Sevil Atasoy

Görür görmez şıp diye tanıyanlar

13 Kasım 2005
29 Temmuz 2005 Cuma gecesi, Konya-Karaman anayoluna çıkmakta olan otomobilin önünü kesen arabaya koşulmuş atla ilgili haberi hatırlıyor musunuz? Hani, otomobildeki genç Gürcü bayan, erkek arkadaşlarından birini öldüren, diğerini kaçarken sırtından vuranları tarif edememişti de, far ışığında gördüğü halde ‘Atın rengini net olarak hatırlıyorum. Nerede görsem tanırım, adamlar da pis kokuyordu’ deyince, pek çok at arabasının bulunduğu Yeni Mahalle, Tatlıcak Mahallesi, Sedirler Caddesi ve Aslım Çöplüğü civarındaki evlere operasyon yapılmış, eşkale uyan beş at ve araba bulunmuştu. Polis, olay yerindeki bir çift arkasına basılmış, sivri burunlu erkek ayakkabısını, bu beş evden birinin kapısını açan hanıma göstermiş, ‘A, eşimin ayakkabıları. Nereden buldunuz?’ demesi üzerine, 48 saat içinde, biri hırsızlıktan, diğeri yağma, yol kesme, adam kaldırma, cebren ırza geçme suçlarından sabıkalı iki arkadaşı tutuklamıştı. Konya Emniyeti’nin elindeki deliller, elbette sadece alnı beyaz lekeli atla, burnu sivri ayakkabıları tanıyanların görgü tanıklığı değildi. Ama bu bilgiler sayesinde soruşturmayı doğru yönlendirebildiler ve failleri yakalayabildiler. Suçluyu görünce hatırlayanlar çok olur da, at hatırlayanına daha önce hiç rastlamamıştım. Neyse, anlatmak istediğim, ‘görünce şıp diye tanıyanlar’ değil, ‘şıp diye tanıdığını zannedenler’ ve bunun yol açtıkları hakkında.

İNSAN YÜZÜNÜ HATIRLAMAK

Kendilerine saldıran at arabacılarını değil de, atı tanıyan genç kadını hatırlamamış olabilirsiniz ama, 5 Ocak 2005 akşamı İstanbul, Okmeydanı’nda bıçak tehdidiyle tecavüze uğradığı söylenen hemşirenin, kibrit ışığında gördüğü saldırganın robot resmini çizdirebildiği, sokaklarda yatıp kalkan bir berduşun da, bu resme benzerlik nedeniyle tutuklandığı haberlerini belki unutmamışsınızdır. Alınan sperm ve kan örneklerinin DNA analizleri, hemşirenin üzerindekileri tutmayınca, üç güne kalmadan ‘pardon’ denmişti.

Ünlü işadamını Eyüp Sultan Mezarlığı’nda öldürmekten tutuklanan küçük çocuğun da şanssızlığı, görgü tanıklarının onu işaret etmesiydi. Küçüğün suçu kabullendiği ve akıl hastası olduğu bile söylendi. Neyse ki kısa zamanda katil olmadığı ortaya çıktı, ona da ‘pardon’ dendi, okuluna döndü ve sınıfını takdirname ile geçti.

KÜÇÜK BİR DENEY

Polis, savcı ve psikologların çoğunlukta olduğu, ‘ceza ve hukuk davalarında bilimsel deliller’ adlı lisansüstü dersimde, görgü tanıklığına hangi koşullarda güvenilebileceğine bir örnek olarak, her yıl şu basit deneyi yaparım. Bambaşka bir konu hakkında konuşurken, derslik kapısı açılır ve içeriye Adli Tıp Enstitüsü çalışanlarından biri girer, yanımdaki masanın üzerinden bir kitap alıp, bana bir kağıt verir, sandalye üzerindeki çantayı alır. Bu arada ben konuşmamı kesmem, o da hiç sesini çıkartmaz ve girdiği yoldan aynen dışarı çıkar. 15 dakika sonra öğrencilerime, ders sırasında olağandışı bir durumu fark edip etmediklerini sorarım. Hemen her zaman, öğrencilerin sadece bir bölümü içeriye birisinin girdiğini hatırlar. Bir kağıda, birbirleriyle konuşmadan, gördükleri kişiyi tarif etmelerini isterim. İnanın, hiçbiri tam olarak tarif edemez. Hatta etekli olana pantolonlu, sarışın olana esmer diyen bile olur.

BAŞKA ŞEYLER HATIRLAMAK

Tabii bir de başka başka şeyleri görüp, unutmayanlar var. Örneğin mağdur, emniyette talimatla pantolonları indirilen 4 şüpheliden birini, ‘Saldırganın cinsel organı küçüktü. O kişi bu kişi’ diyerek teşhis etmişti. Tutuklanan kişi, DNA testi yapılıp, o olmadığı anlaşılıncaya kadar, tam 82 gün cezaevinde kalmıştı.

İnsanların görgü tanıklığına dayalı olarak haksız yere suçlanması, bir süre sonra hata yapıldığının anlaşılması kabul edilemez. Kişinin üzerinde oluşturulan yıkımın telafisi nasıl mümkün olabilir? Neyse ki, yukarıdaki örneklerde, hatadan hızla dönülmüştür. Ya haksız yere on yıllarını cezaevlerinde geçirenlere ne demeli? İşte size ders alınması gereken birkaç olay.

OLAY 1

Cezaevinden, 18 yıl boyunca korunan kıl sayesinde çıkabildi

29 Temmuz 1985 günü Steven Avery, önce ailesiyle birlikte alışverişe çıktı, sonra babasının inşaatında çalıştı, akşama kadar da ailesi ve 5 çocuğu ile kentin değişik yerlerinde dolaştı.

Aynı gün akşamüstü, sahilde genç bir kadın acımasızca dövüldü, ırzına geçildi, neredeyse ölüyordu. Muayenesinde sperm bulunamadı. Tırnakları arasından doku alındı, cinsel organı üzerinde bir erkek kılı görüldü. O tarihte teknik olanaksızlıklar nedeniyle doku ve kılda bir araştırma yapılamadı, ancak delil olarak muhafaza edildi. Tedavi edildikten sonra polis kadına birçok fotoğraf gösterdi ve aralarında saldırganın bulunup bulunmadığını sordu. Kadın birini teşhis etti. Bu Steven Avery’ydi.

Tutuklanan Avery’nin üzerinde bulunan bir saç telinin mikroskop ile yapılan incelemesinde -o tarihte daha DNA analizleri yoktu - saldırıya uğrayan kadına ait olduğu bildirildi. 16 kişi o gün Steven ile birlikte olduğuna ve saldırgan olamayacağına dair tanıklık ettiyse de Avery 1986 Mayıs’ında, bir tek tanık ve tam yapılamamış bir saç teli analizi ile 32 yıla mahkum oldu.

Israrla sürdürdüğü talebi üzerine, 10 yıl sonra, mağdurun tırnakları arasında bulunan dokudan DNA analizi yapıldı. Başka birine ait DNA özellikleri saptandı. Ancak bu veri davanın yeniden görülmesi için yeterli bulunmadı.

2003 yılında, kadının üzerindeki kılın DNA analizi yapıldı. Avery’ye ait olmadığı anlaşıldı. Ulusal DNA veribankası tarandı ve ırza geçme suçları nedeniyle 60 yıllık mahkumiyetini çekmekte olan Gregory Allen adlı bir kişiye ait olduğu ortaya çıktı.

11 Eylül 2003 günü, Steven Avery, 18 yılını geçirdiği Stanley Cezaevi’nden özgür bir insan olarak çıktı. Saldırıya uğrayan kadının üzerindeki kıl 18 yıl muhafaza edilmemiş olsaydı, 14 yıl daha yatacaktı.

OLAY 2

Aleyhine üretilen delille 20 yıl yattı

Temmuz 1982’de genç bir kadın, işten eve döndü, yatak odasına girdi, elbise dolabından dışarı fırlayan birinin saldırısına uğradı. Dövüldü ve ırzına geçildi. Saldırgan kaçtıktan hemen sonra kadının eşi eve geldi, polise haber verdi. Yatak odasında bir pantolon, pipo, dairenin anahtarına benzer bir anahtar, çarşaf üzerinde bir leke bulundu. Kadın, adamın zenci, çok koyu tenli ve kısa saçlı birisi olduğunu hatırladı, hastaneye götürüldü, muayene edildi, üzerinden deliller toplandı.

Kadın ve üç komşusu kendilerine gösterilen fotoğraflar arasından Bernard Webster adlı bir zenciyi teşhis ettiler. Webster, üç başka zenci arasına yerleştirilerek kadınlara gösterildi. Yine tanıdılar. Webster tutuklandı, henüz 18 yaşındaydı.

1982 yılında DNA analizi henüz bilinmiyor, kan grupları araştırılıyordu. Kadının kan grubu ‘B’, kocanın ‘O’, Webster’inki ‘A’ydı. Baltimor polis kriminal laboratuvarı uzmanı Concepcion Bacasnot, çarşaf üzerindeki lekede ‘A’ ve ‘B’ antijenleri buldu ve bunu kadın ile Webster’ın vücut sıvılarının bir karışımı olarak yorumladı. Lekenin, AB grubu bir erkeğe ait olabileceğinden ise hiç söz etmedi.

Mahkeme Webster’in suçu işlediğine karar verdi ve 30 yıla mahkum etti. Yıllar boyunca Webster suçsuz olduğunu tekrarladı, DNA analizi istedi.

2001 yılında mağdurun muayene edildiği hastanede muhafaza edilen 3 adet vajinal yayma preparatında DNA analizi yapılmasına karar verildi.

Örneklerde ne kadının, ne de Webster’ın DNA’sı vardı. Maryland Eyaleti DNA bankası tarandı ve gerçek saldırganın Darren Powell olduğu anlaşıldı.

2004 başında Baltimor polisi, lekeyi inceleyen uzmanın başkaca hataları olabileceğinden hareketle, imzası bulunan 480 rapora ait bütün örneklerde DNA analizi yapmaya başladı.

OLAY 3

Yaptım diyerek suçu üstlenenler olabilir

‘Gördüm’ ya da ‘yaptım’ diyen çok olur. Önemli olan bunları bilimsel delillerle desteklemektir.

10 Ekim 1994’te, Selimiye Camii yanındaki Zehrimar Mezarlığı’nda, tecavüz edilmiş ve iple boğularak öldürülmüş olarak bulunan üniversite araştırma görevlisi ile ilgili cinayet davası, bu duruma iyi bir örnektir.

Hırsızlık ve teşhircilikten sabıkalı cinayet zanlısı marangoz, suçun tüm ayrıntılarını anlatınca, başkaca bir delil aranmaksızın ömür boyu hapse mahkum edilmişti. Yıllar sonra otopsi sırasında alınan ve saldırganın sperm hücrelerini içeren örneklerin, Edirne Tıp Fakültesi’nde korunduğu anlaşıldı. DNA analizi yapıldı ve spermlerin marangoza ait olmadığı ortaya çıktı. Halbuki bu inceleme, çok daha önce yapılabilirdi. Böylelikle ne marangoz yıllarca cezaevinde kalmış olur ne de ölenin DNA profilini belirlemek amacıyla, Hacıumur Kabristanı’ndaki mezarı 10 yıl sonra açılarak kemik ve diş örnekleri alınırdı.

Ayrıca olayda birden fazla saldırgan olabilirdi. Bilimsel delillerle bu çok önemli konuya cevap aramak da mümkündü.

Tanıklığa güvenmek için ne yapmalı?

Tanıklığın değeri tartışılamaz. Unutmamak gerekir ki, İncil’de Hz. İsa’nın nasıl geldiğini, neler yaptığını anlatanlar, görgü tanıklarının tanıklıklarına dayanmışlardır.

Kimi zaman işlenen bir suçla ilgili olarak da, elde sadece bir ya da birkaç tanık bulunur. Bu durumda önemli olan, soruşturmayı yürütenlerin tanıklığa hangi koşullarda ve ne dereceye kadar güvenebileceğini bilmeleri ve güvenilir bir tanıklık için gerekli önlemleri almalarıdır.

Pek çok şey hatırlanır. Saldırganın silahı hangi eliyle tuttuğu, otomobilin rengi ya da konuşulanların içeriği gibi. Eksik ya da yanlış bir bilgi, sadece soruşturmayı yanlış yönlendirip vakit kaybettireceğinden, kanaatimce çok büyük zararlara yol açmaz.

Ama görgü tanıklığı ile kişilerin robot resimlerinin çizilmesi ve daha sonra fotoğraflar veya yanyana dizilmiş kişiler arasından teşhis edilmesi hatalı olduğunda, suçsuz bir kişiyi yıllarca hapsetmek mümkündür.

Teşhis, ‘gördüm’ diyenin kişisel özelliklerinden başlayarak, suçun niteliğine, saldırganın elinde silah bulunup bulunmadığına, gösterilen fotoğraf ya da kişilerin sayısına, aralarında gerçek failin bulunup bulunmadığına ve gösterilme süresi ve tekniğine varıncaya kadar sayısız parametreden etkilenir.

Kimi ülkelerde tanık ifadelerini almanın ya da fotoğraf ve yanyana sıralanmış kişiler arasından teşhisin artık standartları var. Çok sayıdaki bilimsel araştırmaya dayanan bu standartlara uyulmadığı takdirde, mahkemeler aktarılanlara itibar etmiyor.

Umarım en kısa zamanda ülkemizde de benzeri standartlar geliştirilir ve yurdun her köşesinde aynen uygulanır.
Yazının Devamını Oku

Dopingde can pazarı

6 Kasım 2005
Beş yıl sonra sizi öldüreceğini bilseniz, bu süre içinde gireceğiniz bütün yarışları kazandıracak, üstelik doping kontrollerinde bulunmayacak bir maddeyi kullanır mıydınız? Bu soruyu 1992 yılında Goldman ve Klatz, dünya çapında derece sahibi 198 sporcuya sordular ve 103’ünden ‘Evet’ cevabı aldılar. Dayanıklılık, performans, fizik görünüm, şöhret ve para uğruna canını vermeye razı insanlar olduğu sürece, bedenler üzerinde oynanan oyunlar, erkeklik hormonu, anabolik steroid, kan dopingi, eritropoietin, büyüme hormonu, gen dopingi gibi madde ve yöntemlerle alabildiğine sürecek. Bir de farkında olmadan dopinglenenler var. Hatta dopingin hükümetler eliyle sistematik biçimde uygulandığı örnekler bile yaşandı./images/100/0x0/55eaf77ff018fbb8f8a24219

Nüfusu 17 milyonu ancak bulan Doğu Almanya, 1972 Münih Olimpiyatları’nda 20 altın madalya aldı. Bu sayıyı 4 yıl sonra Montreal’de ikiye katladı. Bu başarı, komünist rejimin sporcuya verdiği değer ve desteğin kanıtı olarak kullanıldı.

Berlin Duvarı’nın 1989’da yıkılması ile birlikte, altın madalyalı yüzücüler Kornelia Ender ve Barbara Krause konuştu. 13 yaşından beri kendilerine, vitamin adı altında bir anabolik steroid olan Oral-Turinabol verildiğini ve erkeklik hormonu testosteron iğneleri yapıldığını söylediler. Bunu, çorap söküğü gibi başkaları izledi.

70 ve 80’lerde, yaklaşık 10 bin Doğu Alman sporcunun ‘mavi bakla’ denen Oral-Turinabol kullandığı ortaya çıktı.

Gülleci Heidi Krieger’in önce sesi kalınlaştı, vücudunda kıllar çıkmaya başladı, nihayet 98’de cinsiyet değiştirerek erkek oldu ve adını Andreas olarak değiştirdi. Halen Avrupa genelinde verilen tek anti-doping ödülü onun adını taşıyor.

Karaciğer kanseri, organ kusurları, psikolojik hastalıklar, hormonal değişiklikler ve kısırlık nedeniyle mağdur olan 160 Doğu Alman sporcu, bu yaz mavi baklayı imal eden Jenapharm ilaç fabrikasına karşı tazminat davası açtı. Jenapharm, o dönem hükümetinin, ilacın yan etkilerinden haberdar olduğunu öne sürüyor.

DOPİNG KONTROLÜ İLKOKULDAN BAŞLASIN

Steroid ya da başka doping maddelerinden zarar görenlerin sayısı pek çok. Bir İngiliz doktorun vitamin diyerek verdiği steroidi, yıllar boyu kullanmak zorunda kalan Amerikalı ağır sıklet boksörü Robert Hazelton, 12 Nisan 2005’te Amerikan Temsilciler Meclisi’nde konuştu ve doping kontrol yasalarının sertleşmesini, ilkokullardan başlayarak kontrol yapılmasını talep etti. Hazelton, tekerlekli sandalyeye bağlı, çünkü birbiri ardı sıra geçirdiği 49 ameliyatla, her iki bacağı, parmaklarından başlayarak, kalçalarına kadar azar azar kesilmiş.

Doping yasalarını elden geçiren pek çok ülke var. Örneğin İspanya, doping maddesi satan, veren ve kullanana 6 ayla 2 yıl arasında hapis cezası getirmeye çalışıyor. Kendisine doping maddesi verenin adını bildirenin cezası azaltılacak. Dopinge karışan kulüpler kapatılacak ve yeni oluşturulan İspanyol Dopingle Mücadele Ajansı, ülke genelinde dopingin önlenmesi, denetimi ve soruşturmasından sorumlu olacak.

Bilinçli biçimde uygulanan dopingin yaygınlığı, isim sorulmaksızın yapılan anketlerle anlaşılır. Örneğin İtalyanlar, bu teknikle ülkelerinde büyük bölümü amatör, yarım milyon sporcunun doping yaptığını hesaplamışlar. Spor salonlarına giden 200 bin Alman’ın düzenli biçimde anabolik steroid kullandığı biliniyor.

TÜRKİYE’DE KAÇ KİŞİ DOPİNGLİ

Türkiye’de böyle çalışmaların sayısı az olmakla birlikte, Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı’ndan Dr. Levent Özdemir ile arkadaşlarının, Journal of Sports Science and Medicine (Spor Bilimi ve Tıbbı) dergisinde, 2005 yılında yayınladıkları araştırma ciddi ipuçları veriyor.

Sivas’ta yaşayan 2 bin 280 lisanslı sporcudan rastlantısal olarak seçtikleri ve 89’u milli olan 433 sporcuya uyguladıkları ankete göre, sporcuların yüzde 14.5’i, doping ve performans artırıcı madde kullanıyor.

SİVAS’TA DOPİNG ANKETİ

Ülkemizde 1.5 milyon kadar lisanslı sporcu, amatör ve profesyonel liglerde 180 bine yakın futbolcu ve 385 bin dolayında lisanslı öğrenci var. Eğer Sivas’taki verilerden yola çıkarsak, ülke genelinde, sadece bu sayılan gruplar arasında bile, 250-300 bin kişinin, Dünya Anti-Doping Ajansı WADA’nın 2005 listesine giren bir madde kullandığı varsayılabilir.

Elbette bu hesap yanlış. Çünkü Sivas değerleri, ülkenin bütününe genellenemez. Tıpkı uyuşturucu madde kullanımında olduğu gibi, doping de sosyal, kültürel, ekonomik pek çok faktöre bağlı, ayrıca yapılan spor branşı ve rekabetin derecesi ile de yakından ilgili. Gerçek sayılara ulaşabilmek için daha fazla araştırma gerekiyor.

GALATASARAY 5 - NEUCHATEL 0

Sahaya girdik, hastane hastane, diye tezahürat başladı

Galatasaray’ın, 1988 sonbaharında Şampiyon Kulüpler Kupası’nda İsviçre takımı Neuchatel Xamax ile oynadığı efsanevi maçı futbolseverler unutmuyordur. Benim ise, unutmam hiç mümkün değil. Çünkü o maçı, Ali Sami Yen’in saha kenarından seyrettim.

Galatasaray, ekim ayı içinde İsviçre’de Neuchatel Xamax’a 3-0 yenilmişti. Mustafa Denizli ‘Biz bunlara İstanbul’da 5 atarız’ diyorsa da, kimse inanmıyordu.

UEFA’nın İstanbul’da doping kontrolü isteyeceği lafı dolaşıyordu. O tarihte bir doping kontrol laboratuvarımız yoktu. Futbol Federasyonu beni aradı. Adli Tıp Kurumu’nda, doping listesindeki maddelerin birçoğunu, canlıların ve ölülerin örneklerinde zaten arıyorduk.

15 kişilik bir ekip ve usulüne uygun idrar alabilecek her türlü düzenekle stada gittik. Soyunma odalarına yakın bir mahalde istasyon kurduk. Stattaki uğultu, kulakları sağır edecek boyuttaydı. Futbolculardan önce, merdivenlerden birbiri ardı sıra beyaz gömlekli kadın ve erkeklerin çıktığını gören seyirci, birdenbire ‘Hastane... Hastane...’ diye tezahürata başladı. Maç boyunca da ara ara tekrarladı.

Galatasaray, Neuchatel’i 5-0 yendi. UEFA da doping kontrolü istemedi.

Daha sonraki bir dönemde, Atıcılık ve Avcılık Federasyonu Başkanı Metin Sertoğlu’nun başvurusu üzerine, İstanbul’daki uluslararası bir Trap ve Skeet Şampiyonası’nda doping kontrolü yaptık.

Türkiye Doping Kontrol Merkezi’nin kurulması için yıllar geçti. Nihayet 2001’de, Hacettepe Üniversitesi ile Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü arasında yapılan bir protokolle resmen kuruldu. Halen WADA akreditasyonu bulunan 18 Avrupa laboratuvarından biridir ve ülkemizin doping analizlerini yapmaya yetkilidir.

UYUŞTURUCU-DOPİNG İLİŞKİSİ

İsveç polisine göre Türkler piyasada etkili

60’lardan beri, uyuşturucu dağıtım ağlarının aynı zamanda doping maddeleri karaborsasını da kontrol ettiğine ilişkin duyumlar alınır. Bunun ilk somut kanıtı, İtalyan jandarmasının 1997’de ülkenin kuzeyindeki spor salonlarına karşı yürüttüğü operasyonlarda ele geçti. Tutuklanan 54 kişinin, öğrencilere bir yandan kas geliştirici hormon, diğer yandan uyuşturucu temin ettiği anlaşıldı.

Aralık 2000’de, İtalya’da 6 vücut geliştiricinin ölümü ile birlikte başlayan Bolonya Operasyonu, olayın boyutunu gözler önüne serdi. 119 spor salonuna düzenlenen baskınlarla piyasa değeri 5 milyon Euro’yu bulan 101 farklı doping maddesi ele geçti. Sporcudan polise, hemşireden banka müdürüne 287 satıcı tutuklandı. Bunlardan 41’inin, 8 farklı Avrupa ülkesinin vatandaşı olduğu ve uyuşturucu ticaretinin yanı sıra doping maddelerini de pazarladıkları ortaya çıktı.

Bu tarihten sonra güvenlik birimleri, ele geçen tablet, toz, ampul gibi örneklerde sadece uluslararası sözleşmelerle denetlenen uyuşturucuları değil, anabolik steroid, büyüme hormonu, eritropoietin gibi yaygın biçimde kullanılan doping maddelerini de aramaya başladılar.

Benzer şekilde, ellerinde fazla miktarda doping maddesi bulunduranlar, bir de uyuşturucu ticareti açısından sorgulanıyor. Europol verilerine göre, doping maddesi operasyonları kapsamında, geçen yıl Avrupa’nın değişik ülkelerindeki laboratuvar, ev ve depolarda el konan maddelerin, ağırlıkça yüzde 18’i eroin ve kokaindi.

Avrupa polisi şimdilik, piyasaya yasadışı yollarla sürülen doping maddelerinin sadece binde 5’ini yakalayabiliyor. Bu çerçevede en sert mücadeleyi veren İsveç polisi, yakaladığı doping maddelerinin, değişik Avrupa ülkelerinin yanı sıra Türkiye, Mısır ve Tayland menşeili olduğunu ileri sürüyor. Uyuşturucu kaçakçılığında Türklerin rolü malum, anlaşılan o ki, buna bir de doping maddeleri ekleniyor.

EPO SAVAŞLARI

Her doping testi her zaman doğru çıkmayabilir

Eritropoietin, ya da kısaca EPO, böbreklerce sentezlenen ve kemik iliğinin daha fazla alyuvarlar yapmasını sağlayan bir hormondur. Dışarıdan EPO alınırsa, alyuvarların sayısı, dolayısıyla dokulara taşınan oksijen miktarı artar. Oksijen demek, enerji ve dayanıklılık demektir, bu nedenle EPO kullanmak dopinge girer.

Doğal EPO ile, dışarıdan alınan EPO’nun elektrik yükleri birbirinden farklıdır. 2000 yılında, Fransız Chátenay-Malabry ulusal anti-doping laboratuvarı, idrarda yanyana bulunan bu iki EPO’yu izoelektrik odaklama tekniğiyle ayırmayı başardı.

Ancak bu yaz, Fransızların geliştirdiği yöntemle elde edilen EPO sonuçları yüzünden ortalık öylesine birbirine girdi ki, WADA, eylül sonuna doğru, konuya açıklık getirmeye çalışan bir bildiri yayınladı.

EPO’ya Türk sporcuların idrarlarında da rastlandığından, konu bizce ayrı bir önem taşıyor.

1 Eylül 2004’te Knokke Triatlonu’nu kazanan Belçikalı atlet Rutger Beke’nin idrarında EPO saptandı. Israrla doping yapmadığını tekrarlayan Beke, çareyi dünyanın bu alanda önde gelen bilim adamlarından yardım istemekte buldu. Araştırmacılar 10 ay sonra, Beke’nin ağır fiziksel etkinlikten sonra idrarıyla alfa 1-antikimotripsin (Alfa1-ACT) adlı proteini attığını, bunun da izoelektrik odaklama tekniği ile yapılan analizde, dışarıdan alınan EPO’ya benzemesi nedeniyle yanlışlığa neden olduğunu açıkladılar. Uzun incelemelerden sonra, Beke’nin cezası kaldırıldı. Beke de, WADA’nın yanı sıra, Gent ve Köln Laboratuvarlarına karşı tazminat davası açtı.

İspanyol Virginia Berasategui Luna ve Iban Rodriguez Martinez, idrarlarında EPO bulunduğundan ceza alan başka iki triatloncu. Ancak her ikisinin de tıpkı Beke gibi, aşırı egzersiz sonunda idrarlarında alfa1-ACT çıkıyor ve her ikisinin de cezaları kaldırıldı.

LANCE ARMSTRONG EPO’LU MUYDU?

Doping kontrollerinde ‘A’ ve ‘B’ diye işaretleyerek iki ayrı kaba idrar alınır ve mühürlenir. ‘A’ örneği pozitif çıkarsa, ‘B’ örneği bir başka laboratuvarda yeniden incelenir. Fransız ulusal anti-doping laboratuvarı, geçen yılın sonlarına doğru, eski yarışmalardan arta kalan ve -20 derecede muhafaza edilmiş ‘B’ örneklerini yeniden incelemeye başladı. Günlük spor gazetesi l’Equipe, her nasılsa sonuçları ele geçirdi ve 23 Ağustos 2005’te, Fransa bisiklet turunu 7 kez üst üste kazanmış Amerikalı Lance Armstrong’un, 1999 Fransa Turu’nda EPO dopingi yaptığını birinci sayfadan duyurdu.

Dondurulmuş örneklerde EPO çalışılıp çalışılamayacağı, Fransız, Alman ve Kanada ulusal laboratuvarlarını birbirine düşürdü. Pozitif sonuca, Armstrong’un 1996’dan beri gördüğü testis kanseri tedavisinin yol açabileceği de ileri sürülünce, işin içinden çıkılamadı.

Bütün bunlara ek olarak, bir de 1964 Kış Olimpiyatları’nın 2 altınlı Finli kayakçısı Eero Mantyranta gibi, DNA’sındaki mutasyon sayesinde normalin üzerinde EPO sentezleyen kişilerin de olabileceği ve yakın bir gelecekte gen dopingi ile EPO’su fazla süper atletlerin ortaya çıkacağı anlaşıldığından, bazıları doping kontrolünden öylesine sıkıldı ki, bundan böyle dopingli ve dopingsiz sporcuların ayrı ayrı yarıştığı iki ayrı olimpiyat düzenlenmesini teklif edenler bile oldu.
Yazının Devamını Oku

Kuş, kaplumbağa ve köpekbalığı dedektifleri

3 Kasım 2005
Adamın birinin, Çarli adında, çok ihtiyar, çok akıllı, çok konuşkan bir papağanı varmış... Yazacak şeyim kalmadı da fıkra anlatıyorum sanmayın sakın. Anlatacaklarım gerçek ve İngilizleri uzunca süre meşgul etmiş bir olay. Şöyle ki:

2004 yılı başlarına doğru, mavi, sarı ‘ara’ türü 104 yaşındaki papağanın sahibi Peter Oram, kuş üreticisi olan kayınpederinin, Çarli’yi 1937’de İngiltere başbakanı Winston Churchill’e sattığını, 1965’te, ölümünden sonra geri aldığını iddia etti. Çarli ne zaman ağzını açsa -ki bunu çok sık yapıyor- Churchill’in sesini taklit ederek Hitler’e ve Nazilere açık saçık küfürler ediyor. Kuşçuya göre, bunları Churchill’den başkası öğretmiş olamaz. Churchill’in kızı ise, babasının bir Afrika gri papağanı olduğunu, hiçbir zaman ‘ara’sı bulunmadığını, üstelik papağanına terbiyesiz sözcükler öğretmeyecek kadar nazik bir kişi olduğunu söylüyor. Peter Oram, papağanın konuşma özellikleri ile Churchill’in kayda alınmış sesini karşılaştıracak, adli fonetik konusunda uzman bir bilirkişi bulabilirse, belki de iddiasını kanıtlayabilecek.


KONUŞACAK PAPAĞANIBULMAK KOLAY

Sizin de kuşlara merakınız olabilir. Hatta bir muhabbet kuşu ya da papağan alıp, konuşturmak isteyebilirsiniz. Kanaryanın da iyi ötenini almak en doğal hakkınız. Ancak unutmayın ki, yıllarca kuşlarını konuşturmaya çalışmış ve ‘merhaba’ bile dedirtememiş olanların sayısı çoktur. O zaman, konuşacak ya da iyi ötecek bir kuş almaya dikkat etmelisiniz.

Bazı türlerin erkeğinin, bazılarının ise dişisinin konuşmaya daha yatkın olduğu biliniyor. Afrika gri papağının erkeği, dişisinden daha konuşkan. Kanaryaların da genellikle erkeği ötüyor. Buna karşılık, Amazon papağanlarının dişisi konuşuyor. O halde alacağınız kuşun cinsiyeti önem taşıyor ve ne yazık ki kuşların dişi mi, yoksa erkek mi olduğunu, dışarıdan bakıp da belirlemek her zaman mümkün değil.

Her ne kadar ‘muhabbet kuşunun erkeği, gagasının üzerindeki mavi rengin varlığından anlaşılır’ dense de, en güvenilir yöntem DNA analizidir.

Tıpkı insan kan lekesinin kadına mı, yoksa erkeğe mi ait olduğu DNA analizi ile nasıl anlaşılırsa, kuşların cinsiyeti de kanlarının, hatta göğüs kısımlarından (kanat ya da kuyruktan değil) yavaşça kopartılan 2-3 tüyden yapılan DNA analizi ile anlaşılır.

Bu bayram günü ne kadar ilginizi çeker bilmem ama, insanlarda doğacak çocuğun cinsiyetini baba, kuşlarda anne belirler.

EŞİNE SADIK OLANLAR SADECE KAZLAR

Kuşlarda DNA analizi deyince, babalık tayininden de söz etmek gerek. Malum, kuşlar canlılar arasında tek eşliliğin, sadakatin, kutsal evliliğin sembolü olarak gösterilirler. Halbuki gerçekler hiç de öyle değil.

Kaliforniya Bilimler Akademisi’nden Luis Baptista, binlerce kuşta ve bunların yavrularında DNA analizi ile biyolojik babayı araştırmış. Bulgularına göre, ötücü kuşların yüzde 70-80’i tek eşli gibi gözüküyorsa da, olanak bulduklarında gerek erkeği, gerekse dişisi çapkınlık yapıyor.

Hatta kuşların dişileri, erkeklerden daha fazla eş değiştiriyor. Kanatlılar arasında eşlerine en sadık olanlar ise kazlar ve kuğular.

HAYVAN-BİTKİ İŞİ SİLAHTAN KARLI

Soyları tükenmekte olan bazı hayvan ve bitkiler, özel yasalarla korunuyorlar. Sayısı az, müşterisi çok olan her meta gibi, bunların da kaçakçılığı yapılıyor. Interpol’e göre, elde edilen yasadışı gelir, uyuşturucudan elde edilenden az, ancak silah kaçakçılığından daha fazla.

Korunan canlıların arasında birçok kuş türü de var. Canlı ya da ölü, avlanması yasak olan kuşların kaçakçılığını ortaya çıkartmak amacıyla alınan önlemler arasında, gemiler, konteynerler, kara ve hava taşıtları içerisinde bulunan tüyler, yumurta ve yumurta kalıntılarının DNA incelemesi ve bunların hangi türe ait olduklarının saptanması yer alıyor.

Benzer şekilde, bir olay yerinde bulunan tüy, kemik, pençe, gaga ve diğer kuş kalıntıları kimi zaman çok değerli deliller oluşturur. Bu sayede, avcılık ile ilgili yasal düzenlemelere karşı gelenler, örneğin avlanması tamamen yasak olan belirli kuş türlerini avlayanlar yakalanabilir.

Yasak mevsimde ördek avladığından şüphelenilen kişinin teknesinde, üzerinde sadece tüy ve taze kan olan bıçaktan başka bir suç delili bulunmadığını varsayın. Bu tüy ve kanın, ördek türüne ait DNA markerleri (işaretleri) içerdiği saptanırsa, avcı aleyhinde çok güçlü bir delil elde edilir.

DNA işaretleri, tür içinde değişmez, türler arasında farklılık gösterir. Yani her ördeğin DNA işareti aynı, buna karşılık kaz, kuğu ve ördeğinki birbirinden tamamen farklıdır.

İtalyan yemek mönülerinde, avlanması yasak kuş etlerini içeren yemek çeşitlerinin artması ile birlikte, Macaristan, Slovenya ve İtalya gümrüklerinde yakalanan ölü kuşların sayısı da giderek arttı.

Bir süre önce, İtalyan avcıların Macaristan’da vurduğu 11 bin 600 ölü kuşun bulunduğu bir kamyon, Macar sınırından geçerken yakalandı. Artık ülkelerin polis, jandarma ve gümrükçüleri kuş dedektifliği de yapmasını öğreniyorlar.

Kuşların ikramı sadece Avrupa’da bir sorun oluşturmuyor. 17 Ocak 2003 akşamı, Hindistan’ın tüm devlet memurlarının alımı ve yerleştirilmesinden sorumlu Yönetim Bakanlığı genel müdürlerinden Priyanabrata Patnaik’in, Bhubhaneswar Kulübü’nde verilen doğum günü partisine katılan yüzlerce bürokrat, politikacı, işadamı ve gazeteciye, ana yemek olarak, nesli tükenmekte olan su kuşları ikram edildiği ortaya çıkınca, kıyamet koptu ve genel müdür soruşturmalardan kurtulamadı.

JAPONLARIN BALİNA MERAKI

Geçen yıl, dünya genelinde köpekbalığı saldırısına uğrayan insan sayısı sadece 55. İnsanların öldürdüğü köpekbalığı sayısı ise milyonlarca. Çünkü zengin Asyalılar, köpekbalığı yüzgecini, kilosu 750 dolar bile olsa almak ve kıkırdağının çorbasını içmek istiyorlar. Köpekbalıklarının üç türü koruma altında . Ele geçen kurutulmuş yüzgeçlerin hangi türe ait olduğunu sadece DNA analizi ile anlamak mümkün.

Japonların ise, balina ve yunus eti merakı yüzünden başları dertte. Uluslararası sözleşmelere uymak için denizlerindeki tüm balina ve yunus türlerinin gerek çekirdek, gerekse mitokondriyal DNA’larını inceliyor ve bir veritabanında topluyorlar. Böylelikle, tezgahlarda bekleyen balık etlerinin hangilerinin soyları tükenmekte olduğundan avlanması yasak olanlara ait olduğunu belirleyebilecek ve şüphelileri çok sağlam bir delille yargıç önüne çıkartabilecekler.

50 BİN DOLARA KOKAİN KURYESİ KUŞLAR

Interpol verilerine göre, son 30 yılda ülkemizden 100 bin şahin ve 500 bin şahin yumurtası kaçırıldı. İyi eğitilmiş bir şahinin 5-50 bin dolar arasında alıcı bulduğu düşünülürse, bilim adamı, diplomat ya da turist kisvesi altında, lüks otolarla Kayseri’nin Sultansazlığı civarında neden dolaşıldığı anlam kazanır.

Bu bölgede, 2005 eylülünde, ara sıra olduğu gibi, yine yangın çıktı. Yangının çıkış nedeni ise ‘Kırık cam şişelerinin taban bölümleri güneş ışıklarını, kuru ot ve sazlara mercek gibi yansıtarak yangına sebep olmuştur. Bölgede yapılan incelemelerde yangına sebep olan cam şişe parçaları bulunmuştur’ şeklinde açıklandı. Umarım ele geçen cam parçaları, piknikçilerin aşka gelip, şişe kırdığı şeklinde yorumlanmadı ve yangın çıkartmak amacıyla kasten oraya yerleştirildiği varsayılarak, şüpheliler bulunduğu takdirde, kimin eliyle kırıldığını kanıtlayabilmek üzere, kriminal laboratuvarlara gönderilerek inceletildi.

Öte yandan, şahin peşinde olanların her zaman Karacaoğlan misali, ‘Ben bir şahan olsam sen bir balaban, alsam cırnağıma çıksam yola ben’ diyerek masum türküler söylemediğini, eğitimli şahinlerin Güney Amerika’da kokain ve Batı Asya’da eroin kuryeliği yaptığını da unutmamak gerek.

KAPLUMBAĞALARIN DNA BANKASI

Kuşlar gibi, tüm yasaklamalara rağmen sofralardan kurtulamayan canlı türlerinden biri de, bilimsel adları caretta caretta olan, iribaş deniz kaplumbağalarıdır.

Dünyada milyonlarca yıldır yaşayan 8 tür deniz kaplumbağasından biri olan caretta carettalar, Akdeniz’de düzenli olarak yuva yaparlar. Sayıları giderek azaldığından, bütün yuvalama, beslenme, göç ve kışlama yerleri, ülkemizin de taraf olduğu uluslararası sözleşmelerle koruma altındadır. O kadar ki, bu kaplumbağaları cansız bile olsalar bulundurmak, yumurtaları boş dahi olsa alıkoymak suçtur.

Ele geçen et ya da yumurtaların caretta caretta’ya mı, yoksa başka bir türe mi ait olduğunu gösterecek en güvenilir delil, DNA analizidir.

İstanbul Üniversitesi’nin Adli Tıp ve Deniz Bilimleri Enstitü’lerinden bir grup araştırıcı, Dalyan ile Anamur arasındaki kıyı şeridindeki 89 yuvada, 266 ölü yavru caretta’ya ait ilk DNA bulgularımızı, 2003 eylülünde İstanbul’da düzenlediğimiz 3. Avrupa Adli Bilimler Akademisi toplantısında sunmuştuk.

Yaban yaşamında adli bilimler, bu kongrede ilk kez ‘wildlife forensics’ (vahşi yaşam adli bilimleri) başlığı ile bağımsız oturumlarda tartışıldı. Daha önce ne Avrupa, ne de 50 yıldır yapılmakta olan Amerikan Adli Bilimler Akademisi toplantılarında yaban adli bilimleri için ayrı oturumlar düzenlenmişti.

Carettalar’ın da tıpkı insanlar gibi DNA profilleri var. Nasıl dünya üzerindeki her insanın DNA profili, sadece ona özgü ve (tek yumurta ikizi hariç) ikinci bir kişide yoksa, carettalar’ınki de öyle. Çalışmalarımız DNA düzeyinde birey idantifikasyonu ve soy analizleri ile sürüyor. Bu yapılanlar ne işe yarar, diye soracak olursanız, küçük bir örnek vereyim. Elindeki yumurtaların tatlı su kaplumbağa yumurtası olduğunu iddia eden bir kaçakçının, doğru söylemediğini, hatta bu yumurtaları hangi kıyı noktamızdaki caretta yuvasından çaldığını ispata yarar.

YARIN: Yüzbaşı Dreyfus’u yakan el yazısı
Yazının Devamını Oku

Avrupa’da bir pedofil çetesi var mı?

30 Ekim 2005
Tutuklandıktan 8 yıl sonra çıkarıldığı mahkeme, elektrikçi Marc Dutroux’yu çocuk kaçırma, ırza geçme ve cinayetten ömür boyu hapse mahkum etti. Olası bir genel afta dahi serbest kalamayacak. Ancak 17 Haziran 2004 günü verilen bu karar, ne fail, ne mağdur yakınları, ne savcı, ne de Belçikalılar başta olmak üzere milyonlarca Avrupalıyı tatmin etti. Verilen ceza ile ilgilenen bile olmadı. Hepsi, gerçeklerin örtüldüğüne inandı. Milyonların içini kemiren bu şüphe, hálá bütün ağırlığı ile sürüyor.

400 bin sayfayı bulan dava dosyasında iddia edildiği gibi, Avrupa’da zengin işadamları, üst düzey bürokratlar, hatta emniyet mensuplarından oluşan bir pedofil çetesi mi var?

Elektrikçi Marc Dutroux gibileri bunlara küçük kız ve erkekler mi sağlıyor?

Kaçırılan, uyuşturucuya alıştırılan, fuhuşa itilen, hatta öldürülen çocukların filmleri elden ele dolaşıyor ve şatolarda düzenlenen alemlerde bu çete mensuplarına mı gösteriliyor?

Bu çete, sadece insan değil, uyuşturucu da mı kaçırıyor?

Kaleme aldığı iddianameyle Marc Dutroux’yu ömür boyu hapse mahkum ettirebilen Belçika’nın Neuchatel Kraliyet Savcısı Michel Bourlet, karardan bir yıl sonra 24 Haziran 2005’te bir basın toplantısı düzenledi ve ‘Toplanan 6000 saç teli ve kılın sadece 2922’si incelendi. Kalanlar başka hangi mağdurlara ve hangi faillere ait? Davanın yeniden açılmasını talep ediyorum’ dedi. Yeri gelmişken belirteyim, savcının bahsettiği 2922 saç ve kılın 650’si, 2001 Mayısı’nda, adli yardımlaşma çerçevesinde İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü’nde Prof. Dr. Sedat Çöloğlu başkanlığındaki bir ekip tarafından incelenmişti. İşte Dutroux olayının öyküsü, baştan sona şüphe yaratan durumlar ve gelinen son nokta.

OLAYIN ÖYKÜSÜ

Uzun süre tek bir ipucu bulunamadı

1995 Haziranı’nı izleyen bir yıl boyunca, Belçika’nın farklı kasabalarında, yaşları 8-19 arasında değişen Julie, Melissa, Ann, Elfje ve Sabine adlı kızlar kayboldu. Kızların ne ölüsü ne dirisi bulunuyordu, tanık yoktu, delil yoktu. Çocuklarını sokağa bırakamaz olan aileler, polisin ve jandarmanın beceriksizliğinden şikayetçiydi. Gizli ellerin olayların açığa çıkmasını engellediği dedikoduları yayıldı.

9 Ağustos 1996 akşamı, bu listeye, yüzme havuzundan eve gitmek üzere çıkan, ancak gidemeyen 14 yaşındaki Laetitia Delhez de eklendi. Jandarma üç gün boyunca, helikopterler eşliğinde Betrix ve çevresini metre metre aradı. Yüzlerce kişi ile görüştü, bir ipucu bulamadı.

Laetitia’nın kayboluşundan üç gün sonra genç bir öğrenci, beyaz renkte bir Renault Trafic minibüsün, yüzme havuzu civarında tuhaf bir biçimde dolaştığını ve plakasında FRR harflerinin bulunduğunu hatırladı. Obelix Operasyonu’nu başlatan jandarma, ülke genelindeki FRR plakalı 50 kadar beyaz Renault Trafic’den birinin, Marc Dutroux üzerine kayıtlı olduğunu saptadı.

13 Ağustos 1996’da yargıç Jean-Marc Connerotte, oto hırsızlığı, gasp ve uyuşturucu satmaktan sabıkalı, evvelce beş kızı kaçırmak, ırza geçmek ve alıkoymaktan 13,5 yıla mahkum edilmiş, 3 yıl yattıktan sonra 1992’deki şartlı tahliye yasasından yararlanmış, üç çocuk babası Marc Dutroux için tutuklama emri verdi.

Daha sonraki yıllarda, 1992’deki şartlı tahliye yasasının, Dutroux’nun bundan yararlanmasını sağlamak, böylelikle o zamanki olayların ve bağlantıların açığa çıkmasını engellemek üzere çıkartıldığını öne süren çok oldu.

Soruşturma sırasında yaşanan garip olaylar ise her seferinde bu yönde bir şüphe yarattı. Sanki bazı gizli eller, olayın derinleşmesine izin vermiyordu.

ŞÜPHE 1

Evinde köpekli arama hiç yapılmadı

Dutroux’nun FRR plakalı aracında ve evinde yapılan aramalarda, pornografik video kasetleri, uyku ilaçları, yüzlerce Ecstasy hapı bulundu. Laetitia’nın eşyaları koklatılan özel eğitimli bir köpek, yatak konarak mobil eve dönüştürülmüş Renault Trafic araç içerisinde, kızın kokusunun bulunduğunu gösterir davranışlar sergiledi. Jandarma tutanaklarına göre, özel eğitimli bu köpek, evin içerisinde de dolaştırıldı. Ancak kaçırılan kıza ait bir ipucuna rastlanmadı. Halbuki bir gece önce küçük kız o eve getirilmiş, bir süre üst katta tutulmuş, daha sonra evin bodrumundaki özel hücreye konmuştu. Köpeğin nasıl olup da onun kokusunu alamadığı duruşma sırasında çok tartışıldı. Daha sonra, köpeğin aslında eve hiç götürülmediği ortaya çıktı.

ŞÜPHE 2

Gizli bölmeden gelen çığlıkları duymadılar

Dutroux’nun evinde ele geçirilen video kasetler hemen incelendi, tecavüz edilen kızların birçoğunun 18 yaşından küçük ve uyku ilacı etkisinde olduğu saptandı. Kasetlerdeki saldırgan, Marc Dutroux’nun kendisiydi ama, kızlardan hiçbiri kaybolan Belçikalı küçükler değildi. Soruşturmanın ilerleyen safhalarında, bu kızların Ağustos 1994’te Slovakya’da kaçırılan Eva ve Yancka Mackova kardeşler ile 4 Haziran 1995’te gine Slovakya’da kaçırılan Henrieta Palusova olduğu ortaya çıktı. Dutroux, 15 Ağustos’ta, Laetitia’yı kaçırdığını itiraf etti. Çelik yelek giydirildi ve onlarca jandarma eşliğinde, yer göstermek üzere evine götürüldü.

O tarihe kadar, Dutroux’nun evi defalarca arandığı halde bulunamamış olan, bodrum katındaki, çimento ve metalden yapılmış 200 kilo ağırlığında bir kapının ardında, 234 santim uzunluğunda, 99 santim eninde ve 164 santim yüksekliğinde, duvarları sarı boyalı, plastik bir kovanın tuvalet yerine kullanıldığı beton hücreye ulaşıldı.

Karşılarına birbirine sarılmış iki çıplak küçük kız çıktı. Biri, bu hücrede 80 gündür alıkonan, defalarca ırzına geçilmiş, 12 yaşındaki Sabine, diğeri 6 gün önce kaybolmuş, başına aynı şeyler gelmiş Laetitia’ydı. Kimse onların canlı bulunabileceğini ümit etmemişti.

Duruşmalar sırasında, 90’lı yıllarda uyuşturucu kaçakçılığı suçlaması ile yargılanan ve beraat eden jandarma Rene Michaux’nun, önceki ev aramalarından birinde çocuk sesleri duyduğu, ancak sokakta oynayanlar zannederek ilgilenmediği ortaya çıktı. Bu bilgi, resmi kurumlar içerisindeki bazı görevlilerin Dutroux’nun ilişkilerinin ortaya çıkmasını istemediği biçiminde yorumlandı.

ŞÜPHE 3

Soruşturma bitmek bilmedi tam sekiz yıl sürdü

İşsiz elektrikçinin 5 tane daha evi olduğu anlaşıldı. Bunların bahçesi iş makineleri ile tarandı ve 17 Ağustos’ta, saat 18.30’da, 2.70 metre derinlikte, siyah büyük plastik bir çöp torbası içerisinde 8 yaşındaki Julie Lejeune ile arkadaşı 8 yaşındaki Melissa Russo’nun çıplak cesetlerine ulaşıldı. Charleroi’da, adli tıp uzmanı doktorlar Angelo Abati, Jean-Pol Beauthier ve Jean-Pol Prignon tarafından gerçekleştirilen otopsilerinde, uzun süre aç ve susuz bırakıldıkları, birinin 16, diğerinin 13 kiloya düştüğü, pek çok kez cinsel saldırıya maruz kaldıkları ve canlı olarak gömüldükleri ortaya çıktı.

Aynı gün 20.25’te iş makinesine bir kumaş parçası takıldı. 22.45’te erişkin bir erkek cesedine ulaşıldı. Bu, Dutroux’nun suç ortağı Bernard Weistein’dı. Otopsi sonucuna göre, trakea ve bronşlarında toprak vardı, o da canlı olarak gömülmüştü.

O gece, Weinstein’ın evinin bahçesinden 17 yaşındaki Ann Marchal ile 19 yaşındaki Eelfje Lambrechts’in çıplak cesetleri çıkartıldı. Her ikisinin ırzına geçildiği, uzun süre aç bırakıldıkları saptandı. Ann Marchal’ın elleri başına bağlıydı. Başının üzerine bir plastik torba geçirilmişti. Ağzı flasterle kapatılmıştı ve farenks seviyesinde rohipnol tablet bulundu. Adli tıp uzmanları doktor Jean-Pol Beauthier ve Bernadette Eugene-Dahin, otopsi raporlarına her ikisinin de canlı olarak gömüldüğünü kaydetti. Marc Dutroux, bu cinayetlerin hepsini kabul etti ama, yargıç önüne çıkması için 8 yıl geçmesi gerekti. Soruşturma sürekli uzuyor, bitmek bilmiyordu.

ŞÜPHE 4

Başarılı sorgu yargıcı rüşvetle suçlandı

Dutroux davasının soruşturması sırasında birçok tartışmalı olay yaşandı. Başarılı sorgu yargıcı Jean-Marc Connerotte’a, mağdur aileleri bir tükenmez kalem hediye edince, Adalet Bakanlığı ‘rüşvet aldı’ diyerek yargıcı görevden aldı. Şehirdeki Volvo fabrikası işçileri, durumu protesto için greve gitti. İtfaiyeciler, adliye binasının üzerine su sıktı. Kral II. Albert, televizyonlara çıkıp, adalet sisteminin insanlık dışı davranışından yakındı. 300 bin Belçikalı bir yandan şartlı tahliye yasasını, diğer yandan polis ve jandarmanın ciddiyetten uzak çalışmasını protesto için yürüdü.

ŞÜPHE 5

Kelepçesinin anahtarını bulup kaçtı

Marc Dutroux, 1998’in Nisanı’nda ön duruşmaya götürülürken polisin elinden kaçtı. Lüksemburg, Hollanda, Fransa ve Almanya’dan 5 bin polisin görev aldığı, 3,5 saatlik operasyonla, Fransa sınırı yakınlarında ormanlık alanda yakalandı. Daha sonra kelepçesinin anahtarı, cezaevinde kaldığı hücrenin bitişiğindeki mutfakta bir tuz kabının içinde bulundu. Emniyet Genel Müdürü, İçişleri Bakanı ve Adalet Bakanı istifa etti. Belçika hükümeti, Dutroux soruşturması sırasında kamuoyu tarafından en ağır biçimde eleştirildi. Güvenlik birimleri arasında işbirliği olmadığı, bilgi paylaşımının yetersiz kaldığı gerekçesiyle, 2000 yılında Adli Polis ve Jandarma teşkilatları birleştirildi. Avrupalılara göre bunların hepsi göstermelikti, olayların üstü örtülmeye çalışılıyordu.

ŞÜPHE 6

3 bin 78 saç ve kılın incelemesi durduruldu

Marc Dutroux’ya ait ev ve araçlardan 6 bin adet saç ve kıl toplandı. Bunların, 650’si İstanbul’da olmak üzere, 2 bin 922’si dünyanın değişik laboratuvarlarında biçim ve görüntü açısından incelendi. Aralarında, kaçırılan kızlara ve yargılanan kişilere ait olmayan saçlar da bulundu. Kalan 3 bin 78’i ise hiç incelenmedi. Çünkü saç ve kılların incelenmesi tamamlanmadan dava karara bağlandı, Adalet Bakanlığı da ‘masraf oluyor’ diyerek analizleri durdurdu. Halbuki bunların istisnasız hepsinin incelenmesi, hatta DNA analizlerinin yapılması ve en azından Avrupa’nın DNA veritabanları ile karşılaştırılması gerekirdi. Bunların arasında dünyanın dört bir yanında kaybolan insanların örnekleri olabileceği gibi, başka saldırganların da saç ve kılları olabilir. İncelemenin yarım bırakılması, gerçeklerin ortaya çıkmasını engelleyici bir önlem olarak yorumlandı.

ŞÜPHE 7

20 kritik tanık ya öldü ya öldürüldü ya da akıl hastası ilan edildi

Marc Dutroux, bütün bunları başkalarının talebi üzerine yaptığını, her şeyi işadamlarının finanse ettiğini, doktorların, polislerin, askerlerin ve politikacıların yer aldığı bir çete için çalıştığını durmadan tekrarladı. Savcı da, bu yönde tanıklık edecek 20 kişinin adını bildirdi. Ancak bu kişiler ya öldü, ya öldürüldü ya da akıl hastalığı tanısı kondu. Bu nedenle dinlenen 470 tanık arasında yer alamadılar. Belçika Parlamentosu’nda bir araştırma komisyonunu kurulduysa da, 17 ay süren incelemelerden bir sonuç çıkmadı.

SON DURUM

Dava tekrar açılıyor

Kraliyet Savcısı Michel Bourlet, yaz başından bu yana, her fırsatta konuştu. İncelenmeyen saçlardan tutun da, tutanaklarda yer alan, ancak daha sonra ortadan kaybolan video kasetlere, Julie ve Melissa’nın seslerini duyduğu halde onları kurtarmayan jandarmaya kadar pek çok şey söyledi. Medya ve kamuoyu baskısı buna eklenince, 30 Eylül 2005’te davanın yeniden görülmesine karar verildi. Duruşma salonunda Zeki Çavaş da oturuyor ve 19 yıl önce, 5 yaşındayken kaybolan kardeşi Gevriye’nin ölü ya da canlı bulunabileceğine inanıyor.
Yazının Devamını Oku

Dudaklar sadece öpmeli Kulaklar sadece dinlemeli

23 Ekim 2005
Kulak izi, ülkemizde ilk kez Ekim 2004’te, Bursa’da, bir hırsızlık soruşturmasında mahkemeye delil olarak sunuldu. Gazeteler, olay yerinde, şüphelinin evde kimse olup olmadığını dinlemek için kulağını kapıya dayadığı sırada bıraktığı iz dışında başkaca bir delil bulunamadığını yazdılar.

Şüphelinin, yakalandıktan sonra kulağından alınan izle, 3 ay önce olay yerinde bıraktığı kulak izi karşılaştırılmış ve aynı olduğu ortaya çıkmış. Gazeteler ayrıca, kulak izi incelemesinin polis okullarında ders olarak okutulacağını ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nün teşekkür yazısı gönderdiğini de belirttiler. Hatta, Hürriyet’te bu konu ile ilgili Şermin Sarıbaş’ın hazırladığı yazıda benim de görüşlerim yer aldı. Meseleyi neredeyse unutmuştum ki, bu haberden aylar sonra, resmi gazetede yayınlanan bir yönetmelikle yeniden hatırladım. Buna göre şüpheli veya sanığın kimliğinin teşhisi için, gerekli olması halinde, artık kulak, dudak gibi organlarının da bıraktığı izler kayda alınacak ve soruşturma dosyasına girecek. Anlaşılan o ki, yönetmeliği hazırlayanlar, bu izleri, tıpkı parmak izi gibi ‘biyometrik’, yani ölçülebilir ve istatistiksel olarak incelenebilir nitelikte biyolojik bir veri olarak kabul etmişler. Peki gerçekten öyle mi?

KULAK İZİ

Yeni Ceza Muhakemesi Kanunu’muz, bazı istisnaları olmakla birlikte, üst sınırı iki yıl veya daha fazla hapis cezası gerektiren bir suç işlendiğinde, kimliğin tespitine ilişkin elde edilen tüm verilerin arşivlenmesine izin verdiğine göre, kulak ve dudak izleri de, tıpkı parmak izi gibi arşivlenebilecek.

Standartlara uygun biçimde alınan ve karşılaştırılan parmak izlerinin delil olarak kullanılması ve arşivlenmesi ile ilgili hiçbir sorunum yok. Ancak, olay yerindeki kulak ya da dudak izi ile şüphelilerden alınan izlerin karşılaştırılması ve bunların arşivlenmesi konusunda bazı kaygılarım var. Kulak izi ve dudak izi yüzünden başına çorap örülenlerin öyküsünü okuyunca, bakalım siz ne düşüneceksiniz.

Yazının Devamını Oku

Adem’i kim öldürdü?

16 Ekim 2005
21 Eylül 2001 Cuma günü öğleden sonra Londra’nın ortasındaki köprüden geçen biri, nehrin üzerinde kendisine doğru yüzen turuncu renkteki cismi fark etti, bekledi, gözlerine inanamadı, polisi aradı. Kafası, kolları, bacakları büyük bir titizlikle kesilmiş, damarlarına bulanık su dolmuş, turuncu şortlu küçük zenci, yarım saat kadar sonra nehirden çıkartılmıştı. Kafası olmadığından dişleri, kolları olmadığından parmakları yoktu. Geleneksel yöntemlerle kimliği tespit edilemedi. /images/100/0x0/55ea2577f018fbb8f86e09c6Scotland Yard dedektifi Will O’Reilly, soruşturma dosyasına ‘Adem (Adam) Cinayeti’ adını verdi.

İçinde adli tıp uzmanı, genetikçi, jeolog, botanikçi, etnolog, papaz, kara büyü ve cadı uzmanlarının yanı sıra pek çok ülke polisinin yer aldığı Adem soruşturması, Pandora’nın kutusunu biraz araladı. Kutu, aradan geçen 4 yılda tam olarak açılamadı, ama bakın içinden neler çıktı.

DELİL 1

Ritüellere göre bir muti cinayeti değil

Polis gövdeyi bulduğunda, bunun alışılagelmiş bir cinayet olmadığını fark etti. Otopsi raporuna göre, sünnetli erkek çocuğun yaşı dört ile yedi arasındaydı, çok keskin bir bıçakla önce ensesinden vurularak kafası bedenden ayrılmış, öldükten sonra bacak ve kol kemikleri kesilmiş ve turuncu şort giydirilmişti. Var olan kemikleri sağlamdı. Başkaca darp izi yoktu. Pankreası normalden büyüktü. Suda 5-10 gün kalmış olmalıydı. Üzerinde faile götürebilecek tek bir kıl ya da lif arandı. Bulunamadı. Toksikolojik analizde, öksürük kesici folkodin saptandı. Olayın cinsellikle ilgili bir boyutu yoktu. Midesi boştu. Son yemeğini 12-18 saat önce yemiş olmalıydı.

Başlangıçta, cinayetin Güney Afrika’da uygulanmakta olan, ritüel nitelikli bir ‘muti’ cinayeti olduğu sanıldı. ‘Muti’, Zulu dilinde ilaç anlamına geliyor ve kesilen vücut parçaları ya da çıkartılan organların, değişik otlar ve bitki kökleri ile karıştırılması ile imal ediliyor. Güney Afrika polisi, muti cinayetlerinde kulak, yanak, göz ya da cinsel organ gibi parçaların vücuttan ayrıldığını, Adem’in cinsel organlarına dokunulmamış olması nedeniyle, daha çok Batı Afrika’da rastlanan türde bir ritüel sırasında kurban edilmiş olabileceğini bildirdi.

DELİL 2

Mitokondriyal DNA analizi

Londra Adli Bilimler Servisi’nde görevli Andy Urquhart, Adem’in dokularından DNA analizi yaptı. Bulduğu sonuçları, İngiliz DNA veri tabanında bulunan 39 bin Afrikalının DNA profili ile karşılaştırdı. Aralarında ebeveynlerini bulamadı.

Andy, daha sonra Adem’in ana tarafından bir akrabasını bulabilmek için mitokondriyal DNA’sını (mtDNA) inceledi. Hücrelerimizin büyük bir bölümünde bulunan mitokondrilerdeki DNA, çok ilginç bir özelliğe sahiptir. Çünkü taşıdığı genetik bilginin yarısını anneden, kalan yarısını ise babadan alan çekirdek DNA’sından farklı olarak mtDNA, sadece anneden alınan genetik bilgiyi içerir. Bu nedenle, kadın olsun, erkek olsun, anne tarafından akraba olan herkesin, kuşaklar boyu mtDNA özellikleri birbirinin aynıdır.

İngilizlerin, henüz yeterli mtDNA bilgisi içeren bir veri tabanı olmadığından, Adem’in ana tarafından da bir akrabasına ulaşılamadı.

Ancak mtDNA’nın çok ilginç bir diğer özelliği, yapısının kıtalara özgü nitelikler, yani ‘haplogruplar’ taşımasıdır. Elde edilen sonuçlarla, çocuğun Batı Afrika kökenli olduğu ortaya çıktı, ancak Londra’ya ne zaman geldiği elbette saptanamadı.

DELİL 3

Kemiklerdeki mineraller

Londra Üniversitesi, Royal Holloway College jeologlarından Kenneth Pye, Adem’in kemiklerini inceledi ve stronsiyum 87 izotopunun 86’ya oranının (87 Sr/86 Sr), bir başka deyişle ‘izotop imzasının’, erken Kambriyen kayalarına uyduğunu saptadı. Belli bir bölgenin kayalarındaki izotop imzası, kayaların ufalanmasıyla oluşan topraktakinin aynıdır. Aynı imza sularda, bu su ve toprakla yetişen bitkilerde, bu bitkileri yiyen hayvanlarda ve bu bitkilerle hayvanları yiyen insanlarda tekrarlanır.

Diş mineleri, erken çocukluk döneminin geçirildiği yerin ‘izotop imzasını’ taşır. Buna karşın, dişin dentin kısmı ile kemikler son yıllarda yaşanan bölgenin stronsiyum izotop oranına sahiptir. Adem’in incelenecek dişi yoktu. Ama kemikleri, erken Kambriyen kayalarının bulunduğu Batı Afrika’nın Yoruban Platosu’nda büyüdüğünü gösterdi.

Adem’in Batı Afrika’dan İngiltere’ye getirildiğini gösteren bu veriler üzerine Nijerya’ya giden İngiliz polisleri, Benin City ile İbadan arasındaki 10 bin kilometrekarelik bir alandaki tüm yerleşim yerlerini ev ev dolaşarak, Adem’in akrabalarını aradılar. Bölgedeki tüm okulları ziyaret ettiler, kayıp çocuk listelerini incelediler. Hatta büyücülük konusunda uzman (!) kabile mensupları ile görüştüler. Bilgi verecek olana 48 bin pound ödül vaat ettiler. Hiçbir sonuca varamadılar.

Nisan 2002’de Nelson Mandela, Afrika halklarına, bu konuda destek talebiyle seslendi. Bunu, o tarihte Arsenal’de top koşturan Nijeryalı yıldız oyuncu Nwankwo Kanu’nun anadili Yorubaca yaptığı çağrı izledi. Milyonlarca el ilanı, Nijerya’nın dört bir yanına dağıtıldıysa da bir sonuç alınamadı.

DELİL 4

Nehirler tanrıçasına bir adak

İngiliz polisinin danıştığı, Londra Üniversitesi etnologlarından Afrika dinleri uzmanı Richard Hoskins, turuncu renkte giysi ile nehre atılan çocuğun, Yoruba inanışının nehirler tanrıçası Oshun’a bir adak olduğunu söyledi. Tanrıça’nın kutsal rengi turuncuydu ve ölüm öncesi bir ‘balawo’, yani geleneksel bir rahip, mutlaka çocuğa özel bir karışım yutturmuş olmalıydı.

Bunun üzerine Adem’e ikinci bir kez, bu sefer Güney Afrikalı patolog Hendrik Scholtz gözetiminde otopsi yapıldı. Bağırsakların alt kısmında kum ve kil ile birlikte ufalanmış kemik ve alçı parçacıkları, ayrıca ne olduğu anlaşılamayan bitki kalıntıları ve polenler bulundu. Bu garip karışıma ek olarak ham altın parçalarına da rastlandı.

Toplu iğne başı büyüklüğündeki kemik parçacıkları, bu tür örneklere uygulanan DNA analizlerinde 11 Eylül olayları ile önemli deneyimler elde etmiş New York Adli Tabipliği’ne gönderildi.

DELİL 5

Bağırsaktaki kalabar baklası ve polenler

Adem’in bağırsağındaki garip bitki kalıntısını, Kew Garden Kraliyet Botanik Bahçeleri’nde görevli bir botanikçi inceledi ve kalabar baklasına (physostigma venenosum) ait olduğunu bildirdi. Adem’in bu baklayı ölümünden 48 saat önce yutmuş olabileceği saptandı.

Nijerya’nın güneydoğusundaki bir kent ile aynı adı taşıyan bir sarmaşığın meyveleri içerisindeki çok zehirli kalabar baklası, eskiden başta Nijerya, Gabun ve Kamerun gibi ülkelerde zanlılara yedirilir, şayet ölürse, suçluluğu tespit edilmiş olur, ölmez ise suçsuz olduğuna kanaat getirilirdi.

Günümüzde, kalabar baklası alkaloidleri, Birleşmiş Milletler’in zehirler listesinde yer alıyor, bitki hükümetler denetiminde yetiştiriliyor ve fizostigmin eldesinde kullanılıyor.

Adem’in bağırsağındaki polenleri ise, Londra Üniversitesi’nden polen uzmanı Nickolas Branch inceledi. Bunların ‘botanik parmak izi’nin Kuzeybatı Avrupa ve İngiltere’de yetişen, Afrika’da bulunmayan otlara uyduğunu bildirdi. Böylelikle çocuğun ölmeden en az 3 gün önce İngiltere’ye getirildiği anlaşıldı.

DELİL 6

Kutsal turuncu renkteki şort

Temmuz 2002’de Glasgow’da, Nijeryalı Joyce Osagiede tutuklandı. Joyce, ritüel cinayetler işleyen Yoruban Tarikatı mensuplarından kaçtığını, kocasının bir ‘balawo’ olduğunu iddia etti. Adem soruşturmasının başlamasından bu yana, Avrupa genelinde, akrabası olabileceği düşüncesiyle yargı ile karşı karşıya gelen her Afrikalıya DNA analizi yapılıyordu. Joyce Osagiede ile Adem arasında bir kan akrabalığı bulunamadı. Polis, kadının evinde içi tavuk tüyleri dolu viski şişeleri ve Adem’in üzerindeki şortla aynı beden, aynı markada turuncu şortlar buldu. Şortlar Almanya’daki bir mağaza zinciri için Çin’de ve sadece 120 tane üretilmişti. Kadının yakınlarını izleyen polis, 2003 yazında Kingsley Ojo adlı başka bir Nijeryalıyı tutukladı. Ojo’nun evinde kara büyü malzemeleri bulundu, ancak hiçbirinde insana ait bir bulaşığa, bu arada Adem’in DNA’sına rastlanmadı. Aynı tarihlerde, Almanya’nın insan kaçakçılığından aradığı, Joyce Osagiede’nin kocası 37 yaşındaki Nijeryalı Sam Onogigovie, Dublin’de yakalandı. DNA analizi yapıldı. Adem’in babası ya da yakın bir akrabası değildi. Hemen ardından 21 Nijeryalı kaçak tutuklandı. Yasadışı işlerde çalışan, kimi zaman fahişelikle geçinen bu erkeklerin, Afrika’dan Avrupa’ya büyük çapta insan kaçakçılığı yapan bir örgüt için çalıştıkları ortaya çıktı. Evlerinde ‘voodoo’ ayinlerinde kullanılan malzemeler ele geçti. Ancak yapılan incelemelerde Adem cinayetiyle herhangi bir ilişki saptanamadı.

DELİL 7

Nehirden çıkan 7 mum

Adem’in küçük gövdesinin çıkartıldığı Thames Nehri defalarca arandı. Bunlardan birinde, içerisinde beyaz pamuklu bez parçasına sarılı, yarısı yanmış 7 mum olan bir çanta bulundu. Çarşaf üzerinde hálá ‘Adekoye Jo Fola Adeoye’ yazısı okunuyordu. Mumlara ‘Fola Adeoye’ sözcükleri kazınmıştı. Bunlar Yorubalılar arasında yaygın olarak kullanılan isimlerdi ve polis, Adem ile ilgili bir ipucu bulduğu umuduna kapıldı. Ne yazık ki bağlantı kurulamadı. Adeoye, New York’ta yaşıyordu ve mumları Londra’da bulunan ailesi, 11 Eylül 2001 Dünya Ticaret Merkezi yıkımında ölmediği için Celestial Church of Christ Kilisesi’ndeki bir ayinde yakmış, geleneklere uyarak, çarşafa sarmış ve nehre atmıştı.

SONUÇ

Afrika’dan kaçırılan küçük cadılar


Adem soruşturması hálá sürüyor. 26 Haziran 2005’te Scotland Yard, Victoria Climbie Vakfı’na hazırlattığı raporu açıkladı. Rapor, sadece 2001 yazında, Adem ile birlikte 299 Afrika ve 1 Karayip kökenli çocuğun kaybolduğunu, her yıl bu sayıya binlercesinin eklendiğini öne sürdü. Bunların arasında, elbette ülkelerine geri dönenler vardı, ancak Afrikalı bazı dini liderlerin, cadı olarak nitelediği çocukların, tıpkı yedi yaşındaki Abidjanlı Victoria Climbie gibi öldürüldüğü iddia edildi.

Raporda, 10 pound karşılığında temin edilen Afrikalı erkek çocukların, köktendinci Hıristiyan tarikatlar tarafından Londra kiliselerinde kurban edildiği yer aldı. Bu iddialar, doğal olarak İngiltere’de yaşayan Afrikalı din adamları ve sayıları 1 milyonu bulan Afrika kökenliler arasında tepki ile karşılandı. İngiliz polisi ırkçılık ve ayrımcılık ile itham edildi.

Londra’nın ortasındaki ünlü köprüden geçen dikkatli bir yayanın, tesadüfen gördüğü turuncu şortlu, kafasız, kolsuz, bacaksız küçücük siyah gövde, 21. yüzyılda Avrupa’nın ortasında nehirler tanrıçasına adanarak ölenlerden herhalde sadece biri. Kim olduğu ise hálá bilinmiyor. Kamuoyu ve basın olaya karşı ilgisini neredeyse kaybetti. Nijer nehrinden bir İngiliz çocuğun gövdesi çıksaydı, Avrupalıların tepkisi ne olurdu diye merak ediyorum.
Yazının Devamını Oku

Dağlardan damarlara süzülen ölüm

13 Ekim 2005
Ahçının da yamağının da okuma-yazması yoktu. Tora Bora Dağları’nda, katır sırtında bir mağara mutfaktan diğerine giderek hayatlarını kazanıyorlardı. Her türlü araç-gereç ve malzemeyi sağlamak işverenin göreviydi. Ahçı, sadece plastik leğenle maşrapanın kırmızı olmasında ısrarcıydı. Kulaktan dolma bilgi ile üstelik 70 kilo afyon için sadece bir çay bardağı aseton kullanarak, sipariş edilen esmer ya da beyaz eroini, değme kimyacının kolay kolay ulaşamadığı bir saflıkta elde ediyordu. Yeter ki hava kuru olsun.


Çıplak ayaklı çocuklar, burkalı kadınlar, katır kervanları, geçen yıl Afgan ahçıların sentezlediği 500 ton eroini, başta Tacikistan olmak üzere, komşu ülkelere geçirdiler. Gerek Afgan gerekse diğer ülke polis ve askerleri kaçakçılıkla mücadele için ellerinden geleni yapıyorlar.

Üç yıldır, her sefer beline sardığı 20 kilo eroin ile Tora Bora tepelerinden sınır ötesine delta kanatla süzülenlerden biri, bu ağustosta Tacik askerler tarafından nihayet düşürülebildi.

Şimdilerde, dünya piyasalarında bulunan eroinin çok büyük bir bölümü Afganistan kaynaklı. Bu ülkede ekilen haşhaştan, önce ham afyon elde ediliyor, daha sonra ileri ülkelerde üretilen kimyasallar kullanılarak diasetilmorfin, yani eroin sentezleniyor. Elden ele geçen ürün, Moskova, Frankfurt, Londra, İstanbul ve Bangkok gibi kentlerde gramına 80-100 dolardan alıcı buluyor ve parmakla sayılacak kadar az sayıda ‘uyuşturucu lord’u 65 milyar dolar düzeyinde satış yapıyor. Bu sayı, dünya genelindeki kahve satışlarının 10 katı, tütün ürünlerinin 3, içki satışının 2 katı.

BAŞKALE’Yİ BARCELONA’YA BAĞLAYAN İMZA

Son 20 yıldır, uyuşturucu kaçakçılığı ile mücadelenin başlıca hedefi, kullananı ya da sokaktaki perakende satıcıyı yakalamak ve yargılamak değil, tıpkı sıtma mücadelesinde bataklık kuruturcasına, elde edilen bilgilerden yola çıkarak toptancıyı, imalat yerini ve bunu finanse edeni yakalayarak, örgütleri çökertmek.

Bu amaçla, ele geçen eroin örnekleri arasında bağlantı kurulmaya ve örneğin Barcelona’da satılanla Başkale’de ele geçenin aynı imalatın parçaları olduğu kanıtlanmaya çalışılıyor.

Dünyanın dört bir yanında yakalanan eroinlerin ‘parmak izleri’ ya da ‘imza’larını içeren bir veri tabanı oluşturuluyor. Bu imzalar, yakalanan madde içerisindeki saf eroinin yanı sıra, diğer aktif ve inaktif bileşenlerin niteliği ve miktarlarının saptanması ile elde ediliyor.

Eroin imzasına ilişkin araştırmalar, 1977 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nin uyuşturucu ile mücadele birimi olan DEA’de başladı. Günümüzde, Türkiye de dahil olmak üzere, pek çok ülkenin narkotik laboratuvarı, yakaladıkları eroinin imzasını saptıyor.

Bu konuda veri üreten ilk araştırma gruplardan biri Adli Tıp Kurumu Başkanlığı Kimya Dairesi’dir. 80’lerin sonlarında Faruk Biçer, Münevver Açıkkol ve Zafer Bilgiç ile birlikte Türkiye’de yakalanan eroin örneklerine ilişkin yayınladığımız bulgular, hálá kaynak olarak kullanılıyor. Faruk Biçer, o dönem ek görevle yönettiğim Kimya Dairesi’ne, benden sonra başkan oldu; Münevver Açıkkol, meslek hayatına İstanbul Üniversitesi’nde devam ediyor ve profesör olmak üzere, Zafer Bilgiç ise, ne yazık ki ebediyete intikal etti.

11 MİLYON KİŞİYE 500 TON EROİN

Geçen yıl dünya genelindeki güvenlik birimleri sadece 54 ton eroin yakalayabildi. Bunun onda biri ülkemizde ele geçti. Kalan 500 ton kadar eroini, 5 milyonu Asyalı, 3 milyonu Avrupalı, toplam 11 milyon kadın ve erkek, enjektöre çekti, damarına şırınga etti. Ya da başka bir biçimde kullandı.

Bunlardan binlercesi saatler içinde öldü. Ölümlerini, bilerek ya da bilmeyerek, alışık olmadıkları miktarda etkin madde içeren uyuşturucu kullanmalarına, bir başka deyişle ‘doz aşımı’na bağlayabilirsiniz.

Nitekim, İngiltere’de 2005 başında satın alınan 100 gram malın, 22 gramı eroin iken, Ağustos’ta bu miktar 44 grama yükseldi. Piyasa fiyatında artış gözlenmediğinden, eroin bağımlıları değişikliği fark edemediler ve aynı hacimde madde enjekte ettiklerinden, eskisine oranla 2 misli eroin aldılar.

İstatistiklerde eroine bağlı ölümlerde görülen yükselmenin başlıca nedeni bu. Türkiye’de, son yıllardaki eroine bağlı ölümlerdeki artış da böyle yorumlandı.

SATANLA KULLANANI BAĞLAYAN İMZA

Ancak her ölümü bu şekilde açıklamak kesinlikle doğru değil. Örneğin, eroinin yanı sıra alkol, bir başka yasadışı madde ya da ilaç kullanmış olabilirler. Daha çok kazanç sağlayabilmek üzere eroine eklenen katkı maddelerinden biri, suda çözünmediğinden akciğer, karaciğer, böbrek ya da beyne giden damarlarını tıkamış olabilir. Hatta bu katkı maddesinin kendisi bile zehirli olabilir. Bu nedenle, ölüm sonrası kan, idrar, iç organ parçaları gibi biyolojik örneklerin gerçekleştirilen toksikolojik analizleri çok büyük önem taşıyor.

En az onlar kadar, ölümlerin meydana geldiği yerde bulunan kaşık, enjektör vb malzemenin de incelenmesi çok değerli. Genellikle bunların eroinle bulaşık olup olmadığına bakılır. Halbuki yapılacak daha ayrıntılı bir analiz, bir yandan ölüme tek başına eroinin yol açıp açmadığını aydınlatacağı gibi, diğer yandan istihbarat değeri çok yüksek olan ‘eroin imzası’nı da belirlemeye yarar. Bu bilgi -başka hiçbir işe yaramasa dahi- maddeyi kullanarak ölenle, maddeyi satın aldığı iddia edilen kişi arasında, bilimsel bir delile dayalı bağlantı kurdurur. Ve kanaatimce eroini satan, sadece bu dar kapsamda değil, bir insanın ölümüne de yol açmaktan yargılanabilir.

5 santim saç, 5 aylık geçmiş demek

Hangi yolla vücuda girerse girsin eroin, kimyasal adıyla diasetilmorfin, dakikalar içinde önce 6-asetilmorfine, daha sonra morfine dönüşür. Kodeinli ya da morfinli ilaçlar alındığında ya da çok miktarda haşhaş tohumu yendiğinde, 6-asetilmorfin oluşmaz. Bu nedenle, kanda ya da idrarda 6-asetilmorfin bulmak, eroin kullanıldığının en güvenilir delilidir.

Kan ve idrar analizleri ile kişinin eroin kullanımı hakkında en fazla bir gün geriye gidilebilir. Buna karşılık saç ve vücuttaki diğer kılların içerdiği bilgi, idrar ya da kanın çok ötesindedir. Saçın keratin matriksinde ‘ksenobiyotik’ olarak adlandırdığımız, organizmaya yabancı maddelerin pek çoğu, bu arada uyuşturucular, kalıcı biçimde yerleşir. Yıkamayla, boyatmayla yok olmazlar. Üstelik tıpkı bir teyp bandı gibi okunabilir ve kökten uca doğru her bir santimi, yaşanan yaklaşık bir aya denk gelecek biçimde, hangi maddenin ya da maddelerin kullanıldığını gösterir. Özetle, 5 santim saç, 5 aylık geçmiş hakkında bilgi verir. Kafanız kelse, saçlarınızı kazıtmışsanız ya da ektirdiyseniz, vücudunuzun başka yerlerindeki kıllar da işe yarar.

NEDEN SAÇTA UYUŞTURUCU ARANMASINA KARŞIYIM?

Uyuşturucu maddelerin saçta ‘tutulma’ derecesi, yaşa, etnik kökene ve cinsiyete göre değişir. Esmerler sarışınlara, zenciler beyazlara, kıvırcık saçlılar düz saçlılara, saçlarını doğal biçimiyle tutanlar boyatanlara ve nihayet saçı olanlar, keller ya da saçlarını kazıtanlara oranla daha zor durumdadır. Çünkü onların uyuşturucu kullandığını kanıtlamak daha kolaydır. Tam da bu nedenle, canlılarda birkaç istisna dışında saçta uyuşturucu madde aranmasına kesinlikle karşıyım.

1998 sonbaharında polis; kadınlı erkekli, farklı yaşta, ünlü ünsüz birçok kişinin, biraraya gelerek uyuşturucu alemleri yaptığından şüphelendi. İncelenen kan ve idrar örneklerinden bir bölümü negatif sonuçlanınca, saçta uyuşturucu analizi yapabildiğimizi bildiklerinden, İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü’ne başvurdular. Saçta uyuşturucu analizlerinin kişiler arası eşitsizliğe neden olduğunu ve elde edilecek bulguların soruşturmayı yanlış yönlendirebileceğine ilişkin kaygılarımızı savcılığa bildirdik ve bu analizleri sadece araştırma amaçlı gerçekleştirdiğimizi açıkladık.

Saçta uyuşturucu analizine olumlu baktığım durumlar var elbette. Örneğin bağımlılık tedavisi gören kişilerin izlenmesi ya da daha önce kullandıkları halde artık ‘temiz’ olduklarını kanıtlamaya çalışan kişilere destek olmak için yapılmalı. İnsanların, gizli gizli çocuklarının saçlarını keserek analiz yaptırmalarına ise tamamen karşıyım.

Daum’un saçları

Uyuşturucu kullanımı konusunda en kapsamlı bilgi saçtan sağlanır ama analiz-yorum süreci zordur ve hálá dünyanın en ileri laboratuvarlarında bile pek çok sorunla karşılaşılır. Sadece saçta madde analizi ile ilgilenen Uluslararası Saç Analizi Derneği’nin yıllık toplantısı, geçen hafta Strasbourg’da yapıldı. Beş oturumdan üçünün metod ve değerlendirme ile ilgili sorunlara ayrılmış olması da, saç analizlerinin delil niteliğinin hálá tartışılır olduğunu gösteriyor. 2002 yılında Almanya’nın Köln, Münih ve Bonn Adli Tıp Enstitüleri’nde görevli üç ünlü profesörü karşı karşıya getiren Christoph Daum’un aylarca süren kokain davası, sorunlara güzel bir örnektir. Daum’un bir miligram saçında 72 nanogram kokain, 1 miligram pubik kılında ise, 2.1 nanogram kokain bulundu. Bunun doğru olması mümkün değildi, çünkü kıllar, saçlardan daha yavaş uzar ve doğal olarak aynı miktar kılda, saça göre daha fazla madde bulunur. 29. celsede, analizlerin yanlış olduğu ortaya çıktı ve saçtaki miktara dayanarak, Daum’un 63 kez kokain kullandığı iddiası böylelikle çürütüldü. Koblenz Federal Mahkemesi, Daum’un ender olarak kokain kullandığını kabul etti. Esasen bu durum, Daum’un zaten mahkeme önünde kabul ettiği bir gerçekti.

Otel odasındaki ölüm

Eroin ölümü deyince, aklıma Charlie Parker, Kurt Cobain gibi isimler geliyor. Bir eylül günü, evinden çok uzakta, sıradan bir otelin, sıradan bir odasındaki genç insanın ölümü ise, eroinle birlikte başka maddeler de kullanan Burçin Bircan, John Belushi ile Janis Joplin’in ölümlerini hatırlatıyor.

Çünkü genç adamın vücut sıvılarında birden fazla yasadışı madde bulundu ve ölümü bunlara bağlandı. Kısacık ama dopdolu bir yaşamın son noktasını, bu maddelerden hangisi ya da hangileri koydu? Bu sorunun cevabı elbette çok büyük önem taşıyor. Ancak benim aslında merak ettiğim başka bir şey.

Her birimizin kardeşi, oğlu, torunu olabilecek bu genç, acaba sadece o gün mü uyuşturucu kullandı? Yoksa daha önceleri de kullanıyor muydu? Eğer öyle ise, ilk kullandığı madde hangisiydi? Uyuşturucu madde ile mücadele edenlerin pek çoğu, bağımlıların genellikle ‘soft’ denilen uyuşturuculardan, eroin gibi ‘hard’ olanlara geçtiğini öne sürerler. Acaba bu insanın deneyimi, bu yaygın inanış ile örtüşüyor mu?

Bu sorunun yanıtı, ölen gencin kanında, idrarında ya da iç organlarında değil, sadece saçlarında gizli ve eğer otopsi sırasında gerektiği biçimde kesilip alınmadıysa, artık toprağın altında.
Yazının Devamını Oku

Pensin ucundaki 5.2.1.1 kodlu pubik kıl

2 Ekim 2005
Kimilerine göre şansımız vardı. Bana göre, işin şansla uzaktan yakından ilgisi yoktu. Sadece ne arayacağımızı biliyorduk ve neredeyse elimizle koymuş gibi bulmuştuk. 8 yıl önce bir kasım sabahı, İstanbul’un daracık bir sokağındaki 4 katlı apartmanın zemin katına, iki kişinin ölü bulunduğu olay yerini incelemek üzere, Ersi Kalfoğlu, Hülya Yükseloğlu ve Tanıl Başkan ile birlikte girdiğimde, sadece Türkiye için değil, dünyanın hemen her ülkesi için bir istisna olduğumuzun farkındaydım. Bir kere polis değildik. Jandarma değildik. Üniversite mensubuyduk. Bizlerin delil toplamak üzere görevlendirilmesine pek sık rastlanmaz. İkincisi, olay yerine bizden önce üç ekip girmişti. Olay yerinin birkaç kez incelenmesi -Batı ülkelerinde sıklıkla yapılırsa da- o tarihte bizim ülkemiz için pek alışılmış bir uygulama değildi. Cinayetlerin üzerinden iki ay geçtiği halde, İstanbul Barosu’na kayıtlı bir avukat hanım sayesinde ev kapalı duruyordu. Özetle, bizim durumumuz büyük bir istisnaydı. Bu olay yeri ile ilgili çalışmalarımızı, uluslararası kongrelerde sunduk. İyi bir örnek oluşturduğundan polis, savcı ve avukatların eğitimlerinde kullandık. Ama hepsinden önemlisi, zemin katın küf ve kan kokusu hálá burnumuzda.

OLAYIN ÖYKÜSÜ

HERKESİN AKLINA İLK O GELDİ

3 Eylül’ü dördüne bağlayan gece, kapıyı anahtarıyla açan genç adam, önce yanan ışıkları, daha sonra iki metre kadar önünde, salonla mutfak kapısı arasında, büyük bir kan gölü içinde, yerde yatanları fark etti.

Annesinde kısa tayt şort, sıyrılmış penye, kız kardeşinin altında eşofman, üzerinde tişört vardı. ‘Bunu mutlaka o yapmıştır’ diye düşündü.

Diğer tüm akrabalar da ‘O yapmıştır’ deyince, asayiş büro amirliği, annenin 9 aydır birlikte yaşadığı ve cinayetlerden 15 gün önce bu eve taşındığı söylenen, imam nikahlısı, 50 yaşındaki sondaj makinesi imalatçısını, Türkiye genelinde ve Interpol üzerinden aramaya başladı.

18 yaşındayken Manisa’da birini öldürdüğü, cezaevine girdiği, firar ettiği, yurtdışına kaçtığı, orada bir kadını bıçakla öldürdüğü, yasadışı yollarla ülkeye geri döndüğü ve üç yıl önce de Manisa’da tabancayla başka birini öldürdüğü söylendi. Üstelik, genç adamın, bir süre önce annesinden boşanan babası da kayıptı.

Bunları okurken imalatçının, 2002 yılında yakalanan ve ‘1983 yılında Mehmet Ali Ağca’nın kaçmasına yardım ettim. Ailemden dört, İstanbul’da da tanımadığım iki kişiyi öldürdüm’ diyen ‘Manisa canavarı’ olduğunu zannetmeyin. Bu, başka birisi.

YARAYI FARK EDEN DİKKATLİ SAVCI

Ülkenin dört bir yanında yürütülen arama faaliyetleri, Manisa’dan gelen bir teleksle durduruldu. İmalatçı, teslim olmuş ve cezaevine konmuştu. Teslim olma nedeni bu çifte cinayet değildi, üç yıl önceki cinayetiydi.

İlk savunmasında, ana-kızla uzaktan yakından bir ilgisi olmadığını, o evde hiç kalmadığını, bulunan eşyaların hiçbirinin kendisine ait olmadığını söyledi. Daha sonra 3 Eylül akşamı evde olduğunu, yiyip içtiğini kabul etti. İstanbul’dan otobüsle yola çıktığını, Ankara ve İzmir üzerinden Manisa’ya geldiğini, başka bir suç nedeniyle teslim olduğunu anlattı.

Bir televizyon kanalında cezaevinden mahkemeye götürülüşünü izleyen savcı, sağ avucunun içerisindeki yarayı fark etti. Bu durumu, ‘20-25 gün önce yemek pişirirken tuttuğum tencereden yandı, kesinlikle bıçak yarası değil’ şeklinde açıkladı.

Zaman zaman belleğini kaybettiğini, psikiyatrlara gittiğini ifade ettiyse de, Adli Tıp 4. İhtisas Kurulu’na göre, kasten adam öldürme suçunun tam cezai ehliyetine sahipti.

CİNAYETİ ASLA KABUL ETMEDİ

11 ay sonra, anneyi ‘kasten öldürmekten’ 24 yıl, kızı ise ‘suç delilini ortadan kaldırmak maksadıyla öldürmekten’ idam cezası aldı. Duruşmadaki iyi hali nedeniyle, 24 yıl 20 yıla indirildi. İdam ise, ilk yılı geceli gündüzlü bir hücrede tecrit edilmek sureti ile müebbet ağır hapis cezasına çevrildi. İmalatçı, ana-kızı öldürdüğünü hiçbir zaman kabul etmedi.

DELİL 1

Evdeki özel eşyalar

Cinayetler üzerine, 2 polis memuru ve 2 komiser yardımcısı, gece yarısını 2 saat geçe, bildirilen adrese geldiler. Parmak izleri aldılar, ölenlerin yaralarını saydılar, yerlerini belirlediler ve olay yeri inceleme raporlarına ‘Çevre araştırmasında şahsın bıçak ve giysileri Bostancı araştırma görevlileri tarafından alındığından eşyalar gelene kadar beklenmiş, eşyalar geldiğinde şahsın çamaşırlarından kan numuneleri alınmış, bayanlardan yara içinden kan mukayeseleri alınmış, kan numuneleri, olay yeri krokisi karakol görevlilerine teslim edilmiş, bıçak zapt edilerek karakol görevlilerine teslim edilmiş, video, fotoğraf, kroki çizimleri yapılmış bunlar haricinde herhangi bir şey zapt edilmemiştir’ diye yazdılar ve gittiler.

15 gün sonra, 2 polis memuru ölenlerin akrabalarıyla yeniden eve girdi. Sanığa ait olduğu söylenen, siyah örgülü kar başlığından, pembe çiçekli banyo havlusuna, numaralı gözlükten, kırmızı tespihe varıncaya kadar eşyalarına el koydular. Sanık, ‘Evle ilgim yok’ demişti ama, belli ki nesi var nesi yok toplayıp gelmişti. Canavar Tohumu ile Sarı Esirler adlı kitaplarını, ayrıca el yazılarının ve imzasının bulunduğu defterini bile alarak. Yalan söylüyordu. O evle bir ilgisi vardı. Geride kalanlar, eşyaları tanıyordu. Ama bu durum, sadece yalan söylediğinin deliliydi, kadınları öldürdüğünün değil.

DELİL 2

Bardaktaki parmak izi

Olay yerindeki parmak izleri, ölenlerin ve sanıktan cezaevinde alınan on parmak izi ile karşılaştırıldı. Salondaki masa üzerindeki bardak ve tabakta sanığın sağ el işaret parmağının izi ve anneye ait izler bulundu. Annenin 100 mililitre kanında 229 miligram, bir başka deyişle 2.29 promil etil alkol saptandı. Sanığın bardaktaki parmak izi, onun evde bulunduğunu kanıtlıyorsa da, cinayetlerden sorumlu tutmuyordu.

DELİL 3

Yamulmuş bıçak

Olay yerinde, yamulmuş, kanlı bir bıçak bulundu. Önce Bostancı araştırma görevlileri tarafından alınan, daha sonra olay yeri inceleme ekibine teslim edilen bıçak, 11.5 santim uzunluğunda, tek ağızlı, oluksuz, sivri uçlu, delici ve kesici vasıfta namlusu bulunan, siyah plastik kabzeli, zorlanma nedeniyle namlusu kabze dip kısmından eğilmiş bir ekmek bıçağıydı.

Otopsi raporları, anne üzerindeki 41 yaradan 17’sinin, kız üzerindeki 18 yaradan 13’ünün ‘müstakilen öldürücü’ nitelikte olduğunu ve her ikisinin de kesici-delici alet yaralanmasına bağlı büyük damar ve iç organ delinmesinden gelişen iç ve dış kanamadan öldüğünü bildirdi.

O evde bu bıçakla ya anne, ya kız ya da her ikisinin birden öldürüldüğü besbelli. Önemli olan, bu bıçağı kimin tuttuğu. Bu soruyu cevaplayacak en kestirme yol, hiç kuşkusuz bıçak üzerinde sanığın parmak izlerini bulmaktı. Bulunamadı. Bulunsaydı bile, karşılaştırmaya elverişli nitelikte olmayabilirdi. Hatta, sanık o evde yaşadığından, evvelce bıçağı tutmuş olabileceğini, bu nedenle üzerinde parmak izlerinin bulunduğunu, ancak kadınları öldürmediğini söyleyerek kendini savunabilirdi.

Bıçak kanlıydı. Kriminal polis laboratuvarının ekspertiz raporuna göre, bıçak üzerindeki kan grupları, anneninki ile uyumluydu. Bu bıçakla, en azından annenin öldürüldüğü artık kesindi. Ama bıçağı tutan kimdi?

DELİL 4

Sağ eldeki yara

Sanığın sağ avucunun içindeki iyileşmekte olan, tencereden yandığını söylediği yaranın ne zaman meydana geldiği, muayenede kesin olarak saptanamadı. ‘Yüksek ihtimalle kesici-delici aletle oluştuğu’ bildirildi. Büyük bir olasılıkla, benzer durumlarda sıklıkla rastlandığı gibi, sanık, bıçaklamalar sırasında kendi elini de kesmişti. Bıçak üzerinde, anneninkinin yanı sıra, sanığın kanı da bulunsaydı, çok değerli bir delil oluşturacaktı. Dosya içerisinde buna ait herhangi bir analiz bulgusu yok. Sanırım bıçakta sanığın kanı hiç aranmadı. Esasen aransaydı bile, sadece kan grubu incelemesi ile kesin kimliklendirme zaten yapılamazdı.

DELİL 5

Etraftaki kan lekeleri

Bıçak dışında, evdeki eşyaların bir çoğunda kan vardı. Polis; pantolon, fanila, külot, atlet ve kesilerek şort haline getirilmiş kot pantolon üzerindeki kanların insana ait kan lekeleri olduğunu ve annenin kanı ile uygunluk gösterdiğini bildirdi. Buralarda kızın kanı bulunmadı. Tanıklar, eşyaların sondaj makinesi imalatçısına ait olduğunu söylüyordu. Ama bu iddianın bilimsel bir delile ihtiyacı vardı.

EN GÜÇLÜ DELİL

2 ay sonra gittik, 6 saat çalıştıktan sonra bulduk

Cinayetlerden 2 ay sonra eve girdiğimizde her yer karmakarışıktı. Kanepe üzerinde, yerlerde, elektrik prizlerinin etrafında, perdelerde, ekmek torbasında, hatta sokak kapısı dışındaki basamaklarda bile kan lekesi vardı.

Üzerinde her iki kadının kanı olan, aynı zamanda giyenin ya da tutanın kimliğini belirleyebilecek bir tek cisim arıyorduk. Bu hedefe yönelik olarak 6 saat süren çalışmalar sonunda 41 biyolojik delil topladık. Sanığın kanını cezaevinde, kendimizin imal ettiği, posta ile gönderdiğimiz ‘kan örneği alma kiti’ne aldırdık. Bugün olsa kan bile aldırmaz, sadece yanak içinden sürüntü aldırırdık. Ölenlerin kanlarını ise, Adli Tıp Kurumu Kimya Dairesi’nden temin ettik. Ellerinde toksikolojik analizden arta kalan ve muhafaza edilen kan vardı.

8 yıl önce, İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü’nün laboratuvarlarında DNA analizleri yapabiliyorduk ve bu teknolojinin Türkiye’de çok şey değiştireceğinden emindik. Bütün örneklerde DNA düzeyinde 11 genetik bölge inceledik. Şimdilerde bunların sayısı daha da arttı ve çalışılan bölgelerin bazıları değişti. Bugün Türkiye’nin tüm kriminal laboratuvarlarında artık DNA analizleri yapılabiliyor. Oysa, olayın gerçekleştiği tarihte sadece kan grupları incelenebiliyordu.

Mahkemenin gönderdiği bıçak üzerinde bizden önce çeşitli incelemeler yapılmış ve bunlar için örnek alınmıştı. Buna rağmen, bıçakta birden fazla kişinin DNA’sını bulduk. Bunlardan biri, polis kriminalin de saptadığı gibi anneye aitti, miktar olarak diğerlerinden çok fazlaydı ve bazı bölgelerde diğerlerinin genetik özellikleri örtüyordu. Bu nedenle, diğerlerini o günkü koşullarımızla kimliklendiremedik. Ayrıca o tarihlerde henüz ‘amelogenin’ adlı DNA bölgesi kriminal amaçlara yönelik olarak incelenmiyordu. Dolayısıyla kan lekelerinin bir kadına mı, yoksa erkeğe mi ait olduğu anlaşılamıyordu. Mutfak perdesi üzerindeki lekede, hem annenin, hem de kızın DNA’sını bulduk. Sanığı bulamadık.

Ancak bunların hiçbirinin ne o gün, ne de bugün benim için önemi yok. Önemli olan sadece, pensin ucunda gördüğüm 5.2.1.1. kodunu verdiğimiz kıldı. Bu pubik kılı, bel lastiğinin ön kısmına kan bulaşmış bir erkek çamaşırının ağ kısmında bulduk. İç çamaşırı, bizden önce olay yerine girmiş olanların eşyalar yığdığı, çift kişilik karyolanın üzerindeki spor çantasındaydı. Lekeli bölümden avuç içi kadar bir parça daha önce polislerce kesilerek alınmıştı. Çamaşırla ilgili olarak raporumuzda şu bilgi var:

Kod 5.2: Erkek iç çamaşırının bel lastiği üzerindeki kan lekeleri: Yüzde 99.999 olasılıkla I.K ve A.K’ya (anne ve kız) ait.

Kod 5.2.1.1: Aynı iç çamaşırın iç ağ bölgesindeki pubik kıl: Yüzde 99.998 olasılıkla H.P’ye (sondaj makinesi imlatçısı) ait.

Beynimizde, sondaj makinesi imalatçısının her iki kadını öldürdüğünü kanıtlamıştık.
Yazının Devamını Oku