Mezara bile girsen seni bulacağız

‘Sen, çocuklarımızı kaçıran, işkenceler edip tecavüz eden, sonra da boğan yaratık, seni bulacağız. Yıllar geçse bile peşini bırakmayacağız. Kaç yaşındasın, neye benzersin bilmiyoruz. Sağ mısın, ölü müsün, bilmiyoruz. Ama mezarda bile olsan seni bulacağız’ diye yemin etmişlerdi.

Gökyüzünde şimşeklerin eksik olmadığı, bardaktan boşanırcasına yağmur yağan bir gün, yüzlerinde maske, ellerinde eldiven, küçük mezarlığın orta yerine kurdukları kocaman mavi çadırdan içeriye girdiler. Üst üste gömülü tabutları çıkarttılar. Otuz yıldır aradıkları, üç küçük kızın ve daha kim bilir kaç küçük kızın katili, ortadakindeydi.

İKİ TECAVÜZ VE İKİ CESET

Apartman topukların, mini eteklerin, erkeklerde omuzlara varan saçların moda olduğu yıllardı. Cep telefonu, kablosuz internet, mikrodalga fırın henüz kimsenin hayatına girmemişti. 70’lerin başında, İngiltere’nin her bir yanında olduğu gibi Galler Bölgesi’nin Llandarcy adlı bu küçük kasabasında da enerji sıkıntısı vardı, sokak lambaları bile azaltılmıştı. BP petrol rafinerisi yakınındaki, iki yanı ormanlık M4 Karayolu üzerinde onlarca iş makinesi yolu genişletiyordu.

Eylüldü, yağmurlar başlamıştı, her yer çamur içindeydi. Bu pek de iç açıcı olmayan endüstri bölgesindeki gençlerin tek eğlencesi, cumartesi geceleri ‘Rank’e gitmekti. Çok ısrar edilirse, Led Zepplin’in Stairways to Heaven’ını tersten çaldırmak, eroin için ruhunu şeytana satan kadının öyküsünü dinlemek bile mümkün olurdu.

Diskonun kapanış saati olan gece yarısını az geçe, otobüsler çalışmazdı, eve gitmek için otostop yapılırdı. O cumartesi akşamı, 16 yaşındaki dikimevi çalışanları, Geraldine Hughes ve Pauline Floyd, evlerine üç kilometre uzaklıktaki ‘Rank’e gittiler. Çıktıklarında yağmur çiseliyordu, kızlar otobüs durağına sığındılar. Yoldan geçen Derek Jones, kıvırcık saçlı, bıyıklı birinin, beyaz renkte bir Austin 1100 ile durağa yanaştığını ve kızları otomobile aldığını fark etti. Plakasına bakmak aklının ucundan bile geçmedi. Derek Jones, bu dünyada Geraldine Hughes ve Pauline Floyd’u canlı olarak gören son kişiydi.

Ertesi sabah 10’da, M4 Karayolu kenarında, bodur ağaçlar arasında Pauline’in çamur içine yüzükoyun yatmış cesedi bulundu. Üzerinde elbisesi, ayağında çorabı, yanı başında apartman topuklu siyah çizmeleri, kafasında kan, boynuna defalarca dolanmış 1.5 metrelik iple. 50 metre ötede, arkadaşı Geraldine’in, başında kan, üzerinde giysileri, ayağında çorap, dizine kadar yükselen siyah apartman topuklu çizmeleri ve boynuna dolanmış ip vardı. 70’lerde ayakkabı izi, lastik izi gibi kavramlar henüz yoktu. Esasen, olay yeri inceleme ekibi diye de bir şey yoktu.

Yapılan otopsilerde, her iki genç kızın başına sert bir cisimle vurulduğu, tecavüz edildiği ve iple boğulduğu ortaya çıktı.

TIPKI ÜÇ AY ÖNCEKİ GİBİ

Üç ay kadar önce 50 kilometre uzaklıkta, bir genç kız cesedi daha bulunmuştu. Cinayetlerin arasındaki benzerlik dikkatten kaçmadı.

Sandra Newton, cumartesi gecesi otostop yapmak üzere diskodan çıkmış, ertesi sabah tecavüz edilmiş, kafasına sert bir cisimle vurulmuş ve boğazı kendi şifon eteği ile sıkılmış olarak bulunmuştu. Hatta M4 üzerinde, beyaz bir Austin 1100’ün garip biçimde, bir sağa bir sola yalpalayarak gittiğini fark edenler olmuş, ancak kimse plakasına bakmamıştı.

Kurbanların üzerinde kıl, tükürük gibi saldırgana ait biyolojik bir delil, ya da tırnakları altından doku, en önemlisi boyunlarını sıkan iple etekte ter aramak kimsenin aklına gelemezdi. Gelseydi de zaten bir işe yaramazdı. Yıl 1973’tü ve DNA analizi denen sihirli silah henüz bilinmiyordu. Kızlardan sadece vajinal yayma alındı. Sadece birinde sperm bulundu.

30 BİN İFADE ELDE VAR SIFIR

Olay yerine en yakın polis karakolunun amiri Ray Allen, sadece bu üç cinayeti soruşturmak üzere özel bir birim oluşturdu. O tarihlerde bilgisayar da yoktu. Elde edilen her türlü bilgi kartlara yazılıyor, tasnif ediliyor, yapılacak işler duvardaki panoya işaretleniyor, tamamlanınca üzeri çiziliyordu.

Bölgedeki 12 bin beyaz Austin 1100’ün kimlere ait olduğunu ve adreslerini bulmak, haftalar sürdü. Ray Allen’in emrine verilen 150 polis, bunların her biri ile teker teker görüştü. Cumartesi akşamı ne yaptıklarını öğrenmeye çalıştı. Söylenenlerin doğruluğunu yakınları ile konuşarak sınadı. Aradan bir yıl geçmiş, polis disko bölgesindeki bütün fabrika çalışanları, M4 Karayolu inşaatının işçileri de dahil olmak üzere tam 30 bin kişinin ifadesini almış, en ufak bir ipucu bulamamıştı.

KUTUDA 30 YIL BEKLEYEN DELİL

Ölümlerin üçüncü yıldönümünde, amir Ray Allen, soruşturmaya son verdi. Küçük karakolunda; ne kızların eşyalarını, ne otopsi sırasında alınan vajinal yaymaları, ne de toplanan on binlerce belgeyi koyacak yeri kalmıştı. Hepsini kutulara doldurdu ve Sandfields polis merkezine gönderdi.

Sandfield, dosyaları arşive kaldırdı. Eşyaların arasından iç çamaşırlarıyla yaymaları ayırdı, Adli Bilimler Servisi’nin 6 laboratuvarından biri olan Chepstow kriminalin özel deposuna gönderdi. Aslında cinayetleri çözecek ipucu bu kutunun içindeydi, ama gün yüzü görmesi için 30 yıl beklemek gerekecekti.

1985’te, dünyada suçla mücadelenin kaderini değiştirecek bir şey oldu. Daha ileriki yıllarda kraliçenin Sir unvanı vereceği, 2005’te de Nobel’in Amerikan eşdeğeri Lasker Ödülü’nü alacak olan, Leicester Üniversitesi’nden Alec Jeffreys, iki meslektaşı ile birlikte, ‘Nature’ dergisinde ‘Hypervariable minisatellite regions in human DNA’ (insan DNA’sında çokdeğişken minisatelit bölgeler) adlı bir makale yayınladı. Kısa bir süre sonra kriminal laboratuvarlar, ‘DNA parmakizi’ denen Jeffreys’in tekniğini uygulamaya başladılar. Ancak kızların katilini bulma umudu yoktu. Kurumuş lekelerden henüz DNA elde edilemiyordu.

KATİLİN DNA’SI ARŞİVDE YOK

1998’de, İngilizler, ‘az kopyalı DNA’ adını verdikleri yeni bir inceleme yöntemiyle, iğne ucu kadar büyüklükte olsa bile, kurumuş kan ve sperm lekelerinden DNA analizi yapabilmeyi başarınca, Chepstow kriminal, kızların eşyalarını depodan çıkartmaya karar verdi. Mart 2001’de Geraldine ve Pauline’in iç çamaşırlarından saldırganın DNA profili elde edilebildi.

5 ay sonra, üçüncü kızdan alınan vajinal yaymada yapılan inceleme de sonuçlandı. Her üç cinayetin faili aynı kişiydi, ancak ne yazık ki, DNA profili, Adli Bilimler Servisi bünyesinde tutulan ve 1.8 milyon kişinin bilgisini içeren ulusal DNA veritabanında yer almıyordu. Anlaşılan, bankanın kurulduğu 1995’ten bu yana, katil hiç tutuklanmamıştı.

Cinayetlerin 27. yılında Magnum Operasyonu başladı. Operasyon deyince, onlarca polisin görevlendirildiğini sanmayın sakın. Topu topu biri Emniyet amiri Paul Bethell, diğerleri emekliliği yaklaşan iki polis memurundan, Rees ve Bale’den oluşan bir takımdılar. Bütün ısrarlarına rağmen, bakanlıktan, sadece 500 DNA analizine yetecek para alabildiler. (İngiliz polisi, Adli Bilimler Servisi’ne her türlü inceleme için para ödüyor)

ORMANDAKİ TEK AĞAÇ

Amir Paul Bethell, bir bölümü çürümüş ve küflenmiş 30 bin ifade tutanağını ve 50’lerden bu yana o bölgede, kızların arkadan saldırıya uğradığı, boynuna ip dolandığı, ölümle sonuçlansın sonuçlanmasın, faili meçhul ne kadar ırza geçme olayı varsa hepsini topladı. Katil, belki ülkeyi terk etmişti, belki adını değiştirmişti, belki ara sıra gelen yabancı bir gemiciydi, belki ölmüştü. Bethell ve iki meslektaşı, kendi deyişleriyle ‘ormanda belli bir ağacı ararcasına’, DNA analizi yapılacak 500 ismi belirlemeye çabalıyordu.

1970’lerden bu yana İngiliz polisi, tıpkı FBI’daki meslektaşları gibi, ‘psikolojik profilleme’ denen ilginç bir başka beceri daha geliştirmişti. Suçun işleniş biçiminden, yani ‘modus operandi’den yola çıkarak, saldırganın özellikleri tahmin edilmeye çalışılıyordu. Emniyet amiri Paul Bethell, küçük operasyon timine, Surrey emekli dedektiflerinden profilleme ustası Rupert Heritage’ı da ekledi.

Ona göre, saldırgan büyük bir olasılıkla 25-35 yaşlarında, babasız ya da anasız büyümüş, çocukken hayvanların canını yakmış, ufak hırsızlıklara bulaşmış, mesleki becerisi bulunmayan, sorunlu bir evliliği olan, bireysel sporlardan hoşlanan bir silah koleksiyoncusuydu. (Psikolojik profilleme yapanlar her zaman haklı çıkmaz. Örneğin Washington’a korku salan keskin nişancının profili hepten yanlıştı. Bu nedenle, Amerikan polisi katilleri bulmakta gecikti. Rupert Heritage’ın her söylediğinin doğru olduğu ise, çok sonra anlaşılacaktı).

KRİKO ÜSTÜNDEKİ AUSTIN

Üç inatçı polis, sekiz ay sonunda 353 kişide uzlaştılar. Taksilerde, otellerde, bar kapılarında, cezaevlerinde, evlerinin misafir odasında eşlerinin ve çocuklarının önünde, kısacası akla gelebilecek her koşulda ‘Lütfen ağzınızı açın, 1973’teki cinayetleri işlemiş olabilirsiniz’ dediler.

2001 Ağustosu’nda dedektif Rees, 200. kez ‘Lütfen ağzınızı açın’ demek ve yanağının iç yüzeyinden DNA analizi için örnek almak üzere Joseph Karpen’in küçük bahçesinden içeri girdi. Aslında cinayetlerden 1 ay sonra, 13 Ekim 1973’te, başka bir polis memuru aynı bahçeye girmiş, kriko üzerinde dört lastiği sökük beyaz bir Austin 1100 görmüştü. Joseph, lastikleri tamir ettirecek parası olmadığından bir aydır bu halde beklediğini söylemişti. Halbuki 3 Ekim günü M4 Karayolu üzerinde durdurulan araçların arasında bu Austin’in de olduğu, trafik denetleme raporlarında kayıtlıydı. Zamanımızda olduğu gibi, elde edilen her türlü bilginin mutlaka elektronik ortama kaydedildiği ve her polis karakolundan ulaşılabildiği bir sistemleri olmadığından, Joseph’in yalan söylediğini anlayamadılar.

Her neyse, kaldığım yerden sürdüreyim. Rees kapıyı çaldı, ama tatsız bir sürprizle karşılaştı. Joseph’in boşandığı karısı Christine evdeydi. Kocası 12 yıl önce akciğer kanserinden ölmüş, dedesinin mezarı üzerine gömülmüş, birkaç yıl önce ölen üvey babası onun üzerine defnedilmişti. Rees, örnek almak üzere başka bir adrese gitti.

DNA analiz sonuçları, üç polisin hayallerinin sonu oldu. Elde edilen hiçbir profil kızlardan elde edileni tutmadı. Magnum Operasyonu’na son verildi.

HIRSIZ OĞUL KATİL BABA

Ekim 2001’de, Adli Bilimler Servisi’nin 1200 uzmanından biri olan Dr. Jonathan Whitaker’in aklına bir şey geldi. Madem ki DNA bilgisinin yarısı anneden, diğer yarısı babadan alınıyordu, İngiliz Ulusal DNA veritabanında, katilin DNA bilgisinin yarısını taşıyan bir çocuğu olabilirdi. Çocuk bulunursa, babaya ulaşılabilirdi. Bilgisayarın başına oturdu, 2 milyona yakın profil arasından, saldırganınkine benzeyenleri önce 22 bine, daha sonra yüze indirdi. Yaptığı iş daha önce dünyanın hiçbir yerinde yapılmış değildi. Ekranda sıralanan adlar arasında, oto hırsızı Paul Karpen’i gördü. Baba adı Joseph’ti.

Polis Rees, ölü Joseph Karpen’in evine tekrar gitti ve karısını DNA için örnek vermeye ikna etti. Dr. Jonathan Whitaker, annenin ve hırsız oğulun DNA profilinden yola çıkarak dolaylı biçimde Joseph’in profili elde etti. Üç kızın üzerinde bulunan sperm lekeleri, istatistiksel olarak Joseph Karpen’e aitti. Magnum Operasyonu’nun emekliliği yaklaşan polisleri, bu ‘istatistik’ sözünden hiç hoşlanmadılar. Ne yapıp edip, o mezarı açtıracak, ölen kızların yakınlarına, ‘İşte çocuklarınızın katili bu adam’ diyeceklerdi.

MEZARDAN ÇIKAN İLK KATİL

Aradan beş ay geçti. İçişleri Bakanlığı, mezarın açılmasına izin verdi. 15 Mayıs 2002’de adli arkeologlar, adli dişhekimleri, patologlar, DNA uzmanları ve polislerden oluşan ekip, Port Talbot Kasabası yakınlarındaki Goytre Kabristanı’nda, Joseph Karpen’in bulunduğu mezarın üzerine gerilmiş büyük mavi çadırdan içeriye girdiler ve saat 14.55’te toprağı kazmaya başladılar. Bu ilkbahar günü başlayan şiddetli yağmur ve çakan şimşeklere rağmen işlerini sürdürdüler. Üç tabutu da, yakınlardaki morga götürdüklerinde güneş çoktan batmıştı.

Joseph’in dişleri ile vücudunun en uzun ve kalın kemiği olan iki uyluk kemiğinden birini aldılar. (İskeletten DNA analizi yapılırken, bunlar en uygun örneklerdir.) Dr. Jonathan Whitaker’in elde ettiği DNA profili, mezardaki kişinin üç kızı öldürmüş olduğunun kesin kanıtıydı.

Faili meçhul dosyaların kapanmadığı, delillerin atılmadığı bir ülkede görev yapan amir Paul Bethell sözünü tutmuş, mezarda da olsa katilin kim olduğunu bulabilmişti.
Yazarın Tüm Yazıları