıyor. 1998 yılı ürünü Eileen Hardy Shiraz, DNA etiket teknolojisi ile korunan ilk şarap olma özelliğini taşıyor.
RADYO FREKANSLI KORUMA
Bir diğer güvenlik teknolojisi, 2. Dünya Savaşı’nda uçakların dost mu düşman mı olduklarını saptamakta kullanılan RFID (radio fequency identification), radyo frekanslı kimliklendirme.
Şarap şişelerinin etiketleri, küçük bir silikon çip üzerindeki entegre devre ile esnek bir anten içeriyor ve bir RFID okuyucusunun elektromanyetik etki alanına girdiğinde sinyal üreterek, bilgi gönderiyorlar. Böylelikle, sahtecilik önlenmeye çalışılıyor. Belki tüketiciler ellerinde bir okuyucu ile dolaşmayacaklar ama, şişesi 3-4 bin dolarlık Gravely Meadow ya da Screaming Eagle gibi Kaliforniya şaraplarını bulunduran restoranlar ve şarap mağazalarının işine yarayacağı açık.
Konuşan etiket, sahtecilikle mücadelede son çözümlerden bir diğeri. Bir mikroçip ile radyo anteni içeren plastik etikete, özel bir yazıcı ile istenilen sesi kaydetmek ve etikete yaklaştırılan bir okuyucu ile bunları dinlemek mümkün. Bu sistem, görme özürlülerin doz, yan etki gibi bilgileri dinleyebilmeleri için, ilaç kutularında da kullanılıyor.
ŞARABIN PARMAK İZİ
Şarap sahteciliği ile mücadelenin bir diğer yolu, şarapların izotop imzalarını, bir anlamda ‘parmakizlerini’ incelemek. Avrupa Birliği Komisyonu’nun Şarap, Alkol ve Alkollü İçecekler Ofisi (BEVABS), bu izlerin yer aldığı bir veritabanını oluşturmaya çalışıyor. İzotop imzasının araştırılma nedeni basit. Çünkü kayalarda bulunan bazı elementlerin dayanıklı izotoplarının birbirine oranı, yani izotop imzası, bu kayaların ufalanması ile meydana gelen toprakta, bu topraktan geçen sularda, bu su ve toprakla yetişen bitkilerde, bu bitkileri yiyen hayvanlarda ve bu bitkiler ile hayvanları yiyen insanlarda aynen tekrarlanır. Nasıl insanların diş ve kemiklerindeki stronsiyum 87 izotopunun 86’ya oranı (87 Sr/86 Sr), onun erken çocukluk dönemini ve son yıllarını geçirdiği coğrafya hakkında bilgi veriyorsa, şarapların da hangi bağın üzümünden yapıldığı bu veritabanı sayesinde bulunabilecek.
LİTVANYA’DA, UZUNLUĞU 3 KM’Yİ BULAN ALKOL BORU HATLARI VAR
1991’de, Litvanya Sovyetler Birliği’nden ayrıldığında, gümrük memurlarının işi bir hayli arttı. 2004 mayısında Avrupa Birliği’ne üye olunca, gözlerini kırpamaz oldular. Çünkü, sigara ve içkiye uygulanan vergi yükseldi, bunun sonucunda, komşu Rusya ve Belarus’tan kara ve demiryolu ile Vilnius pazarlarına, oradan da diğer birlik ülkelerine sigara ve içki kaçırılmaya başlandı.
Gümrüklerin teknik donanımı arttıkça, kaçakçıların kullandığı yöntemlere yenileri eklendi. Örneğin, topraklarının yüzde 72’sini oluşturan, 22 bin kollu 930 kilometre uzunluğundaki, şarkılara, şiirlere konu olmuş Neman Nehri’nin, Litvanya ile Rusya ve Belarus arasındaki sınırı oluşturan 110 kilometrelik bölümünün pek çok noktasından, hemen her gece şnorkelli balıkadamlar suya giriyor ve birbirlerine iple bağlı, siyah naylon poşetlere sarılı, 10-15 koli halinde paketlenmiş binlerce paket Rus sigarasını, bir ucundan çekerek karşı kıyıya geçiriyor ve tekrar geri yüzüyorlardı. Avrupa Birliği’nin yardımıyla, şimdi Litvanya, nehir kıyısı boyunca sensörler yerleştiriyor.
Ancak gerek Litvanya, gerekse Estonya, Letonya ve Belarus sınırlarında görevli memurları en çok uğraştıran konu, alkol boru hatları. Kaçak olarak imal edilen votka (ve içerisindeki pek çok zehirli madde), plastik borular içerisinde karayolları ve tarlaları geçip, ırmakları, gölleri aşarak evlerin ya da hurdaya çıkmış görünümünü verilen minibüslerin içerisindeki 1.5 tona varan sarnıçlara ulaşıyor. Buralarda şişelendikten sonra da, yarım litresinin 60 sente satılacağı pazarlara. Yılda birkaç kez, uzunluğu 3 kilometreyi bulabilen ve petrol ya da gaz yerine alkollü içki pompalayan bu boru hatlarından biri ortaya çıkartılıyor. Talinn Gümrüğü’ne göre, böyle bir boru hattı günde 3 ton votka pompalayabiliyor.
Kaçak içkinin kaynağı genellikle Rusya. 2000 yılında, alkol bağımlılığını ve alkole bağlı şiddeti azaltmayı amaçlayarak yüzde 40’a çıkartılan vergiler, tıpkı Amerika Birleşik Devletleri’nin 1920’den 1933’e kadar süren içki yasağındaki gibi, ne alkol içenlerin sayısını, ne de alkole bağlı suçları azaltabildi.
Buna karşılık, Ruslar, temizlik malzemesinden banyo köpüğüne, içinde alkol olan her şeyi içmeye ve kaçak içki imaline başladılar. Üstelik bir de Al Capone benzeri alkol-mafyası ortaya çıktı. Geçen yıl, çoğu kaçak içki nedeniyle, 40 bin Rus alkol nedeniyle öldü.
GEÇTİĞİMİZ HAFTA İÇTİNİZ Mİ?Bu soruya doğru cevap vermek zorundasınız. Çünkü artık yalan söylediğinizi gösterecek biyokimyasal analizler var. Kanda, idrarda hatta saçta bulunan etil glukuronid, fosfatidil etanol, yağ asidi etil esterleri gibi ‘alkol işaretleri’, günler, hatta haftalar önce içki içip içmediğinizi gösterebiliyor. Dünyanın pek çok laboratuvarında yürütülen, bu arada 90’ların sonunda İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü’nde bir tez çerçevesinde bizim de katkıda bulunduğumuz araştırmalar sayesinde, bu analizler, yakın bir gelecekte, işverenlerin, alkol bağımlılığını tedavi eden hekimlerin ve emniyet birimlerinin talep ettiği testler arasına gireceğe benzer. Elbette önemli olan, ölçümlerin ve yorumların güvenilirliği. Tüm analitik sorunlar halledilmeden uygulama başlarsa, çok sayıda kişinin haksız yere canı yanabilir.
Söz, kanda alkol tayininden açılmışken yıllar önce başımdan geçen iki olayı hatırladım. 80’li yılların başında Adli Tıp Kurumu olarak, Taksim Meydanı’na park ettiğimiz beyaz minibüs içerisinde, Türkiye’de ilk kez, alkol üfleme gereçlerini kullanmaya, trafik kazaları sonrasında da kanda alkol tayini yaparak emniyete yardımcı olmaya başlamıştık. Polisin hastane ve dispanserlerden aldırarak kuruma getirdiği kanlarda sıklıkla alkol çıkar, sürücüler ise ısrarla alkol almadıklarını ifade ederdi. Meğerse, kanı alanlar, iğnenin batacağı yeri alkollü pamukla siler, alkol de buharlaşarak enjektöre dolan kana karışırmış. Nerede hata yapıldığını çözmek, birkaç ayımızı almıştı.
Toprağı bol olsun, babam Prof. Dr. Şemsi Gök, kurumdan çıkan her raporu inceler, onay imzasını öyle atardı (Bir yılda çıkan rapor sayısı 70 bin dolayındaydı!). Bir ölü kanı için verdiğimiz, oldukça yüksek alkollü raporu gördüğünde ortalığı ayağa kaldırmıştı. Meğer, ölen İstanbul camilerinden birinin imamıymış. Defalarca çalışıldığı halde hep aynı sonuç çıkıyordu. Yanyana dizili duran kan tüplerinin, ağzı iyi kapatılmadığında, bunların birindeki yüksek alkolün, buharlaşarak diğerlerine bulaştığını, bu olayla çözmüştük. Ülkemizde adli toksikoloji 25 yılda nerelerden nereye geldi. Ne demeli, geçmiş zaman olur ki, hayali cihan değer. Hepinize sağlıklı bir yıl dilerim.
Yazının Devamını Oku 18 Aralık 2005
‘Sen, çocuklarımızı kaçıran, işkenceler edip tecavüz eden, sonra da boğan yaratık, seni bulacağız. Yıllar geçse bile peşini bırakmayacağız. Kaç yaşındasın, neye benzersin bilmiyoruz. Sağ mısın, ölü müsün, bilmiyoruz. Ama mezarda bile olsan seni bulacağız’ diye yemin etmişlerdi. Gökyüzünde şimşeklerin eksik olmadığı, bardaktan boşanırcasına yağmur yağan bir gün, yüzlerinde maske, ellerinde eldiven, küçük mezarlığın orta yerine kurdukları kocaman mavi çadırdan içeriye girdiler. Üst üste gömülü tabutları çıkarttılar. Otuz yıldır aradıkları, üç küçük kızın ve daha kim bilir kaç küçük kızın katili, ortadakindeydi.
İKİ TECAVÜZ VE İKİ CESET
Apartman topukların, mini eteklerin, erkeklerde omuzlara varan saçların moda olduğu yıllardı. Cep telefonu, kablosuz internet, mikrodalga fırın henüz kimsenin hayatına girmemişti. 70’lerin başında, İngiltere’nin her bir yanında olduğu gibi Galler Bölgesi’nin Llandarcy adlı bu küçük kasabasında da enerji sıkıntısı vardı, sokak lambaları bile azaltılmıştı. BP petrol rafinerisi yakınındaki, iki yanı ormanlık M4 Karayolu üzerinde onlarca iş makinesi yolu genişletiyordu.
Eylüldü, yağmurlar başlamıştı, her yer çamur içindeydi. Bu pek de iç açıcı olmayan endüstri bölgesindeki gençlerin tek eğlencesi, cumartesi geceleri ‘Rank’e gitmekti. Çok ısrar edilirse, Led Zepplin’in Stairways to Heaven’ını tersten çaldırmak, eroin için ruhunu şeytana satan kadının öyküsünü dinlemek bile mümkün olurdu.
Diskonun kapanış saati olan gece yarısını az geçe, otobüsler çalışmazdı, eve gitmek için otostop yapılırdı. O cumartesi akşamı, 16 yaşındaki dikimevi çalışanları, Geraldine Hughes ve Pauline Floyd, evlerine üç kilometre uzaklıktaki ‘Rank’e gittiler. Çıktıklarında yağmur çiseliyordu, kızlar otobüs durağına sığındılar. Yoldan geçen Derek Jones, kıvırcık saçlı, bıyıklı birinin, beyaz renkte bir Austin 1100 ile durağa yanaştığını ve kızları otomobile aldığını fark etti. Plakasına bakmak aklının ucundan bile geçmedi. Derek Jones, bu dünyada Geraldine Hughes ve Pauline Floyd’u canlı olarak gören son kişiydi.
Ertesi sabah 10’da, M4 Karayolu kenarında, bodur ağaçlar arasında Pauline’in çamur içine yüzükoyun yatmış cesedi bulundu. Üzerinde elbisesi, ayağında çorabı, yanı başında apartman topuklu siyah çizmeleri, kafasında kan, boynuna defalarca dolanmış 1.5 metrelik iple. 50 metre ötede, arkadaşı Geraldine’in, başında kan, üzerinde giysileri, ayağında çorap, dizine kadar yükselen siyah apartman topuklu çizmeleri ve boynuna dolanmış ip vardı. 70’lerde ayakkabı izi, lastik izi gibi kavramlar henüz yoktu. Esasen, olay yeri inceleme ekibi diye de bir şey yoktu.
Yapılan otopsilerde, her iki genç kızın başına sert bir cisimle vurulduğu, tecavüz edildiği ve iple boğulduğu ortaya çıktı.
TIPKI ÜÇ AY ÖNCEKİ GİBİ
Üç ay kadar önce 50 kilometre uzaklıkta, bir genç kız cesedi daha bulunmuştu. Cinayetlerin arasındaki benzerlik dikkatten kaçmadı.
Sandra Newton, cumartesi gecesi otostop yapmak üzere diskodan çıkmış, ertesi sabah tecavüz edilmiş, kafasına sert bir cisimle vurulmuş ve boğazı kendi şifon eteği ile sıkılmış olarak bulunmuştu. Hatta M4 üzerinde, beyaz bir Austin 1100’ün garip biçimde, bir sağa bir sola yalpalayarak gittiğini fark edenler olmuş, ancak kimse plakasına bakmamıştı.
Kurbanların üzerinde kıl, tükürük gibi saldırgana ait biyolojik bir delil, ya da tırnakları altından doku, en önemlisi boyunlarını sıkan iple etekte ter aramak kimsenin aklına gelemezdi. Gelseydi de zaten bir işe yaramazdı. Yıl 1973’tü ve DNA analizi denen sihirli silah henüz bilinmiyordu. Kızlardan sadece vajinal yayma alındı. Sadece birinde sperm bulundu.
30 BİN İFADE ELDE VAR SIFIR
Olay yerine en yakın polis karakolunun amiri Ray Allen, sadece bu üç cinayeti soruşturmak üzere özel bir birim oluşturdu. O tarihlerde bilgisayar da yoktu. Elde edilen her türlü bilgi kartlara yazılıyor, tasnif ediliyor, yapılacak işler duvardaki panoya işaretleniyor, tamamlanınca üzeri çiziliyordu.
Bölgedeki 12 bin beyaz Austin 1100’ün kimlere ait olduğunu ve adreslerini bulmak, haftalar sürdü. Ray Allen’in emrine verilen 150 polis, bunların her biri ile teker teker görüştü. Cumartesi akşamı ne yaptıklarını öğrenmeye çalıştı. Söylenenlerin doğruluğunu yakınları ile konuşarak sınadı. Aradan bir yıl geçmiş, polis disko bölgesindeki bütün fabrika çalışanları, M4 Karayolu inşaatının işçileri de dahil olmak üzere tam 30 bin kişinin ifadesini almış, en ufak bir ipucu bulamamıştı.
KUTUDA 30 YIL BEKLEYEN DELİL
Ölümlerin üçüncü yıldönümünde, amir Ray Allen, soruşturmaya son verdi. Küçük karakolunda; ne kızların eşyalarını, ne otopsi sırasında alınan vajinal yaymaları, ne de toplanan on binlerce belgeyi koyacak yeri kalmıştı. Hepsini kutulara doldurdu ve Sandfields polis merkezine gönderdi.
Sandfield, dosyaları arşive kaldırdı. Eşyaların arasından iç çamaşırlarıyla yaymaları ayırdı, Adli Bilimler Servisi’nin 6 laboratuvarından biri olan Chepstow kriminalin özel deposuna gönderdi. Aslında cinayetleri çözecek ipucu bu kutunun içindeydi, ama gün yüzü görmesi için 30 yıl beklemek gerekecekti.
1985’te, dünyada suçla mücadelenin kaderini değiştirecek bir şey oldu. Daha ileriki yıllarda kraliçenin Sir unvanı vereceği, 2005’te de Nobel’in Amerikan eşdeğeri Lasker Ödülü’nü alacak olan, Leicester Üniversitesi’nden Alec Jeffreys, iki meslektaşı ile birlikte, ‘Nature’ dergisinde ‘Hypervariable minisatellite regions in human DNA’ (insan DNA’sında çokdeğişken minisatelit bölgeler) adlı bir makale yayınladı. Kısa bir süre sonra kriminal laboratuvarlar, ‘DNA parmakizi’ denen Jeffreys’in tekniğini uygulamaya başladılar. Ancak kızların katilini bulma umudu yoktu. Kurumuş lekelerden henüz DNA elde edilemiyordu.
KATİLİN DNA’SI ARŞİVDE YOK
1998’de, İngilizler, ‘az kopyalı DNA’ adını verdikleri yeni bir inceleme yöntemiyle, iğne ucu kadar büyüklükte olsa bile, kurumuş kan ve sperm lekelerinden DNA analizi yapabilmeyi başarınca, Chepstow kriminal, kızların eşyalarını depodan çıkartmaya karar verdi. Mart 2001’de Geraldine ve Pauline’in iç çamaşırlarından saldırganın DNA profili elde edilebildi.
5 ay sonra, üçüncü kızdan alınan vajinal yaymada yapılan inceleme de sonuçlandı. Her üç cinayetin faili aynı kişiydi, ancak ne yazık ki, DNA profili, Adli Bilimler Servisi bünyesinde tutulan ve 1.8 milyon kişinin bilgisini içeren ulusal DNA veritabanında yer almıyordu. Anlaşılan, bankanın kurulduğu 1995’ten bu yana, katil hiç tutuklanmamıştı.
Cinayetlerin 27. yılında Magnum Operasyonu başladı. Operasyon deyince, onlarca polisin görevlendirildiğini sanmayın sakın. Topu topu biri Emniyet amiri Paul Bethell, diğerleri emekliliği yaklaşan iki polis memurundan, Rees ve Bale’den oluşan bir takımdılar. Bütün ısrarlarına rağmen, bakanlıktan, sadece 500 DNA analizine yetecek para alabildiler. (İngiliz polisi, Adli Bilimler Servisi’ne her türlü inceleme için para ödüyor)
ORMANDAKİ TEK AĞAÇ
Amir Paul Bethell, bir bölümü çürümüş ve küflenmiş 30 bin ifade tutanağını ve 50’lerden bu yana o bölgede, kızların arkadan saldırıya uğradığı, boynuna ip dolandığı, ölümle sonuçlansın sonuçlanmasın, faili meçhul ne kadar ırza geçme olayı varsa hepsini topladı. Katil, belki ülkeyi terk etmişti, belki adını değiştirmişti, belki ara sıra gelen yabancı bir gemiciydi, belki ölmüştü. Bethell ve iki meslektaşı, kendi deyişleriyle ‘ormanda belli bir ağacı ararcasına’, DNA analizi yapılacak 500 ismi belirlemeye çabalıyordu.
1970’lerden bu yana İngiliz polisi, tıpkı FBI’daki meslektaşları gibi, ‘psikolojik profilleme’ denen ilginç bir başka beceri daha geliştirmişti. Suçun işleniş biçiminden, yani ‘modus operandi’den yola çıkarak, saldırganın özellikleri tahmin edilmeye çalışılıyordu. Emniyet amiri Paul Bethell, küçük operasyon timine, Surrey emekli dedektiflerinden profilleme ustası Rupert Heritage’ı da ekledi.
Ona göre, saldırgan büyük bir olasılıkla 25-35 yaşlarında, babasız ya da anasız büyümüş, çocukken hayvanların canını yakmış, ufak hırsızlıklara bulaşmış, mesleki becerisi bulunmayan, sorunlu bir evliliği olan, bireysel sporlardan hoşlanan bir silah koleksiyoncusuydu. (Psikolojik profilleme yapanlar her zaman haklı çıkmaz. Örneğin Washington’a korku salan keskin nişancının profili hepten yanlıştı. Bu nedenle, Amerikan polisi katilleri bulmakta gecikti. Rupert Heritage’ın her söylediğinin doğru olduğu ise, çok sonra anlaşılacaktı).
KRİKO ÜSTÜNDEKİ AUSTIN
Üç inatçı polis, sekiz ay sonunda 353 kişide uzlaştılar. Taksilerde, otellerde, bar kapılarında, cezaevlerinde, evlerinin misafir odasında eşlerinin ve çocuklarının önünde, kısacası akla gelebilecek her koşulda ‘Lütfen ağzınızı açın, 1973’teki cinayetleri işlemiş olabilirsiniz’ dediler.
2001 Ağustosu’nda dedektif Rees, 200. kez ‘Lütfen ağzınızı açın’ demek ve yanağının iç yüzeyinden DNA analizi için örnek almak üzere Joseph Karpen’in küçük bahçesinden içeri girdi. Aslında cinayetlerden 1 ay sonra, 13 Ekim 1973’te, başka bir polis memuru aynı bahçeye girmiş, kriko üzerinde dört lastiği sökük beyaz bir Austin 1100 görmüştü. Joseph, lastikleri tamir ettirecek parası olmadığından bir aydır bu halde beklediğini söylemişti. Halbuki 3 Ekim günü M4 Karayolu üzerinde durdurulan araçların arasında bu Austin’in de olduğu, trafik denetleme raporlarında kayıtlıydı. Zamanımızda olduğu gibi, elde edilen her türlü bilginin mutlaka elektronik ortama kaydedildiği ve her polis karakolundan ulaşılabildiği bir sistemleri olmadığından, Joseph’in yalan söylediğini anlayamadılar.
Her neyse, kaldığım yerden sürdüreyim. Rees kapıyı çaldı, ama tatsız bir sürprizle karşılaştı. Joseph’in boşandığı karısı Christine evdeydi. Kocası 12 yıl önce akciğer kanserinden ölmüş, dedesinin mezarı üzerine gömülmüş, birkaç yıl önce ölen üvey babası onun üzerine defnedilmişti. Rees, örnek almak üzere başka bir adrese gitti.
DNA analiz sonuçları, üç polisin hayallerinin sonu oldu. Elde edilen hiçbir profil kızlardan elde edileni tutmadı. Magnum Operasyonu’na son verildi.
HIRSIZ OĞUL KATİL BABA
Ekim 2001’de, Adli Bilimler Servisi’nin 1200 uzmanından biri olan Dr. Jonathan Whitaker’in aklına bir şey geldi. Madem ki DNA bilgisinin yarısı anneden, diğer yarısı babadan alınıyordu, İngiliz Ulusal DNA veritabanında, katilin DNA bilgisinin yarısını taşıyan bir çocuğu olabilirdi. Çocuk bulunursa, babaya ulaşılabilirdi. Bilgisayarın başına oturdu, 2 milyona yakın profil arasından, saldırganınkine benzeyenleri önce 22 bine, daha sonra yüze indirdi. Yaptığı iş daha önce dünyanın hiçbir yerinde yapılmış değildi. Ekranda sıralanan adlar arasında, oto hırsızı Paul Karpen’i gördü. Baba adı Joseph’ti.
Polis Rees, ölü Joseph Karpen’in evine tekrar gitti ve karısını DNA için örnek vermeye ikna etti. Dr. Jonathan Whitaker, annenin ve hırsız oğulun DNA profilinden yola çıkarak dolaylı biçimde Joseph’in profili elde etti. Üç kızın üzerinde bulunan sperm lekeleri, istatistiksel olarak Joseph Karpen’e aitti. Magnum Operasyonu’nun emekliliği yaklaşan polisleri, bu ‘istatistik’ sözünden hiç hoşlanmadılar. Ne yapıp edip, o mezarı açtıracak, ölen kızların yakınlarına, ‘İşte çocuklarınızın katili bu adam’ diyeceklerdi.
MEZARDAN ÇIKAN İLK KATİL
Aradan beş ay geçti. İçişleri Bakanlığı, mezarın açılmasına izin verdi. 15 Mayıs 2002’de adli arkeologlar, adli dişhekimleri, patologlar, DNA uzmanları ve polislerden oluşan ekip, Port Talbot Kasabası yakınlarındaki Goytre Kabristanı’nda, Joseph Karpen’in bulunduğu mezarın üzerine gerilmiş büyük mavi çadırdan içeriye girdiler ve saat 14.55’te toprağı kazmaya başladılar. Bu ilkbahar günü başlayan şiddetli yağmur ve çakan şimşeklere rağmen işlerini sürdürdüler. Üç tabutu da, yakınlardaki morga götürdüklerinde güneş çoktan batmıştı.
Joseph’in dişleri ile vücudunun en uzun ve kalın kemiği olan iki uyluk kemiğinden birini aldılar. (İskeletten DNA analizi yapılırken, bunlar en uygun örneklerdir.) Dr. Jonathan Whitaker’in elde ettiği DNA profili, mezardaki kişinin üç kızı öldürmüş olduğunun kesin kanıtıydı.
Faili meçhul dosyaların kapanmadığı, delillerin atılmadığı bir ülkede görev yapan amir Paul Bethell sözünü tutmuş, mezarda da olsa katilin kim olduğunu bulabilmişti.
Yazının Devamını Oku 12 Aralık 2005
Dağ köylüleri ile balıkçıların birbirlerinden vazgeçmesi mümkün değildi. Birinin elinde, And Dağları’ndan topladığı, tanrıların hediyesi koka bitkisinin yaprakları, diğerinin elinde, kireci bol midye ve ıstakoz kabuğu. Yaprakları, boyunlarına astıkları küçük kapta özenle sakladıkları kabuk tozuyla birlikte çiğnediklerinde, açlığa, susuzluğa, soğuğa, yorgunluğa ve yüksekliğe dayanabildiklerini dedelerinden öğrenmişlerdi. Güney Amerika’yı işgal eden İspanyollar, çiğnemenin yanı sıra, su ile kaynatılıp çay gibi içilen, baş ağrısından öksürüğe her hastalıkta kullanılan, damarlarından fal bile bakılan, dinsel ayinlerin, hele çocukların kurban edildiği ritüellerin vazgeçilmez yapraklarını çuvallara doldurup Avrupa’ya getirdiler. İşte Güney Amerika’nın 4 bin yıllık Valdivia kültürünü yaşatan binlerce dağ köylüsü ile balıkçının düzeni o tarihte bozulmaya başladı.
AVRUPALI TÜKÜRMEZ ŞARAP İÇER
Güney Amerika’dan gelen koka yapraklarını çiğneyip tükürmek, Avrupalılara pek ‘köylüce’ geldi. Buna karşılık, Korsikalı Angelo Mariani’nin imal ettiği, Emile Zola ve Kraliçe Viktorya hatta Papa 13. Leo’nun göklere çıkarttığı Vin Mariani’yi, yani koka yapraklı şarabı pek sevdiler.
Bu arada Alman kimyacı Dr. Albert Niemann, kırmızı meyveleri olduğundan ‘erythroxylon coca’ denen bitkinin yapraklarından kokain adını verdiği maddeyi elde ederek doktora tezini tamamlamış, Siegmund Freud 1884’te, az miktarda kokainin sağlığa zarardan çok yararlı olduğunu yazmış, Sir Arthur Conan Doyle, kahramanı Sherlock Holmes’a The Sign of Four’da (Dörtlerin İşareti) yüzde 7’lik kokain enjekte ettirmiş ve doktorlar lokal anestezi maddesi olarak kokaini kullanır olmuştu. 1885’te, Atlanta’da piyasaya çıkan ‘Pemberton’un Fransız Şarabı Koka’nın reklamlarında morfin bağımlılığına bile iyi geldiği söyleniyordu. Kokainin insan sağlığına verdiği zarar çok kısa sürede anlaşıldı. 1912 Lahey Sözleşmesi’nde, tıbbi amaçlar ve bilimsel araştırma dışındaki her türlü kullanımı yasaklandı. Aradan bir asır geçti ve organize suç örgütlerinin kokain kaçakçılığından kazandığı para yılda milyar dolarları buldu. Bu nedenle, ne insanların kokain kullanması engellenebildi, ne de Güney Amerika’nın fakir köylüleri, gerillaların zoruyla koka bitkisini ekmekten kurtarılabildi.
AMERİKA’NIN DERDİ İNTERNET ECZANELERİ
Halen dünya genelinde en az 14 milyon düzenli kokain kullanıcısı var. Bunların 6.5 milyonuna sahip olan Amerika, okullarda narkotik köpekleriyle arama yapmak dahil olmak üzere, aldığı sert önlemler (uyuşturucu suçu nedeniyle 20 saniyede bir kişi tutuklanıyor) ve ayırdığı büyük kaynaklarla (uyuşturucu ile mücadelede 1 saniyede yaklaşık 600 dolar harcanıyor), kokain kullanan 18 yaşından küçüklerin sayısını 2004 yılında yüzde 9 oranında azaltmayı başardı. Ancak, şimdi başka sorunlarla boğuşuyor. Bunlardan biri, özellikle gençlerin internet eczaneleri gibi denetlenemeyen paralel piyasalardan, bağımlılık yapan ağrı kesici ya da amfetamin türevi iştah kesicileri satın alması. Diğeri, bazı ilaç üreticilerinin hekimlere ve hastalara yönelik uyguladığı agresif pazarlama yöntemleri yüzünden, reçete yazma ve ilaç kullanma davranışının değişmesi.
Bir yaşındaki çocuklardan başlayarak, bağımlılık yapma olasılığı gözönüne alınmaksızın, metilfenidat içeren, dikkat eksikliği/hiperaktivite önleyici ilaçların yaygın biçimde kullanılması, Birleşmiş Milletler Uluslararası Uyuşturucu Kontrol Kurulu olarak bizi de çok kaygılandırıyor.
AVRUPA’DAN SONRA SIRA BİZE GELİR Mİ
Amerika’daki kokain kullanımı yerini başka maddelere bırakırken, kokain kullanımı son yıllarda Avrupa genelinde aniden artmaya başladı ve kokain kullanıcısının sayısı 3.5 milyona ulaştı. Eldeki veriler, İngiltere ve İspanya’da son bir yıl içinde, her yüz erişkinden dört ya da beşinin kokain kullandığını, bunların yarı kadarının aynı zamanda eroin bağımlısı olduğunu ve özellikle gençler arasında kokain kullanımının Ecstasy ve amfetamini geçtiğini gösteriyor. Demek ki, kokain piyasası ABD’den Avrupa’ya kayıyor.
Avrupa polisinin aldığı önlemler artınca, eminim kısa bir süre sonra Türkiye’ye kayacak. Birleşmiş Milletler’in elindeki nüfusa orantılı resmi istatistiklere göre, Bulgaristan ve İsrail’de bizden 7 kat, Lübnan ve Ürdün’de 3 kat, Yunanistan’da 12, Kıbrıs’ın güneyinde 17 kat daha fazla kullanıcı var. Bu sayılar, tehlikenin bize doğru yanaşmakta olduğunu gösteren veriler. Öte yandan istatistiklere yansıyan yasa dışı madde kullanıcı sayısının, hele devlet destekli uluslararası projelerde yer alan verilerin (araştırıcılar arasında benim de yer aldığım Türkiye ile ilgili Birleşmiş Milletler projeleri dahil), gerçeği yansıtmaktan uzak olduğuna inanıyorum.
NEHİRLER, RESMİ KAYNAKLARI YALANLIYOR
Avrupa’nın nehirleri ve tuvaletlerinde yapılan çalışmaları, resmi kaynaklardaki verileri yalanlayan kanıtlar olarak değerlendiriyorum.
2005 Ağustos’unda, Mario Negri Enstitüsü araştırıcıları, İtalya’daki Po Nehri’nin, kanalizasyonların karıştığı kuzeybatı bölümünden örnekler aldılar ve idrarda sadece kokain kullanıldığında bulunabilecek benzoilekgonin düzeylerini incelediler. Sonuçlara göre, bu çevrede yaşayanlar, her gün toplam 4 kilo, yani 160 bin doz kokain kullanmış olmalı.
Benzeri bir araştırma, kasım ayında Londra’da sonuçlandı ve Thames Nehri’ne her gün 150 bin doz kokain karıştığı anlaşıldı. İtalyanların bulduğu sayılar anketlere, hastane kayıtlarına ve suç istatistiklerine dayanan resmi verilerden 80 kat, İngilizlerinki ise 15 kat daha yüksek.
Yine kasımda, bu kez Almanlar, havzasında 38.5 milyon kişinin yaşadığı Ren Nehri’ne yılda 11 ton kokainin (piyasa değeri 1.64 milyar Euro), kanalizasyon yoluyla karıştığını açıkladılar. Her üç ülkede elde edilen veriler, kullanıcı sayısının resmi istatistiklerin çok üzerinde olduğunu göstermektedir.
AB PARLAMENTOSU’NDA BİLE KOKAİN VAR
İngiltere’nin Evening Standard gazetesi muhabirleri, Londra’nın en ünlü 10 bar ve gece kulübünün tuvalet kapağı, pisuvar, lavabo içi ve musluk üzeri raflarını 2005 Şubat’ında, sakin bir hafta içi gecesinde ıslak mendillerle sildiler. Bu mekanların altısında, idrardaki atılım ürünü benzoilekgonin yanı sıra toz kokain bulundu.
2005 Temmuz’unda, Sat1 televizyonu AKTE 05 programının çalışanları, ellerinde ıslak mendillerle Avrupa Birliği Parlamentosu’nun Brüksel’deki binasının 46 tuvaletindeki, tuvalet kağıdı tutucuları, kapı kulpları, muslukları, rafları iyice sildiler. Bu tuvaletlerin 41’inde kokain ve benzoilekgonin bulundu. Sözcü Marjory van den Broeke, parlamentonun herkese açık olduğunu, ayrıca Avrupa’daki her binada kokain izlerine rastlanabileceğini söyledi. Beş yıl önce aynı televizyon kanalı, Alman Parlamentosu’ndan aldığı örnekleri incelettiğinde, orada da kokain bulunmuştu.
YERALTI DÜNYASI GEN MÜHENDİSLİĞİNE Mİ EL ATTI?
Piyasadaki kokain, hiçbir zaman yüzde yüz kokain içermez. Kazancı artırabilmek amacıyla çeşitli beyaz tozlarla seyreltilerek satılır.
Güvenlik birimleri, geçen yıla oranla neredeyse 2 kat daha fazla kokaine el koydukları ve kullanıcı sayısı değişmediği halde, piyasada mal sıkışıklığı yaşanmadı. Talep aynı kaldığına, buna karşılık arz düştüğüne göre, ya malın fiyatı artmalı, ya da saflığı azalmalı, yani daha fazla seyreltilmeliydi. Halbuki bu yıl Avrupa ve Amerika pazarlarında malın fiyatı düştüğü gibi, saflığı da azalmadı.
Bu durumu değişik şekillerde yorumlamak mümkün. Belki bilmediğimiz kokain depoları var ve buradan piyasaya mal sürülmeye devam ediliyor. Belki yasa dışı ‘kimyacılar’, koka bitkisinden kokain eldesinde kullanılan daha verimli teknikler buldular. Belki henüz açığa çıkaramadığımız kaçakçılık yol ve yöntemleri var. Bu kadar çok bilinmezli bir piyasanın kontrol edilmesi olanaksız.
Depo ve kaçakçılık yolları meselesi, polisler ve savcıların soruşturmaları daha derinlemesine yürütmesine bağlı. Ancak bir diğer olasılık, genetik modifikasyona uğratılmış, yaprakların içerdiği kokain miktarı normalden yüksek koka bitkilerinin ekiliyor olması.
Kokain eldesinde kullanılan bitkinin boyu son yıllarda uzadı. Belli miktarda yapraktan elde edilen kokain miktarının 4-8 kat yükseldiği, hatta bitkinin tarlada imhası amacıyla yapılan ilaçlamaya karşı direncinin arttığı iddiaları var. Bütün bunlar, kullanılan yeni bir gübre tipine, ya da köylülerin, ilaçlamaya karşı direnç kazanan türleri ekmesine bağlanabilir.
Ancak, ister istemez akla, koka bitkisinin genetik modifikasyona uğratılmış olması geliyor. Birkaç hafta önce konuyu Kolombiya Narkotik polisi başdanışmanı dostum toksikolog Camilo Uribe ile tartıştım. Bu konuda henüz hiçbir kanıt bulamadıklarını söyledi. Esrar eldesinde kullanılan cannabis bitkisinin de, daha yüksek etkin madde (tetrahidrokannabinol) içeren bir varyantının bulunduğuna ilişkin haberler de dikkate alınırsa, yeraltı dünyasının gen mühendisliği gayretlerinin ciddiye alınması gerektiği kanaatindeyim.
KOKAİN YAĞMUR ORMANLARINI DA YOK EDİYOR
Bu yıl, Kuzey Amerika ve Avrupa’da tüketilen 600 ton kadar kokainin neredeyse tamamı, Kolombiya, Peru ve Bolivya’daki 160 bin hektar tarladan toplanan, 250 bin ton kurutulmuş koka yaprağından elde edildi. Koka üretimi, ne yazık ki artık sadece bitkinin doğal yetişme bölgeleri olan 800 metrenin üzerindeki arazide değil, yağmur ormanları ve koruma altındaki ulusal parklar yakılarak açılan tarlalarda da yapılıyor. Ayrıca kokain de, yine bu ormanlık alanda oluşturulan yasa dışı laboratuvarlarda, sülfat asidi, hidroklorik asit, amonyak, soda, eter ve potasyum permanganat kullanılarak elde ediliyor. Bu sırada ortaya çıkan 15 bin ton kimyasal atık, Kolombiya, Peru ve Bolivya’nın su yollarına ve toprağına karışıyor. Bu nedenle, Amazon ve Orinoco nehir sisteminde yaşayan 210 memeli canlı, 600 kuş, 100 sürüngen ve 600 kuş türü de tehdit altında.
Öte yandan Kolombiya’da uyuşturucu kaçakçılığı ile bağlantılı gerillalar, hükümetin gücünü sarsmak ve halkı bezdirmek amacıyla, sık sık petrol boru hatlarını bombalıyor, buradan akan petrol de çevreyi kirletiyor. Bir tek boru hattı, 1986’dan bu yana en az 700 kez saldırıya uğradı ve ekosisteme 2.2 milyon varil petrolün dökülmesine yol açtı. Buna bir de güvenlik birimlerinin, şimdilerde toplumun baskısı nedeniyle terk ettiği, ancak uzun yıllar sürdürdüğü koka tarlalarının glifosat ile havadan ilaçlamasını eklemek gerek.
Son 20 yılda koka ekimi için kesilen ağaçlar ve kokain üretimi sırasında oluşan atıklar yüzünden, bu ülkeler milyonlarca hektar yağmur ormanını kaybetti. Bir yandan, fotosentez ile karbondioksidi oksijene çeviren ağaçlar azalıyor, atmosferde ‘sera’ etkisi yapan gazlar artıyor, küremiz ısınıyor, diğer yandan kullandığımız her 6 ilaçtan birinin hammaddesini içeren bitki türleri yok oluyor. Kısacası, kokain kullananlar, sadece kendi sağlıklarına zarar vermiyor, dünyamızı giderek yaşanmaz hale sokuyorlar.
MARADONA’DAN KATE MOSS’A ÜNLÜLERİN KOKAİN MERAKI
‘Her şey kolumdaki bir enjektörle başladı ve şimdi her şey kolumdaki bir enjektörle bitiyor.’ 20 yıl önce kokain etkisi altındayken kayınvalidesi ve beş yaşındaki üvey kızını öldüren 49 yaşındaki John Hicks’in, 29 Kasım 2005 Salı günü saat 10.20’de, idam cezasının infazı için Ohio Lucasville Cezaevi’nin doktoru damarına girdiğinde söylediği son sözlerdi bunlar.
Her yıl kokain etkisinde öldüren, kokain yüzünden ölen onbinlerce insandan biri John Hicks, ama kimse onun sözlerine kulak asmıyor. Maradona’nın kokain macerası, Al Pacino’nun Scarface’te kokain çektiği sahne, Kill Bill 2’deki kullanıcılar, gençlerin ilgisini her zaman daha fazla çekiyor. Boy George’un evinde 13 paket kokain bulunması, Ozzy Osbourne’un bu yılki Avrupa turnesinde kokaine kaç para harcadığı tartışılıyor.
Bugünlerde, model Kate Moss herkesten daha fazla gündemde. Önce, kokain kullanmaya hazırlanışını gösteren fotoğrafı Daily Mirror’a kapak oldu. Daha sonra, internette herkes, Moss’un kokain kullanırken çekilen video kaydını birbirine göndermeye başladı. Ünlü model, bir yandan Burberry ve Chanel’deki işlerini kaybetti ama, ressam Stella Vine’ın tablosunda ölümsüzleşti. Bu yüzyılın Mona Lisa’sı olarak tanımlanan Moss, Londra’da sergilenen ‘Must Be the Season of the Witch’ (Cadının Mevsimi Olmalı) adlı tabloda, kokain kullanmak üzere hazırlık içinde gösteriliyor.
Kısacası ünlüler, kokainin gündemde kalmasına neden oluyor.
Yazının Devamını Oku 4 Aralık 2005
Doğruyu yalandan ayırmayı kim istemez. Hele işin içine suçun aydınlatılması ya da ülke güvenliği girdiğinde akan sular durur. Her ne kadar Sigmund Freud ‘Hiçbir ölümlü sır tutamaz, dudaklar sussa bile vücudun her noktası gerçeği anlatır’ demişse de, artık yalan, teknoloji yardımıyla delillendirilmeye çalışılıyor. Bu arada kimilerinin rızası alınıyor, kimilerinin ise kendisine yapılandan haberi bile yok. Henüz hiçbir yöntem, her yalanı yakalayamıyor. Ve ne yazık ki, en ileri teknoloji bile, hálá bazı doğrucuların yalan söylediği sonucuna varıyor. Keşke, çocukluğumuzda bize öğretildiği gibi, yalan söyleyenin Pinokyo gibi burnu uzasaydı.
TUVALETE YAPIŞAN ADAM
57 yaşındaki kalp hastası Bob Dougherty, 3 Kasım 2005’te, Amerika’nın en büyük mağaza zincirlerinden Home Depot’da alışveriş yaparken tuvalete gitmek zorunda kaldı. Kapağı kaldırdı ve oturdu, sonra kalkmak istedi, kalkamadı, kapağa yapışmıştı. Bağırdı. Onu duydukları halde, ambülans çağırmak için 15 dakika beklediler. Kapının kilidini kırarak tuvalete girenler, yapıştığı yerden kurtaramadıkları ve bayılmış haldeki Bob’u, kapakla birlikte hastaneye götürdüler. Anlaşılan şakacının biri, tuvalet kapağına tutkal sürmüştü. Cildi bir hayli zedelenen Bob, kendisini o halde 15 dakika beklettikleri ve kalkamadığından kalp krizi geçirdiğini zannettiği için, kırtasiyeci aleyhine 3 milyon dolarlık tazminat davası açtı.
Bob Dougherty’nin başka bir kentte aynı şekilde şikayette bulunduğu, tutkalı kendisinin sürdüğü iddiası ortaya atılınca, KDVR televizyonunun önerisi üzerine, 9 Kasım 2005 günü canlı yayında yalan makinesine bağlandı. (Amerikan televizyonlarında poligraf show’ları 1960’lardan beri var). Kendisine yöneltilen 20 soruyu da cevaplayarak testten geçti.
VALLAHİ UFO GÖRDÜK
2001 yılında Sirius Ufo Uzay Bilimleri Araştırma Merkezi Başkanı Haktan Akdoğan, İçişleri Bakanlığımıza başvurdu ve Ufo gördüğünü iddia eden Adıyaman’ın Tut İlçesi Jandarma Komutanlığı’nda görevli 1 uzman çavuş, 6 jandarma eri ve 3 köy korucusu ile Uşak’ın Eşme ilçesine bağlı Narlı köyünden 3 çiftçinin, yalan makinesi testinden geçmeyi kabul ettiğini söyledi. Emniyet Genel Müdürlüğü demirbaş kayıtlarında mevcut yalan makinesi cihazı bulunmadığından, talebi karşılanamadı. Gerçi, aradan geçen 5 yıl içerisinde güvenlik birimlerinin bir yalan makinesi alıp almadıklarını bilmiyorum, ancak 2002 yılında İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü’nde bir öğretim üyesi ile birlikte bilimsel araştırmalarda kullanmak üzere İngiltere’deki bir üretici firmayı aradığımızda, Türkiye’ye ihracat konusunda pek hevesli değillerdi.
1880’LERDE BAŞLANDI
Suçluluğun kalıtımsal olduğuna ve suçluların geniş çene ya da kalın dudak gibi dış görünüşten anlaşılabileceğine inanan İtalyan Cesare Lombroso, 1880’lerde sorgu sırasında tansiyon ölçerdi. 1920’lerde buna kalp vurum sayısı, solunum hızı ve terlemenin de ölçümü eklendi, böylelikle ilk yalan makinesi, yani poligraf (çoklu yazdırı) ortaya çıktı.
Ölçülen aslında yalan değil; korku, kaygı, heyecan ve benzerlerinin vücutta meydana getirdiği fizyolojik değişiklikler. Bu nedenle, kimse poligrafın ölçtüklerine karşı çıkmıyor. Eleştirilen, bunların nasıl yorumlandığı. Soruları soranla, sonuçları yorumlayanın çok özel eğitimlerden geçmesi gerekiyor. Farklı yorumların olması nedeniyle, ABD’nin bazı eyaletleri, İsrail ve Japonya mahkemeleri dışında, tarafların onayı olsa da, poligraf sonuçları delil olarak kabul edilmiyor.
YALANCININ SESİ TİTRER
1970’lerin ortalarında, Amerikalı üç emekli istihbarat subayı bir araya geldiler ve yalan makinesi olarak kullanılabilecek bir ses analizörü geliştirdiler. Onlara göre stres altında ses telleri kasıldığından, konuşulduğunda duyulmayan mikrotitreşimlerin frekansı, yalan söylendiğinde yükseliyordu.
Test uygulanacak kişiye, poligraftaki gibi tansiyon aleti ve elektrodlar bağlanmıyor, sadece bilgisayara takılı bir mikrofona doğru konuşması isteniyor. Ayrıca bu ölçümlerde, kişinin yaşı, sağlık durumu, alkol ya da bir ilaç almış olması önem taşımıyor. Bu nedenle, poligrafta yüzde 20 dolayında olan ‘karar verilemez’ biçimindeki sonuçlar, ses analizinde neredeyse sıfır. Üstelik kaydedilen sesi, tekrar tekrar incelemek mümkün. Halen ABD’de, 1500’e yakın şerif ve polis birimi ifade alma sırasında bu analizörü kullanıyor.
19 Eylül 2005’te, Moskova Domodedovo Uluslararası Havaalanı’nda, 4 aylık deneme süresinden sonra GK-1 çokkatmanlı ses analiz teknolojisi devreye girdi. Bir İsrail şirketi tarafından geliştirilen GK-1 (Gate-keeper, kapı koruyucu) sistemi, seçilen yolculara dört soru soruyor, ruhsal ve duygusal değişikliklerin yol açtığı ses özelliklerini ölçüyor ve onları yeşil ya da kırmızı koridorlara yönlendiriyor. GK-1 soruları yolcunun anadilinde soruyor, bir kişinin kontrol edilmesi de 1-1.5 dakika sürüyormuş. GK-1’ler, şimdi İsrail havaalanlarında da kullanılmaya başlandı.
Ses stres analizörü, banda kaydedilmiş telefon konuşmalarını dahi inceleyebildiğinden, 2000’lerin başından beri pek çok Amerikan ve İngiliz sigorta şirketi, telefonla hırsızlık ya da kaza bildirimi yapan müşterilerinin seslerini analiz ediyor ve söylenenin doğruluğunu ölçüyorlar. Bunun insan haklarına aykırı olmadığını, telefon edenlerin seslerinin kaydedildiğini bildiklerini öne sürüyorlar. Ülkemizde de, telefon ettiğimiz kimi işyerlerinde bu yönlü bir mesajla karşılaşıyoruz. Gerçi şimdilik yalan söyleyip söylemediğimizin araştırıldığını sanmıyorum. Ancak pek çok yerde ses izimizin depolandığı açık. Yasalarımız, ifade işlemlerinin kaydında, teknik imkánlardan yararlanılabilmesini öngördüğüne göre, teybe kaydedilen ifadeye ya da kaydedilen konuşmaya daha sonra ses stres analizi uygulanabilir.
EN SON MODELLER
Bakışları kaçırmanın ya da sinirli davranışların, yalan söylendiğinin bir kanıtı olamayacağı biliniyor. Yalan söyleyenlerin gözlerinin etrafının ısındığı, bunun da termal bir kamerayla saptanabileceği öne sürülüyor ve özellikle havaalanlarında kullanılmaya çalışılıyor. Her 100 yalandan sadece 80’ini yakalayabilen termal kameraların haber verilmeksizin kullanılabilir olması, insan hakları savunucularını çileden çıkartmaya yetiyor.
Philadelphia Üniversitesi’nde geliştirilen ‘fMRI’ ya da ‘Fonksiyonel Manyetik Rezonans Görüntüleme’ yönteminde ise, beynin gerçek zamanlı görüntüsünün alındığı ve yalan söyleyenlerle doğruyu anlatanların beyinlerindeki faaliyet bölgelerinin farklı olduğu ileri sürülüyor.
Piyasada bulunan gereçlerden bir diğeri, şüphelilerin beyin elektrosunda meydana gelen değişiklikleri ölçüyor. Prensibi, sadece polisin ya da olay yerinde bulunanın bilebileceği ayrıntıları bilgisayar ekranında gören kişinin, beynin belirli bir bölgesinde 300 milisaniye sonra P300 adı verilen bir elektrik deşarjının oluşmasına dayanıyor. Örneğin, cinayet silahı bir Browning ise, Luger, Browning ve Uzi sözcüklerini ekranda arka arkaya gören failin beyni, Browning’i gördüğünde P300 piki oluşturuyor.
Teksas Üniversitesi’nde geliştirilen elektrogastrogram ile strese karşı aşırı duyarlı olan karın ve barsakları izleyerek, doğruyu söyleyenlerin yalancılardan ayrılabileceği ümit ediliyor.
Kısacası yalan hálá bilimsel olarak kanıtlanamıyor.
GÜVENİLİRLİĞİ TARTIŞILIR AMA KULLANIMI SÜREKLİ YAYGINLAŞIYOR
Araştırmalara göre, her 100 poligraf testinde en az 19 kişi doğru söylediği halde yalan sanılıyor ve yine her 100 kişiden 10 kadarı yalan söylediği halde doğru zannediliyor. Bununla birlikte poligraf testi Çin’den Kolombiya’ya, 60’a yakın ülkede ifade almada başvurulan bir yöntem. Bazılarında sadece tutuklananlara değil, ülke güvenliği ile ilgili olanlar başta gelmek üzere, bir işyerinde çalışanlara ya da işe başvuranlara da uygulanıyor.
Poligraf kullanımında sadece bu yılki gelişmeler bile saymakla bitmez:
Uzun yıllar poligraf kullanımını insan hakkı ihlali olarak gören Rusya, bu yıl orduya gönüllü alırken, adayları poligraf testinden geçirdi.
Tayvan, Çin lehine casusluk yapan bir elemanı yakaladıktan sonra, tıpkı FBI ve CIA’nın yıllardır yaptığı gibi, istihbarat personelinin tamamına poligraf testi uygulamaya başladı.
Meksika, 765 polis memuruna poligraf testi uyguladı ve 305’ini işten çıkarttı.
Singapur Futbol Federasyonu, tüm oyuncularla hakemleri yalan makinesine bağlayarak şike ile mücadele etmeye çalıştı.
Malta’da kurulan bir şirket, tüm AB ülkelerine poligraf hizmeti vermeye başladı.
İngiltere, yılbaşından bu yana pedofillere 10 pilot bölgede bu testi uyguluyor ve örneğin son bir ay içinde okul çevrelerinde dolaşıp dolaşmadıklarını soruyor. Yakında bunu tüm ülkeye yaymayı ve başka suç tiplerini de kapsamayı hedefliyor. Pedofillerle ilgili bu uygulama, 36 Amerikan eyaleti ve Kanada’da zaten uzunca bir süredir yürürlükte.
Sadece Tanrı’ya inanır kalanını poligraflarız
Poligrafı neredeyse 100 yıldır kullanan Amerikalıların yalan makinesine güvensizlikleri giderek artıyor ve ‘Sadece Tanrı’ya inanır, kalanını poligraflarız’ anlayışını eleştiriyorlar. İlk görev yeri Ankara olan CIA elemanı Aldich Ames, Sovyet casusu olduğu halde beş kez poligraf testinden geçebilmiş, buna karşılık Çin lehine casusluk yapmakla suçlanan nükleer fizikçi Tayvan asıllı Wen Ho Lee, 2 kez FBI, bir kez de Enerji Bakanlığı tarafından bağlandığı yalan makinesinin çelişkili sonuçları yüzünden, 9 ay hücre hapsinde tutulduktan sonra serbest bırakılmıştı.
2003’te Amerikan Bilim Akademisi, üzerinde çalışıldığı takdirde, poligrafın yanıltılabileceğini bildirdi. Buna, bir de Amerikan Enerji Bakanlığı’nın Sandia araştırma laboratuvarında çalışan nükleer bilimcilerin isyanı eklendi. Yıllardır binlerce bakanlık çalışanına uygulanan poligraf testlerinin hatalı olduğu, casusluk yapanları bulamadığı, buna karşılık, masumların mağduriyetlerine yol açtığını öne sürerek yalan testinden geçmeyi reddettiler. Bu durumu bir basın toplantısı yaparak kamuoyuna açıklayan laboratuvar sorumlusu Dr. Alan Zelicoff, karşılaştığı baskılar nedeniyle geçen haziranda istifa etmek zorunda kaldı. Enerji Bakanlığı kamuoyunun baskısı üzerine düzenli biçimde poligraf uyguladığı personel sayısını 20 binden 4 bin 500’e düşürdü.
Biraz gerçeklik serumu iyi gelir
1920’lerde, çok düşük dozda sodyum pentotal ya da skopolaminin‘gerçeklik serumu’ olarak kullanılabileceği sanıldıysa da, pek işe yaramadığı çabuk anlaşıldı. İlacı alanlar konuşuyordu ama, yalan söylemeyi de sürdürüyordu.
Sodyum pentotal, halen Amerika’nın bazı eyaletlerinde idam cezasının infazında kullanılan üç ilaçtan ilkidir. (Diğerleri pancurium bromür ve potasyum klorürdür).
1942’de, CIA’nın stratejik hizmetler bürosu, esrardan elde edilen bir sıvıyla ıslatılan yiyecek ve tütünü denemeye başladı.
1947’de, Amerikan donanmasında Chatter Projesi’ni yürütenler Peyote kaktüsünde (Lophophora Williamsii) bulunan meskaline umut bağladılar. Naziler, çok yüksek meskalin dozlarıyla bile, kişilere reddettikleri bir görüşü kabul ettirememişti. Bu nedenle Amerikalılar meskalin verilen kişilerin doğruyu söyleyeceğine inandılar, ancak başarılı olamadılar. Aynı tarihlerde CIA iki sorgu yöntemi üzerinde çalışmaktaydı. Bunlardan ilki, narko-hipnoz diğeri, birbirine ters etkili iki farklı maddeyi dönüşümlü olarak damar yoluyla vermekti. Bunlardan ilki barbitürattı, diğeri uyarıcı etkisi olan bir amfetamin. Böylelikle, kişi uyumaya başlarken birdenbire uyarılmakta, tam uyanmadan yeniden uyutulmaktaydı. CIA belgelerine ‘alacakaranlık kuşağı’ olarak geçen bu uygulama, her zaman tatminkar sonuçlar vermedi. 1950’lerin başından 60’lara kadar, bu amaçla LSD (kod adı EA-1729) kullanılmaya başlandı. Ancak kısa zamanda, ‘gerçeklik serumu’ olarak her zaman işe yaramadığı ortaya çıktı.
Uzunca bir süre sadece James Bond’un Octopussy gibi sinema filmlerinde ve Harry Potter’in dünyasında yer alan ‘gerçeklik serumu’, 11 Eylül’den sonra yeniden gündeme geldi. CIA ve FBI eski başkanı William Webster, 2002 yılında verdiği beyanatlarda, ABD dışındaki ülkelerde tutulan El-Kaide ve Taliban bağlantılı mahkumlara ‘gerçeklik serumu’ verilmesinin gerektiğinden söz edince, Savunma Bakanı Donald Rumsfeld de dahil olmak üzere ciddi bir muhalefetle karşılaştı. Birleşmiş Milletler, ‘gerçeklik serumu‘ vermeyi işkence kabul ediyor. Bizim yasalarımıza göre, ilaç vermek, ifade almada yasak yöntemlerden biri.
Yazının Devamını Oku 27 Kasım 2005
5 Kasım 2005 gecesi, yüzlerce mumun ışığında Viyana’nın ünlü Stephansdom’unda, Mozart’ın ölüm döşeğindeyken ancak bir bölümünü besteleyebildiği Requiem’i dinliyorum. Mozart 1782’de bu katedralde evlendi, orkestra şefi olarak burada onlarca eserini yönetti, cenazesi 5 Aralık 1791’de bu katedralden kalktığında 35 yaşındaydı. Sol kulağının oğluna da aktardığı yassılığı dışında, görünürde kusursuz Wolfgang Amadeus Mozart, 1791 Kasım’ında birdenbire hastalandı, ateşi çıktı, başı ağrıdı, durmadan terledi, bağırsakları bozuldu, simsiyah kustu, önce eli ayağı, daha sonra bütün vücudu yatakta sağa sola bile dönemeyecek kadar şişti, iki haftada bilincini yitirdi ve öldü. Eldeki tıbbi belgelerin yetersizliği, görgü tanıklarının tutarsız anlatımları ve en önemlisi belediye doktoru Eduard Guldener von Lobes’in, Mozart’ı tedavi eden iki meslektaşının romatizmal ateş tanısına uyup, otopsiye gerek görmeden defin izni vermesi yüzünden, aradan geçen iki yüzyılık sürede, ünlü bestecinin kesin ölüm nedenini açıklayabilecek cinayetten kazaya, tifodan tüberküloza, hatta iyi pişmemiş domuz pirzolasından bulaşan trikinoz enfeksiyonuna kadar 150 kadar senaryo üretildi. Doğumunun 250. yılının kutlanacağı 2006 yaklaşırken, Mozart’ın ölümünün ardındaki sır perdesini aralayabilecek ve ölüm senaryolarının büyük bölümünü dışlayabilecek yeni çalışmalar başladı. İlginç olan bu çalışmaları başlatanın bilim dünyası değil de, Avusturya’nın ORF televizyonunda çalışan Burgl Czeltschner adlı bir yapımcının olması.
KISKANÇ KOCA MI?
Mozart, çapkın bir erkekti. Piyano dersleri verdiği, mason locasından biraderi Franz Hofdemel’in 23 yaşındaki karısı Magdalena ile aralarında bir aşk ilişkisi bulunduğu dedikoduları alıp yürümüştü. Bunu, bir de Ludwig van Beethoven’in diline dolaması bardağı taşıran son damla oldu. Mozart’ın cenazesinin ertesi günü, Hofdemel’lerin evine giden bir dostları, Magdalena’yı bir kan gölü içinde buldu. Yüzünde, kolları ve boynunda bıçak yaraları vardı. Kocası Franz yan odadaydı ve bir ustura ile boğazını kesmişti. 5 aylık hamile Magdalena ölmedi. Doğurduğu erkek çocuğa hem kocasının hem de Mozart’ın adını takınca, çocuğun Mozart’tan olduğu dedikoduları yayıldı. Böylelikle, kıskanç kocanın önce aşığı zehirlediği, sonra karısını öldürmeye kalktığı, ardından intihar ettiği senaryosu ortaya çıktı.
BAŞMÜZİSYEN SALIERI Mİ?
Mozart’ın ölümünden birkaç gün sonra Constanze, İmparator II. Josef’in başmüzisyeni Antonio Salieri’nin, yeteneğini kıskandığı için, kocasını zehirlediğini iddia etti. Rus yazar Aleksander Puşkin aynı görüşü, ‘Mozart ve Salieri’ adlı kısa oyununda, Rimsky Korsakov da tek perdelik operasında yineledi. Peter Schaffer’in Amadeus adlı sahne oyunu ya da gördüğünüzü tahmin ettiğim Milos Forman’ın 8 Oscar ödüllü sinema filmi de Salieri’nin onu zehirlediği üzerine kurulu.
Aslına bakarsanız, terk ettiği sevgilileri de dahil olmak üzere Mozart’ı zehirlemeye kalkacak çok sayıda kişi vardı. Ancak 45 opera besteleyecek kadar becerisi olan, ayrıca Beethoven, Schubert, Czerny hatta Mozart’ın oğluna bile hocalık yapmış Salieri, bence katil adaylarının en sonuncusu. Kuzey İtalya’nın Legnano kenti sakinleri de benimle aynı görüşte ki, Salieri her ne kadar ömrünün son yıllarında akli dengesini kaybetmiş ve Mozart’ı öldürdüğünü söylemeye başlamışsa da, onlar buna kesinlikle inanmıyor, itibarını iade edebilmek umuduyla doğduğu bu kentte durmadan konserler ve festivaller düzenliyorlar.
Mozart’ın kendisi için bir tek keman konçertosu ya da kuartet yazmamış olduğundan yakınan eniştesi Franz de Paola Hofer ve ‘Figaro’nun Düğünü’ adlı tiyatro eserini kendisinden alıp ücret ödemediği ve operanın duyurularında adından bile bahsetmediği için kızan Fransız Pierre Beaumarchais, katil adaylarından sadece ikisi.
MASONLAR MI?
Komplo teorilerini sevenlerdenseniz, katilin kıskanç koca, eseri çalınan meslektaş ya da terk edilen sevgili olması sizi tatmin etmeyecektir. O zaman, ‘Sihirli Flüt’ operasıyla sırlarını açıkladığından, 1784’ten ölümüne kadar üyesi bulunduğu ve onlar için pek çok kantat bestelediği ‘Zur Wohlt?tigkeit’ locasından biraderleri Emmanuel Schikaneder ya da Prof. Dr. Karl Ludwig Gieseke tarafından öldürülmüş olması, size daha uygun gelebilir. Gerçekten de Sihirli Flüt, birçok masonik ritüeli açıklamıştır.
Hatta İlluminati gizli örgütünün bir üyesi olduğu iddia edilen, Mozart’ın zaman zaman borç para aldığı Michael Puchberg’in, aralarındaki dünya görüşü farklılığı nedeniyle, onu zehirlediğine bile inanmak isteyebilirsiniz.
I. Dünya Savaşı Alman generallerinden Erich Luddendorf ve karısı nöropsikiyatr Mathilde ise, işi biraz daha abarttılar ve onu masonlar, Yahudiler ve Katoliklerin işbirliği yaparak hep birlikte zehirlediğini ileri sürdüler.
CİVA ZEHİRLENMESİ Mİ?
Mozart’ın tıpkı Baudelaire, Schubert, Schumann, Dostoyevski, Paganini gibi frengisi vardı. Kristof Kolomb’un ilk Amerika seferinden geri dönenlerle Avrupa’ya gelen bu hastalık, şimdilerde termometrelerden, tansiyon aletlerinden, diş dolgularından bile çıkartılmaya çalışılan civa ile tedavi ediliyordu ve Mozart da civalı bir preparat kullanmaktaydı. Kimilerine göre, aldığı ilacın dozunu şaşırdığı için kendini zehirledi.
Mozart’ın ölümüne ister kasten, isterse kaza sonucu civa zehirlenmesinin neden olduğunu varsayalım. Bu zehirlenmenin temel bulguları olan bellek kaybı, aşırı tükürük salgısı, unutkanlık, titreme gibi bazı belirtilerine Mozart’ta rastlanmadı. Neredeyse son nefesine kadar aklı başındaydı, elleri hiç titremeden Requiem’in notalarını yazmakta ve yakınları ile birlikte bazı bölümlerini söylemekteydi. Yine de bazı bulguların olmaması, civa ile zehirlenmediğini göstermez.
TOFANA SUYU MU?
Mozart’ın, ölümünden birkaç hafta önce, eşine ‘Bana birileri tofana suyu verdi ve ölümümün tam ne zaman olacağını hesapladı’ dediği biliniyor. Tofana suyu, İtalyan asıllı Teofania di Adamo adlı bir kadının hazırladığı, genellikle kocalarını öldürmeye kalkan kadınlara sattığı, içinde arsenik ve büyük bir olasılıkla atropa belladonna (güzel avrat otu) bulunan, tatsız, kokusuz sıvıya verilen addı. Yeri gelmişken belirtelim, bayan Teofania 1633’te 600 kişinin ölümüne neden olmaktan Napoli’de tutuklanmış, işkence edilmiş, boğularak öldürülmüş ise de, kızı Giulia, aynı işe devam etmiş, üzerinde Noel Baba’nın resmi bulunan küçük şişeleri, düşmanlarından kurtulmaya çalışanlara satmayı sürdürmüştür. Tabii daha sonra, sıvıyı imal eden çok oldu.
Mozart’ın, işte bu sudan söz etmesi nedeniyle arsenikle zehirlendiğini kabul edelim. Bu takdirde bulantı, kusma ve ishalinin yanı sıra, solunum şikayetleri, morarma, ciltte kızarıklıklar ve döküntü, yutma zorluğu, boğazda yanma gibi bulguları da olacaktı. Halbuki, ölümüne tanık olanların hiçbiri bu bulgulardan bahsetmedi. Tabii bu bulguların olmaması da, ölümüne arseniğin yol açmadığını göstermez.
KAFATASI VE KEMİK MERAKI
Kafatası ve kemik denince, aklınıza hemen, Bush ve Kerry’nin de üyeleri arasında bulunduğu Yale Üniversitesi’nin ‘Skulls and Bones’ derneği gelmesin sakın. Adli Bilimciler öncelikle kafatası ve kemiklerin kime ait olduğu ile ilgileniyorlar. Bunlar kimi zaman Ruanda, Kosova, Vietnam, tsunami, Dünya Ticaret Merkezi gibi acı olaylarda ele geçiyor, ama kimi zaman yüzyıllar süren tatlı çekişmelere son noktayı koymak üzere inceleniyor. Kemiklerde DNA analiz teknikleri geliştikçe, geçmişin üzerindeki sır perdesini kaldıracak çalışmaların sayısı da çok arttı.
Örneğin Polonyalılar, bu ay Varşova’nın 300 kilometre kadar kuzeyindeki bir kilisenin altından çıkardıkları kafatasına bilgisayar destekli yeniden yüzlendirme yaptılar ve 1543’te ölen Kopernik’in kafatası olmasının kuvvetle muhtemel olduğunu bildirdiler. Şimdi, Polonya’nın dört bir yanında mtDNA yapmak üzere akrabası kadınların mezarları aranıyor.
Yine bu kasım ayında, Almanya Münster Üniversitesi’nden, birlikte yayınlarımız olan Prof. Brinkmann, Beethoven’e ait olduğu iddia edilen kafatası kemiğinde mtDNA analizi gerçekleştirdi ve Amerikan Beethoven Araştırma Merkezi’nin elinde bulunan besteciye ait saçlarla aynı özellikte olduğunu bildirdi.
İspanyollar, iki yıl süren ısrarları sonunda, nihayet şubatta Dominik Cumhuriyeti hükümetinden gerekli izni koparttılar ve Karayiplerin Hispaniola adasındaki Kristof Kolomb’a ait olduğu iddia edilen kemikleri incelemeye başladılar. Henüz DNA analizi için örnek alma izinleri yok, eğer o da olursa, İspanya’da bulunan Kolomb’un akrabalarının DNA’sı ve Kolomb’a ait olduğu iddia edilen kemiklerle karşılaştırılacak. Böylelikle, yüzyıllardır süren, gerçek Kolomb’un Sevilla Katedrali’nde mi yoksa Hispaniola’da mı olduğu sorusu nihayet cevaplanabilecek.
Bu kafatası ve kemik merakından İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü de payını aldı elbette. Biz de, BBC’ye program yapan Atlantic yapım şirketinin talebi üzerine, Kültür Bakanlığı’mız izniyle, Antalya Müzesi’ndeki Noel Baba’ya ait olduğu kabul edilen kemikleri inceledik. Çekilen dokümanter, BBC’de gösterildi, yapımcı şirket bu yıl sonlanmadan Türkiye’de de yayınlatabileceğini umuyor. Biraz bekleyelim, eğer gösterilmezse, size bulgularımızı anlatırım.
200 YIL SONRA MOZART’IN ZEHİRLENDİĞİ ANLAŞILABİLİR Mİ?
Günümüzde, sadece ağızdan değil, solunum yoluyla bile vücuda giren arsenik, kadmiyum, kobalt, antimon, selenyum, vanadyum, çinko ve civa gibi pek çok elementin saçta, kemikte, tırnaktaki düzeyi indüktif kenetli plazma kütle spektrometrisi ya da optik emisyon spektrometrisi gibi ileri teknolojiler kullanılarak ölçülebiliyor. Üstelik bu ölçümleri, milattan önce 4. binyıldan kalan arkeolojik kemik kalıntılarında gerçekleştirenler bile var. Hal böyle olunca, Mozart’ın kemik ve saçlarında yapılacak incelemelerin, civa ya da arsenik zehirlenmesi konusunu aydınlatacak tek yol olduğu açık. Önemli olan, Mozart’a ait kemik ve saç bulmakta.
Mozart, kentin asil sınıfından olmayan her Viyanalı gibi St. Marxer Mezarlığı’nda 3. sınıf bir törenle 5 kişilik bir mezara gömüldü. Mezartaşı yapılmadı.
KAFATASINDAKİ TEL
İddiaya göre, mezarcı Joseph Rothmeyer, kentteki mezar yeri yetersizliği nedeniyle, yeni cenazelere yer açmak amacıyla, her on yılda bir mezarlığın elden geçirildiğini bildiğinden, günü geldiğinde kolayca teşhis edebilmek amacıyla, Mozart’ın başının etrafına bir tel sardı. Nitekim 10 yıl sonra St. Marxer Mezarlığı’ndaki tüm kabirler açılarak kemikler boşaltıldı. Mezarcı da Mozart’ın kafatasını eliyle koymuş gibi buldu, alıp götürdü.
Bir mezarcıdan diğerine aktarılan bu kafatası, 1868’de iki ünlü anatomi uzmanının eline geçti. Alt çene kemiği yoktu, üst çenede 7 diş bulunuyordu. Bunu izleyen uzun yıllar boyunca kafatası ile ilgili bir şey duyulmadı. Ta ki 1902’de Uluslararası Mozarteum Vakfı, kafatasının ve üzerindeki birkaç saç telinin kendilerinde olduğunu bildirinceye kadar.
20. yüzyıl boyunca anatomistler, dişhekimleri, adli tıp uzmanları, antropologlar, alt çenesi olmayan, ilk rapordan farklı olarak 11 dişi olan, üstelik bir de kırığı bulunan bu kafatası hakkında onlarca bilirkişi raporu hazırladılar. Hatta 90’larda bilgisayar yardımıyla yüzü yeniden yapılandırıldı ve Mozart portreleri ile karşılaştırıldı. Ancak kafatasının Mozart’a ait olup olmadığı bir türlü anlaşılamadı.
DNA ANALİZİ
Kimsenin aklına gelmeyen basit bir çözüm, ORF televizyonunda çalışan bir yapımcının aklına geldi. Neden kafatasına DNA analizi yapılmıyordu?
Mozart’ın bir oğlu olmuştu, ama onun çocuğu yoktu. Bu nedenle, ana tarafından akrabalarının kemikleri arandı. Bildiğiniz gibi, hücrelerin mitokondrilerindeki DNA, kısaca mtDNA, çekirdek DNA’sından farklıdır. Çekirdek DNA’sı, içerdiği kalıtım bilgisinin yarısını anneden, diğer yarısını babadan alırken, mtDNA’nın bilgisi sadece anneden alınır. Bu nedenle erkekler, ana tarafından akraba olanların mtDNA’sını taşırlar. Kendileri ise, çocuklarına bu özelliği aktaramazlar.
ORF televizyonu, Mozarteum Vakfı’nı kafatasını inceletmeye ikna etti. Önce Salzburg’daki aile mezarlığı açılacak, ana tarafından akrabaların mtDNA analizlerinde başarılı olunduğu takdirde kafatası incelenecekti.
27 Kasım 2004’te Prof. Dr. Christian Reiter ile arkeolog Dr. Wilfried Kovacsovic, Salzburg’taki mezarları açtılar, beklenenden daha fazla iskeletle karşılaştılar ve Mozart’ın anneannesi ile kızkardeşinin kızına ait olması muhtemel kemikleri aldılar. Birkaç gün önce Reiter’den edindiğim bilgiye göre, mtDNA analizleri beklendiği gibi yürümüyor. Anlaşılan o ki, kafatasının Mozart’a ait olup olmadığını yakın bir gelecekte öğrenemeyeceğiz. Böylelikle Mozart’ın nasıl öldüğü sorusu da şimdilik yanıtsız kalacak.
Yazının Devamını Oku 20 Kasım 2005
İz sürenler aslında aynı kişinin peşindeydiler de, birbirlerinden haberleri yoktu. Bir bölümü, 1940’ların ilk yıllarında Viyana’nın ünlü Spiegelgrund Yurdu’na yerleştirilen küçük akrabalarına ne olduğunu araştırıyor, bir bölümü hemen yurdun yanındaki hastaneye yatırılan çocuklarının neden öldüğünü öğrenmeye çalışıyordu. Meslektaşları ise, insan beyni ile ilgili bu denli önemli araştırma bulguları yayınlayan, ünü Avusturya’yı çoktan aşmış doktorun, yüzlerce olguyu nereden bulduğunu merak ediyordu. Birbirlerinden haberleri olsaydı, aynı kişiyi aradıklarının farkına varacak ve onu yargıç önüne çıkartmak için 60 yıl beklemek zorunda kalmayacaklardı. Aslında, çıkartmış olmaları da pek işlerine yaramadı. 800 kadar engelli çocuk üzerinde bilimsel araştırmalar yapmak ve ailelerin haberi olmaksızın ötanazi uygulamakla suçlanan Dr. Heinrich Gross, 21 Mart 2000 günü duruşma salonunda sadece yarım saat kaldı. Avusturya Bilim ve Sanat Yüksek Şeref Madalyası’nı taşıyan ünlü psikiyatrın, 90’ına yaklaştığından ve bunadığından yargılanamayacağına karar verildi. Doktor, mahkeme salonunu Sosyal Demokrasi Partisi’nden eski dostları ile sohbet ederek terk etti.
HİTLER’İN KARDEŞİ İLE NİŞANLI BAŞHEKİM
Ağustos 2005’te Moskova arşivlerinde ulaşılan yeni belgeler, Dr. Heinrich Gross’un 1940-45 arasında Spiegelgrund’da öldürdüğü çocuk sayısının, tahminlerin çok üzerinde olduğunu gösterdi.
Uzun yıllar boyunca izini sürenler arasında Bayan Pernegger de vardı.
Bayan Pernegger, 16 Kasım 1941 günü bir erkek çocuk doğurdu. Çocuğun ‘akrosefalodaktili’si vardı, yani kafasının tepe kısmı biraz sivri, el parmaklarının arası da perdeliydi, tıpkı ördek ayağı gibi. Gerçi üzülmüştü ama olsun, iyi bir Hıristiyandı, ailesinde zaten sağır-dilsizler de vardı, demek Tanrı küçük Günther’in böyle olmasını istemişti.
Altı hafta sonra bir doktor, kendisini ziyarete geldi, kusurları düzeltmek üzere çocuğu Avrupa’nın en büyük ve en modern sağlık kuruluşu olan Spiegelgrund’a götüreceğini bildirdi. Çok sevinen Pernegger’ler, çocuklarını 267/41 protokol numarasıyla 15. kliniğe yatırdılar.
2 ay sonra eve bir mektup geldi. Günther, beslenme bozukluğu göstermiş, akciğer iltihabı tanısı konduktan 6 gün sonra, 25 Ocak 1942’de ölmüştü. Klinik şefi Dr. Heinrich Gross ve başhekim Dr. Erwin Jekelius üzüntülerini bildiriyordu. Benzeri mektuplar alan yüzlerce aile, çocuklarının ölmeyip, klinik şefi tarafından öldürüldüğünü yıllar sonra öğrendiler. Ağustos 2005’te de başhekim Jekelius’un, Adolf Hitler’in kızkardeşi Paula’nın nişanlısı olduğu ortaya çıktı.
ÖLÜ ÇOCUKLAR MAKALELERE GİRDİ
1942 yılında Dr. Heinrich Gross, Viyana Biyoloji Derneği üyelerine ‘akrosefalodaktili’si olan üç aylık bir erkek çocuğun kafatası ve beyin bulgularını sundu. Savaş sona erdi. Dr. Gross, 1952’de aynı olguyu bu kez Morfoloji Yıllığı adlı Almanca dergide makale olarak yayınladı. İlk bilimsel yayınına konu olan ‘protokol No: 267/41’ aslında Günther Pernegger’di. Gerçek ölüm nedeni ise hiç kimseyi ilgilendirmiyordu.
Bunu izleyen 35 yıl boyunca Doktor Gross, kimi zaman tek başına, kimi zaman Viyana Üniversitesi Nöroloji Enstitüsü Başkanı ve 70’li yılların rektörü Prof. Dr. Franz Seitelberger ya da psikiyatr Hans Hoff gibi ünlü hekimlerle birlikte, yüzlerce doğumsal kusurlu çocuğun, ölüm öncesi ve sonrası tıbbi bulgularını içeren 40 kadar yayına imza attı. Almanya’nın ünlü Max Planck Beyin Araştırmaları Enstitüsü gibi merkezler, onun gönderdiği beyin preparatları ile araştırmalar yaptı, yeni hastalıklar buldu, yeni tanı yöntemleri geliştirdi. Viyanalı doktor Gross’un çocuklara ait hasta kayıt bilgilerine, fotoğraflara, idrar, kan ve omurilik sıvısı analizlerine, hava ensefalografi sonuçlarına, otopsi bulgularına, beyin preparatlarına nasıl ulaştığını soran olmadı. Nöroloji, psikiyatri, genetik hızla ilerliyordu.
267/41 SAYILI DOSYADAKİ EL YAZISI
1998’de Viyana Üniversitesi öğretim üyelerinden oluşan ve savaş dönemindeki sağlık uygulamalarını incelemek üzere görevlendirilen araştırma komisyonu, Spiegelgrund Hastanesi’nin bodrumunda, kavanozlar içerisinde, yüzlerce beyin ve histopatolojik inceleme için hazırlanmış binlerce preparata el koydu. Beyinlerden biri, 267/41 protokol sayılı Günther Pernegger’e aitti.
Aynı yıl, o sırada Spiegelgrund’un 3. psikiyatri kliniğinin şefliğini yürüten Dr. Heinz Pfolz’un evi arandı ve 267/41 dahil olmak üzere 232 hasta çocuk dosyasına el kondu. Çocuklarda denenen tanı yöntemleri, aşı ve ilaçlar, ölüm şekli ve otopsi bulguları gayet titizlikle kaydedilmişti ve çoğunda Heinrich Gross’un el yazısı ile kaleme aldığı notlar vardı. Böylelikle, Gross başta gelmek üzere, Nazileri destekleyen birçok hekimin mesleklerinde nasıl yükseldiği, biraz gecikerek de olsa, kanıtlanmıştı.
HARTHEIM TASARRUF DEFTERİNDEKİ 267/41
27 Haziran 1945 günü, yüzbaşı Charles Haywood Dameron, 6824 sayılı savaş suçları araştırma timi komutanı olarak girdiği Avusturya’nın Linz kenti yakınlarındaki Hartheim Şatosu’nda, metal kutu içerisinde 39 sayfalık bir defter buldu. Önce ne olduğunu anlamadı, sonra 9. sayfayı okudu: 1 aylık et tasarrufu 112.437 kilo, 10 yılda 13.492.440 kilo, 36.429.588 Reichmark.
İleriki sayfalarda öldürülen kişiler sayesinde ekmek, sebze, tereyağ ve patatesten edilen tasarrufun dökümü vardı. İzleyen günlerde Almanya’da buna benzer 614, Polonya’da 85, Avusturya’da 31 ve Çekoslovakya’da 10 defter bulundu. Defterlerde kimin, nereden gönderildiği de kayıtlı olduğundan, savaş sonrası kurulan Nürnberg Mahkemesi, bunları 3. Reich’ın en az 200 bin kişiye sistematik ötanazi uyguladığının kanıtı olarak kullandı.
Avusturya Hükümeti, 21 Mart 2001’de, Amerikalı hukukçu Charles Haywood Dameron’a, Hartheim istatistiklerini bulduğu için Şeref Madalyası verdi. Bundan birkaç yıl önce de, Alman Araştırma Kurumu ve Tabipler Odası, binlerce hastaya ait bilgiyi devlet arşivine aktardı. Aralarında Adolf Hitler’in akrabası akıl hastası Aloisa’nın ve Spiegelgrund’dan getirilen 267/41, yani küçük Günther Pernegger’in de adı vardı.
DOKTORUN GERÇEK YÜZÜNÜ BİR HASTASI ORTAYA ÇIKARDI
Dr. Heinrich Gross, Spiegelgrund Hastanesi 15. pavyonun şefliğinden sonra başhekimliğe kadar yükseldi. Hatta kendisi için ‘Ludwig Boltzmann Sinir Sistemi Kusurlarını Araştırma Enstitüsü’ kuruldu. Sadece 1958-78 arasında 12 bin kez mahkemelere adli psikiyatri alanında bilirkişilik yaptı. Sosyal Demokrat Akademisyen, Düşünür ve Sanatçılar Birliği’nin ve Avusturya Sosyal Demokrasi Partisi’nin de saygın bir üyesi olan Gross, 1975’te Avusturya bilim ve sanat şeref madalyası ile onurlandırıldı. 1979’un sonlarına doğru, Friedrich Zawrel, alkolik ve komünist bir babanın oğlu olduğundan 10 yaşındayken yatırıldığı Spiegelgrund Hastanesi’nde yaşadıklarını ‘Kurier’ gazetesinin bir muhabirine anlattı. Zawrel, hastaneden kaçarak kurtulan birkaç çocuktan biriydi. O günden sonra doktorun şansı biraz döndü, partiden çıkartıldı, meslektaşları ile davalık oldu, hastaneden emekli edildi ancak 90’lara kadar bilirkişilik yapmayı sürdürdü. Toplumun baskısı üzerine Avusturya hükümeti, Heinrich Gross’a verdiği şeref madalyasını 25 Mart 2003’te geri almak zorunda kaldı.
UNUTTURULMAYA ÇALIŞILSA DA YAPILANLARI ASLA UNUTMAMALIYIZ
Bugün birçok kişi, Heinrich Gross ve onun gibi Nazi savaş suçlarına katkıda bulunan hekimler hakkında bilgi toplamaya devam ediyor. Tıp dünyası ise, bu hekimlerin adlarını unutturmaya çalışıyor.
Örneğin ‘Reiter sendromu’ yerine, ‘reaktif artrit sendromu’ denmesini istiyorlar. Çünkü Reiter, Hitler’in sağlık bakanıydı, zorunlu kısırlaştırma ve ötanazi uygulamalarını hararetle desteklemiş, Buchenwald Konsantrasyon Kampı’nda 250 kişiyi tifo deneyleri sırasında öldürmüştü.
Eduard Pernkopf’un ünlü anatomi atlasının okutulmamasını istiyorlar. Çünkü atlas, Naziler tarafından asılan 1377 kişinin otopsileri sırasında çizildi.
Haydi bunları unuttuk diyelim, ama insanoğlunun fırsat bulduğu takdirde, bilimsel araştırma uğruna neler yapabileceği hiç unutmaya gelmez.
Uluslararası görevimle ilgili olarak Viyana’da bulunduğum bu kasım ayı içerisinde, hem Viyana merkez mezarlığının 40. adasına gömülen kavanozlardaki beyinlerin toplu mezarını, hem de eski Spiegelgrund şimdiki Otto Wagner Hastanesi’ndeki daimi sergiyi ziyaret etme fırsatını buldum. Ayrıca, Viyana Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü’nün eski ve yeni yöneticileri ile bu olayları görüştüm. Kitapçılarda çocuk ötanazisine ayrılmış özel bölümleri inceledim ve gördüm ki, en azından Avusturyalılar bu karanlık geçmişlerinin her dakikasını aydınlatmaya çalışıyorlar ve onu unutturmamakta kararlılar.
Hitler’in doktorlara değil doktorların diktatöre ihtiyacı vardı
Almanya ve Avusturya’nın bazı bilim çevreleri, akıl hastalarının ve her türlü kalıtımsal kusuru olanın kısırlaştırılmasının yeterli olmadığını, bunlara rıza aranmaksızın ötanazi uygulanmasının gerektiğini 1900’lerin başından beri savunmaktaydı. 1920’de hukukçu Karl Binding ile psikiyatr Alfred Hoche, ‘Die Freigabe der Vernichtung lebensunwerten Lebens’ (Yaşanmaya Değmez Yaşamların Yokedilmesinin Serbest Bırakılması) adlı kitabı yayınladı. Bunu pek çok Alman ve Avusturya üniversitesi bünyesinde ‘Kalıtımın ve Irkın Korunması’ kürsülerinin kurulması izledi.
Avusturya doğumlu Adolf Hitler, 1 Eylül 1938’de ötanazi emrini imzaladığında, zaten 400 bin kişi zorla kısırlaştırılmıştı ve ‘ırkın temizliği’ dersi, tıp fakültelerinde okutulmaktaydı. Görülüyor ki, ötanaziyi uygulatmak için Hitler’in doktorlara ihtiyacı yoktu, ötanazi uygulamak için doktorların Hitler gibi bir diktatöre ihtiyaçları vardı.
Berlin Tiergarten Caddesi 4 numaralı adreste kurulan ötanazi merkezinin psikiyatrları, merkezin adresi nedeniyle T4-Eylemi adı verilen operasyon çerçevesinde, tüm ebe ve doktorlara, mongolizm, mikro ve hidrosefali, el ve ayaklarda oluşum kusuru görülen tüm doğumları ve akıl hastalarını bildirme zorunluluğu getirdiler. Daha sonra bu bildirim zorunluluğunun kapsamı çok genişletildi. Almanya, Avusturya, Çekoslovakya, Polonya psikiyatri klinikleri başta gelmek üzere, bütün hastane, bakımevi, yurt, yuva ve okullardan kendilerine gönderilen formları, bulguları, fotoğrafları büyük bir özenle incelediler ve ‘yaşanmaya değmez’ yaşamlar sürdüren 200 bin kadar her yaştan, her dinden, her ırktan kadın ve erkeğin morfin, lüminal, karbonmonoksit, hidrosiyanik asit ya da açlığa terk gibi yöntemlerle öldürülmesine karar verdiler.
Bu ‘asalak’ insanların ortadan kalkmasıyla ırkın temizliği sağlanacak, ayrıca et, yağ, sebze, patates ve bunlara bakmak zorunda olan insanların iş gücünden de tasarruf edilecekti.
2003 yılında, Viyana devlet arşivlerinde savaştan kalma ‘Kalıtımsalbiyoloji Listeleri’ bulundu. Bu listelerde, 500 bini ‘asosyal’ olarak tanımlanan alkolik, homoseksüel, madde bağımlısı olmak üzere ‘yaşanmaya değmez yaşam’ sahibi 700 bin kişinin adı var!
Kiliselerin baskısı üzerine, Hitler 1941’de T4-Eylemi’ne resmen son verdiyse de, Berlin’e bildirimde bulunan sağlık kuruluşlarından üniversiteler ile işbirliği yapanlar -örneğin Spiegelgrund Çocuk Hastanesi- ötanaziyi, bilimsel araştırma uğruna, savaş sonuna kadar gizlice sürdürdü. Cinayetleri işleyenler, tıpkı Dr. Heinrich Gross gibi, bulgularını yıllarca Avrupa’nın en saygın bilimsel dergilerinde yayınladılar ve ikinci kariyerlerinde, dernek, kürsü, enstitü başkanı, başhekim, dekan, rektör oldular.
Yazının Devamını Oku