30 Nisan 2006
Bir bilgisayar, bir internet bağlantısı ve bir de kredi kartı. Milyonların hayatını değiştiren bu üçlü, kimilerininkini değiştirmekle kalmadı, sonlandırdı. "Sonlandırdı" derken, kumar oynayıp iflas edenlerden, çocuk pornografisi ile uğraşıp hapse girenlerden değil, gerçekten ölenlerden söz ediyorum. 17 yaşında, çok başarılı bir öğrenciydi. İnternet üzerinden kredi kartıyla satın aldığı futbolcu fotoğraflarının koleksiyonunu yapardı. Bir sabah uyanmadı. Kanında oksikodon bulundu. Bağımlılık yapan bu ağrı kesici ilacın reçetesini, hiçbir zaman yüzünü görmediği bir doktor yazmış, nerede olduğunu bilmediği bir internet eczanesi evine postalamıştı. 16 Mart 2005’te, eczanenin sahibi Teksaslı Clayton H. Fuchs, 38 bin sahte reçete düzenlemek, uyuşturucu içeren ilaçları internet üzerinden pazarlamak ve kara para aklamaktan 20 yıl hapse mahkûm oldu. Gencin ölümünden sorumlu tutulmadı.
Fuchs’un, uyuşturucu içeren ilaçları internet üzerinden satan tek eczane olduğu sanılmasın. Sahipleri belirsiz, nerede olduğu bilinmeyen irili ufaklı bin kadar eczanenin benzeri faaliyetler içinde olduğu düşünülüyor. 29 Nisan 2006 günü, hastayı görmeden reçete yazan ve oksikodon satan Fuchs’un eczanesinin internet adresine girdim. Ne gariptir ki site hálá çalışıyor ve hálá oksikodon da dahil olmak üzere, pek çok bağımlılık yapan ilacın, reçete gerekmeksizin, kolayca satın alınabileceği yasadışı e-eczanelere link veriyor. Nice insanın sağlığını tehdit eden, hatta ölüme bile yol açan bu eczaneler, çığ gibi artıyor. Cirosu en yükseklerden biri "X-Press Eczanesi".
DOLAR MİLYONERİ "ECZACI"
Okuldan ayrılıp "X-Press Eczanesi"ni açtığında 22 yaşındaydı. AOL internet sağlayıcısı üzerinden, farklı IP adresleri ve 10 kadar farklı ad kullanarak, birkaç aylık bir sürede, 1.13 milyar e-posta göndermiş, cinsel güç artırıcıdan, saç çıkartana kadar çeşitli ilaçların yanı sıra, bir yılda sadece hidrokodon’dan 22 bin kutu satmış ve 20 milyon dolar kazanmıştı. Yanında çalıştırdığı iki doktor, bir tek hastayı bile görmeden 72 bin sanal reçete düzenlemişti.
"Eczacı" Christopher William Smith’in işlettiği, kameralarla korunan, metal dedektörlerden geçilerek girilen, cep telefonlarının çekmediği, olağanüstü güvenlik önlemleri alınmış "sanal eczane"nin yeri, 2003’te aranmaya başlandı, 2005 Ağustos’unda ancak bulundu.
Milyonlarca dolar değerindeki ev, otomobil (2006 Mercedes Benz S65, 2004 Lamborghini Murcielago, 2005 Mercedes Benz C55A, 2001 Ferrari, 2001 BMW M5 Sedan, 2004 Mercedes Maybach, 2005 Jeep Wrangler, 2004 Cadillac DeVille Limousine, 2003 Chevrolet Tahoe, 2001 Hummer H1 vs. vs.) ve nakit paraya el kondu.
Bir Virginia Mahkemesi, Smith’i, reklam yapmak üzere e-posta gönderdiği her gün için 25 bin, toplam 5.3 milyon dolar para cezasına, ayrıca bunları gönderdiği internet sağlayıcısına 287 bin dolar tazminat ödemeye mahkûm etti. Ceza davası sürüyor, ömür boyu hapsi talep ediliyor. Onun yüzünden kaç kişinin bağımlı olduğu, kaç kişinin doz aşımından öldüğü bilinmiyor.
Öte yandan bazı kişiler, genetik olarak ilaçları zehirsizleştirmede güçlükler yaşarlar. Sitokrom P450 adlı enzimlerindeki özellikler nedeniyle, oksikodon ve benzerlerinden fazla miktarda almasalar bile ölebilirler. Bu nedenle, hekim denetiminden uzak X-Press Eczanesi’nin verdiği zarar, tahminlerin de ötesinde olsa gerek.
E-ECZANELER HIZLA ARTIYOR
Hacmi 2.5 trilyon doları bulan internet ticareti içinde, eczanelerin payı çok yüksek olmayabilir. Ancak konuya halk sağlığı açısından bakıldığında, üyesi bulunduğum Birleşmiş Milletler Uluslararası Uyuşturucu Kontrol Kurulu’nun son 5 yılda defalarca dikkat çekmesine karşın, ülkelerarası işbirliğindeki eksiklikler ve yasal düzenleme farklılıkları nedeniyle, e-eczaneler, ciddi bir tehdit oluşturmaya başlamıştır.
Bildiğiniz gibi, bazı ilaçların satın alınabilmesi için doktor reçetesi gerekir. İçerisinde kontrol edilen uyutucu-uyuşturucu-uyarıcı madde bulunanlar için ise, özel reçeteler gerekir. Tıpkı ülkemizdeki yeşil ve kırmızı reçeteler gibi. Bu reçeteleri her doktor yazamaz. Uluslararası yasalar, bu tür düzenlemeleri gerekli kılar.
Muayene ücretlerinin yüksekliği, hekime ulaşmanın güçlüğü, bazı ilaçların bulunulan ülkede satılmaması, ayrıca ilaç fiyatlarının ülkeden ülkeye değişmesi, 1999 yılında e-eczanelerin ortaya çıkmasına neden oldu. 99’un haziran ayına gelindiğinde, 10 milyon kadar kişi, interneti kullanarak, büyük bölümü reçete gerektiren ilaçları satın almıştı bile. Günümüzde bu yolla ilaç ve müstahzar alanların sayısı 100 milyonlarla ifade ediliyor.
YÜZLERCESİ SERTİFİKASIZ
Aslında, 3 çeşit e-eczane var. Bunlardan bir bölümü geleneksel eczane gibi çalışıyor. Hekimin ya da hastanın kendilerine posta yoluyla ulaştırdığı reçeteyi aldıktan sonra, ilacı verilen adrese gönderiyor.
Diğer bir bölümünde hasta, online olarak bir soru formuna şikayetlerini işaretliyor. Eczane ile birlikte çalışan bir doktor bu şikayetleri inceliyor, tanı koyuyor, gereken ilaçların sanal reçetesini yazıyor, e-eczane bu ilaçları hastanın bildirdiği adrese gönderiyor. Bu durumda, hasta ile hekim hiçbir zaman karşı karşıya gelmiyorlar.
Bir üçüncü grup e-eczane ise, reçete talep etmeksizin, ilaçları verilen adrese postalıyor.
İlk grupta yer alanlar, bulundukları ülkenin Sağlık Bakanlığı tarafından ruhsatlandırılıyor ya da meslek örgütlerince sertifikalandırılıyor. (2005 Şubat’ına kadar ABD’de sertifikalandırılan e-eczane sayısının sadece 13 olduğunu belirtmekte fayda var.) Diğer iki gruptaki yüzlercesi ise, hiçbir biçimde denetlenemiyor.
İLAÇ BAĞIMLILIĞI TEHLİKESİ
E-eczaneler yüzünden, tedavi amaçlı olmayan, "ilaç kötüye kullanımı" giderek artıyor. Sadece ilaç bağımlıların sayısı, kokain, marihuana, uçucu ve eroin bağımlıları toplamının neredeyse iki katı.
Son 5 yılda dünya genelinde, ilaca bağımlı olanların sayısındaki artış, esrar bağımlılarındaki artışın 2, kokainin 5, eroinin 60 katına ulaştı ve ne yazık ki tüketicilerin önemli bir bölümü 18 yaşından küçük. Kısacası, yasadışı uyuşturucu bağımlılığı, yerini hızlı bir biçimde bağımlılık yapan ilaçlara bırakıyor ve reçete istemeyen yasadışı e-eczaneler bunu kolaylaştıran ve körükleyen bir ortam yaratıyor.
Bu eczaneler ile başka sorunlar da yaşanıyor. Paralel ilaç piyasalarında, ünlü firmaların çok satan ilaçlarının sahtelerini pazarlayanlar olduğu gibi, aynı etkin maddeyi içerdiğini iddia ettikleri, aslında etmeyen, markasız ilaçlar da satılıyor.
Siber-polis ve uluslararası işbirliği gerekli
Bir anda açılıp, bir anda kapanan, hangi ülkede bile bulunduğu zor saptanan e-eczanelerle mücadele, bu alanda uzmanlaşan siber-polislerin yetişmesini gerektiriyor. Halen soruşturması sürdüğünden ayrıntılarını veremediğim, ancak biri Tayland’da diğeri İspanya’da yerleşik iki Avrupalının, Asya’daki bir ülkede bulunan bir internet sağlayıcısı üzerinden pazarladıkları Balkan menşeili tabletlerin ücretlerinin yatırılması için, müşterilerine verdikleri banka hesaplarının bunların tamamen dışında iki farklı ülkede bulunması, tabletleri de bir başka ülkeden postalamaları, olayın karmaşıklığını ve ülkelerarası işbirliğine ne denli ihtiyaç olduğunu göstermesi açısından, güzel bir örnektir.
RUHSAT ARANMALI
Pakistan’da bulunan doktorsuz, eczacısız e- eczanelerin, Avrupa ve Amerikalı müşterilere, reçetesiz biçimde Roche Valium, Wyeth Ativan, Xanax ve Viagra benzeri ilaçları 200 tabletlik paketler halinde pazarlamasının bir türlü engellenememesi, ya da farklı ülkelerde ele geçen milyonlarca sahte Rivotril, Rohypnol ve Stilnox’ların, nerede imal edildiğinin anlaşılamaması gibi durumlar, hep işbirliği eksikliklerinin bir sonucudur. Paralel ilaç piyasası ile mücadele, uluslararası sözleşmeleri gerektiriyor. Nitekim Dünya Sağlık Örgütü, 18 Şubat 2006 tarihinde yayınladığı Roma Deklarasyonu’nda böyle bir çağrıda bulundu.
İnternetin denetlenmesinin ve uluslararası işbirliğinin yakın gelecekte sağlanamayacağını göz önüne alarak, eczane sayısının yeterli olduğu ve ayrıca ulaşım güçlüklerinin bulunmadığı ülkelerde, ruhsatsız e-eczanelerin kapatılması gerektiğini düşünüyorum.
Kuş gribi zenginleri
Bilindiği gibi Tamiflu, kuş gribi etkeni H5N’nin tedavisinde kullanılan ve Roche firmasınca üretilen bir ilaç. 2005 yılında birdenbire artan Tamiflu talebinden yararlanan bazı kişiler, Tamiflu olduğunu iddia ettikleri bir ilacı internet üzerinden piyasaya sürdüler. İngiliz polisi, bu e-czanelerin web sitelerinin ABD, İngiltere, Kanada, İsviçre, Bahreyn, Singapur, Güney Kıbrıs ve Malta internet sağlayıcıları üzerinde olduğunu saptadı. 18 Aralık 2005’te ABD polisi bunların 50 kutusunu San Francisco’da ele geçirdi. Çince ambalajdaki tabletlerde Tamiflu dışında her şey vardı.
BİR ANNE SESLENİYOR
"Çocuklarımız için hep kaygılanırız. Sigara ve esrar içeceklerinden, kokain veya diğer bağımlılık yapan maddeleri deneyeceklerinden korkarız. Pornografiden, internette karşılaşacakları kötü insanlardan korkarız. Ama internetten uyuşturucu içeren bir ilacı satın alıp ölebileceği, aklımın ucundan geçmezdi." Sanal ortamda düzenlenen reçete ile, sanal ortamda hidrokodon siparişi veren ve eve posta ile gelen ilacı kullanarak bir daha uyanmayan öğrenci Ryan Thomas Haight’in annesi, 17 Haziran 2004’te, Amerikan Senatosu’nda yaptığı konuşmaya böyle başladı. Bayan Haight’in gayretleriyle oluşan kamuoyu baskısı sayesinde, Sağlık Bakanlığı ve FBI, internet eczanelerini izlemeye aldı,
e-eczanelerle ilgili yeni yasalar çıkartıldı, posta daha sıkı denetlenir oldu. Her suç tipiyle mücadelede, işbirliği şarttır. Ancak böylesine sınır tanımayan ve farklı sektörleri kapsayan bir suçla mücadele, öncelikle benzeri yasal düzenlemelerin her ülkede hayata geçirilmesini, ayrıca konu ile ilgili bakanlıklar, ilaç endüstrisi ve meslek odaları arasında bilgi paylaşımı ve işbirliğini gerektiriyor. Toplumu, internet eczanelerinin tehlikeleri açısından aydınlatmak ise, en başta gelen görevimiz olsa gerek.
IP İZLEME, YERLERİNİ SAPTAMAKTA YETERSİZ
Yasadışı e-eczaneler, gerek reklamlarını yapmada, gerekse müşterileri ile iletişimde interneti kullanıyorlar.
Ancak, işlerini yürüttükleri coğrafi noktayı, bilgisayarlarının IP (internet protokolü) numarasından saptamakta güçlük çekiliyor.
Çünkü IP, kolaylıkla değiştirilebiliyor, hatta çeşitli programlarla gizlenebiliyor. Üstelik, bunun için bilgisayar yazılımlarından anlamak da gerekmiyor.
Bu amaçla üretilen ve çok ucuza satılan programları kolaylıkla elde etmek mümkün.
IP izleme, internet suçlarının aydınlatılması konusunda fazla deneyimi olmayan güvenlik birimlerinin hiç ilgisiz kişilerden şüphelenmesine, bunları mağdur etmesine, soruşturmaların çok uzamasına yol açıyor.
Bu arada "eczacı"nın, ilaç satın alanın ad, adres, kredi kartı ve şifre bilgisine de ulaştığını ve bunlarla başkaca yararlar sağlayabileceğini de unutmamak gerek.
FBI verilerine göre, 700 kimlik hırsızından sadece biri yakalanabiliyor.
Ülkelerüstü bir kaçakçılık örgütüne dönüşen ve belki de internet üzerinden uyuşturucu madde pazarlayanlarla işbirliği içinde, hatta belki de aynı kişilerin denetimindeki yasadışı e-eczaneler, bir yandan sağlığa, diğer yandan ekonomiye zarar veriyor.
Yazının Devamını Oku 23 Nisan 2006
Şu sıralar Hint polisinin eline düşerseniz eğer, önce yalan makinesine bağlanacağınızı, gerekirse damarınıza bir madde verildikten sonra sorgulanacağınızı, ayrıca beyninizin haritasının çıkartılacağını unutmayın. Bütün bunlar, elbette mahkeme kararı ve uzman hekimlerin gözetiminde yapılıyor. 10 yıldan bu yana elde edilen sonuçlar ise küçümsenir gibi değil.
12 milyonluk Bombay’ın adı henüz Mumbai olmamıştı. Bombay-Hollywood alaşımından türetilen "Bollywood" sinema endüstrisinin kalbi kent, 12 Mart 1993 günü, saat 13.30’da, 28 katlı borsa binasının bodrumundan gelen sesle sarsıldı. Garajdaki otomobillerden birinin altına yerleştirilen bomba, 50 kişinin hayatına maloldu. Kentin farklı yerlerindeki patlamalar 15.30’a dek sürdü. 257 kişi öldü, binin üzerinde yaralanan oldu. Otomobil, motosiklet, bavul içerisine yerleştirilen, uzaktan kumandalı RDX tipi bombalarla gerçekleştirilen 40’a yakın saldırının hedefi, borsanın yanı sıra, çarşılar, Air-India Havayolları’nın kent içindeki pek çok ofisi, resmi binalar, Bombay Üniversitesi, 2 hastane ve 3 oteldi.
Polise göre, terör eylemlerinin nedeni, 6 Aralık 1992’de Hindistan’ın kuzeyinde 13 milyon Müslüman’ın yaşadığı Uttar Pradeş Eyaleti’ndeki 16. yüzyıldan kalan Babri Mescidi’nin, Hindu milliyetçilerce saldırıya uğramasının ardından çıkan ayaklanmalarda, çoğunluğu Müslüman 2 bin kadar kişinin ölümünün intikamını almaktı.
2 gün sonra, bir tren istasyonu yakınlarında, patlamamış iki bomba bulundu. Pakistan’dan getirildikleri ve Amerikan malı patlama düzenekleri içerdikleri belirlendi. Hindistan, Ceyşi Muhammed ve Leşkeri Tayyibe adlı iki İslami örgütü patlamalardan sorumlu tuttu.
Nisan ayı geldiğinde 88 kişi tutuklanmıştı. Haziran 1995’te yargılamalar başladı. Patlamalardan bu yana 13 yıl geçti. 635 tanıklı, çoğunluğu Müslüman yüzlerce kişinin hálá tutuklu olduğu, onbinlerce sayfalık ifade tutanaklarının, anti terör yasası çerçevesinde oluşturulan özel bir TADA Mahkemesi’ne kamyonlarla taşındığı duruşmalar sürüyor ve henüz kimse hüküm giymiş değil.
Abu Salem, suçlananlar arasında yer alıyor. Savcı Ujjwal Nikam, onu olayın planlayıcılarından ve El Kaide bağlantılı Davud İbrahim’in sağ kolu olmakla suçluyor. İddianamede yer alan delillerin en ilginci, Salem’in beyin haritasına ilişkin bilirkişi raporu.
MAFYADAN TERÖRİSTLİĞE
1968’te Hindistan’ın Uttar Pradeş Eyaleti’ndeki Sarai Mir Köyü’nde doğan Abu Salem, avukat babasını bir trafik kazasında kaybettikten sonra, eğitimini sürdüremedi. Açtığı tamirci dükkanı iş yapmayınca, önce Delhi’de, daha sonra Bombay’da taksi şoförü olarak çalışmaya başladı. İşte, Bollywood mafyası liderlerinden Davud İbrahim’i böylece tanıdı. Kısa zamanda örgüt içinde yükseldi ve Davud’un en yakınlarından biri oldu.
Bombay terör eylemlerine patlayıcı ve silah temin etmekten arandığı sırada, Dubai’ye kaçtı. 2001’de tutuklandı. Hindistan, o tarihte aleyhinde yeterli delil sunamayınca, kefaletle serbest bırakıldı. Plastik ameliyatla yüzünü değiştirdi. Sevgilisi, eski bir Bollywood artisti Monica Bedi ile birlikte önce Amerika Birleşik Devletleri’ne, daha sonra Portekiz’e kaçtı.
Eylül 2002’de Lizbon polisi, Abu Salem ve Monica’yı sahte pasaport taşımaktan tutukladı. Monica 2 yıl, Salem 4.5 yıl hapse mahkum edildi. Hindistan, sadece Bombay bombacısı olarak değil, aralarında iş adamı Pradeep Jain ve Bollywood müzik prodüktörü Gulshan Kumar’ın da bulunduğu 50 kadar kişiyi öldürmekten, ayrıca şantaj, gasp, prodüktör ve artist kaçırma ve alıkoyma suçlarından da aradığı ve hakkında kırmızı bülten çıkarttığı Salem’in iadesini istedi.
Hindistan Başbakanı Lal Krishna Advani’nin güvence vermesi üzerine, 2003 Eylül’ünde ölüm cezasına mahkum edilmemek kaydıyla iade edildi. Aralık 2005’te, Hindistan Merkezi İstihbarat Teşkilatı ve Mumbai Terörle Mücadele Şubesi’nin elemanlarınca sorguya alındı. Avukatı Ashok Sarogi, Lizbon Mahkemesi iade kararının sorgulanmak değil, yargılanmak kaydıyla alındığını ileri sürerek, sorguya itiraz ettiyse de, başarılı olamadı. Abu Salem, 2006 Mart’ında ilk kez hakim karşısına çıktı.
BANGALORE BİLİRKİŞİ RAPORU
Abu Salem, hakim P.V. Bavkar’ın kararı üzerine, 28 Aralık 2005 günü İçişleri Bakanlığı, Adli Bilim Genel Müdürlüğü, Bangalore Laboratuvarı’nda önce poligrafa yani yalan makinesine bağlandı. Adli psikolog Dr. S. Malini, sorduğu sorulara, Salem’in evet-hayır şeklinde verdiği yanıtlar sırasındaki kan basıncında artma, terleme ve kalp vurum sayısındaki artışta gözlediği değişiklikler üzerine, yalan söyleyip söylemediğinin anlaşılması için beyin haritasının çıkartılmasına ve damarından "gerçeklik serumu" verilerek sorgunun sürdürülmesi gerektiğine karar verdi. Ertesi gün beyin haritası elde edildi, 30 Aralık’ta da Curzon Devlet Hastanesi’ne götürüldü.
Psikolog Malini, Mumbai polisi, terörle mücadele uzmanları, savcı ve avukatın da yer aldığı heyetin görüp dinleyebileceği şekilde, camlı duvarla ayrılmış bir ameliyathanede, anesteziyoloji profesörü Srikanta Murthy’nin damar içine verdiği maddenin 4 saat etkisinde kalan Abu Salem, birçok cinayetle doğrudan bağlantılı olduğunu ve patlayıcı temin ettiğini ikrar etti. Elde edilen tüm verileri değerlendiren bilirkişi raporu, video bant kayıtları ile birlikte savcılığa gönderildi.
Avukat, madde etkisi altında alınan ikrarların hukuka aykırılığını, ayrıca beyin haritalarına güvenilemeyeceğini öne sürerek üst mahkemeye itiraz etti.
Bu sorgu teknikleri, Hindistan mahkemeleri tarafından kabul görüyor. Örneğin, son olarak 19 Mart 2006’da bir Mumbai mahkemesi, Abhishek Kasliwal adlı tecavüz sanığı ile ilgili olarak Bangalore Laboratuvarı’ndan verilen beyin haritası sonuçlarını delil olarak kabul etti. Bu nedenle, büyük bir olasılıkla avukatın itirazı kabul edilmeyecek.
ABU SALEM’İN HAYATI FİLM
Abu Salem, yapımcısı Mahesh Bhatt olan ve birkaç ay önce vizyona giren, onun hayatını konu eden "Gangster" adlı filmin, kendisini halk düşmanı bir terörist olarak göstermesinin başta kamuoyunu, ayrıca yargıçları etkileyeceğini ileri sürerek, yasaklanması için mahkemeye başvurdu. 18 Nisan 2006’da ilgili mahkeme, bu talebini reddetti. Bunun üzerine, gerçek yaşam öyküsünün film yapılması için, hem avukatı hem de bir film prodüktörü olan Ashok Saraog ile anlaştı. Gazeteler, kendisini ve birlikte olduğu kadınları oynayacak artistleri bile belirlediğini, 6 hafta içinde gerçek yaşam öyküsünün sinemalarda gösterilmeye başlayacağını yazdılar.
Beyin haritaları, poligrafi ve narko-analiz
Beyin haritaları, nörobilimin araştırma ve klinik uygulama alanlarından biridir. Beyne ait görüntülerin ve verilerin eldesinde, yapısal ve işlevsel manyetik rezonans görüntüleme (MRI), 128 elektrod bağlanarak çekilen EEG, pozitron emisyon tomografisi gibi, cerrahi nitelikte olmayan teknikler kullanılır. Böylelikle beynin anatomisi, fizyolojisi, kan dolaşımı ve işlevleri ile ilgili haritalar elde edilir. Bellek, öğrenme, yaşlanma, uyuşturucuların etkisi, şizofreni, otizm ve depresyon, beyin haritaları ile açıklanmaya çalışılıyor.
2000 yılında Pensilvanya Üniversitesi’nden psikiyatr Daniel Langleben, işlevsel MRI tekniğini kullanarak, yalan söylendiğinde beynin "anterior cingulate cortex" bölgesindeki oksijen tüketiminin arttığını gösterdi. Harvard’dan psikolog Stephen Kosslyn gibi araştırıcılar, beyin haritalarının terörle mücadelede kullanılmasının sakıncalarını sıralasalar da, beyin haritaları özellikle istihbarat teşkilatlarının umut bağladığı bir veri haline dönüştü.
Hindistan’ın Merkezi İstihbarat Teşkilatı ve ülkenin dört bir yanındaki polisler, gerekli gördüklerinde, mahkeme kararı alarak, Adli Bilim Genel Müdürlüğü’nün bir laboratuvarında, şüphelileri yalan makinesine bağlatıyor, beyin haritalarını çıkartıyor ve narko-analiz uygulatıyorlar. Nitekim Abu Salem’i yalan makinesine bağlayan ve beyin haritasını çıkartan Bangalore Laboratuvarı’nın poligraf konusundaki deneyimi 10 yıldan fazla, diğerlerini yaklaşık 7 yıldan bu yana uyguluyor.
Poligraf sonuçları, dünyanın pek çok ülkesinde mahkemece delil olarak kabul görmemekle birlikte, bir sorgu tekniği olarak yaygın biçimde kullanılıyor. Hindistan’da ise delil değeri var.
BAŞARI ORANI YÜZDE 98
Narko-analiz ise, belli bir kimyasal maddenin damar içi yolla verilmesi ile şüphelinin trans durumuna geçirilmesi ya da hipnoz oluşturulmasına dayanıyor. Bu duruma ulaşıldığında, şüpheliye işlediği iddia edilen suçla ilgili bilgiler soruluyor. Son 5 yılda, 150 kadar narko-analiz gerçekleştirdiğini bildiğimiz Bangalore Laboratuvarı’nın müdürü Dr. B.M. Mohan’a göre, narko-analizler ülke genelinde aynı standartlarda yapılıyor ve başarı oranı yaklaşık yüzde 98. Narko-analiz uygulaması öncesi, sadece lojistik destek sağladığını belirten pek çok teröristin, analiz sırasında, bu maddeleri hangi ülkelerden ne şekilde Hindistan’a soktuklarını dahi açıkladıklarını, böylelikle gerçek planlayıcılar olduğunu anladıklarını, ifade ediyor.
Ülke genelindeki tüm adli bilim laboratuvarlarının bağlı olduğu Genel Müdür Dr. M.S. Rao, ayın 24’üne kadar Delhi dışında olduğundan, yardımcısı Dr. S.L. Vaya ile telefonda görüştüm. Şu sıralar Gandhinagar Laboratuvarı’nda beyin haritalama tekniğini yerleştirmekte olduklarını belirtti. Hatta bu konuda bilimsel araştırma yapmak isteyen psikolog ve fizyologlar aradıklarını, başvuruların 1 Mayıs’ta sonlanacağını, 1.5 yıl boyunca gerçekleştirilecek tüm sorgulara katılacak bu kişilere, ayda 20 bin Rupi (590 YTL) maaş ödeyeceklerini ekledi.
Polis-akademisyen işbirliği ve şeffaflığın boyutu konusunda, ders alınması gerekir diye düşünüyorum. Yeri gelmişken, 2004 yılında psikolog Malini ile Vaya’nın, narko-analiz ve beyin haritacılığına katkıları nedeniyle, başbakan tarafından ödüllendirildiklerini kaydetmekte yarar var. Bu da, devletin adli bilim laboratuvarı çalışanlarına verdiği desteğe bir örnek.
20 yıldır şu mesleğin içindeyim, ülkemiz hükümetlerinin bir tek kriminal laboratuvar çalışanına, bir tek ödül verdiğini hatırlamıyorum.
ÖNLEYİCİ ADLİ BİLİMLER
Önümüzdeki yıllar, adli bilimlerin geleneksel rolünden sıyrılıp, suçun aydınlatılmasında ve suçlunun kim olduğunun bulunmasından ziyade, suçun önlenmesinde kullanılacağı yıllar olacak. Dünyanın neredeyse her ülkesinde artan şiddet ve terörün geride bıraktığı sayısız ölü ve yaralı, suçun daha işlenmeden engellenebilmesini hepimizin tek hedefi haline getirdi.
Canlı bombaların önceden farkedilebilmesi ve hedefine ulaşmadan durdurulabilmesi konusunda araştırma yapan ya da en azından fikir üretenlerin sayısı henüz pek fazla olmamakla birlikte, Hindistan hükümeti, terörle mücadelede, öldürücü olmayan mikrodalga ve elektromanyetik silahlarla ilgileniyor. Önceki kuşak bilim adamlarının direnci ile karşılaşsalar bile, beyin haritacılığı deneyimlerine dayanarak, uzaktan kumandalı, düşük frekanslı, taşınabilir elektromanyetik radyasyon gereçleri ile, bir intihar bombacısının kontrol edilebileceğini ve hedefine ulaşmadan beyninde hasarların oluşturulabileceğini, böylelikle eylemden caydırılabileceğini ileri sürüyorlar. Yeter ki, bombacının üzerinde taşıdığı malzeme, hedefe yeterli bir uzaklıkta saptanabilsin.
Başta Bangalore Laboratuvarı’nda, uygulanan narko-analiz ve beyin haritalama tekniği ile ulaşılan sonuçlar öylesine çarpıcı ki, sorguda poligrafı, yani yalan makinesini zaten kullanmakta olan ülkelerin, (mahkemelere delil olarak sunmasalar bile) yakın bir gelecekte, bu tekniklerden de yararlanacağı (büyük bir olasılıkla zaten gizlice yararlanıyorlardır) açık.
Ancak, Hintli yetkililer, gerek narko-analizin, gerekse beyin haritacılığının, önleyici bir yöntem olarak da değerlendirilebileceği ve bu yolla, terör suçlusu olma potansiyeli görülen kişilerden, daha ortada hiç suç yokken, ileriye yönelik bir eylem planı hakkında bilgi edinilebileceğinde ısrarcılar. En işlevsel önleyici yöntemlerin başında gelen DNA bankalarını insan haklarına aykırı bulanlar ya da caydırıcılığı tartışılmaz kapalı devre televizyon kameralarını özel hayata müdahale kabul edenlerin ilgi alanı, her nedense Türkiye’nin doğu sınırında bitiyor ve örneğin Hindistan’da gündelik uygulamalar arasına giren insan bilincini denetlemeye yönelik bu uygulamalarla hiç ilgilenmiyorlar.
Yazının Devamını Oku 16 Nisan 2006
Manken hanımlarımızın açık, gizli çekilmiş fotoğraflarından ya da gazetelerin arka sayfa güzellerinden söz etmediğimi hemen fark etmişsinizdir. Onların tek karesinin bile, bakanı çok olur. Benim fotoğraflarım, ülkemizdeki uyuşturucu madde kullanımı ile ilgili olanlar. Bugüne kadar çekilmiş, üstelik gayet net çıkmış, hatta panoramik özellikte niceleri olduğu halde, neden dikkate alınmadıklarını, neden her fırsatta yeniden deklanşöre basıldığını ve neden hálá uyuşturucu ile mücadelede ulusal bir politika ve strateji belgemizin olmadığını anlayamıyorum.
Okullardaki şiddetin öne çıktığı günlerde, TBMM Başkanı Sayın Bülent Arınç liderliğinde İçişleri, Milli Eğitim, Sağlık ile Kadın ve Gençlikten Sorumlu Devlet Bakanlıklarının görev aldığı "Sağlıklı Gençlik, Sağlıklı Gelecek" sloganlı bir kampanya başladı. 26 Mart 2006 tarihli gazetelerden, kampanya çerçevesinde Sağlık Bakanlığı’nın okullarda uyuşturucu taraması için harekete geçtiğini, sorunun boyutunu saptamak üzere bir anket çalışması yapacağını, bu anket sayesinde gençliğin madde kullanımına ilişkin fotoğrafının çıkarılmak istendiğini öğrendim.
Halbuki elde Türkiye Cumhuriyeti, İngiltere ve İrlanda hükümetlerinin mali desteği ile 5 bakanlık, 6 üniversite ve Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç Ofisi’nden toplam 121 kişinin ayrıca Adana, Ankara, Diyarbakır, İzmir, İstanbul ve Samsun emniyet birimlerinde görevli onlarca personelin, bu illerde seçilen okullardaki çok sayıda öğretmenin bir yıldan uzun bir süre çalışarak çektiği gayet net bir fotoğraf var.
GAP-TÜRKİYE’YE HARCANAN EMEK
Bu fotoğrafın adı, "Türkiye’de Madde Kullanımı Üzerine Ulusal Değerlendirme Çalışması". Birleşmiş Milletler’e üye ülkelerde madde kullanım durumunu izleyecek, sürdürülebilir bir kapasite oluşturmayı hedefleyen "Küresel Değerlendirme Programı"nın (Global Assessment Project, GAP) bir parçası olarak yürütülmüştü. 2003 yılında, BM tarafından "Türkiye’de Sağlık Hizmetleri, Eğitim ve Toplumsal Girişimle Madde Kullanımının Önlenmesi" adıyla Türkçe ve İngilizce olarak yayınlandı.
Bu fotoğrafın çekilmesinde çalışanların harcadıkları ve toplamı onbinlerce saati bulan emek nereye gitti? Sadece binlerce öğrenciden değil, öğretmenler, sağlık ve sosyal hizmet görevlileri, eczacılar, doktorlar, polisler, jandarmalar, muhtarlar, garsonlar, barmenler, kafe sahipleri, korumalar, taksi sürücüleri, seks işçileri, eşcinseller, madde kullanıcıları, hatta tutuklu ve hükümlülerle yüzyüze görüşerek elde ettiğimiz bilgiler nereye gitti? Fotoğrafı çekmekle kalmayıp, sonuçları değerlendirerek ülkemizdeki uyuşturucu madde bağımlılığı ile mücadelede yapılması gerekenleri de sıralamıştık. Önerilerimizi kim, ne zaman, nasıl dikkate aldı? İstanbul, Adana, Diyarbakır ve Samsun illerinin koordinatörü olarak bu soruları sormak en doğal hakkım.
BM’nin internet sitesinde yayınlanmakta olan "GAP-Türkiye"nin öğrencilerle ilgili bulguları, Avrupa Birliği’nin Uyuşturucu İzleme Merkezi EMCCDA’nın 2005 raporunda yer aldı. Dünya, Türkiye ile diğer ülkelerdeki gençliğin durumunu bu verilere bakarak karşılaştırıyor, yorumluyor. Benim ülkemde ise, taş taş üzerine koyarak bina inşa edileceğine, "4 yıl önce ve sadece 8 ilde yapıldığı" ileri sürülerek eskidiği iddia ediliyor, rafa kaldırılıyor.
Bu ve benzeri fotoğrafları, büyük bir olasılıkla görmediniz, bazılarının ayrıntılarını anlatmak istiyorum. Önce GAP-Türkiye’nin öğrenci ayağı ile başlayalım. Daha sonra, 80’lerden bu yana çektiğimiz bazı başka fotoğraflardan söz edeceğim.
1987 DOĞUMLU 6149 ÖĞRENCİ
16 yaşındaki gençler arasında alkol, tütün ve madde kullanımına ilişkin bilgi edinmek amacıyla, Avrupa Konseyi Pompidou Grubu ile İsveç Alkol ve Diğer Maddeler Bilgi Konseyi’nin her dört yılda bir gerçekleştirdiği ESPAD (The European School Survey Project on Alcohol and Other Drugs) Avrupa Alkol ve Diğer Uyuşturucular Okul Araştırması’nın ilki, 1995’te yapıldı. Türkiye, 26 ülkenin yer aldığı ESPAD 95’e, psikiyatr Dr. Ümit Yazman’ın koordinatörlüğünde elde edilen İstanbul verileri ile katıldı.
Organizasyon sorunları yüzünden, 30 ülkenin dahil olduğu ESPAD 99’da yer alamadık. GAP-Türkiye programı ile ilgili çalışmalarımız sürerken, ESPAD 2003 düzenlendi. Bu fırsattan yararlandık ve Türkiye’nin, 28’i Avrupa’da olan 35 ülkenin, 100 binin üzerindeki öğrencisinin fotoğrafında yer almasını sağladık. Böylelikle, 10 yıl aradan sonra, aynı teknikle veri toplanması ve aynı şekilde analizlenmesi sayesinde, gençliğimizi yeniden dünyadaki diğer akranları ile karşılaştırabiliyoruz.
İlk aşamada, 6 büyük kentteki okul sayısı, devlet, özel ve meslek okulu şeklinde, okul türüne göre tabakalandırıldı. Her bir tabakadaki okul sayısına oranla, 167 sınıftan, 1987 doğumlu 3472 erkek ve 2677 kız öğrenci olacak şekilde, her okul ve sınıftan rastgele seçim yapıldı. 16 yaş grubundaki bu öğrenciler, üç araştırıcının Türkçe’ye çevirdiği, sonra yeniden İngilizce’ye çevrilerek sınanan, geçerlilik ve güvenilirliği saptanan ve Milli Eğitim Bakanlığı’nca onaylanan ESPAD anketini, adlarını yazmadıkları cevap anahtarının üzerinde, uygun seçeneği işaretleyerek yanıtladılar.
CİNSEL DENEYİM SANSÜRLENDİ
Optik veri okuyucularından alınan sonuçların istatistiksel analizinden anlaşıldığına göre:
Öğrencilerin yarısının sigara ve alkol deneyimi var.
Yüzde 13’ü en az 40 adet sigara ve yüzde 7’si en az 40 kadeh içki içmiş.
Erkeklerin yüzde 6 ve kızların yüzde 2’si esrarı, öğrencilerin yüzde 4’ü uçucu maddeleri denemiş.
Neredeyse tamamı kokain, eroin, esrar ya da sakinleştiriciler hakkında bilgi sahibi.
Erkeklerin yüzde 9’u, kızların yüzde 5’i bu maddelerden herhangi birini denemek istiyor.
Neredeyse tamamı, bu maddeleri bir ya da iki kez kulanmanın pek tehlikeli olmadığına inanıyor.
Her üç öğrenciden biri, keyfi olarak okula gitmediği günlerin bulunduğunu belirtiyor.
Sadece yüzde 4’ü aldığı notların, ortanın üzerinde veya yüksek olduğunu söylüyor.
Yüzde 2’si sonradan pişmanlık duydukları cinsel ilişkiler içine girdiklerini, bunların yarısı da bu sorunları madde kullanımı sonucunda yaşadıklarını belirtiyorlar.
Yeri gelmişken, ilk cinsel deneyimin yaşandığı yaş ile ilgili bulgularımızın her nedense sansürlendiğini ve resmi rapordan çıkartıldığını da belirtmekte fayda var.
AVRUPA FOTOĞRAFINDA TÜRKİYE
ESPAD 2003, 1987 doğumlular arasında esrar deneyimi en yüksek ülkenin Çek Cumhuriyeti (yüzde 44) olduğunu gösterdi. Yüz öğrenciden 10’u ya da daha azının yaşam boyu en az bir kez esrar kullandığı ülkeler, İsveç, Norveç, Romanya, Türkiye ve Yunanistan. Almanya, İtalya, Hollanda, Slovakya ve Slovenya’da bu oran yüzde 25-28 arasında. 28 ülke arasında, kız çocuklarının erkeklere oranla daha fazla esrar kullandığı bir tek ülke var, İrlanda. İrlandalı her 10 öğrenciden 6’sı esrara ulaşmanın çok kolay olduğunu söylüyor.
Eroin konusunda durum değişik. Listenin başında bu kez yüzde 4 ile İtalya var. Bunu, ne yazık ki arasında bizim de bulunduğumuz, her 100 öğrenciden 2’sinin deneyimi olan Portekiz, Polonya, Belçika, Fransa grubu izliyor.
Avrupa öğrencileri arasında ecstasy kullanımı, amfetaminden daha fazla. Yaşam boyu ecstasy kullanımının yüzde 2 ve daha düşük olduğu ülkeler Danimarka, Yunanistan, Litvanya, Malta, Finlandiya, İsveç, Romanya ve Türkiye. En yükseği yüzde 8 ile Çek Cumhuriyeti.
40’tan fazla sigara içen öğrencilerimizin oranı açısından, ESPAD 2003’e katılan 35 ülkenin sonuncusuyuz. Aynı şey 40 kadehten fazla alkol içenler için de geçerli.
Bütün bu veriler, öğrencilerimizin sigara, alkol kullanımı ve uyuşturucu madde bağımlılığı açısından henüz Avrupalı akranlarının pek çoğunun gerisinde olduğunu gösteriyor. İstatistiklere göre, 10-15 yıl önce onlar, bizim bugünkü durumumuzdaydı. Yol yakınken elimizdeki fırsatı çok iyi değerlendirmemiz, sadece fotoğraf çekmekle yetinmeyip, başarılı olduğu bilimsel olarak kanıtlanmış önleyici eğitimleri, ilköğretimin birinci sınıfından başlayarak tüm ders müfredatı içerisine bir an önce yaymalıyız.
SULTANBEYLİ FOTOĞRAFI
1999 yılında, İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü ile İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü Müdürlüğü arasında uyuşturucu madde, şiddet ve suçun önlenmesi eğitimi amacıyla yapılacak işbirliğinin protokolünü imzalayanlardan biriyim. Aynı protokolü, 16 Temmuz 2002’de, üç yıl daha sürecek biçimde uzattık. Pilot çalışmayı Sultanbeyli Rehberlik Araştırma Merkezi Müdürü Aydoğdu Mimir ile birlikte yürütmemiz istendi. 14 ilköğretim okulunun 171 öğretmenini ve 29 bin 100 öğrencisini kapsayan projenin birinci basamağında öğretmenlere bir anket uyguladık ve okul-aile ilişkisini araştırdık. 12 Temmuz 1999 tarihli 1. Basamak Gelişme Raporu’mda yer alan bazı sonuçları sizinle paylaşmak istiyorum:
Öğretmenlerin yüzde 90’ı, ailelerin okula desteğinin hiç olmadığı ya da yetersiz olduğunu,
Yüzde 74’ü, ihtiyaç halinde bile velilere ulaşamadıklarını,
Yüzde 85’i, velilerin çocuklarının eğitimine ilgisinin az ya da hiç olmadığını,
Yüzde 90’ı, velilerin çocuklarının ev ödevlerine karşı ilgisiz olup, yardımının bulunmadığını belirttiler.
Raporun son satırı ise şöyle: "Tespit edilen tüm bu hususlar, pilot uygulamanın yapıldığı ilçe bazında, ailenin uygulanacak program içerisindeki konumunu "risk faktörü" olarak belirlemiştir." 1999’da Sultanbeyli’de çekilen bu fotoğraf, çok büyük bir istisna olabilir. Ancak aile "risk faktörü" olmaktan çıkartılıp, "koruyucu faktör" haline dönüşmediği sürece, okullarda uyuşturucu, şiddet ve suçun önüne geçmenin de hemen hemen imkansız olduğu bir gerçektir.
Sultanbeyli projesinin ikinci basamağında eğitimcilerin eğitimine geçtik, daha sonra öğrencilere "Sağlıklı Yaşam Becerileri" adlı, tarafımızca geliştirilen, isimlerini yazmadıkları bir anket uyguladık. Akran zorbalığı nedeniyle okula gitmeye korkanlar, okulun kapısının önünde yasadışı madde satın alabilenler, tedavi gerektirecek kadar yaralananların yer aldığı çok net bir fotoğraf, bir arşivde duruyor.
CEZAEVİ FOTOĞRAFLARI
80’li yılların sonuydu. İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı’nın talebi üzerine, Adalet Bakanlığı Kimyasal Tahliller İhtisas Dairesi’nin Başkanı olarak, ekibimle birlikte Sağmalcılar Cezaevi’nde uyuşturucu madde analizi yapmak üzere görevlendirildik. Cezaevinin doktoru ile görüştüm. İdrar alınacak mahkumları kendisinin seçmesini istedim. Alınan örneklerin yarıdan fazlasında yasadışı bir maddeye rastladık. Bu fotoğraf da bir yerlere kondu. İşlenen suç ne olursa olsun, cezaevlerine konan kişilerin idrarında yasadışı madde aranması gerektiğini ve zaman zaman rastlantısal olarak örnek alınarak analizlerin tekrarlanması gerektiğini hep söylüyoruz.
2003 yılında danışmanlığını yaptığım Savcı Yener Yavuz’un "Uyuşturucu Madde Suçu Nedeniyle Türkiye Cezaevlerinde Bulunan Mahkumların Profili" adlı yüksek lisans tezinin bulguları haklılığımızı destekliyor. Çok sayıda kişi suç işlediği sırada bir madde etkisi altında olduğunu belirtiyor. Bu kişiler cezaevine konduğunda herhangi bir test yapılmış değil.
Bağımlılık tedavi edilmesi gereken bir hastalıktır. Biz bu kişleri saptayamazsak, geçen haftalarda gazetelere yansıyan durumların önüne geçilemez ve İzmir Buca Cezaevi’nin 9 yıllık hekimi gibi, birileri mahkumlara uyuşturucu satar. Ayrıca, yeni bağımlılar ortaya çıkar.
GAP-Türkiye araştırması sırasında görüştüğümüz damar içi yolla uyuşturcu kullananların üçte biri, enjeksiyon malzemelerini paylaştıklarını bildirdiler. Cezaevlerinde damar içi yolla uyuşturucu kullanan varsa, bu paylaşımın HIV/AIDS yayılmasına götüreceği açıktır.
Yazının Devamını Oku 9 Nisan 2006
Şu sıralar gazete okuyan, televizyon seyredenler, birdenbire öğrencilerin okul içi ya da çevresinde birbirini yaralamaya, hatta öldürmeye başladığı ve bunun dalga dalga ülke geneline yayılmakta olduğu sonucuna varabilirler. Halbuki okulda şiddet yeni bir olgu değil. Zincir, bıçak, hatta ateşli silahla okula gelen öğrencilerin bulunduğunu, bahçede bira, esrar içildiğini, çetelerin oluştuğunu, kayıtlara "kız yüzünden" diye geçirilen, ancak gerçek nedeni bu olmayan çatışmaları hem yetkililer biliyor, hem de bu alanda çalışan, bizim gibi akademisyenler yıllardır farkındalar.
Okullarda şiddetin istatistiksel anlamda artıp artmadığını tartışacak değilim. Esasen, resmi kayıtlarda yer almayan "kara sayıların" fazlalığı nedeniyle, bunu yapmak zaten mümkün değil. Sadece şiddetin (bu kavramın neleri kapsadığına bağlı olarak) dünyanın her okulunun her sınıfında görülebileceğini, kamuoyunun ve siyasilerin ilgisinin, medyanın ilgisine ve yansıtma biçimine bağlı olarak, bir inip bir çıktığını, bir öğrencinin öldürülmesi ya da intiharında doruğa çıktığını belirtmek isterim. Tıpkı 2002’de Erfurt Almanya’da 18 öğrencinin katliamından ya da Japonya’daki akran zorbalığına bağlı "Ijime" intiharlarından sonra yaşandığı gibi. Bir süre sonra ortalık durulur. Şiddet sürdüğü halde ilgi kaybolur, ta bir sonraki ölüme kadar. Umarım basınımız okuldaki şiddete ilgisini yitirmez ve sadece olayları sansasyonel biçimde yansıtıp, günah keçileri aramakla yetinmez.
ŞİDDETİN SORUMLUSU KİMLER YA DA NELER
Bir meclis araştırma komisyonu kurduracak boyutlarda, faili ya da mağduru öğrenci olan saldırı haberleri ile çalkalandığımız şu günlerde, okullarda yaşanan şiddetten sorumlu tutulanlar arasında, çocuklarına ilgi göstermeyen ya da şiddet uygulayan aileler, yeterli önlemleri alamayan okul yönetimleri, güvenliği sağlayamayan emniyet güçleri, bilgisayar oyunları ya da Kurtlar Vadisi gibi diziler de var.
Öğrencinin iletişim becerilerinin gelişmediği, şiddetten başka çatışma çözme yöntemi bilmediği, stresle başa çıkamadığı, problemini çözemediği sıralanan nedenler arasında. Bunlara gençlerin alkol, uçucu madde, uyuşturucu madde kullanmasını, her türlü istismarını, kesici-delici, ateşli silahlara ulaşabilmesinin kolaylığını, okulların altyapı eksikliğini, sınıfların kalabalıklığını, ders kitaplarından ayıklanamayan cinsiyet ayırımcılığını, göç, yoksulluk, yeni ceza yasası ve daha nice parametreyi eklemek mümkün.
Kısacası, dünyanın her yerinde geçerli olan ve etkileri bilimsel araştırmalarla defalarca kanıtlanmış, kişinin kendisinden, ailesinden, arkadaşlarından, okuldan, toplumdan kaynaklanan ne kadar etken varsa, hepsi sayılıyor. Takdir edersiniz ki, bu "risk faktörleri"nin bir bölümünü, "sıfırlamak" mümkün olamaz. Bu durumda, okulda şiddeti, azaltmak için ne yapmalı?
DAHA ŞİDDETİN TANIMI NET DEĞİL
Her suç tipiyle mücadelede olduğu gibi, önce "okulda şiddet" kavramından ne anladığımızda uzlaşmalıyız. Çünkü "şiddet" bir algıdır. Okullarda hangi davranışların kabul edilebileceği, hangilerinin reddedileceği; kültüre, toplum değerlerine ve sosyal normlara göre değişip farklılaştığından, dünyanın her ülkesinde geçerli, bilimsel bir tanımı yoktur. Örneğin falaka, geçmişte kabul edilebilir bir disiplin uygulaması olduğu halde, şimdi bir öğretmenin cetvelle ele vurması ya da kulak çekmesi bile "şiddet" olarak kabul edilir. Okulda şiddeti, dar anlamda, bir öğrenci ya da öğretmenin beden gücü ya da sopa, bıçak, silah gibi bir alet kullanarak verdiği fiziksel zarar biçimde tanımlayabilir ya da çerçevesini, laf atma, sataşma, lakap takmayı dahi içerecek biçimde genişletebilirsiniz.
Kriminologlar, "İyi tanımlanmış bir problem, yarısı çözülmüş bir problemdir" der. Ülkemizde henüz "okulda şiddet" kavramında anlaşabilmiş değiliz. Bu nedenle daha yolun çok başındayız.
SARA MODELİNİ İŞLETEMİYORUZ
Tıpkı diğer tüm suç tipleriyle mücadelede olduğu gibi, okuldaki şiddeti önlemenin başarısı, fail, mağdur ve olay yerine ilişkin güvenilir bilgi toplanmasına, bu verilerden yola çıkarak durumun analizine, bu analize dayanarak bir cevap verilmesine ve verilen cevabın işe yarayıp yaramadığının ölçümüne dayanır. Uluslarararası literatürde SARA (Scanning, Analysis, Responce, Assessment) olarak bilinen ve mücadele stratejilerinin temelini oluşturan bu sürecin hiçbir aşamasını işletemiyoruz.
Bir yandan "okulda şiddet"in neleri kapsadığında anlaşamamak, diğer yandan mağdur olanların, değişik nedenlerle okul yönetimine ya da emniyet birimlerine başvurmadaki çekingenliği nedeniyle oluşan "kara sayıların" fazlalığı, şiddetin gerçek boyutunu ve nereden gelip, nereye gittiğimizi görmemizi engelliyor.
Fail, mağdur ve olay yeri ile ilgili gerekli ayrıntıları toplayamıyoruz, bu nedenle "suç üçgeni"ni kıramıyoruz. Suç işlenmeden önlem alamadığımızdan, işlendikten sonra bir cevap vermeye çalışıyor, verilen cevabın işe yarayıp yaramadığını, maliyetini, verimliliğini objektif kriterlerle izleyemiyoruz.
BİZİ NELER BEKLİYOR
Yekililerin aklına gelen ilk çözüm, şiddetin yüksek olduğu okullarda, özel güvenlik önlemlerinin alınması. Yılbaşından bu yana, ardı ardına medyaya yansıyan şiddet olayları, hatta ölümler, Türkiye’de de, okulların önüne MOBESE kameralarının yerleştirilmesi, kapı girişlerine metal detektörlerin konması, hatta okul içerisinde polislerin görevlendirilmesi gibi önlemlere yol açıyor. Medya, konuya duyarlılığını sürdürürse, ülke genelinde yaşanacak panik, büyük bir olasılıkla şunları da gündeme getirecek.
Tuvaletler dahil olmak üzere okul binalarının her yerinin kapalı devre televizyon kameraları ile izlenmesi.
Giriş kapılarında elektronik kimlik kartlarının kullanılması.
Sınıfların metal ve narkotik dedektörü köpekler ile taranması.
Servis araçlarının hatta öğrencilerin GPRS ile uzaktan izlenmesi.
Şiddete eğilimli çocukların belirlenerek, ayrı sınıflarda özel eğitimler uygulanması.
Bütün bunlar, özellikle Amerika’daki okullarda yaygın olarak başvurulan yöntemler. Konuyu tartışma fırsatını bulduğum kişiler arasında, suç işleme riski yüksek ya da evvelce suç işlemiş çocukların kent dışındaki etrafı duvarlarla çevrili yatılı okullara gönderilmesi, hatta okula devam etmeyen, üstelik bali ya da tiner kullananların, sokaklardan, tıpkı başıboş kedi ve köpekler gibi toplanarak, gözden uzak bir mekana yerleştirilmesini önerenler dahi var. "Okulda şiddeti önleyeceğiz" derken, bizi nasıl bir kabusun beklediğini düşünmek bile istemiyorum.
Şiddet, intihar gibi bulaşıcı mı
24 Mart 1998 günü saat 12.35’te Arkansas’ın bir okulunda yangın alarmı çalmaya başladı.
Öğrenciler, bunun her zamanki gibi bir tatbikat olduğunu düşünerek, bahçeye koştular. Birden, silah sesleri duyulmaya başladı.
Saat 12.39’u gösterdiğinde, sayıları 15’i bulan öğrenci ve öğretmen, bir kan gölü içinde yerde yatıyordu. 4 öğrenci ve 1 öğretmen öldü.
Ateş edenler çelik yelek giymişti. Uzunca bir süredir planladıkları katliama, çalıntı bir minibüs, 10 tüfek ve tabanca, çok sayıda mermi ile gelmişlerdi. Biri 11, diğeri 13 yaşındaydı.
Bu olay, ABD’de bir yıl içinde yaşanan 7. okul katliamıydı. Ertesi yıl 20 Nisan’da, tam Hitler’in doğum gününde, sporcularla azınlıklardan hoşlanmadığı bilinen "Trençkot Mafyası"na üye, biri 17, diğeri 18 yaşında iki öğrenci, 4 tüfek ve 30 kadar bombayla Colorado’daki Columbine Lisesi’ni bastı. 14 öğrenci ve bir öğretmeni öldürdükten, 27 öğrenciyi yaraladıktan sonra, intihar ettiler.
Yerel ve ulusal TV kanallarının hemen her haber bülteninde, okullardaki şiddet dile getirildi. Saatler süren açık oturumlarda nedenleri ve çözüm önerileri tartışıldı. Gazeteler, okulda şiddetle başa çıkabilmek için kampanyalar düzenlediler.
Ülke genelinde öğrenciler ve aileler öylesine korktu ki, devamsızlıklar nedeniyle eğitim durma noktasına geldi. Çok kısa bir süre içerisinde Columbine okulunda yaşananların kopyaları ortaya çıktı.
Kanada’da 14 yaşında bir erkek öğrenci, 0.22 kalibrelik bir tüfekle okulu bastı. 17 yaşında bir öğrenciyi öldürdü, diğerini ağır yaraladı. Oklahoma, Fort Gibson Lisesi’nin 2. sınıfının en başarılı öğrencisi sınıf arkadaşlarının beşini ağır yaraladı.
İntihar haberleri ile birlikte, özellikle 18 yaşından küçüklerin intiharında artış görüldüğü, haberi izleyen 6. günde tepe noktasına ulaştığı, 10. günden sonra azaldığı bilinir. Kısacası, intihar bulaşır.
Aynı durumun şiddet için de geçerli olup olmadığını söyleyecek yeterli veri yok. Ancak, 20 Nisan 1999’daki Columbine Lisesi katliamından sonra gözlenenleri dikkatle değerlendirmekte fayda var.
Olayın ardından, okul müdürleri, polis ve medya, öğrenci ya da öğretmen öldürüleceğini belirten tehditler almaya başladı. 20 Nisan öncesinde, benzeri tehditler yılda 1-2’yi geçmezken, Columbine saldırısını izleyen 50 gün içerisinde, sadece Pennsylvania okulları 354 kez tehdit edildi. Yarısı (yüzde 56), olayı izleyen ilk 10 gün içerisinde gerçekleşti. Hafta sonu ve tatillerde azaldı. Eğitim düzeyi düşük mahallelerdeki okullar, daha fazla tehdit edildi.
Penn State Tıp Fakültesi Psikiyatri Kliniği’nden Dr. Spencer Kostinsky ve arkadaşları 2001 yılında yayınlanan araştırmalarında, katliamın medyada yer alma sıklığı ve biçimi ile tehditler arasında doğrudan ilişki bulunduğunu açıkladılar ve intihar haberlerinin verilişindeki duyarlılığın gösterilmesini istediler. Belki ders almamız gerekir diye aktarmak istedim.
Suçluluk ve genetik
1920’li yıllarda ikizlerin incelenmesiyle başlayan çalışmalar, 1961’de Dr. Avery A. Sandberg’in, 44 yaşında, 183 cm boyunda bir erkekte, Jacob ya da "süper erkek" adı verilen bir sendromu bulmasıyla, farklı bir boyuta taşındı.
İnsanın 23 çift kromozomundan biri, cinsiyeti belirler. Kız çocukları, anneden ve babadan birer X kromozumu alır, erkek çocuklar ise anneden X, babadan Y kromozomunu alırlar. Jacob sendromlu erkekler, babalarından bir yerine, iki Y alarak, XYY özelliği gösterirler. Bu sendroma cezaevlerinde ve yüksek güvenlikli akıl hastanelerindeki erkeklerde sıklıkla rastlanması, ayrıca 8 hemşireyi öldüren Richard Speck adlı bir mahkumun da XYY olması üzerine, şiddete yol açan genetik kusurun bulunduğu sanıldı. Daha sonraki yıllarda, yaklaşık her bin erkekten birinin XYY sendromu gösterdiği ve şiddetle ilişkisinin sanıldığı kadar güçlü olmadığı ortaya çıktı.
Şiddetten sorumlu bir DNA bölgesine yönelik arayışlar bütün hızıyla sürüyor. Son aday, monoaminoksidaz A (MAO-A) adlı enzimi kodlayan gen. Genin L ve H tipleri var. L-tipi gen taşıyanların MAO-A’sı, stresle karşılaşıldığında salgılanan serotonin, norepinefrin ve dopamini parçalamakta gecikiyor, kişi zor sakinleşiyor. 2006 Mart’ında nörobilimci Andreas Meyer-Lindenberg, manyetik rezonans görüntüleme tekniği yardımıyla, L-tipi kişilerde, duyguları ve tepkileri denetleyen beyin bölgesinin daha küçük, ayrıca şiddetten sorumlu beyin bölgesinin daha aktif olduğunu kanıtladı.
Şiddet genini arayan çalışmalar, ister istemez şu soruları akla getiriyor. Yeni doğanda bazı kalıtımsal hastalıklar taranır. Acaba gelecekte bunlara L-tipi MAO-A ya da bulunacak bir başka genin taranması eklenir mi? L-tipi MAO-A taşıyan çocuklara ne yapılır? Ya da bu genin varlığı, okul bahçesinde arkadaşını bıçaklayarak öldüreni savunacak bir delil olarak kullanılabilir mi?
Yazının Devamını Oku 2 Nisan 2006
"Halıda kırmızı lekeler, bıçakta kırmızı lekeler. Ah Doktor Buck Ruxton, karını öldürdün. Dadı seni gördü, söylerim diye korkuttu. Ah Doktor Buck Ruxton, onu da öldürdün." Doktor Buck Ruxton’a göre cinayetler kusursuzdu. 12 Mayıs 1936’da asıldı. Aslında, pek hata yapmış sayılmazdı. Sadece soruşturmayı yürütenlerin dikkat ve yaratıcılığını hesaba katmamıştı. Hayalet ve efsane öykülerine alışık İskoçyalı çocuklar, hálá onun şarkısını söylüyorlar.
Yıl 1935. Eylül’ün 29’u. Pazar. İskoçya. Lancaster’in 200 kilometre kadar kuzeyinde, nehir kıyısında küçük bir kasaba. Moffat Karakolu. Köprüden geçerken aşağıya bakan kadınlar, paketler gördüklerini, birinden insan koluna benzer bir şeyin çıktığını anlattılar.
Gün boyunca, izcilerin yardımıyla bölgeyi tarayan Moffat Polisi, bez ve gazete parçalarına sarılı irili ufaklı onlarca paket buldu. Ertesi gün, 15 kilometre kadar güneyde gazeteye sarılı bir sol ayak, bir hafta sonra daha güneyde dirsekten kesili bir sağ kol. 19 Eylül’de taşan nehir, kolu buralara kadar sürüklemiş olmalıydı. Hepsini Edinburgh Üniversitesi’ne gönderdiler. İşte, adli bilimcilerin tarihine altın harflerle yazılacak soruşturma böyle başladı.
Edinburgh Üniversitesi anatomi hocası Prof. Dr. James Couper Brash, adli tıp kürsüsünden Prof. Dr. Sydney Smith’e haber verdi. O da, Glasgow Üniversitesi’nde görev yapan meslektaşı Prof. John Glaister’i aradı.
Paketleri açan üç uzman, bir konuda hemen anlaştılar. Bu insanları kim parçalamışsa, anatomi bilgisi çok yüksekti, ayrıca çok sabırlıydı. Onları bu hale getirmek için en az sekiz saat çalışmış olmalıydı.
Ellerinde, saçları yüzülmüş 2 insan başı vardı. "Baş"tan ziyade "kafatası" demek daha doğru olur. Birinin gözleri oyulmuş, diğerinin bazı dişleri sökülmüştü. Ayrıca burnu, kulakları, dudakları, dili yoktu. Dıştan bakıldığında, birinin kadın olduğu belliydi, diğerini önce erkek sandılar. Gazeteler manşetlerini "Biri kadın, diğeri erkek, tanınmaz halde iki ceset" diye attılar. Dr. Brash, mikroskopla incelediği et parçaları arasında 3 kadın göğsü, bir de rahim bulunca, öldürülenlerin 2 kadın olduğu anlaşıldı. Adsız kadınların birine No1, diğerine No2 dediler.
No1’in kafatasının dikişleri (sütürleri) kapanmamıştı. Demek ki, yaşı 30’un altındaydı. Epifizleri (uzun kemiklerin uç kısımları olan, boy uzamasında etkili kemikleşme noktalarının yerleştiği alan) tam olarak kaynamamıştı. Demek ki 18-25 arasında bir yerlerdeydi. Akıl dişlerinin hiçbiri çıkmamıştı. Buna göre, 18-21 arasında olmalıydı. Gövdeye ait hiçbir parça yoktu ama eldeki kemiklere göre, boyu 1 metre 45 santim civarında olmalıydı.
No2’nin kafatası sütürleri 35-55 yaş arasında olduğunu gösterdi. Epifizlerin kaynama durumuna göre, en az 25 yaşında olmalıydı. Belkemiği ve sağ kalçasında osteoartrit geliştiğine göre, 35-45 arası bir yerlerdeydi. No2’nin iskeletine ait tüm parçalar bulunduğundan, boyu kolayca hesaplandı. 1 metre 57 santim.
DELİL 1
Gazete
Bedenlerin her ikisi, ileri derecede çürümüştü. Çürümüş cesetlerde ölüm zamanının belirlenmesi güçtür. Hele bundan 70 yıl önce.
Üç ünlü uzman uğraşadursun, Moffat Karakolu’nun dikkatli bir polis memuru, ölüm zamanını hesaplayıverdi. Parçalardan biri gazeteye sarılmıştı. Açık hava, nem, ayrıca içindeki et parçaları yüzünden gazete parçalanmış, mürekkep akmıştı ama 15 Eylül tarihli Sunday Graphic olduğu anlaşılıyordu. Güzellik yarışmasında birinci olan kızın fotoğrafı görülüyordu. Memur gazeteyi aradı. Fotoğrafın sadece Lancaster’de, yani karakolun 200 kilometre güneyinde, abonelerin evlerine teslim edilen özel bir ekte basıldığını öğrendi. Böylece bir taşla iki kuş vurdu. Cinayetler, 15 Eylül ile nehrin taştığı 19 Eylül arasında işlenmişti. Katil, Lancasterliydi ve Sunday Graphic abonesiydi. Hocalar, doktor olma ihtimalinden bahsetmişlerdi. Lancaster’de biri 35-40, diğeri 20 yaşlarında iki kadınla oturan tek bir doktor vardı. Buck Ruxton. Karısı 34, çocukların dadısı 20 yaşındaydı. Lancaster Savcısı gazeteyi, katilin mesleği ve kadınların yaş ve boyu ile ilgili verileri tutuklamaya yeterli görmese de, evinin aranmasına izin verdi.
DELİL 2
Parmak izi
Profesörler, ellerindeki parçalarla insana benzer bir şeyler oluşturmaya çalışırken, el parmaklarının hemen tamamının, birinci boğumlarından kesildiğini fark ettiler. Katil, parmak izinin alınmasını engellemeye çalışmıştı. Belki, Glasgow polis teşkilatında hem parmak izi uzmanı, hem de fotoğrafçı olarak görev yapan memur Bertie Hammond olmasaydı, engelleyebilirdi de. Hammond, kısa boylu genç olan kadının sağ başparmağının tam olarak kesilemediğini fark etti ve fotoğrafını çekti. Defalarca büyüttüğü bu fotoğraftaki maynuşyaları (parmak izindeki küçük ayrıntılar, minutia), dadının odasındaki antika tabak ve vazonun üzerindeki izlerle karşılaştırdı. 16 ayrıntının tam olarak birbiri ile örtüştüğünü gördü. Cesetlerden biri dadı Mary Rogeston’a aitti. 12 Ekim 1935 gecesi doktor, dadıyı öldürmekten tutuklandı.
DELİL 3
Kafatası
Ruxton, anatomi uzmanı Dr. Brash’ın dehasını, fotoğrafçılığa merakını, kafataslarının kimliklendirilmesinde yepyeni bir yöntem deneyeceğini, bu yöntemin Wilton Marion Krogman ve Mehmet Yaşar İşcan gibi dünyaca ünlü iki ustanın kaleme aldığı "The Human Skeleton in Forensic Medicine" adlı kitapta "bugüne değin gerçekleştirilen en başarılı kafatası-fotoğraf karşılaştırması" olarak adlandırılacak kadar yankı uyandıracağını nereden bilebilirdi (Adli ve fizik antropolojinin kurucularından Krogman, 1987’de öldü. Prof. Dr. Mehmet Yaşar İşcan, halen İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü’nde çalışıyor. Dr. Brash ile Dr. Glaister’in 1937’de yayınladığı "Buck Ruxton Davası’nın Adli Tıbbi Yönleri" ise tazeliğini hálá korumakta).
Dr. Brash, katilin karısına ait iki portre fotoğrafını, gerçek boyutlarına kadar büyüttü, elindeki iki kafatasının da, portrelerin çekildiği açı ve uzaklıktan fotoğraflarını çekti. Bunları üst üste yerleştirdiğinde, No2’ye ait kafatası ile portrelerin tam olarak örtüştüğünü saptadı. No2, kesinlikle Bayan Isabella Buxton’du. Bu delille doktor, sadece dadıyı değil, karısını da öldürmekle suçlandı (Basit gibi zannedilmekle birlikte, gerek portrenin gerçek boyutlara büyütülmesi, gerekse kafatası fotoğraflarının aynı açı ve uzaklıktan çekilmesi çok zahmetli bir iştir. Prof. İşcan, 80’li yıllarda iki video kamera kullanarak ve görüntüleri bilgisayar ekranına aktararak yöntemi geliştirmiş, bu da Amerikan mahkemelerince delil olarak kabul edilmiştir).
DELİL 4
Ayaklar
Nehir kıyısından toplanan paketlerden iki sol ayak çıktı. Moffat Polisi, sağ ayakları hiçbir zaman bulamadı. Anatomist Dr. Brash, o güne değin hiç bilinmeyen bir başka yöntem daha denedi. Ayakların, jelatin-gliserin karışımı ile kalıbını çıkarttı. No1’in ayağı, Dadı Mary’ye ait bir ayakkabının sol tekine, No2’ninki de, Isabella’nın bir ayakkabısının sol tekine tam olarak uydu.
DELİL 5
Böcekler
Paketlerdeki et parçalarının üzerinde, çürümüş et, balık ya da çöp ve dışkıya konan, metalik mavi renkte, büyük sinekler (Calliphoridae) uçuşuyordu. Glasgow Üniversitesi’nden Dr. Alexander Mearns bu sineklere ait her ayrıntıyı bilirdi. Ne zaman yumurtlayacaklarını, kurtların ne zaman çıktığını, ne zaman şekil değiştirdiklerini, soğuğun bu süreye etkisini vs... O güne kadar hiç denenmemiş bir yöntem uyguladı ve bu bilgilere dayanarak ölüm zamanını hesapladı. 16 Eylül 1935. Ruxton çifte cinayeti, ölüm zamanının belirlenmesinde entomolojinin kullanıldığı ilk olaydır.
70 yıl sonra kemiklerle neler yapılıyor
Ölümden kısa bir süre sonra yüz tanınmaz hale gelir. Geride "bir çuval kemik, bir tutam saç" kalırsa, hele bunlar birden fazla kişiye aitse, kimliklendirme daha da güçleşir. Cinsiyet, ırk, yaş ve boyun belirlenmesinde, ölümün nasıl gerçekleştiğinin aydınlatılmasında, Dr. Brash’ın kullandığı anatomik yaklaşım önemini koruyor ve sürekli gelişiyor. Örneğin yaş tayini için, bulunursa, kaburga kemiklerine ya da enine kesilmiş dişlerin iç içe geçmiş halkalarına (tıpkı ağaç gibi) daha fazla güveniliyor. Adli antropolojiye ülkemiz bilim insanlarının da önemli katkıları var.
Dr. Brash’ın kafataslarını fotoğrafla karşılaştırmada kullandığı ve onu günlerce uğraştıran yöntem, yerini dakikalar içinde sonlanan bilgisayar destekli teknolojilere terk etti. Artık taşınabilir lazer tarama gereçleriyle kafatasının üç boyutlu görüntüsü, daha olay yerinde bilgisayarlara aktarılabiliyor.
Kemiklerden elde edilen DNA’nın, amelogenin bölgesinin incelenmesi ile cinsiyet yüzde yüze yakın doğrulukla belirlenir oldu. Kaybolanlardan geriye bir diş fırçası ya da saç teli kalmışsa, bunların DNA’sı ile kemiklerin DNA’sı karşılaştırılarak ya da akrabalar varsa, dolaylı biçimde kemiklerin kime ait olduğu anlaşılıyor. Ülkemizde kemiklerden DNA eldesinde, ne yazık ki hálá sorunlar yaşandığını gözlemlemekteyim.
Öte yandan göz içi sıvısındaki potasyum ve hipoksantin düzeyleri ya da diş ve kemiklerdeki aspartik asidin D ve L şekillerinin birbirine oranı ile ölüm zamanındaki hata payı, saatlere indi.
Kıskanç kocanın hikayesi
Genç adam doktor olmak istiyordu. 1927’de Hindistan’dan kalkıp İngiltere’ye gelmişti. Edinburgh Tıp Fakültesi’nden mezun olduğunda, önce adını değiştirdi. Bukhtyar Rustomji Rantanji Hakim olarak, bu memlekette doktorluk yapamazdı. Dr. Buck Ruxton oldu. Sonra, esmer güzeli Isabella Kerr ile evlendi ve Lancaster’a taşındı.
1935’te, Dayton Caddesi 2 numaralı büyük evde 6 kişiydiler. Doktor, güzel Isabella, üç çocukları ve bakıcı Mary Jane Rogeston. Lancasterliler doktoru çok sevdiler. Diş çeker, evlerde narkoz vererek ameliyatlar yapar, sezaryenle doğurtur, canlar kurtarırdı. (İdamını engellemek için 10 bine yakın imza toplandı!) Karısını çok kıskanması dışında hiçbir kusuru yoktu. Nasıl kıskanmasın ki, bazı hafta sonları nereye gittiğini bilen yoktu. Doktor, kimi geceler o kadar çok bağırırdı ki, sesi sokaktan geçenlerce bile duyulurdu. Hatta bir seferinde eve polis bile geldi. "Memur Bey, eğer o adamı bulursam, her ikisini öldüreceğim" diye haykıran doktoru zor sakinleştirdiler.
Eylül ayında bir cumartesiydi. Doktor karısını takip etti. 20’lerindeki genç bir adamla buluştuğunu gördü. Edinburgh’ta bir otele girdiler. Otel kayıtlarını görünce çok şaştı. Gerçek adlarını vererek iki ayrı oda tutmuşlardı. Bir önemi yoktu. Karısının kendisini aldattığı kesindi. Isabella eve döndüğünde, günlerden pazartesi olmuştu. Çarşamba öğle üzeri doktor, Lancaster polisine başvurdu. Karısı ile dadı Mary’nin iki gündür ortalıkta olmadıklarını, hiçbir giysilerini evde bulamadığından kaçmış olabileceklerini, aranmalarını istedi. Delilleri yok etmek için o kadar uğraşmıştı ki, "Onları bulmaları mümkün değil" diye düşündü. Giysileri yakarken bacadan çıkan siyah dumanların dikkati çekeceğini ve Sunday Graphic ekinin sadece Lancaster abonelerine dağıtıldığını hesaba katmamıştı.
Aslında Dr. Ruxton, parmakları kesmenin ötesinde, cesetlerin kimlik tespitini olanaksız kılacak başka şeyler de yapmıştı. No1’in gözlerini oymuştu. Dadının bir gözü şaşıydı da ondan. Sağ kolunun, karnının ve sağ başparmağının derisini yüzmüştü. Dadının sağ kolunda doğuştan bir leke, karnında apandisit ameliyatı izi, sağ başparmağının avuçla birleştiği yerde derin bir kesik izi vardı da ondan.
No 2’nin, yani karısı Isabella’nın -doktora esmer güzeli gibi gelse de- büyük ve ayrık dişleri, irice bir burnu, dizlerinden ayaklarına dümdüz inen bacakları vardı. Bazı dişlerini sökmesi, burnunu kesmesi, her iki bacağının etlerini kemiğe kadar sıyırması bundandı.
Doktor, sadece kimlik tespitinin yapılmaması değil, ölüm nedeninin de anlaşılamaması için önlem almıştı. Kulakların arkası, ağzın çevresi, çene ve alındaki derileri yüzmesinin nedeni, boğmanın başlıca dış bulgularından olan peteşilerin (toplu iğne başı büyüklüğündeki, üzeri düz, yuvarlakça kanama noktacıklarının) görülmesini engellemekti. Otopside, karısının hyoid kemiğinin kırıldığı ortaya çıktı. Doktor, onları elleriyle boğduğunu itiraf etti.
Yazının Devamını Oku 27 Mart 2006
Paris’in ilk "Beyaz Gece"siydi. 2002’den başlayarak, ekimin ilk cumartesisini pazara bağlayan gece, rengarenk aydınlatılan sokaklarda dans edilecek, müzelere, tiyatrolara, konserlere gidilecek ve kimse uyumayacaktı. Saat sabah 2.30’a geliyordu. Beyaz Gece’nin fikir babası Fas kökenli Belediye Başkanı Bertrand Delanoe, belediye binasında, sabaha kadar sürecek eğlencelere katılan halkın arasında, büyük bir keyifle dolaşıyordu. Aniden, karnına bir bıçak saplandı. 39 yaşındaki Cezayirli Azedine Berkane hemen yakalandı. Başkan, seçimlerden önce bir TV programında eşcinsel olduğunu ilan etmişti. Azedine, eşcinsellerden nefret ettiğini, onu bu nedenle öldürmek istediğini söyledi. Başkan ölmedi. 12 Ocak 2004’te, saldırganın akıl hastası olduğuna karar verildi ve bir psikiyatri kliniğine gönderildi. Beyaz Geceler sürüyor. Hatta 16 Eylül gecesi, Paris ve İstanbul Belediye Başkanlarının önderliğinde, Beyoğlu’nda da düzenlenecek. Eşcinsellere yönelik nefret de sürüyor. Yapılan araştırmalar, "Cinsel ilişki teklif ettiği için öldürdüm" ya da "Baştaki pazarlığa uymadı" savunmasının, gerçeği her zaman yansıtmadığını ve cinayetlerin ardında nefretin yatabileceğini de gösteriyor. Baki Koşar, Cevat Tuksavul, Emre Kuytu, Aziz Çabuk, Deniz Tüney, Ekrem Yılmaz, Özdemir Hunca, Zeki Ercan ve daha nicelerini öldürten, nicelerine saldırtan da, belki açıklanan nedenler değil de, eşcinsel nefretiydi.
Eşcinsellere yönelik şiddetin nedenlerini inceleyen kriminolojik çalışmalar, yeni sayılır. Bu gecikmenin nedeni, insanlık tarihi kadar eski olmasına ve zaman zaman değişik topluluklar içerisinde yaygın biçimde kabul görmesine rağmen, eşcinselliğin bir hastalık, hatta istenirse vazgeçilebilir bir cinsel sapkınlık olarak değerlendirilmesi ve öldürülenlere de neredeyse "hak etti" denmesidir.
Nazi Almanya’sında ve işgal edilen ülkelerde on binlerce eşcinselin toplanması, yakalarına pembe üçgen dikilerek işaretlenmesi (lezbiyenlere siyah üçgen), kısırlaştırılması, Dr. Carl Vaernet gibileri tarafından testislerine hormon enjeksiyonuyla tedavi edilmeye çalışılması, bir eşcinsel geni bulabilmek amacıyla deneyler yapılması, konsantrasyon kamplarında yakılmaları, tek başına Hitler’in hezeyanlarının bir sonucu olarak görülemez.
Almanya’nın en ünlü adli tıp hocalarının 70’lerde yayınlanan ders kitaplarında, eşcinsellik; zoofili (hayvanlarla cinsel birliktelik) ve nekrofilinin (ölülerle cinsel birliktelik) yer aldığı, cinsel sapmalar bölümü içerisinde işlenir; kısırlaştırma, eşcinselliğin tedavi yöntemleri arasında sayılırdı.
Bu bakış açısı yalnız Almanya’ya da özgü değildi. Fransız ekolünden gelen, babam Prof. Dr. Şemsi Gök’ün kitabında da, eşcinsellik seksüel sapıklılar arasında yer alır (aynı bölümde, "tenasüli tersliklerin başta geleni" olarak tanımladığı mastürbasyon da bulunuyor). Son 10-15 yıldır değişmeye başlasa da, yüzyılların önyargıları kolay yıkılmıyor.
NEDEN ÖLDÜRÜYORLAR
Eşcinsel Sivil Toplum Girişimi (LAMBDA), Baki Koşar’ın öldürülmesine, ’Eşcinsel cinayetleri politiktir’ diyerek, katillerin tek kişi olmadığını, cinayetin ardında eşcinsellerden nefret eden herkesin bulunduğunu anlatmaya çalıştı. Haklılar, ancak eşcinsel cinayetlerinin farklı nedenleri de var.
Çok sayıda cinayeti inceleyenlere göre katiller, mağdurun davranışlarını, cinsel bir teklif gibi yorumlayan ve bu yüzden kendilerini savunanlar, kendilerini eşcinselliğin kesinlikle kabul edilmediği sosyal normların bekçisi sananlar, canlarının sıkıntısını şiddet içerikli heyecanlarla gidermeye çalışanlar ve arkadaşlarına erkekliklerini ve heteroseksüelliklerini kanıtlamaya çalışanlar şeklinde sınıflanıyor. Buna, HIV/AIDS yayılmasından eşcinselleri sorumlu tutan yanlış inanışı da eklemek gerek.
Öte yandan, birlikte yaşadığı kişilerce de öldürülebileceklerini göz ardı etmemek gerekir. İki erkek ya da iki kadın arasında yaşanan ilişki, tıpkı bir kadın ile bir erkek arasındaki gibi, her türlü çatışmayı, örneğin kıskançlığı barındırır ve cinayetin nedeni sadece bu bile olabilir.
NASIL ÖLDÜRÜYORLAR
Öldüresiye dövülen, 40-50 kez bıçaklanan eşcinsellerin sayısı az değil. Çoktan ölmüş olduğu halde dövülmeye, bıçaklanmaya devam edildiği biliniyor. Arkadan bağlı eller, elle, iple, kabloyla, bezle boğma, cinsel organı kesme, karakteristik bulgular arasında.
Polis ve adli tıp uzmanları, iki erkek arasındaki şiddetin aşırılığına ve boyna, göğse, karna yönelik saldırıların tercihine dikkat çekerler. Yüze, boğaza doğru saldırma, ağız bölgesinin homoseksüel ilişkideki önemine bağlanır. Çünkü, anal ilişkinin, eşcinsel erkeklerin tercih ettikleri bir davranış olduğu sanılsa da, aslında fellasyo, yani ağız-cinsel organ temasının, daha yaygın olduğu biliniyor.
İşte bu nedenle, kadınlara yönelik saldırılarda, boğaz, göğüs ve genital bölgenin hedeflendiği durumlarda, akla hemen, cinayetin cinsel motifli olduğunun gelmesine benzer şekilde, erkeklerin boğazına yönelik saldırılarda da benzeri bir gerekçe düşünülmeli.
Bununla birlikte, eşcinsel cinayetlerinde aşırı şiddet gözlenmesi, hiç kuşkusuz gerek kurban, gerekse mağdurun erkek olması ve biyolojik olarak daha fazla fiziksel güç ile donatılmış olmalarından kaynaklanır.
NASIL SAVUNUYORLAR
Eşcinseller, tıpkı heteroseksüeller gibi, her sosyal sınıf, meslek, ırk ve etnik grup içinde yer alır, her inanç ve politik görüşe sahiptir. Kadın-erkek ilişkisindeki bir tek eylem dışında, onları heteroseksüellerden ayıran hiçbir fark yoktur. Bu nedenle, toplum içerisinde şiddete yol açan her türlü çatışmanın tarafı olmalarını doğal karşılamak gerek.
Ancak, eşcinsel cinayetleri, genellikle "eşcinsel olmayanın, olanı öldürmesi" şeklinde değerlendirilir. Bunun nedeni katilin savunma biçimidir.
Örneğin, yaşlı eşcinsel erkekleri öldüren gençler, genellikle "başlangıçtaki pazarlıkta yer almayan eylemlere zorlanma, erkekliği ile alay edilme" gibi gerekçeleri öne sürerler. Birçok örnekte doğru olabilir ama, onlara karşı nefretin yoğun, öldürülmeyi "hak ettikleri" inanışının yaygın, gençler arasında işsizliğin yüksek olduğu, kolay ve hızlı para kazanmanın özendirildiği ülkelerde, bu söylem doğru olmasa da kolayca kabul görür. Farklı silahlar kullanılan, beden üzerinde işkence izleri bulunan, genital organların, ağız ve boynun hedeflendiği saldırılarda ise, böyle bir iddianın doğruluğu söz konusu bile olamaz. Ender rastlanan psikiyatrik bir rahatsızlığa dayandırılan "İlişki teklifinde bulunduğunu sandım, kendimi kaybettim" savunması, eşcinsellere karşı önyargıların, ayırımcılığın, nefretin yoğun olduğu topluluklarda sıklıkla kullanılır oldu.
"Bana eşcinsel dediği için onu öldürdüm" ise, özellikle ülkemizde dile getirilen, akla yatkın bulunduğundan yeterince sorgulanmayan bir diğer gerekçedir.
Şablonlaşan savunmalar, birisini öldüren eşcinseller için de geçerli. Onlar genellikle, can güvenliklerinin tehdit edildiğini ve kendilerini korumak zorunda kaldıkları için cinayeti işlediklerini ileri sürerler. Eşcinselliğin toplum tarafından rahatça kabullenildiği ve insanların damgalanmaktan çekinmediği ülkelerde, cinayet işleyenlerin, aslında eşcinsel olmadıkları halde, kendilerini savunmak üzere bu gerekçeyi kullandıklarına da rastlanıyor.
NASIL ÖNLENİR
Çağdaş bir toplumda ırk, din, etnik kökene dayalı ayırımcılık yüzünden ya da birisinin sakat, akıl hastası, sokak çocuğu, ihtiyar diye öldürülmesine tahammül edilemediği gibi, cinsel yönelim ve kimliğe dayalı ayırımcılığın da yeri olamaz. Eşcinsel, biseksüel, transseksüel ve transvesti cinayetlerinin önlenmesi, bunların ardındaki homofobik ve transfobik motiflerinin ortaya çıkartılmasına, delillendirilmesine ve faillerin ağır biçimde cezalandırılmasına bağlıdır.
Soruşturmalar açısından bakıldığında, eşcinsellerin bedenlerinde, anal ilişkinin iz ya da belirtisinin bulunacağı önyargısından kurtulmak şarttır. Okunan bir kitabın, taşınan bir mendil renginin bile çok şey ifade ettiği bu kültürü iyi bilmeden, belki failin kim olduğu bulunur ama, cinayetlerin, hele kadın eşcinsellere karşı işlenenlerin önünü alacak bilgi edinilemez.
Her suçun önlenmesinde olduğu gibi, burada da, fail, mağdur ve olay yeri hakkındaki ayrıntılar, veritabanlarında tutulmalıdır.
Emniyet teşkilatımız içerisinde, eşcinsel cinayetleri artık ayrı bir birim tarafından değerlendiriliyor. Bu birim, elindeki verileri analizleyip, risk ve koruyucu faktörleri belirleyerek toplumla paylaştığında, cinsel yönelimlerini hiçbir zaman bilemeyeceğimiz, ancak kesinlikle saygı duymak zorunda olduğumuz vatandaşlarımızın can ve mal güvenliğini de sağlamış olacağız.
EŞCİNSELLERLE İLGİLİ YASALAR
Aynı cinsiyetten iki kişi arasındaki birliktelikle ilgili yasalar, ülkeden ülkeye çok büyük farklılıklar gösteriyor. Bir yanda İspanya, Belçika, Hollanda, Kanada gibi evlenmelerine izin verenler, Lübnan gibi 1 yıl, Malezya gibi 20 yıl hapsedenler, diğer yanda İran, Yemen, Suudi Arabistan, Nijerya gibi idamla cezalandıranlar var.
Avrupa ülkelerinin hiçbirinde, 18 yaşından büyüklerin eşcinselliğini yasaklayan bir düzenleme olmadığı gibi, cinsel yönelimlere dayalı ayırımcılık, ayrı bir suç olarak tanımlanır. Bunun temel nedeni Avrupa Parlamentosu’nun 2004 yılında aldığı karar.
Kimi ülkelerde, birisini eşcinsellikle itham etmek bile suç. Örneğin, Finlandiya Parlamentosu üyesi Tony Halme, Cumhurbaşkanı Tarja Halonen’e lezbiyen deyince, çok zor günler yaşadı. (Eşcinsel milletvekillerine kendilerini açığa çıkartmadıkları ve cinsel yönelim ayırımcılığına karşı mücadele etmedikleri için sitem eden Halonen, Ocak 2006’da 2. kez cumhurbaşkanı seçildi).
Azerbaycan’da da tıpkı ülkemiz gibi, iki erişkin erkek ya da kadının birlikteliğini cezalandıran bir yasa maddesi bulunmuyor.
Birleşmiş Milletler ise, cinsel yönelime dayalı ayırımcılıkla ilgili karar tasarısında bir türlü anlaşamıyor. Hatta 2006 başında, genel sekreteri Kürşat Kahramanoğlu olan, 400’ün üzerindeki sivil toplum örgütünün temsilcisinin bulunduğu Uluslararası Gay ve Lezbiyenler Birliği’nin gözlemci statüsünü iptal etti. Mısır, İslam Konferansı Örgütü, İran, Sudan ve Amerika Birleşik Devletleri, bu iptali destekledi. Yapılan oylamada Türkiye’nin çekimser kalması ise sevindirici.
ANKETLERE GÖRE
Türk kadınlarının yüzde 14’ü en az bir eşcinsel deneyim yaşamış
Türkiye’de 10 yıl arayla, ilki 1992’de Kadınca, ikincisi 2002’de Hülya dergisi okurları arasında aynı anket yapıldı. İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü’nden Doç. Dr. Ümit Sayın tarafından hazırlanan ankette, eşcinsellikle ilgili bir soru da var. Aradan geçen 10 yıla, dergilerin okur profilindeki farklılıklara rağmen, bu sorunun yanıtları hayret verici biçimde birbirine yakın. 706 Kadınca okurunun yüzde 68.6’sı, 530 Hülya okurunun yüzde 70’i, kendi hemcinsiyle cinsel birlikteliği kesinlikle reddediyor. Buna karşılık ankete cevap verenlerin yüzde 14 kadarının, yaşam boyu en az bir eşcinsel deneyimi var.
Bütün hatalarına rağmen, bu sayılar, eşcinsel deneyimi olan kadın sayısının hiç de az olmadığını, hatta ünlü Kinsey Raporu’nda, Amerikan kadınları için belirlenen yüzdenin de üzerinde olduğunu gösteriyor. Türkiye’deki sayının yüksekliği, 10 yılda neden bir değişiklik göstermediği, mutlaka ayrıca tartışılmalı. İstanbul Üniversitesi’nden Prof. Dr. Şahika Yüksel de eşcinsel oranının yüzde 10-15 arasında olduğunu söylüyor.
Mutlak değerler ile ilgili kesin bilgilerimiz olmamakla birlikte, öldürülen kadın eşcinsel sayısının, erkeklerden daha az olduğu kabul ediliyor. Örneğin FBI’ın Amerika için verdiği 2004 suç istatistiklerinde bu sayılar, 910 ve 230.
Kadınların, kadınları öldürmesinde, canavarca duyguların daha az görülebileceği düşünülebilir. 90’lı yıllarda Indiana’da, 12 yaşındaki küçük Shanda Renee Sharer’in, yaşları 14-17 arasında değişen dört kız tarafından boğulması, bıçaklanması, başına demirle vurulması, anüsüne bıçak sokulması ve henüz canlıyken üzerine gaz dökülerek yakılması, lezbiyen cinayetlerinin ne kadar beklenmedik özellikler taşıyabileceğini göstermesi bakımından önem taşır. Ayrıca, sadece eşcinselleri hedef alan seri katillerin de olduğunu unutmamak gerek.
Yazının Devamını Oku 19 Mart 2006
İlki 16 yaşında olmak üzere, üç kez evlenmişti. Yves Montand, Robert Mitchum, Frank Sinatra ve adı bilinen, bilinmeyen pek çok erkeğin yanı sıra, Adalet Bakanı Robert Kennedy ve en önemlisi ağabeyi Başkan John F. Kennedy ile de ilişkisi oldu. 5 Ağustos 1962 günü ölü bulundu. Olay yeri incelemesindeki gariplikler, ölüm zamanı ile ilgili çelişkiler, otopside alınan örneklerin kaybolması, yıllar sonra ortaya çıkan teyp bantları yüzünden, yüzyılın en güzel kadınının, resmi kayıtlardakinin aksine intihar etmediği, "çok şey bildiği" için öldürüldüğü iddia ediliyor. 44 yıl öncesinin görevli savcı ve adli tıp uzmanı "Su geçirmez tabutla gömüldü, açalım" dese de, her ikisi de 80’lik bu ustalara pek kulak asan yok.
Polis memuru Jack Clemmons, telefonu açtığında sabah 4.30’du. Bir erkek sesi, "Ben Dr. Engleberg, Marilyn Monroe öldü" dedi. Yarım saat sonra, Memur Clemmons, Helena Caddesi üzerinde, 12305 kapı numaralı evden
içeriye girdi ve gördüklerini, sorduklarını, duyduklarını, düşündüklerini elindeki küçük not defterine kaydetmeye başladı. Aradan bunca yıl geçmesine rağmen, ünlü yıldızın ölüm nedeninin hálá tartışılmasına, başta bu defterde yazılanlar neden oldu. Olay yerine ilk giren polis memurunun kaydettikleri -ve gördüğü ya da öğrendiği halde bilerek ya da bilmeyerek kaydetmedikleri- soruşturmanın yürütülmesi açısından hayati bir önem taşır. Memur Clemmons’unkiler de öyleydi.
GARİPLİK 1
Sabaha karşı yıkanan çamaşır
Not defterine göre, Marilyn ile birlikte evi paylaşan yardımcısı Bayan Murray, sabahın o saatinde çamaşır yıkıyordu. Clemmons, patronunu ölü bulan bu kişiye, daha polis bile gelmeden neden çamaşır yıkadığını sormamış. "Cesedi ne zaman, nasıl buldunuz" sorusuna verdiği cevap şöyle: "Geceyarısına doğru, Marilyn’in yatak odasının kapısı altından sızan ışığı gördüm. Meraklanıp, kapıya vurdum, ses gelmeyince açmak istedim, kilitli olduğundan açamadım ve Dr. Greenson’u aradım."
Halbuki evin her yerinde, duvardan duvara kalın tüylü halı döşeli. Yatak odasının kapısı, ışık sızdırmıyor. Lambanın söndürülmediği, sadece bahçeden görülebilirdi. Bayan Murray, bahçeye çıktığından söz etmiyor. Ayrıca evin hiçbir kapısında, anahtarla kilitlenebilecek bir düzenek yok.
GARİPLİK 2Olay, polise 4 saat sonra bildirildi
Memur Clemmons odaya girdiğinde, ayakta duran iki erkekle karşılaşıyor. Yatakta, üzeri çarşafla örtülü bir ceset. Pencerenin camı kırık, halının üzerinde cam kırıkları. Bunun dışında hiçbir gariplik yok.
Oda, sanki yeni temizlik yapılmışçasına tertipli. Yatağın sağ tarafındaki sehpanın üzerinde yanyana, düzenli biçimde dizilmiş boş ilaç kutuları var.
Erkeklerden biri, kendisine telefon ederek, ölümü haber veren Dr. Engleberg. Yıllardır, yıldızın genel sağlık durumu ile ilgilenen bir hekim. Diğeri Dr. Ralph Greenson. Dr. Greenson, psikiyatri uzmanı. Yıldızla hemen her gün, en az bir saat görüşüyor. Hatta Marilyn, ona yakın olmak için kısa bir süre önce bu eve taşınmış. Reçeteye tabii Nembutal (pentobarbital) ve kloral hidrat adlı ilaçları o veriyor. Gerektiği zaman, gerektiği dozda almasına yardımcı olmak üzere, Bayan Murray’ı yıldızın evinde işe sokan da o: "Haberi alır almaz eve geldim, oda kapısı kilitliydi, bahçeye çıktım, pencereden içeriye baktım, hareketsiz yatmakta olan Marilyn’i gördüm, camı kırarak içeriye girdim."
Sehpanın üzerindeki ilaç kutularını gösteriyor. "Bunların tamamını almış olmalı" diyor. "Geceyarısı buraya geldiğinize göre, neden polisi 4 saat sonra aradınız, bu arada ne yaptınız" şeklindeki soruya, "Bağlı bulunduğu film stüdyosunun halkla ilişkiler sorumlusunu arayarak, izin almaya çalıştım" diye cevap veriyor. "Başka bir şey yaptınız mı" sorusuna, her iki doktor omuz silkerek, "Hayır" diyorlar.
GARİPLİK 3
Bulunamayan bardak
Polis memuru Clemmons, Marilyn’in ilaçları almak üzere su içtiği bardağı aradığını, ancak bulamadığını kaydetmiş. Hatta, bardağı doktorlar ile birlikte aradığını, sadece yatak odasını değil, içerisindeki banyoyu da incelediğini yazmış. Banyodaki tesisat henüz tamamlanmadığından, su akmıyor. Kendisinden sonra eve gelen olay yeri inceleme ekibinin çektiği fotoğraflar incelendiğinde, yatağın sağında, yerde bir bardağın olduğu görülüyor. Bu bardağı üç kişinin neden bulamadığı bir yana, olay yeri inceleme ekibinin neden el koymadığı anlaşılamıyor.
GARİPLİK 4Zehirlenmiş ama ceset hazırolda
Memur Clemmons, çarşafı kaldırdığında gördüklerini şöyle yazmış: "Yüzükoyun, başı düz biçimde yastığa gömülü, her iki kolu, bedeninin yanında, biri tamamen bedene yapışık, diğeri biraz bükülü şekilde, her iki bacağı düz ve birbirine yapışık durumda, tıpkı hazırolda asker gibi, çıplak. Yastıkta kusmuk, ağız etrafında köpük yok. Zehirlenmiş bir kişinin böylesine düzgün biçimde ölmesi garip."
Gerçekten morfin, kokain, barbitürat ve organikfosforlu bileşiklerle zehirlenmelerde, akciğer ödemine bağlı olarak, genellikle ağız etrafında köpük bulunur. Gerek cesedin bulunuş pozisyonu, gerekse yastık ve çarşafın temizliğine ilişkin gözlemler, ilaç kutularının düzenli biçimde yanyana dizilişi, doktorlardan birinin veya her ikisinin Bayan Murray ile birlikte, polis gelmeden önce bu odada bazı faaliyetlerde bulunduğunu, cesedin yerini değiştirdiklerini, belki de bu nedenle çamaşır yıkandığını düşündürüyor.
GARİPLİK 5Ölüm zamanı kesin değil
Guy Hockett, cenazeyi Los Angeles adli tabipliğine götürmek üzere geldiğinde, saat sabah 5.40’tı. O da, gördüklerini ve yaptıklarını not etti. Yatağın sağ tarafındaki sehpanın üzerinde duran 8 ilaç kutusunu aldı. Cesedin kolunu bükmeye çalıştı. Dirençle karşılaştı. "Ölü sertliği başlamış" diye yazdı. Buna dayanarak, en az altı saat önce öldüğü hesaplandı. Yani bir önceki gün, 21.30-23.30 arasında. Ne ilginçtir ki, memur Clemmons’un not defterinde, aldığı ifadelerle ters düşer biçimde, ölüm zamanı 3.50 olarak kayıtlı.
GARİPLİK 6
Ceset neden çevrildi
Otopsiyi, Dr. Thomas Noguchi yaptı. Japon asıllı doktor, 1951’de Nippon Tıp Fakültesi’nden mezun olmuş, 61’de Los Angeles adli tabipliğinde başkan yardımcısı olarak çalışmaya başlamıştı. Teknisyen Lionel Grandison ve savcı John W. Miner ile birlikte, ellerinde birer büyüteç, iğne deliği aradılar. Bulamadılar. Yüzde, boyunda, göğüste, kolların üst kısmında ve karnın sağ tarafındaki ölü morlukları, cesedin yataktaki yüzükoyun pozisyonunu destekliyor (Ölümden sonra kan, kalbin çekim kuvvetinden kurtulur ve cesedin duruşuna göre, yer çekimine uyacak biçimde toplanır). Ancak, kolların ve bacakların yatağa temas etmeyen "arka ve alt kısımlarındaki bölgelerde, parmakla basıldığında kaybolan morluklar" da var. Son 40 yılda Noguchi’ye, bedenin hem ön hem de arka yüzündeki morlukların nedeni sorulup durdu. Hiçbir zaman yorumlamadı. Böylelikle ölümü izleyen 4-8 saat içerisinde, cenazenin çevrildiği kuşkusu sürüp, gitti.
GARİPLİK 7İç organlar atıldı
Dr. Noguchi, otopside ölüm nedenini belirleyecek bir bulguya rastlamayınca, zaten düşünülen ilaç zehirlenmesini kanıtlamak üzere, midedeki yarım çay bardağından az sıvıda, yemek borusunda, ince bağırsaklarda, polarize mikroskop ile ilaç kristalleri aradı, ama bulamadı. Alkol ve barbitürat analizi için kan aldı. Karaciğer, böbrek, mide ve içeriği, idrar ve barsakları, ileri toksikolojik analiz için muhafaza edilmek üzere laboratuvara gönderdi.
Toksikolog Raymond Abernath, 100 mililitre kanda 4.5 miligram (ölüm dozunun 3 katı) pentobarbital ve 8 miligram kloral hidrat (ölüm dozuna yakın) buldu. Karaciğerde de pentobarbital vardı. Buna göre Marilyn, 55-60 kapsül Nembutal ve en az 17-18 adet kloral hidrat yutmuş olmalı.
Aynı hesabı Noguchi de yapmış olmalı ki, bu kadar çok sayıda ilaç almış genç kadının sindirim sisteminde, bütün gayretlerine rağmen, bir tek kristal dahi bulamayışına şaştı. Toksikoloji ile ilgili her profesyonel gibi, ilaçların ağız yolu ile değil, enjeksiyon ya da rektal yolla verilmiş olabileceğini düşündü ve laboratuvara gönderdiği mide sıvısı, idrar ve organlarda analize devam edilmesini istedi. Abernath’ın cevabına daha da şaştı: "Analizler tamamlandığından, örneklerin tamamı imha edilmiştir."
Doğru konuşanı dokuz köyden kovarlarDr. Noguchi, otopsi raporunun sonuç bölümüne daktiloyla yazılmış olan "ilaçla intihar"ın önüne, el yazısı ile "muhtemelen" sözcüğünü ekledi. Sadece Marilyn’in değil, William Holden, Natalie Wood, Robert Kennedy, Janis Joplin, John Belushi, Sharon Tate gibi ünlülerin de otopsilerini yapan, "yıldızların son doktoru", bu "muhtemel" sözcüğünde olduğu gibi, daha pek çok ölümle ilgili olarak, söylenmemesi gerekenleri söyledi. Robert Kennedy suikastında, tanıklar karşıdan ateş edildiğini beyan ettikleri halde, sağ kulak arkasında kurşun giriş deliği bulunduğunu bildirmesi bunlardan biridir. Gazetecilere fazla bilgi vermesi, 1967’de getirildiği Los Angeles adli tabipliği başkanlığından 82’de alınmasına yol açtı. "Quincy" adlı ünlü diziye ilham kaynağı olan doktoru tanıdığımda, Kaliforniya Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapmaktaydı. 99’da emekli oldu ama, hiç susmadı.
Doktor Noguchi, artık 79 yaşında. Marilyn Monroe’nun vücudunda beraberce iğne deliği aradığı, Kaliforniya Üniversitesi Psikiyatri ve Hukuk Enstitüsü’nün kurucusu emekli savcı John W. Miner ise 86.
Yüzyılın en güzel kadınını, bütün çıplaklığı ile son kez görmüş olan bu iki tanık, intihar ettiğine inanmıyorlar. Kendileri de ölmeden, gerçeğin ortaya çıkmasını istiyor ve mezarın açılması için uğraşıyorlar.
Savcının, buna inanmak için başka nedenleri de var. Yıldızın ölümünden sonra yürüttüğü soruşturma sırasında, psikiyatr Dr. Ralph Greenson’un da ifadesini almış. Greenson, hiçbir zaman açıklamaması kaydıyla, hastasının konuşmalarını kaydettiği teyp bantlarını dinletmiş. Savcı, neredeyse tamamını not aldığı bu konuşmaları, 35 yıl bekledikten sonra açıkladı. Duyduklarına göre, Başkan’a taparcasına bağlı, Shakespeare oynamak üzere ders almak isteyen, uzun uzun geleceğe ait planlarını anlatan kadının, cinsellikle ilgili sorunları, alkole ve sakinleştirici ilaçlara düşkünlüğü vardı ama, ölmeye hiç niyeti yoktu.
M.M.’yi kim öldürmek isteyebilir?Ölümünden birkaç gün önce psikiyatrına "Artık her şeyi anlatacağım" diyen Marilyn’in, Kennedy Kardeşler ile ilişkisini bilmeyen yoktu. Hele başkanın 19 Mayıs 1962’de, Madison Square Garden’de, 15 bin kişi ile birlikte kutladığı 45. yaş gününde, 2500 taş işli, ten rengindeki elbiseyle (bedenine yapışması için fermuarı yoktu, üzerinde dikilmişti, 1999’da 1.9 milyon dolara satıldı!), en iç gıcıklayıcı sesiyle okuduğu "Happy Birthday Mr. President" şarkısından sonra, Kennedy’nin ayağa kalkıp, "Böylesine tatlı bir doğum günü kutlamasından sonra, artık başkanlığı bırakabilirim" demesi, aralarındaki samimiyeti saklamadıklarının bir işareti oldu. Güzel kadının başına bir şey geldiği takdirde, ölümünden John ya da Robert Kennedy’nin sorumlu tutulacağı açıktı. Bir yandan bildiklerini söylemesini engellemek, diğer yandan çıkacak skandallarla Kennedy Kardeşler’in siyasi pozisyonlarını sarsmak, hatta bir yıl önce Domuzlar Körfezi’ne, Fidel Castro’yu devirmek amacıyla girişilen ancak fiyasko ile sonuçlanan çıkarmanın intikamını almak amacıyla, CIA, FBI, mafya ya da bir başka yapının öldürmüş olması mümkün görülüyor. Başkan John Kennedy, Marilyn’den bir yıl, kardeşi Adalet Bakanı Robert Kennedy ise altı yıl sonra öldürüldü. Her ikisinin de ölümü aydınlatılamadı.
Yazının Devamını Oku 12 Mart 2006
Münih’te, Alte Pinakothek Müzesi’nin 2. katının tam orta yerindeki 7 numaralı salonda, ünlü Flaman ressam Peter Paul Rubens’in, 400 yıl kadar önce yaptığı tablolar sergilenir. Bunların arasında 2x2 metre boyutlarındaki, 2 kadın, 2 erkek, 2 melek, 2 de atın resmedildiği paha biçilmez eser, ilk bakışta at üzerindeki iki yakışıklı erkeğin, iki sarışın çıplak kadına binicilik dersi verme gayreti gibi algılanıyor. Aslında anlatılan, Argoslu Kral Leukippos’un kızları Hilaeira ve Phoibe’nin, tam evlenecekleri günde, Kastor ve Pollux adlı ikizler tarafından, tecavüz edilmek üzere kaçırılışı. Erkeklerin dünyasında, bir erkek ressam, kadına yönelik şiddetin asırlardır süregelen en acımasız biçimlerinden birini, küçük melekler yardımıyla gerçekleştirilen hoş bir olay gibi sunuyor. 400 yılda fazla bir şey değiştiğine inanmıyorum.
8 Mart’ta neler oldu?
8 Mart 2006, Alaska’dan Zambiya’ya kadar her yerde, ancak değişik biçimlerde yaşanan, bir başka Dünya Kadınlar Günü’ydü.
Uzakdoğu’nun kadınları, genellikle özgürlük ve eşitlik için sokaklardaydılar. Muhafazakar Japonya’da, neredeyse hiçbir toplantı yapılmadı. 10 binler yorgundu. Bir gün önce, imparatorluğa bir kadının getirilmesine olanak veren yeni yasa tasarısını protesto etmişlerdi. Sekreterine "Seni biraz yorgun görüyorum, dün gece geç yattın herhalde" diyen işadamını, cinsel tacizden yargılatabilen Amerikan kadınları ise (yeni TCK Madde 105’e göre, artık ülkemizde de mümkün), kürtaj hakkı için yürüdüler.
Son yıllarda çok önemli, ancak hálá yeterli olmayan yasal düzenlemelerin gerçekleşmesini sağlayan ülkemiz kadın örgütlerinin gündeminde, töre cinayetleri ve bir de -Birleşmiş Milletler’in bu yılki teması olması nedeniyle- kadınların karar verme sürecine katılımı, dolayısıyla kota meselesi vardı. Siyaset, iş hayatı ve evlerinde sorunlarını çözmüş olduklarını sanan Avrupalı kadınlar ise, 8 Mart’ı pek önemsemedi.
Afrikalı kadınlar, bu yıl "Hakuna Matata" (Swahili dilinde "sorun yok") yerine, "Maisha Yetu" (bizim hayatımız) diye seslendiler. Milyonlarca kadının ve doğan bebeklerin hayatını söndüren ve cinsel saldırılarla yayılan AIDS’in tedavisi için ilaç istediler.
Erkek egemen Asya’nın kent ve köylerinden binlerce kadın 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde, özgürlük, eşit haklar ve ayırımcı yasalara son verilmesi için meydanlara indiler.
Pakistan’ın Multan kentinde 5 bin kadın, kardeşinin daha yüksek kast mensubu bir kadınla ilişkisi nedeniyle, köy meclisince çok sayıda erkek tarafından tecavüz cezasına çarptırılmış Mukhtar Mai önderliğinde, kadın hakları için yürüdüler. İslamabad’da ve Karaçi’de binlerce kadın, cinsel saldırıların kanıtlanması için, 4 erkeğin (ya da 3 erkek ve 2 kadının) tanıklığını şart koşan yasanın kaldırılmasını ve her yıl binlerce kadının ölümüne neden olan namus cinayetleri ile mücadeleyi talep ettiler.
Batılı işçi kadınların, bundan bir asır önce, daha fazla ücret, daha iyi çalışma koşulları ve oy verme hakkını elde etmek üzere seslerini yükselttikleri gün olan 8 Mart, Rusya ve Sovyet rejiminde yaşamış pek çok ülkede, bu yıl da, Anneler ve Sevgililer Günleri’nin bir karışımı şeklinde kutlandı. Erkekler, annelerine, eşlerine, sevgililerine çiçekler vererek, onları ne kadar sevip saydıklarını ifade ettiler. Halbuki kadına yönelik şiddet, her yerde. Sadece "şiddet"in biçimi ve algılanışı değişik.
KADINLAR GÜNÜNDE PAŞAKAPISI KADIN CEZAEVİ’NDEYDİM
Her ne kadar, ara ara "suç patlaması" şeklindeki haberlere rastlansa da, İnterpol’e göre Türkiye, nüfusa oranlandığında, suç sayısının düşük olduğu ülkelerden biridir. Bunlar arasında kadınlarımızın payı yüzde 7’dir ve pek çok ülkenin gerisindedir. Örneğin İsrail, Fransa, Yunanistan ve Macaristan’da tüm suçların yüzde 14’ünü, Portekiz, İsveç, Avusturya, ABD ve Almanya’da yüzde 20’sini kadınlar işlemekteler. Ancak ne yazık ki, son 30 yılda, kadın nüfusumuz içerisindeki suçlu sayısı -kadın nüfusundan çok daha hızlı biçimde- arttığı gibi, suça itilen 18 yaşından küçük kızlarımızın sayısı, erkek çocuklarımızdan çok daha hızlı biçimde yükseldi.
8 Mart’ta Paşakapısı’ndaydım. Tutuklu ve hükümlü kadınlar, Üsküdar Kaymakamı, savcısı, belediye reisi, bazı sivil toplum örgütlerinin üyeleri, siyasiler, cezaevinin müdürü, savcısı, psikologları, koruma memurları, hep birlikte türküler, şarkılar söyledik, anılar ve umutlar paylaştık. Birkaç saat boyunca, aynı havayı soluyan yüzlerce kadından, çok sayıda "içerdekilerle", az sayıda "dışardakileri" birbirinden ayıran, bana göre incecik bir çizgiydi. Dışarıdaki kadınlar, "şiddet döngüsü"nden kendimizi kurtarabilmiş, bir başka deyişle, karşılaştığımız fiziksel, duygusal ya da ekonomik şiddetle başa çıkabilecek koruyucu faktörleri yakalayabilmiştik. Bir kez suç işleyenin, yeniden suç işleme olasılığının yüksekliğinden hareketle, içerideki kadınlarımızı, koruyucu faktörlerle donatarak topluma kazandırmak zorundayız.
Yrd. Doç. Dr. Neylan Ziyalar ile birlikte Türkiye’de mahkum kadınlarla gerçekleştirdiğimiz araştırmalar, dünyadaki benzeri çalışmaları destekler şekilde, çocuklukta karşılaşılan fiziksel ve duygusal şiddetin, kadınları, erkeklerden daha fazla suça ittiğini gösteriyor. Cezaevlerinde uygulananan, topluma yeniden kazandırma çabalarında, kadın ve erkekler arasındaki bu fark, gözönünde tutulmalıdır.
CİNSEL SALDIRILARDA EN ÖNEMLİ KONU EYLEMİN DELİLLENDİRİLMESİ
Uluslararası sözleşmeler, ulusal yasalar, eğitimler ve kampanyalara rağmen, kadına yönelik şiddet, bir salgın gibi yayılıyor. Hastalanan, sakat kalan, ölen kadınların ekonomiye verdiği zarar tırmanıyor. Dayaktan ırza geçmeye, çocuk yaşta evlendirmekten, sünnete kadar değişik şekillere bürünen şiddetin resmi sayıları, buzdağının sadece görünen kısmı, çünkü Türkiye de dahil olmak üzere, dünyanın dört bir yanında, özellikle aile içi şiddetin ve cinsel saldırıların mağduru kadınlar, gelenek, korku ya da utanç nedeniyle polise başvurmuyorlar. Kimi zaman başvursalar bile, bir işe yaramadığı gibi, bazı ülkelerde, gereken kanıtları sunamadıklarından, kendileri suçlu durumuna düşüyor.
Neyse ki, ülkemizde artık cinsel saldırılarla karşılaşan kadınlar, başlarına gelen bu durumun kendi kabahatleri olmadığının bilincindeler. 7 aylık bebeden 70 yaşındakine, kadın-erkek ayırımı gözetilmeksizin uygulanabilen cinsel saldırılar hakkında, polislerin, savcıların, hakimlerin, hekimlerin önyargıları ve yanlış inanışları da, ülkenin dört bir yanında gerçekleştirilen eğitimler sayesinde yavaş yavaş azalıyor.
Yıllar önce, İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü’nden Prof. Dr. Fatih Yavuz ve Dr. Belma Gölge, profesyonellerin, cinsel saldırıya uğramış kadınlara bakış açısını gözler önüne serdiklerinde, ne kadar büyük bir tepki ile karşılaştıklarını hatırlıyorum. Aslında, Türkiye’de ilk kez o enstitü çatısı altında gerçekleştirilen pek çok tez çalışmasına (ensest gibi, genetik işaretler gibi) önce karşı çıkılmış, daha sonra kabullenilmiş ve diğer üniversitelerde de araştırma konusu edilmiştir.
Cinsel saldırılarda, hele yabancı biri tarafından gerçekleştirilmişse, yaşanan en önemli sorun, eylemin delillendirilmesidir. Bu suçun mağduru olanların, üzerlerindeki hiçbir eşyayı çıkartmadan, ellerini, vücudunu yıkamadan, ağzını çalkalamadan, idrar yapmadan, yaparsa bir kapta toplayarak (uyutucu - uyuşturucu madde verilmiş olabilir), hatta saçını bile taramadan muayene edilebilmesi ve usulüne uygun biçimde delil toplanması şarttır. Saldırıya uğrayanlara verilecek tıbbi desteğin, gebeliği ve başta HIV/AIDS olmak üzere, cinsel yolla bulaşan hastalıkları önleyecek biçimde genişletilmesi ihmal edilmemelidir. Tecavüze uğramış kadının, gebe kaldığının anlaşılması üzerine güvenlik birimlerine başvurulduğu ve failin kim olduğunun bulunabilmesi için çocuğu doğurmasının beklendiği günlerin tarihe gömülmüş olmasını diliyorum. Günümüzde, kürtaj materyalinden bile DNA analizi yapılabiliyor ve gebeliğe neden olanın profili elde edilebiliyor.
HER ÜLKENİN ŞİDDET TÜRÜ FARKLI
Bangladeş’in asidi
Asit, tabancadan ya da bıçaktan ucuz. Bulması kolay, üstelik uzaktan fırlatılabiliyor. Bıraktığı iz de kalıcı. Böylelikle aynaya her baktığında, yaptığı hatayı hatırlayacak. "Hata", örneğin evlenme teklifini reddetmektir, cinsel ilişkiyi istememektir. Burası Bangladeş. Kadınların yüzüne asit fırlatmanın önüne geçebilmek için, 2002’de özel bir yasa çıkartmışlar. Her türlü asit ve yakıcı maddenin alım satımını denetim altına almaya çalışmışlar. Asit fırlatanlara ağır cezalar koymuşlar. Faydası yok. Erkekler, kadınların yüzüne asit fırlatıyor. Dünya Kadınlar Günü’nde, binlerce erkek ve kadın, omuz omuza asit şiddetine son vermek için yürüdü.
Hindistan’ın ateşi
Erkek evlenmeden önce, kızın babasıyla uzun bir pazarlığa oturuyor. Hayır, bizdeki gibi ödeyeceği başlık parası için değil, alacağı drahoma için. Evlendikten sonra, aldığı parayı az buluyor, daha fazlasını istemeye başlıyor. Ödenmezse, anası, babası, kardeşleri ile birlikte gelini önce dövüyor, sonra yakıyor. Her gün bu şekilde yakılanların sayısı resmi istatistiklere göre 5 kadın. Bir o kadarı, kayıtlara "Mutfakta elbisesi tutuştu, kaza oldu, yandı" diye geçiyor. Burası Hindistan.
Asyalılar erkek ister
Asya ülkeleri başta, dünyanın pek çok yerinde erkek çocukların tercih edilmesi, kadınları çok etkiliyor. Bunun sonucunda, özellikle Hindistan ve Çin’de, daha ana karnındayken kız çocuklarının öldürülmesi yaygın. Genel olarak, doğan kızlar, beslenme, sağlık, eğitim gibi temel ihtiyaçlardan yoksun bırakılıyorlar. Hindistan’da doğum öncesi cinsiyet tespiti yapan laboratuvarlara her yerde rastlanıyor. "Şimdi 38 dolar ödemek, daha sonra evlendirmek için 3 bin 800 dolar ödemekten iyidir" şeklinde kampanya yapan bu kliniklerin kapısında, kadınlar toplanıp protesto eylemleri yapsa da, her gün yeni bir klinik açılıyor. Bombay’daki büyük hastanelerin birinde yapılan bir araştırmada, düşük nedeniyle başvuran hamilelerin yüzde 95.5’inin kız bebek taşıması, bu durumun somut bir kanıtı.
Kadınların sünneti
Sayıları tam olarak bilinmiyor. Ancak sünnet olmuş kadınların sayısı 100 milyonu aşıyor. Her yıl buna, annelerin tüm karşı koymalarına rağmen, 2 milyon kız bebek ekleniyor. Bazıları uygulama sırasında kaptığı mikroptan ölüyor. Kalanı ömür boyu bu travmayla yaşıyor. Burası Afrika, burası Asya, hatta Avrupa ya da Amerika. Gelenekler, göç edilen uygar ülkelerde, yasak olsa bile, insanların yakasını bırakmıyor. Kanada, kız çocuklarını sünnet ettirmemek için ülkelerinden kaçan annelere sığınma hakkı veriyor.
DÜNYADAN SAYILAR
Avrupa Konseyi ve Dünya Bankası raporları, 16-44 yaş arası kadınların başlıca sakatlanma ve ölüm nedeninin şiddet olduğunu öne sürüyor.
Hindistan’da her gün 14, ABD’de 3 kadın, eşi ya da erkek arkadaşı tarafından öldürülüyor.
Dünya Sağlık Örgütü; İngiltere, Avustralya, Kanada, İsrail, Güney Afrika ve ABD’de öldürülen kadınların katillerinin yarısının, birlikte yaşadıkları erkekler olduğunu açıklıyor.
İsveç’te her 10 kadından 7’si, Botswana’da 6’sı şiddete uğruyor.
Yeryüzünde her 3 kadından 1’i, tanıdığı bir erkek tarafından dövüldüğünü, cinsel ilişkiye zorlandığını ya da bir başka biçimde istismara uğradığını bildiriyor.
Hollanda’da her yıl 200 bin kadın, eşinin şiddeti ile karşılaşıyor.
Moldova’da 16-19 yaşları arasındaki her 3 genç kızdan 1’i, cinsel şiddet mağduru.
Dominik Cumhuriyeti’nde, şiddet uygulayanların yarısı, eşler ya da eski eşler.
Gürcistan’da her 2 aileden 1’inde şiddet yaşanıyor.
Ortadoğu ve Körfez ülkelerinde, çoğu Asyalı 1.2 milyon kadın evlerde hizmetçi olarak çalışıyor. Kuveyt’te kaçmasınlar diye pasaport ve kimlikleri ellerinden alınan kadınlar, dayak yemekten ve cinsel tacizden şikayetçiler.
Yazının Devamını Oku