6 Mart 2006
M-RM 115 plakalı siyah Rolls Royce, ağaçlı yoldan yavaşça geçerek iki katlı villanın önüne park ettiğinde, günlerden 14 Ocak 2005 Cuma, saat 8.50’ydi. Şoför Andreas Kaplan, "Bir gariplik var" diye düşündü. Yıllardır, hafta içi her gün, aynı saatte, Maximillian Caddesi 14 numaradaki "Carnaval de Venice" modaevine gitmek üzere, kucağında Yorkshire Terrier köpeği Daisy ile birlikte kendisini kapıda bekleyen patronu, ortalıkta gözükmüyordu. Andreas, araçtan indi, bahçeyi geçti. Kapı aralıktı. İçeri girdi, köpek havlıyordu, üst kata çıktı. Dünyanın en ünlü ve en zengin modacılarından Rudolph Moshammer, altında siyah pantolon, üstünde siyah gömlek, boynunda siyah kablo, merdivenin bittiği yerde, çiçekli halının üzerinde sırtüstü yatmaktaydı. Bir hafta sonra, 10 bini aşkın Münihli, Mozart’ın Requiem’i eşliğinde cenazenin arkasından yürüdüğünde, katil çoktan yakalanmıştı. Üstelik, Bavyera polisinin elinde ne bir tanık, ne bir şüpheli, hatta otopsi raporu bile olmadan.
Şoför Andreas’ın telefonu üzerine, Münih Grünwald polis karakolunun ekipleri, Robert Koch Caddesi 11 numaradaki villaya geldi. 15 dakika sonra, Almanya’nın ne kadar TV kanalı ve radyo istasyonu varsa, Moshammer cinayetini vermeye başlamış, bir haberci ordusu, villanın her iki yanına gerilen, kırmızı-beyaz çapraz çizgili, üzerinde "Polizeisperrung" yazılı naylon güvenlik şeritlerin öte yanında yerini almıştı.
Ayaklarında mavi galoş, başlarına kadar çıkan beyaz tulumlar içerisindeki olay yeri ekibi, delil toplamaya başlamadan önce, Münih Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü’nün cenaze aracını bekledi. Siyah araçtan, siyah paltolu adamlar indi, ayaklarında mavi galoşlar yukarı çıktılar, Moshammer’i koyu lacivert renkte, kocaman bir torbaya koydular. Çelik bir sedye üzerinde, usulca aşağıya indirip, cenaze aracına bindirdiler ve gittiler.
DELİLLERDEN EN ÖNEMLİSİ KABLO
Aynı gün, ölü bulunduğu yerdeki giysileri ile otopsi masasına yatırılan Rudolph Moshammer’in, bir şeyi eksikti. Boynundaki siyah kablo. İşte, Bavyera polisinin ününe ün katacak, sadece Almanya’da değil, Avrupa’nın birçok ülkesinde ciddi siyasi gerilimlere neden olacak, hatta Alman Ceza Muhakemesi Yasası’nda değişikliklere yol açacak delil, bu kablonun üzerindeydi ve Moshammer, ceset torbasına yerleştirilmeden önce delil torbasına konmuştu.
Cuma akşama doğru, soruşturmayı yürüten dedektif Harald Pickert, villadan, bahçeden, Moshammer’in bir gece önce kullandığı diğer Rolls Royce’tan ve modacının kent merkezindeki mağazasından toplanan 200’ün üzerindeki delili, Bavyera Kriminal Laboratuvarı uzmanlarına teslim ettirdi. Ve tabii kabloyu da.
Bunların arasında en değerlisinin, kablo olduğu su götürmezdi. Onlar da, işe kablodan başladılar. Orta kısmında Moshammer’in, her iki ucuna doğru bir başka erkeğin DNA’sını buldular. Cumartesi sabaha karşı, 10 DNA bölgesinin bilgisini içeren profili, tüm eyaletlerden gönderilen profillerin birarada tutulduğu Federal Kriminal Dairesi’ne (Bundeskriminalamt) gönderdiler. Aradan 1 saat geçmemişti ki, umutla beklenen cevap geldi. Katilin DNA profiline veritabanında rastlanmıştı. Saat 18.30’da polis, Sendling’teki dört katlı binaya girdi ve saçları sıfır numara kazılı, üzerinde mavi fanila, altında pijamasıyla kapıyı açan 25 yaşındaki Heriş Ali Abdullah’ı tutukladı. Abdullah’ın daha önce işlediği bir suç yoktu. Peki, o zaman DNA profili bankaya nasıl girmişti?
VERİTABANINA KENDİ İSTEĞİYLE GİRDİ
Ali Abdullah, Iraklıydı. 2001’de Almanya’ya gelmiş ve sığınma hakkı talep etmişti. Bir yandan iş arıyor, bir yandan Almanca öğrenmeye gayret ediyordu. Ufak tefek işlerden sonra, bir lokantada aşçı olarak çalışmaya başladı. Kumar oynadı. Kaybetti. Borçlarını ve kirasını ödeyemedi. O aralar, mahallesinde gerçekleşen bir cinsel saldırıyı aydınlatacak DNA analizleri yapmak üzere, polis, belli yaş aralığındaki rızası olan erkeklerden örnek almaya başladı. Ali Abdullah da, onlardan biriydi.
Polis önce bir form okutuyor, imzalayanlar DNA sonuçlarının federal veritabanında muhafazasına izin veriyordu. Ali Abdullah, formu imzaladı. Analizler sonunda, gerçek fail yakalandı. Ancak, rıza gösterdiğinden, yaklaşık yarım milyon profil bulunan bankada kaldı.
13 Ocak 2005 Perşembe akşamı, Bermuda Bar’da dansöz olan kız arkadaşı Magdalena’dan borç aldığı 900 Euro’nun 800’ünü oyun makinelerinde kaybetti. 5 şişe bira içti. Yürüyerek eve giderken, Münih tren garı yakınlarında, bir siyah Rolls Royce önünde duruverdi.
2 BİN EURO VERMEYİNCE CANINDAN OLDU
California Valisi Arnold Schwarzenegger’e, tenor Jose Carreras’a, krallar ve kraliçelere elbiseler, kürkler, çantalar, şapkalar, kravatlar çizmiş ve dikmiş, kabarık simsiyah saçlı, bıyıkları biryantinli, gözleri makyajlı, hem kadınlar hem de erkeklerden -belki de daha fazla erkeklerden- hoşlanan Rudolph Moshammer, 13 Ocak 2005 Perşembe akşamı, Rolls Royce’una bindi. Okul arkadaşı Angie Opel ile bir İtalyan lokantasındaki keyifli yemekten sonra villasına dönmedi, daha önce defalarca yaptığı gibi, gara yöneldi.
Yol kenarındaki, beyaz yün bereli, esmer yüzlü, uzun boylu genç adamın önünde durdu. Yan camı indirdi. Cinsel ilişki için, 2 bin Euro teklif etti. Anlaştılar. Villaya geldiklerinde, Ali Abdullah önce parayı istedi, Moshammer sadece 200 Euro çıkartıp verince, tartışmaya başladılar. Moshammer bir ara sırtını döndü. Ali, bir sehpa üzerindeki siyah uzatma kablosunu eline geçirdiği gibi, Moshammer’in boynuna üç kez doladı ve kendine doğru çekti. 1.76 boyunda, 119 kilo ağırlığındaki 64 yaşındaki Moshammer, sendeleyip yere düştü. Ali üzerine eğildi, kabloyu sıktı, hiçbir şeye dokunmadı, hızla evden çıktı, durağa kadar yürüdü, ilk gelen tramvaya bindi, eve geldi, saçlarını kazıdı.
DAVA SONUCU YASAYI DEĞİŞTİRDİ
Nisan 1998’den itibaren, "tehlikeli suçlar" işleyenlerin DNA profillerini bankalayan Alman Federal Kriminal Dairesi, başta cinsel saldırılar olmak üzere, suçların aydınlatılması amacıyla geniş kitlelerden alınan örneklerin DNA profillerini, olay yerinden elde edilen profiller ile karşılaştırıldıktan sonra imha ettiğini belirtse de, bu, Ali Abdullah örneğinde geçerli olmamıştı. Tutuklanan Abdullah, polisin ve savcının yaptığı sorgularda, suçunu ikrar etti. Moshammer’i nasıl öldürdüğünü, tercüman aracılığıyla, mahkemeye de anlattı.
Avukatı, Abdullah’ın yeterince Almanca bilmediğini, formda yazılanları anlamadan imzaladığını ve DNA profilinin bankada tutulmasının hukuka aykırı olduğunu ileri sürdüyse de, Münih Mahkemesi yargıcı Manfred Götzl, Iraklıyı, 21 Kasım 2005’te, canavarca duygularla adam öldürmekten ömür boyu hapse mahkum etti. Moshammer’in vasiyeti uyarınca, geride bıraktığı 7 milyon Euro’luk servetinin yarısı, kurduğu kimsesizler vakfına, diğer yarısı şoförü Andreas’a, villası da köpeği Daisy’ye kaldı.
Polise ve savcıya daha geniş yetkiler verilmesini ve bankanın genişletilmesini savunanlar, suçlu olmadığı halde, Ali Abdullah’ın DNA profilinin bankada kalması sayesinde, Moshammer cinayetinin çözülebildiğini her platformda dile getirdiler ve liberallerin bütün karşı çıkışlarına rağmen, Angela Merkel’in başbakan olmasından hemen önce, 1 Kasım 2005’te Ceza Muhakemesi Yasası’nın ilgili maddelerindeki değişiklikleri yürürlüğe sokabildiler.
Bu değişiklikler, Alman polisine, her ne kadar İngiliz meslektaşları kadar olanak getirmese de, önceki kısıtlamaları büyük ölçüde ortadan kaldırdı. Örneğin, olay yerlerinden DNA delillerinin toplanmasında ya da rızası olması durumunda şüpheliden DNA örneklerinin alınmasında, yargıç kararı ön koşul olmaktan çıkartıldı. Halbuki önceki yasa, her koşulda yargıç kararı gerektiriyordu. Ayrıca yargıç, kişinin tekrar suç işleyeceğine inandığı takdirde, suç, araç boyası çizmek gibi hafif bir eylem olsa bile, DNA profili bankada tutulacak. Önceki düzenleme, sadece adam öldürme, cinsel saldırı gibi ağır suçlarda profilin korunmasına izin veriyordu.
AVRUPA ÜLKELERİNDE DNA UYGULAMALARI
Adam öldürme, ırza geçme gibi suçları işleyenlerin, daha önce oto boyası çizme, ufak hırsızlıklar gibi mala karşı basit suçları işlemiş olduklarını defalarca kanıtlayan İngiliz DNA bankası, 3 milyona varan kaydı ile, dünyanın ilk kurulan ve en büyük veritabanı olma özelliğini taşıyor.
Banka sayesinde, İngiliz polisi, haftada 1500’e yakın olayı aydınlattığı gibi, tutukladığı kişinin yıllar önce işlenmiş başka bir suçun faili olduğunu da kanıtlıyor. Yasal olarak tüm şüphelilerin ve mahkumların bilgisini bankada tutabilen ve bunları hiçbir zaman silmeyen İngilizler, sadece DNA verilerini değil, biyolojik örnekleri de sürekli muhafaza hakkına sahipler.
90’ların sonunda, İngiltere’den sonra Avrupa’nın diğer ülkelerinde de birbiri ardısıra DNA bankaları kuruldu. Muhafazakarlarla liberaller arasındaki tartışmalarda, kim baskın olduysa, bankalar da o yönde şekillendi. Ancak Fransa gibi, insan hakları, kişisel bilgilerin gizliliği ve etik kaygıları güvenliğin önünde tutan ülkeler bile, giderek sertleşmeye ve bankaya girişi kolaylaştırmaya, çıkışı zorlaştırmaya başladı.
Avusturya, Hırvatistan, Slovenya, İsviçre, tıpkı İngiltere gibi, her şüphelinin DNA’sını bankalıyor.
Fransa, Almanya, Belçika, Hollanda, Danimarka, İsveç, suçun niteliğine göre, mahkum edilenin bilgisini 5-40 yıl boyunca bankada tutuyor.
Norveç, Hırvatistan ve İngiltere bir kere bankaya giren bilgiyi, hiçbir zaman silmiyor.
Fransa, DNA analizine gönüllü olmayana hapis ya da ağır para cezası veriyor. Üstelik, yasalarında 2003 yılında yaptığı bir değişiklikle, polisin örnek alabilmesi için gereken savcı kararını da kaldırdı.
BİZİM DE SADECE DNA KONUSUNU DÜZENLEYEN BİR YASAMIZ OLMALI
Almanya’nın Plüm kentinde imzalanan antlaşma ile Belçika, Almanya, İspanya, Fransa, Hollanda, Lüksemburg ve Avusturya, 27 Mayıs 2005’ten itibaren birbirlerinin sadece parmakizi veritabanlarına değil, DNA bankalarına da doğrudan ulaşabilir oldular. 3 yıl sonunda yapılacak bir değerlendirmeden sonra, tüm Avrupa Birliği ülkeleri bu işbirliğine katılacak. Bu bir anlamda, Avrupa genelinde artık tek bir bankaya doğru gidildiğini gösteriyor.
Suçla mücadelenin başarısı için, her Avrupalı’nın DNA profilini bankalamak gerektiğini savunanların sayısı giderek artıyor. Analizlerin şu andaki yapım zorluğu ve maliyeti gözönünde tutulduğunda, bunun yakın bir gelecekte mümkün olamayacağını sananlar aslında aldanıyor. Polis memurlarının, olay yerindeki saç telinin DNA profilini, avuç içine sığan gereçler kullanarak, dakikalar içerisinde sonuçlandıracağı ve el bilgisayarıyla bankayı sorgulayabileceği günler çok yakın.
Peki, "suçla mücadelenin bu en önemli olanağından benim polisim, benim jandarmam nasıl yararlanıyor?" diye sorarsanız, cevabı yeni Ceza Muhakemesi Yasa’mızda yazılı: DNA analizi için örnek almak, sadece üst sınırı iki yıldan daha fazla hapis cezasını gerektiren suçlarda mümkün. Bu bilgiler, "kovuşturmaya yer olmadığı kararına itiraz süresinin dolması, itirazın reddi, beraat veya ceza verilmesine yer olmadığı kararının kesinleşmesi hallerinde, Cumhuriyet Savcısı’nın huzurunda derhal yok edilmek" zorunda.
Yıllardır DNA bankasının gerekliliğini savunmuş bir kişi olarak, yaşanmakta olan belirsizliklere kısmen de olsa bir açıklık gelmesinden memnunum. Çünkü yasa, bankaya izin veriyor. Ancak bankanın kimin kontrolünde olduğunu, veritabanına bilgi giriş ve çıkışının nasıl güvence altına alındığını, jandarma, polis, Adli Tıp Kurumu ve üniversitelerde elde edilen profillerin, ulusal bir bankada ne şekilde birleştirildiğini anlayabilmiş değilim. Ayrıca, uygulamaya ilişkin önemli ayrıntıların yönetmeliklere bırakılmış olması da, Avrupa yasalarındakilerle çelişiyor. Diğer taraftan, yasadan önce DNA analizi için alınmış olan biyolojik örnekler ve elde edilen profillerle ilgili nasıl bir düzenleme yapıldığı toplumla paylaşılmalı.
İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü’ndeki bazı öğretim üyeleri ile birlikte, 2000’lerin başında hazırladığım taslağa benzer şekilde, sadece DNA analizlerini, bankaları ve bunların denetimini düzenleyen özel bir yasanın çıkartılması gerektiğinde ısrar ediyorum.
Yazının Devamını Oku 27 Şubat 2006
Önceki hafta, Adana’da tecavüz edilmek istenerek öldürülen 13 yaşındaki Sultan Gümüş’ün katil zanlısı olarak eniştesi A.D.’nin tutuklanmasında, ceketinin üzerindeki halı tüylerinin, olay yerindeki halının tüylerine benzemesi de delil olarak kullanılmış. Bu durum, 18 Şubat 2006 tarihli Hürriyet’te "Enişteyi DNA’dan önce halının tüyü tutuklattı" başlığı ile yer aldı. Ne ölçüde doğrudur bilmiyorum ama, enişte, "Bizim evde de aynı halıdan var" demiş. Hemen şunu ifade edelim ki, hiçbir delil, DNA’nın yerini tutamaz. Zaten, gerek küçük kızın ellerinin bağlandığı çamaşır ipinde, gerekse ağzının bağlandığı eşarpta, ayrıca vücudu üzerinde katilin DNA’sının bulunacağından hiç kuşkum yok. Ancak, halı tüyünü (lif) okur okumaz, Atlanta’da bulunduğum günlerde Georgia Eyaleti Kriminal Laboratuvarı’nın gündeminde yer alan, hálá tartışılan ve kriminalistik derslerimizde "lif delilleri" kapsamında anlattığımız Wayne Williams davasını anımsadım.
22 Mayıs 1981 gecesi, polis memurları Freddie Jacobs ile Bob Campbell, Atlanta’nın Fulton ve Cobb kasabaları arasından akıp giden Chattahoochee Nehri’nin üzerindeki James Jackson Parkway Köprüsü’nün, biri kuzey, diğeri güney ayağında pusuya yattılar. Muscokee Kızılderililerinin dilinde "boyalı kaya" demek olan Chattahoochee Nehri üzerinde o gece olacakların, çeyrek asır sürecek tartışmalara yol açacağını nereden bilebilirlerdi ki.
Her iki polis memurunun bu göreve gönderilmelerinin nedeni basitti. 1979-81 arasında, Atlanta’da 29 zenci erkek çocuk öldürülmüştü. Soruşturmayı yürütenler, adli tıp raporlarına göre, bir bölümü "muhtemelen boğularak" ölen, diğerlerinin ölüm nedeni saptanamayan ve Atlanta varoşlarında, yol kenarına atılmış olarak bulunan bu çocukların giysileri üzerinde, birbirine benzer lifler fark edince, cinayetlerin bir seri katil işi olduğunu düşünmüşlerdi.
Georgia Kriminal Laboratuvarı’ndan Larry Peterson lifleri incelediğinde, bir bölümünün sarı-yeşil naylon halı lifi, diğerlerinin menekşe renkte asetat lifleri olduğu saptadı. Bu bulgular, yerel gazetelerde yer aldıktan birkaç ay sonra, 1981 Nisanı’nda, Chattahoochee Nehri’nden 21 yaşındaki zenci Jimmy Lee Payne’in cesedi çıktı. Üzerinde sadece kırmızı bir şort vardı.
CESEDİN SAÇINDA BULUNAN LİF
Fulton adli tabibi, önce ölüm nedenini belirleyemedi, daha sonra "muhtemelen ağzın kapatılmasıyla havasızlıktan ölüm" şeklinde rapor verdi. Anlaşılan Payne, öldürüldükten sonra suya atılmıştı. Kırmızı şortunda iki adet menekşe renkte asetat lif, üç adet sarı-yeşil naylon halı lifi, bir adet mavi-yeşil rayon lif ve yedi adet köpek kılı bulundu.
Polise göre, katil, liflerle ilgili haberleri okuduktan sonra yöntem değiştirmiş, delilleri yok etmek üzere cesedi soymuş ve nehre atmıştı. İşte, memurlar, muhtemelen suya atılacak bir sonraki cesedi beklemek üzere, köprü ayaklarına gönderilmişlerdi.
Nitekim, beklenen oldu. Memur Jacobs, köprüye yaklaşan bir aracın farlarını gördü. Az sonra, memur Campbell telsizle aradı ve beyaz renkte bir Chevrolet’nin köprü üzerinde yavaşladığını, hemen ardından suya düşen ağırca bir cismin çıkarttığı sesi duyduğunu bildirdi. Campbell, bir kilometre kadar ötede devriye gezen FBI ajanı Greg Gilliland’ı aradı. Gilliland, karşı yönden gelen 70 model beyaz Chevrolet steyşını durdurdu. Direksiyondaki amatör fotoğrafçı, müzik yapımcısı 23 yaşındaki zenci Wayne Williams’ın yaşam öyküsü, işte böyle değişti.
Köprüden o saatte neden geçtiğini doğru dürüst anlatamadı. Suya attığının çöp olduğunu yineleyip durdu. Aracı bir saat aranıp da şüpheli bir şey bulunamayınca, o gece serbest bırakıldı.
Ancak, olaydan iki gün sonra, nehirden bir zenci cesedi daha çıktı. 21 yaşındaki Nathaniel Cater çırılçıplaktı. Otopsi sonucu, yine "muhtemelen ağzın kapatılmasıyla havasızlıktan ölüm"dü. Ölüm zamanı saptanamadı. Saçları arasında, öncekilere benzer bir adet sarı-yeşil halı lifi, iki menekşe renkte asetat lif, dört de köpek kılı bulundu. Polis, bunun üzerine 2 Haziran’da Williams’ın evini aradı. Yerdeki, duvardan duvara döşeli sarı-yeşil halıyı ve Alman çoban köpeğini görür görmez, Williams’ı tutukladı.
EVDEKİ HALININ AYNISI ÇIKTI
Georgia Kriminal’in lif incelemesini, Williams’ı 29 çocuk ve 2 erişkin zenci cinayetinden mahkum ettirebilecek güçte bulmayan iddia makamı, elinde ne varsa FBI laboratuvarlarına gönderdi. FBI, 25 yıl önce, liflerin ve saç tellerinin sınıflandırılmasında kullanılan en ileri teknolojiye sahipti. Uzman Harold Deadman, gerek cesetlerden, gerekse şüphelinin evinden ve aracından toplanan yüzlerce lifi, stereobinoküler, polarize ve fluoresans mikroskopları, ayrıca mikrospektrofotometre, hatta bazılarını elektron mikroskobu ile inceledi, fiziksel ve kimyasal özelliklerini karşılaştırdı. Bu incelemelerin bir bölümü, daha sonra Kanada polis teşkilatından Barry Gaudette tarafından da tekrarlandı. Sarı-yeşil liflerin, 1967-1974 arasında Boston’daki Wellman Inc. şirketi tarafından imal edilen lifler olduğu, 1970-71 arasında bu liflerden satın alan firmalar arasında West Point Pepperell halı firmasının da bulunduğu, lifleri sarı-yeşile boyayıp dokuduğu halıları, "Luxaire-İngiliz Zeytini" markasıyla, Georgia dahil 10 eyalette satışa sunduğu saptandı.
İmal edilen "Luxaire-İngiliz Zeytini" halının, 10 eyalette eşit miktarda satıldığını varsayan bilirkişi Harold Deadman, eyaletlerin yüzölçümünü ve buralardaki ev sayısını gözönünde tutarak bir hesap yaptı ve bu halının döşeli olduğu her 7792 evden sadece birinde, Williams’ın evindeki halı ile aynı özelliklerin görülebileceğini ileri sürdü. Bir başka deyişle, sudan çıkartılan Cater’in saçındaki sarı-yeşil lif, yüzde 99.9998 olasılıkla Williams’ın halısına aitti.
HAKSIZLIK İHTİMALİ 24 MİLYONDA BİR
Harold Deadman’a göre, sudan çıkan diğer cesedin kırmızı şortundaki mavi-yeşil rayon lifin özellikleri, Chevrolet aracın döşemesinin liflerini tutuyordu. Yeniden bir istatistik hesap yaptı. Her 3828 taban döşemesinden birinin, ölenin üzerindeki lifin fiziksel özelliklerini taşıyacağını, buna göre, şorttaki lifin, Williams’ın aracındaki döşemeden gelme olasılığının yüzde 99.9997 olduğunu hesapladı. Üstelik, General Motors’dan aldığı bilgiye göre, Atlanta bölgesindeki 2 milyonun üzerindeki araçtan sadece 620’sinin, böyle bir döşemesi vardı.
Chevrolet’de menekşe lifler de bulundu. Bunlar, bir yandan Williams’ın evindeki battaniyeyi, diğer yandan ölenlerin bazılarının giysileri üzerindeki menekşe asetat liflerini tutuyordu. FBI, cesetler üzerindeki köpek kıllarını da mikroskobik olarak inceledi ve Williams’ın köpeğine ait olabileceklerini ileri sürdü. Her şey bir arada değerlendirildiğinde, Williams’ın suçsuz olma ihtimali, 24 milyonda birdi. Atlanta ve civarında bu kadar insan oturmadığına göre, katil Williams’tı. Savcının içi rahat etmişti. Sadece sudan çıkanların değil, yol kenarında bulunanlardan 10 küçük zencinin üzerindeki liflerin de, kah Williams’ın evindeki, kah aracındaki liflerle örtüştüğü hesaba katılırsa, katilin Williams’dan başkasının olamayacağı apaçık ortadaydı.
ÖMÜR BOYU HAPİS KAPANAN 22 DOSYA
1982 Şubatı’nda Williams’ın yargılanmasına başlandı. FBI elemanı Harold Deadman, lif delillerinin istatistiğini, sıradan vatandaşlardan oluşan 12 kişilik jüriye anlatırken, doğal olarak bir hayli zorlandı. Jüriyi, gösterdiği 350 fotoğraf ve 40 grafiğe rağmen, Williams’ın sadece sudan çıkartılan iki erişkinin katili olduğuna ikna edebildi. Savunma tarafı, mali olanaksızlıklar nedeniyle liflerden anlayan bir adli bilimciden yardım alamadı. Bu nedenle, ne kullanılan yöntemleri, ne de istatistik hesapları masaya yatırabildi. Suçsuz olduğunda ısrar eden Williams, 27 Şubat 1982’de iki kez ömür boyu hapse mahkum edildi.
Atlanta polisi, karardan hemen sonra, 29 küçük zenciden 22’sinin katilini aramaktan vazgeçtiğini ve soruşturma dosyalarını kapattığını ilan etti. Bu bir anlamda, Williams’ın kanıtlanamamış olsa da, çocukları öldürdüğünün kabulüydü.
WILLIAMS DAVASINDA AKLIMA TAKILAN 3 SORU
Liflerden başka hiçbir bilimsel delil bulunmayan Wayne Williams dava dosyasında, dikkatimi çeken çok sayıda gariplik var. Örneğin:
Eviyle aracındaki halı ve battaniye liflerinin, ayrıca köpek kıllarının mağdurlar üzerinde bulunması, buna karşılık ölenlerden hiçbirinin saçına ya da giysisinin lifine, sanığın aracı ya da evinde rastlanmaması, tuhaf. Halbuki, transfer karşılıklı olur.
Olay yeri inceleme birimi, ölenlerin üzerinden, bunların dışında onlarca başka tip lif de toplamış. Kriminal laboratuvar bunları, sanığa ait mekanlardan -yer yer elektrik süpürgesiyle- toplanan yüzlerce lifle karşılaştırmış ve benzerlerini bulamamış. Williams’ın lehine olan bu sonucun jüriden saklanmış olması, dikkatimi çeken ikinci gariplik.
Williams’ın homoseksüel olduğuna dair iddialar var. Halbuki mağdurlara ait otopsi raporlarının hiçbirinde, cinsel saldırıyı gösterir bir iz ya da emare kayıtlı değil.
LİF DELİLLERİ
Yakın temastaki kişilerden birinin üzerindeki kazak, halı, battaniye lifi ya da kedi, köpek kılı, diğerinin üzerine transfer olabilir. Bu nedenle soruşturmacılar, mağdurun üzerinde ve olay yerlerinde kendilerini faile ulaştıracak kıl ve lifleri bulmayı umarlar. Yakalanan şüphelinin üzerinde de, mağdura ait giysinin, olay yerindeki halının, battaniyenin, döşemelik kumaşın lifini, kedi ya da köpeğinin kılını ararlar.
Kedi, köpek kılı karşılaştırılması artık kolay, çünkü DNA analizi yapılabiliyor. Ancak, liflerin karşılaştırılmasında hálá sorunlar var. 1998 yılında, Avrupa’nın her dört kriminal laboratuvarından birinin lif karşılaştırmasında hata yaptığı anlaşılınca, dünyanın değişik ülkelerindeki lif uzmanları, bunların toplanmasından başlayarak, incelenmesi ve karşılaştırılmasında uyulacak yöntemleri standardize etmek üzere çalışmaya başladılar. Çalışmalar hálá sürüyor.
Ancak karşılaştırılan iki lifin her türlü kimyasal ve fiziksel özelliği birbirine tıpatıp benzese bile, kesin delil olarak kullanılmaları mümkün değil. Çünkü lifler, DNA ya da parmakizi gibi "kişisel özellikler" taşımaz, onların sadece "sınıfsal özelliği" vardır.
Birbirine benzeyen iki lif bulunduğunda, 25 yıl önce FBI’ın Wayne Williams davasında yaptığı gibi, istatistiksel olarak "rastlantısal benzerliğin" hesaplanması gerek. Bu da, o halı ya da kumaştan ne kadar üretildiğini ve nerelere, ne kadar satıldığını bilmekten geçiyor ki, aralarında Türkiye’nin de olduğu pek çok ülke bu noktadan çok uzak.
25 yıl sonra ortaya çıkan KKK ihtimali
Louis Graham, cinayetler sırasında polis şefi yardımcısıydı. Şimdi, Atlanta’da bir polis şefi. 6 Mayıs 2005’te, yani olaylardan 25 yıl sonra, kendi sorumluluk bölgesinde ölü bulunan 5 küçük zencinin soruşturma dosyasının yeniden açılmasını emretti ve avukat Michael Lee Jackson’un bunları incelemesine izin verdi.
Avukat, "Williams’ı gördüm" diye ifade veren 15 yaşındaki bir tanığın, o tarihte ıslahevinde olduğunu, ayrıca sudan çıkartılan Cater ile Williams’ın sokakta elele dolaştıkları yönünde ifade veren 4 tanığın yalan söylediğini saptadı. Avukat, geçen yaz, mahkeme kararı olmaksızın kaydedilen telefon görüşmelerinin yer aldığı "8100 sayılı dosya"nın savunmadan saklandığını, incelendiği takdirde, zenci çocuk cinayetlerinin Ku Klux Klan (KKK) örgütünce işlendiğinin ortaya çıkacağını, Atlanta’da bir beyaz-siyah çatışmasına engel olmak amacıyla bu durumun örtbas edildiğini ileri sürerek, yeniden muhakeme izni istedi.
8 Şubat 2006 günü, Bölge Hakimi Beverly Martin, açıklanmayan telefon konuşmalarının, çocuk cinayetleri ile ilgili olduğunu, Williams’ın ise sadece sudan çıkan 2 yetişkinin öldürülmesinden sorumlu tutulduğunu öne sürdü ve yeniden yargılama izni vermedi. Ayrıca yeterince lif delili bulunduğunu, muhafaza altındaki köpek kılları ile Williams’ın Alman çoban köpeğine ait kılların, 25 yıl önce yapılamayan, bugün ise mümkün olan, DNA analizlerine gerek olmadığını belirtti.
Avukatla polis şefi, 25 yıldır cezaevinde yatan Williams’ın suçsuz olduğunda ısrarcılar ve TV kanallarını dolaşarak kamuoyu oluşturmaya çalışıyorlar.
Yazının Devamını Oku 19 Şubat 2006
10 Şubat 2006. Portland, Oregon’da bir duruşma salonu, salonda 20-30 kişi. İri yapılı, açık mavi cezaevi giysili bir adam ayakta, yargıcı dinliyor. KGW televizyonunun internet üzerindeki yayınından, neredeyse ifadesiz yüzünü ve donuk bakışlarını izliyorum. Yargıç, o sabah imzalanan bir pazarlığın ayrıntılarını okuyor. "Dava görülürse, jüri sana idam cezası verebilir. Bu nedenle, ömür boyu hapse razı olmuşsun, doğru mu?" diye soruyor "Evet efendim" diyor adam. "37 yıl sonra şartlı tahliye edilirsen, seni Amerikan vatandaşlığına almayız. Anlıyor musun?" diye soruyor yargıç Keith Meisenheimer. Memleketinden 10 bin kilometre ötede, 32 yaşındaki bir Türk "Evet efendim" diyor. Nedenini hálá açıklayamıyorum, ama içim sızlıyor.
Top koşturmayı, bilgisayarları ve Türk yemekleri pişirmeyi seven Deniz Çınar Aydıner, Amerika’nın Pasifik Okyanusu kıyısındaki Oregon Eyaleti’ndeki Portland’a 1997’de geldi. 4 aylık bir İngilizce kursunu tamamladıktan sonra, Portland Katolik Üniversitesi elektrik mühendisliği bölümünde okumaya başladı. Önce kampusun kuzey batısında, tuğla cepheli 8 katlı Mehling Kız Yurdu’nun hemen bitişiğindeki Villa Maria Erkek Yurdu’nda, daha sonra okulun hemen karşısında, arkadaşları ile birlikte kiraladığı bir evde kaldı. Derslerinde pek başarı gösteremeyen Aydıner, aynı üniversitede okuyan Pamela Betz ile yakın arkadaş oldu. Pam, 2002 Mayısı’nda diplomasını aldı. 3 yıl süren, herkesin tanık olduğu mutlu beraberliklerini, 2003 Ocağı’nda evlenerek sürdürdüler ve genç çift, kampusta güvenlik görevlisi olarak çalışan iki arkadaşları ile birlikte, North Oberlin Sokağı’ndaki bir eve taşındı.
ERKEK ARKADAŞI OLMAYAN KIZ
Portland Üniversitesi kampusunun tüm yurtları, yaz gelince tamamen boşalır ve zaman zaman fakültelerin düzenlediği bilimsel toplantılara katılan delegelerin konaklamasında kullanılır. 2001 yazında da, yurtları bu amaçla kullanmak isteyen rektörlük, misafirlerin kayıt işlemleri ve yerleştirilmesinde gönüllü olarak çalışacak bina sorumluları aradı. Mehling Kız Yurdu’nun 217 numaralı odasında kalan, Catherine Mary Helene Johnson, eğitim 12 Mayıs’ta bittiği halde, o yaz ailesinin yanına gitmedi ve kendi yurdunda, bir diğer kız öğrenci ile birlikte 8 katlı, 375 odalı binanın sorumlusu olarak çalışmaya başladı. Arkadaşlarının, kısaca "Kate" dediği 21 yaşında, koyu Katolik genç kız, yardımseverliği, Honda otomobili, klarneti, siyah Labrador köpeği, İspanyol yemeklerine olan düşkünlüğü ve her zaman gülümseyen yüzü ile tanınırdı. Yıllar sonra Deniz ile evlenecek Pam gibi, müzik bölümü son sınıf öğrencisiydi ve bir erkekle yakın arkadaşlığına kimse tanık olmamıştı.
Delegeler, yurt binalarına 29 Mayıs Salı öğleden sonra yerleşmeye başlayacaktı. Salı sabahı Kate ortalıkta yoktu. Pazar akşamı, yurt binasına 50 metre kadar uzaklıktaki kampus yemekhanesinde, diğer bina sorumluları ile birlikte yediği akşam yemeğinden bu yana, onu gören olmamıştı. Durumu garipseyen diğer bina sorumlusu, kredi kartı benzeri, plastik elektronik kartla önce dış kapıyı açtı, 2. kata çıkan her iki merdivene eşit uzaklıkta, koridorun tam ortasındaki 217 numaralı odanın kapısını çaldı. Ses gelmedi. Kapı kitliydi. Güvenliğe haber verdi. Öğlene doğru kapıyı açtılar. Kate, yerdeki yorganın üzerinde, sırt üstü, çırılçıplak yatıyordu. Portland polisini aradılar.
DNA VAR PARMAK İZİ YOK
Soruşturmayı yürüten dedektif Jon Rhodes’in olay yeri inceleme ekibi, eldeki her türlü teknolojiyi kullanarak genç kızın odasında ve binanın genelinde 5 gün boyunca delil topladı. Basına hiçbir bilgi verilmedi. İki gün sonra, otopsiyi yapan adli tıp uzmanı Dr. Nikolas Hartshorne, Kate’in ailesine kısa bir bilgi notu ile ölüm nedenini bildirdi. Elle boğma ve ırza geçme. Alışılagelmişin aksine, basına yine bilgi verilmedi.
Üç ay sonra polis, cinayetin gerçekleştiği sırada kampusta bulunanlardan, DNA analizi yapmak üzere, yanak içinden örnek almaya başladı. "Demek, mağdurun üzerinde ya da odada faile ait bir biyolojik delil bulunmuş" diye düşündü, Portlandlılar. Daha sonraları, genç kızın sağ bileği ve yastık kılıfı üzerinde faile ait biyolojik delil bulunduğu ortaya çıktı.
Dedektif Jon Rhodes, her iki el bileğinde "tren rayı" benzeri izler görmüş, bunu kelepçe izine benzetmişti. Odada kelepçe bulunamadı. "Parmak izi bulundu mu?" diye soranlara, "Hem evet, hem de hayır" diye cevap verdi polis. "Demek parmak izi var ama, veri tabanında yok. Anlaşılan saldırgan evvelce suç işlememiş" diye konuştu Portlandlılar. Daha sonra, karşılaştırmaya elverişli parmak izi bulunamadığı anlaşıldı.
Aralık ayına gelindiğinde, DNA için örnek verenlerin sayısı 200’ü bulmuştu. Polis, elinde elektronik dış kapı kartı bulunanları tarıyordu. Bu durum, "Demek ki, ya kartla ya da Kate ile birlikte içeri girmiş" şeklinde yorumlandı. Kate’in nasıl ve neden öldürüldüğüne dair hiçbir bilgi edinmek mümkün değildi. Bölük pörçük, oradan buradan sızanlardan, kapalı kapılar ardında değişik senaryolar yazıldı. Kimse konuşamıyordu. Rektör David Tayson, 23 Ağustos’ta, tüm öğrencilere ve çalışanlara bir elektronik posta göndererek, konuşma yasağı getirmiş, her nerede ve kiminle olursa olsun, konuşanı okuldan atmak ve işine son vermekle tehdit etmişti çünkü.
Aralık sonlarına doğru, polisin saldırganın psikolojik profilini belirlemek üzere FBI’dan yardım talep ettiği ortaya çıktı. Bir basın toplantısı düzenlendi ve katilin kadınlardan nefret eden, aşağılayan, üzerilerinde baskı kurmaya çalışan, kısa süreli, başarısız ilişkiler yaşamış, içine kapanık, kız ya da erkek arkadaş sayısı az, olanlarla da özel hayatına ait ayrıntıları kesinlikle paylaşmayan biri olduğu açıklandı. Ayrıca, Kate cinayeti ile ilgili haberleri yakından izleyen ve olanlar hakkında kızı sorumlu tutar biçimde yorumlar yapanlara dikkat edilmesi gerektiği bildirildi. (Açıklanan profil, evvelce rastlanmış birçok seri katili, özellikle de kolej yatakhanelerinde kız öğrencilere saldıran, 1974-78 arasında 30’un üzerinde kıza tecavüz edip, sonra da bunların çoğunu elle boğarak öldüren ve 1989’da idam edilen Theodore "Ted" Bundy’nin davranış biçimini anımsatıyor. Açıklanan bu profilin hiçbir ayrıntısının, Kate’i öldürmekle suçlanan ve pazarlık sonrası, yargılanmadan ömür boyu hapse mahkum edilen Türk’ün özelliklerini tutmadığını da belirtmekte fayda var. Esasen, FBI’ın ünlü profilleme biriminin her zaman katillerle ilgili doğru varsayımlarda bulunamadığı, bunun da suçluyu yakalamada zaman kaybına yol açtığı bilinen bir gerçektir.)
SORGU SIRASI AYDINER’DE
Aradan aylar geçti. Polis, DNA örneği alınacak kişilerin kapsamını genişlettikçe genişletti. Sayıları 400’ü geçtiğinde, sıra Kate’in "arkadaşlarının arkadaşları"na gelmişti. 16 Ocak 2003 günü, dedektif Shirley Parsons, Deniz Aydıner’i telefonla aradı ve bazı sorular yöneltti. Aydıner, öldürülen kızı tanıdığını, ancak ilişkilerinin arkadaşlık seviyesinde olmadığını, ortak arkadaşları bulunduğunu, yurttaki odasının numarasını bilmediğini, mezun olmadan önce karısının aynı yurtta kaldığını, Kate’in ölü bulunmasından bir gün önce, bir kız arkadaşının yurdun başka bir katındaki odasını boşaltmasına yardım ettiğini söyledi. Kate’i en son ne zaman gördüğü sorusunu, "Aynı günün akşamı, evimin sokağındaki Twilight Room Tavernası’nda" diye yanıtladı. 3 Şubat’ta Deniz Aydıner, birçok arkadaşı gibi, DNA örneği vermek üzere polis merkezine gitti.
TUTUKLANMAYA VİZE
Mart başlarında, Deniz bir tanıdığı ile birlikte ailesini görmek üzere Türkiye’ye geldi. Mart sonunda Amerika’ya dönmek istedi. Öğrenci vizesi yenilenmeyince aldığı 6 aylık bir iş vizesi vardı. Onun da süresi dolmuştu. Seattle Havaalanı polisi, ülkeye girmesine izin vermeyince, memlekete döndü.
Bir yandan kendisi, diğer yandan karısı Pam, Ankara ve Atina’daki Amerikan büyükelçiliklerine başvurarak vize talebinde bulundular. Hatta Pam, 2003 Ağustos’unda, Senatör Gordon Smith’den bile yardım etmesini istedi. Deniz, bir türlü Amerika vizesi alamıyordu. Kasım gibi, işler birdenbire yoluna girdi. Eşi, elçiliğe giderse vize verileceğini haber verdi.
Deniz Aydıner, vizeyi aldı. 16 Ocak 2004’te, Lufthansa Havayolları ile Almanya üzerinden Portland’a uçtu. Uçaktan iner inmez, havaalanı polisince sorguya alındı. 5 saat boyunca ifade verdi. Yıllar önce, Kate’in öldürüldüğü odadan delil toplayan dedektif Jon Rhodes ve ekibi, aynı dakikalarda cinayet zanlısı Deniz Aydıner’in evini arıyordu.
Gazeteler, dedektif Rhodes’in, evde bir kelepçe (nerede bulduğu açıklanmadı, aynı evde Deniz ve karısı dışında, kampusta güvenlik görevlisi olarak çalışan iki kişi daha oturuyor), Deniz’le Pamela’nın yatağı altında porno resimler olan bir dergi (Deniz 10 aydır evde oturmuyor), kalorifer tesisatlarına ulaşılan dar bölümde internetten indirilmiş pornografik resimlerin yer aldığı bir dosya bulduğunu yazdı. Evvelce sabıkası bulunmayan Deniz, aynı gün tutuklandı ve Multnomah Tutukevi’ne kondu.
GAZETELER BİLE TUZAK DEDİ
Bir türlü verilmeyen vizeye, nasıl olup da aniden hak kazandığının hikmeti basit. Deniz, Amerika’dan ayrıldıktan aylar sonra, 3 Haziran 2003’te, Clackamas Oregon’daki Polis Adli Bilimler Laboratuvarı uzmanı Terry Coons, Kate’in sağ bileği ve yastık üzerinden elde edilen biyolojik delillerin DNA’sının ona ait olduğunu buldu. Ancak Deniz, Amerika’dan ayrılmış Türkiye’ye gitmişti. Geri dönemiyordu, çünkü vizesini yenileyemiyordu. Kasım’da tutuklama emri çıkartıldı.
Portland polisi, Ankara ve Atina büyükelçilikleri, federal göçmenlik ve gümrük yetkilileri ile yaptığı işbirliği sonunda, Deniz Aydıner’in tutuklanabilmesi için "kamuoyu yararı için af" kapsamında vize verilmesini sağladı. Avukatı Stephen A. Houze, bunun uluslararası hukuka ve iki ülke arasındaki antlaşmalara aykırı olduğunu iddia ettiyse de, yetkililer, "Aydıner, Amerika’ya dönmek istiyordu, biz sadece önündeki engelleri kaldırdık" dediler. Polis laboratuvarı, serbest dolaşan bir şüpheli ile ilgili DNA analizini, günler hatta saatler yerine, 4 ayda sonuçlandırmasaydı, Amerikan gazetelerinin bile "tuzak" diye nitelendirdiği (örneğin, Portland Tribune, 20 Ocak 2004) bu gelişmelerin hiçbiri yaşanmayacaktı.
MAHKEMEDE CAN PAZARLIĞI
Oregon Eyaleti Ceza Yasası’na göre, Deniz Aydıner, tasarlayarak, canavarca hisle, işkence ederek, kendisini savunamayacak durumda bulunan Catherine Mary Helene Johnson’a cinsel saldırıda bulunmak, sapkın ilişkiye zorlamak, öldürmek ve delilleri ortadan kaldırmakla suçlandı. Ayrıca, cinayetten 2 ay kadar önce, aynı binanın 130, 138 ve 330 numaralı öğrenci odalarında gerçekleşen hırsızlıklardan da sorumlu tutuldu.
Pazarlığı kabul etmeyip suçsuz olduğunu iddia ettiği takdirde, 19 suçtan ayrı ayrı yargılanacağı ve yargılama sonunda 12 kişilik jüriye sorulacak üç soruya da "evet" cevabının alınması durumunda, idam cezasının verilmek zorunda olduğu, birine "hayır" denmesi ya da oybirliğinin bulunmaması durumunda idam yetkisinin yargıçta olduğu açıklandı. Buna karşılık, pazarlığı onaylaması durumunda, müebbet hapis ile cezalandırılacağı, 37 yıl sonra denetimli serbestlik tedbirine hükmedilebileceği anlatıldı. Hiçbir zaman Kate’i öldürdüğünü kabul etmemiş olan Deniz Aydıner, bu teklifi kabul etti. Duruşma salonunda, hemen arkasında oturan Kate’in annesi, 15 dakika kadar süren konuşmasını "Bu rıza yetmez, günün birinde onu öldürdüğünü itiraf etmen için dua ediyorum" diye tamamlarken, Deniz’in yüzünde en ufak bir kımıldama olmadı.
Avukatla görüştüm
Portland polisi ve savcılığınca yürütülen soruşturmanın alışılmadık gizliliği öylesine garipsendi ki, The Oregonian Gazetesi, 2004 Şubatı’nda yargıç Julie Frantz’a resmen başvurarak, bilgi edinme hakkının ihlalini dile getirdi. (Ayrıca, son pazarlık yüzünden, kamuoyunun adli dosya ile ilgili hiçbir bilgi edinmesi mümkün değil.) Bu gizliliği yadırgadığımdan, Deniz’in mahkumiyetinden hemen sonra, Amerikan yargı sistemi, olay yerinden delil toplamadan başlayarak, her türlü bilirkişi raporunu ve özellikle DNA analizlerindeki kaliteyi sorgulayabilme imkanı verdiğinden, avukat Houze’yi aradım. Houze bu aşamada, Deniz Aydıner’in Türkiye’de tutuklanıp, yargılanması yerine, bir şekilde Amerika’ya gelmesinin sağlanmasının çok daha önemli olduğunu ve bir üst mahkemeye bu çerçevede itiraz etmeyi düşündüğünü söyledi.
Yazının Devamını Oku 13 Şubat 2006
Saniyede dört kişinin doğduğu, iki kişinin öldüğü dünyamızda, insanın kendi doğumuyla ilgili bir düzenleme yapabilmesi mümkün değil. Buna karşılık, ölüm sonrasında olacaklar her ne kadar inanç, kültür, ekonomik durum ve yasalara bağlı olsa da, bir yanda sıradan bir tabutla gömülmekten sıkılanlar ve bundan yararlanarak para kazananlar, diğer yanda gömülecek mezar bulamayanlar var. Pazar günü okunacak bir yazı değil, biliyorum. Ama unutmayın, yaşam rastlantı, ölüm kesindir ve Moliere’in dediği gibi, insan sadece bir kere ölür.
27 Kasım 2005 Pazar günü, Philadelphia Eagles ile Green Bay Packers’in Amerikan futbol maçına dakikalar kala, adamın biri sahaya daldı, elinde naylon poşet, ardında beyaz bir toz bulutu bırakarak koşmaya başladı. 50 metre kadar sonra diz çöktü, haç çıkarttı ve yüzükoyun yere uzandı. Birkaç güvenlik personeli yanıbaşında bitiverdi ve apar topar dışarı çıkartıldı. Maç, Eagles’in 19-14 üstünlüğüyle sonlandı. Ama, etrafa saçılan beyaz tozu tartışmaktan, binlerce Amerikalının pazarı da zehir oldu.
"Zehir" demem aslında lafın gelişi. Meğerse, Arizonalı, bar sahibi Christopher Noteboom, koyu bir Eagles taraftarı olan annesinin son isteğini yerine getirmiş, sevgili takımı maça çıkmadan hemen önce, küllerini sahaya savurmuş. Gerçi Noteboom, "hakkı olmayan yere tecavüz"den 27 Aralık’ta para cezasına çarptırıldı ama olsun, annesi, Eagles’in ve Lincoln stadının sonsuza kadar parçası kalacaktı.
"Pazara kadar değil, mezara kadar" demekle yetinmeyip, öldükten sonra küllerini takımlarının stadına serptirmenin meraklısı çok. Bunların başında İngilizler geliyor. En büyük sorun da, yeni bir stat inşa edildiğinde yaşanıyor. Eski stattaki küller, kimi zaman bir alışveriş merkezinin altında kalıveriyor.
EKOLOJİK DEFİN
6 AYDA GÜBRE OLUNUYOR
Bazı ülkelerde, gömülmek ya da yakılmak dışında başka seçenekler de var. Örneğin İsveç firması Promessa Organic AB, mezar yeri sıkıntısının ve çevre kirliliğinin her geçen gün arttığı dünyamızda, kalıntıları ortadan kaldırmada işe yarayacak yeni bir yöntem geliştirmiş. Ceset önce donduruluyor, daha sonra sıvı azota daldırılarak, kırılgan hale getiriliyor. Ses dalgalarıyla organik bir toza dönüştürülen gövde, vakum altında kurutuluyor. "Hijyenik ve kokusuz" olduğu iddia edilen son ürün, mısır nişastasından yapılmış bir kaba aktarılıyor ve fazla derin olmayacak şekilde toprağa gömülüyor. En geç 6 ayda, iyi bir gübreye dönüşüyorsunuz. Firma, en sevdiğiniz ağacı üzerinize dikmeyi, böylelikle sizi hızla ekolojik döngüye katmayı öneriyor.
PLASTİNASYON
İSTENİLEN POZDA KALINIYOR
Plastinasyon, vücudun tüm sıvısının boşaltıldığı ve bunun yerine sıvı polimer enjekte edildiği bir yöntem. Özel gazlar püskürtülüp, ısıtıldıktan sonra "sabit" hale geliyor, "temiz, kokusuz ve kalıcı" oluyorsunuz. Beden şeffaflaştığından ve istenen "poz" verdirilebildiğinden, eğitime çok elverişli. Bu nedenle, 40 ülkede 400 kadar üniversite, formaldehidle korunan kadavralar yerine, plastinasyon uygulanmış cesetleri tercih ediyor.
Heidelbergli anatomi uzmanı Gunther von Hagens, plastinasyonu ilk bulan kişi ve patenti ona ait. Koruma altına aldığı cesetlerini ilk kez 1995’te Japonya’da sergilemiş. Daha sonra, 12 ülkenin 25 kentinde, 17 milyon kişi onları izlemiş. Halen cesetlerinin bir bölümünü Toronto’da, bir bölümünü Philadelphia’da "Beden Dünyaları" adıyla sergiliyor. Eğer öldükten sonra bedeninizin bu şekilde sergilenmesini isterseniz, Von Hagens’e başvurabilir, üstelik hangi pozu almak istediğinizi de bildirebilirsiniz.
DOĞAYA TERK ETME
AKBABALARA YEM OLMAK
Hindistan’ın Parsi Zerdüştleri ve Tibet Budistleri, bedenlerini akbabalara yem etmeyi seçiyorlar. Çevre temizliği konusunda olağanüstü titiz olan Zerdüştler, ölü bir bedenin toprağın ve ateşin saflığını kirleteceğine inandıklarından cenazelerini, tepelik bir yere inşa ettikleri "Sessizlik Kuleleri"nin üzerine bırakıyorlar. Son yıllarda akbabaların sayısı bir hayli azaldığından, Parsiler, cenaze törenlerini geleneklerine uygun biçimde sürdürememekten şikayetçiler.
Batı ülkelerinde ölen Parsiler, kuşlara yem olamıyor. Yakınları, sevdiklerini yakmak ve küllerini nehre, göle, havaya savurmak ya da küçük bir kapta muhafaza etmekle yetinmek zorundalar. (Bir Parsi olan Queens rock grubunun ünlü solisti Freddy Mercury -gerçek adı Farrokh Bulsara- Londra’nın Kensal Green Mezarlığı’nın krematoryumunda yakıldı. Küllerin Cenevre Gölü’ne serpildiği söylenirse de kesin değildir.)
Tibetli Budistlerin yöntemi biraz farklı. Onlar, ölülerini parçalıyor, daha sonra kuşlara, hatta kimi zaman vahşi köpeklere terk ediyorlar. Parası olanlar, cenazelerini bu törenlerin yapıldığı üç tapınaktan birine götürebiliyor. Olmayanlar ise, yakın bir yerdeki kayalıkları bu amaçla kullanıyor.
Halbuki bundan 3 bin yıl önce Çin’in güneyinde yaşayanlar, sevdiklerinin kurda kuşa yem olmasından çok korkmuş ve cesetleri tek parça ağaçtan oydukları tabutlara yerleştirip, dik yamaçlara asmışlar. Bu tabutlardan 300 kadarı, Wuyi Dağlarında hálá asılı duruyor.
KÜLE DÖNÜŞME
HATIRA MERCAN KAYALIĞI
Eternal Reefs firması ise, balıklarla birlikte uyuyabilmeniz için, küllerinizi yapay bir mercan kayalığının parçası haline getirebiliyor. Şirketin, 11 Eylül saldırısında ölenlerin günümüz DNA teknolojisi ile kimliklendirilemeyen 9726 parça kemiğini küle dönüştürme ve New York açıklarında bir mercan kayalığı yapma fikri kabul görmedi. (Kalıntılar, New York Adli Tabipliği’nde tutuluyor. Küçük, yanmış kemik parçacıklarından DNA eldesinde kullanılabilecek yeni bir teknik geliştirildiğinde, yeniden çalışılacak ve daha önce 1585 kişiye ait 19916 parçada yapıldığı gibi, ailelere teslim edilecekler.)
UZAYIN DERİNLİKLERİNE DOĞRU
Space Services, Houston’da bir şirket. Uzaya, uyduyla kül fırlatıyor. Bir gram kül olarak, sadece dünyanın yörüngesine kadar gitmek isterseniz maliyeti 1000 YTL. Ay’a ya da daha derinliklere ulaşmak için 10 katını gözden çıkartmanız gerek. Hava koşulları elverdiyse, dün California’daki Vandenberg Hava Üssü’nden fırlatılan Falcon 1 roketinin 180 kadar "yolcusu" arasında, Uzay Yolu dizisinin "ışınlama"dan sorumlu mühendisi "Scotty", James Doohan da vardı.
Şubat 2005’te canına kıyan, Amerikalı yazar Hunter S Thompson’un son arzusu, tam güneş batarken gökyüzüne saçılmaktı. Geçtiğimiz yaz, Aspen, Colorado’daki çiftliğinde bu isteği yerine geldi. Tüm masraflarını arkadaşı aktör Johnny Depp’in üstlendiği cenaze töreninde, külleri, havai fişekler içerisinde havaya karıştı.
PIRLANTA BİR YÜZÜK OLMAK
Küllerinizdeki karbonu, 24 hafta kadar süren bir işlemle "sertifikalı, yüksek kaliteli" bir pırlantaya dönüştürenler de var. Müşteri sayısı bine ulaşan LifeGem, taşın büyüklüğüne göre, 3-25 bin YTL alıyor. Özel kesim ve montür isterseniz, biraz daha fazla para ödemeniz gerekecek. Böylece, sevdiğinizin boynunda bir kolye, parmağında bir yüzük olarak hatırlanmaya devam edersiniz. Küllerinizin tamamından, her biri 1 kıratlık (0.2 gram) 50 pırlanta yapılabiliyor. Eldeki hiçbir yöntem, pırlantanın sizin küllerinizden olduğunu kanıtlayamadığından, LifeGem şirketinin söylediklerini bugüne değin sınayan olmadı.
GÖMÜLME
KİM CANLI GÖMÜLMEK İSTER
"Bana otopsi yaptırmaya söz verin. Canlı gömülmek istemiyorum." Bunlar, besteci Frederic Chopin’in son sözleri. 18 ve 19. yüzyılda, Chopin gibi, canlı gömülmekten korkan çoktu. Güvenli tabutların ortak noktası, "ölü"nün dış dünya ile iletişimini sağlayabilmekti. Kiminin içindeki ip, kilisenin çanına, kimininki bir işaret fişeğine bağlıydı. Diğer ucu da müteveffanın bacağına ya da koluna. (Zaman zaman, ölü dirilmediği halde, çanın neden çaldığını, sizi daha fazla rahatsız etmemek için yazmıyorum).
Bazı tabutlara kürek, merdiven, yeterince yiyecek ve içecek kondu ve elbette toprağın üzerine ulaşan havalandırma borusu. Güvenli tabutlar günümüzde de var. İtalyan Fabrizio Caselli’nin geliştirdiği modelde bir alarm sistemi, çift yönlü mikrofon, el feneri, oksijen tankı, kalp vurum detektörü, bir de kalp stimülatörü bulunuyor.
Canlı gömülmekten korkmayan ve tıpkı bundan 1000 yıl önce, güneşe tapan Meksikalı Toltek savaşçılarının erkekliğe adım atma törenlerinde yaşadıklarına benzer heyecanları tatmak isteyenler de var. Amerika, İngiltere ve Avustralya’da, meraklısına "şaman" öğretmenler rehberliğinde kendi mezarı kazdırılıp, içinde 8-10 saat geçirmesi sağlanıyor.
YER KALMADI, ÖLMEYİN
Vic Fearn, sıradışı tabutlar imal eden bir şirket. Uçak, uçurtma, kızak, gitar, tirbuşon, bale ayakkabısı ve daha nice akla hayale gelmeyecek biçimde tabutlarla, insanları son yolculuklarında mutlu etmeye çalışıyor.
Geniş topraklı ülkelerdeki tabut imalatçıları, boyu "XX-large", içi kadife kaplı, dışı çelik, bronz, bakır, fiberglas ya da beton tabutları "Sevdiklerinizi rahat ettirin, onları toprak, su ve havanın zararlı etkilerinden koruyun" diye pazarlayadursun, Güney Afrika’da, bırakın rahat etmeyi, artık enine yatmak bile mümkün değil. AIDS’e bağlı ölümler arttığından, tabutlar dikine yerleştiriliyor. Japonya’da ise, neredeyse mezar yeri kalmadığından, cenazelerin yakılması tavsiye ediliyor.
Fransa’nın Akdeniz kıyısındaki 5449 kişi nüfuslu Le Lavandou’nun belediye reisi Gil Bernardi ise daha ileri giderek, eski mezarlıkta yer kalmadığını, yeni mezarlık inşaatının mahkeme kararı ile durdurulduğunu, bu mesele halledilinceye kadar kimsenin ölmemesini emretti! Haberlere göre, belediye reisinin emrine, evsiz bir gariban dışında herkes uymuş.
KREMASYON NEDİR?
Müslüman ve Yahudilere yasak olan kremasyon (yaklaşık 1000-1200 derece sıcaklıkta cesedin en az 70 dakika yakılması), Hıristiyanlar’ın büyük bir bölümü için mümkün, Hindu ve Budistler için, bazı istisnalar dışında, zorunlu bir sondur. Ingrid Bergman, Steve Mc Queen, Rock Hudson, Kurt Cobain, Walt Disney, Alfred Hitchcock, Albert Einstein (beyni çıkartıldıktan sonra), Prenses Margaret küle dönüşmeyi seçen ünlülerden sadece birkaçı. İnsan bedenindeki olağanüstü değerli moleküllerin doğal döngüye katılmasını ve yeni canlara yapıtaşı olmasını engelleyen bu işlemi daha "çevre
dostu" bulanlar, ciddi bir yanılgı içindeler. Krematoryumların bacalarından gökyüzüne karışan sadece su buharı ve karbondioksit gazı olmayıp, aralarında azot oksit,
kükürt dioksit, cıva (sadece İsveç’te, 1 yılda yakılanların diş dolgularından gökyüzüne yükselen cıva, iki tona
yakın), hidrojen fluorür, hidrojen klorür, furan ve dioksin gibi, çevreyi kirleten pek çok bileşik yer alır. Geride kalan 2-3 kg külde (yaşa, cinsiyete, ağırlığa göre değişir) başlıca kalsiyum, çinko, demir, fosfor, potasyum, silis bulunur.
KÜL MÜ KUM MU
Zaman zaman, krematoryumlarda teslim edilen küllerde sahtekarlık yapanlar da olur. Georgia’daki Tri-State krematoryum skandalı bunlardan biri. 2002’de, bazıları bahçeye gömülmüş, bazıları yakındaki ormana atılmış 344 ceset bulundu. Bunlardan teşhis edilebilen 200’ünün ailelerine haber verildi. "Kül" niyetine teslim aldıkları örneklerde yapılan emisyon spektroskopi analizinde fosfor bulunamadı. Böylelikle kemik olmadıkları ortaya çıktı. Ailelelere kemik külü yerine, talaş, alçı tozu ya da kum veren şirketin sahibi Ray Brent Marsh, ömür boyu hapse mahkum edildi. Kemik külü olduğunu anlamak kolay da, kimin külleri olduğuna gelince, iş farklı. Çünkü modern krematoryumlarda, beden sadece yakılmakla kalmıyor, işlem sonunda kalan küçük kemik ve diş kalıntıları öğütülerek, ince bir toz haline getiriliyor. Bu tozda DNA analizi henüz başarılamıyor. Öğütme öncesi kalıntılarda ise, tıpkı yanmış cesetlerdeki gibi DNA analizi ile kimliğin ve babalığın saptanması mümkün. Öte yandan, kremasyon iznini uzman bir hekim vermediğinde, sonradan ortaya çıkan bir cinayet ya da intihar iddiasının (ağır metal zehirlenmesi gibi bazı istisnalar dışında) araştırılması hayal bile edilemez.
Yazının Devamını Oku 5 Şubat 2006
7 Eylül 1978 sabahı hava biraz kapalı, biraz yağmurluydu. Ünlü yazar Georgi İvanov Markov, yeşil Citroen’ini, Londra’nın Waterloo Köprüsü’nün güney ayağındaki park yerine bıraktı. Merdivenleri çıktı, durağa yürüdü ve kendisini karşı kıyıdaki, Bulgarca haber spikeri olarak çalıştığı BBC binasına götürecek, kırmızı, iki katlı otobüsü beklemeye başladı. Birden, sağ baldırında garip bir sızı hissetti. Etrafa bakındı. İri yarı, 40 yaşlarında, siyah pardösülü birinin, yerden şemsiyesini kaldırmakta olduğunu gördü. Adam, homurtulu bir sesle anlaşılmaz bir şeyler söyledi ve geçmekte olan bir taksiye binerek trafiğin içinde kayboldu. "Yabancı olsa gerek" diye düşündü Markov ve 4 gün sonra öldü.
SADECE TANRI BİLİR
Georgi Markov’un pantolonundaki küçük bir madeni para büyüklüğündeki kan lekesiyle, baldırındaki toplu iğne başı kadar deliği ilk gören, kendi gibi radyo spikeri, Teo Lirkoff oldu. Önemsemeyerek, işlerinin başına döndüler. 5-6 saat sonra Markov biraz halsizleşti. "Eve gitsem iyi olacak, erken yatarsam sabaha bir şeyim kalmaz" diye düşündü. Ama hiç de öyle olmadı. Gece boyunca ateşi yükselmeye, karnı ağrımaya, göğsü sıkışmaya, midesi fena halde bulanmaya başladı.
Sahneye koyduğu, Todor Jivkov’un Bulgaristan’da uyguladığı komünist rejimi eleştiren tiyatro oyunu yüzünden, 1969’da Bulgaristan’ı terk etmek zorunda kalıp, bir süre Avrupa’nın değişik ülkelerinde dolaştıktan sonra Londra’ya yerleştiğinde tanışıp evlendiği Annabel, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte bir ambulans çağırdı ve onu St. James Hastanesi’ne götürdü.
Acil nöbetini henüz devretmemiş olan Dr. Bernard Riley, kalp atışlarını normalin üzerinde, tansiyonunu normal, lenf bezlerini şiş buldu. Hastanın baldırındaki el ayası büyüklüğündeki kızarıklığa, onun ortasındaki 2 milimetre çapındaki deliğe baktı. Deliğin olduğu yer biraz sertti. Kızarık bölgenin röntgenini çektirdi. Bir şey göremedi. Raporuna (G.O.K.) diye not düştü, yani God Only Knows (sadece Tanrı bilir).
Hastaneye yatan Markov’un durumu giderek kötüleşti. 48 saat sonra tansiyonu düşmeye, nabzı dakikada 160 kez atmaya başlayınca yoğun bakıma kaldırıldı. Ertesi gün idrarı tutuldu. Lökositleri, bir milimetreküp kanda 33 bine çıktı (alyuvarların normal değeri 4-10 bindir) ve kan kusmaya başladı. Tıraş olurken kazaen kestiği yanağının mikrop kaptığı, bunun da septisemiye (virüs ya da bakterilerin yol açtığı kan zehirlenmesi) yol açtığında karar kıldılar.
MUHALİF AVINDAKİ AJANLAR
Georgi İvanov Markov, hastanede yattığı günler boyunca, DS’nin (Durzhavna Sigurnost, Bulgar gizli servisi) kendisini öldürmeye çalıştığını sayıkladı, durdu. Aslında haklıydı.
BBC World Service, Radio Free Europe ve Deutsche Welle radyolarındaki spikerliği sırasında, Bulgaristan’da olanları defalarca çok ağır biçimde eleştirmiş, hatta iki kez saldırıya uğramış, kıl payı kurtulmuştu. DS’nin, KGB (Komitet Gosudarstvennoy Bezopasnosti, Sovyet gizli servisi) desteğinde muhalifleri ortadan kaldırmaya çalıştığı herkesçe biliniyordu. Ara ara şuurunu kaybettiğinden, her siyasi mültecinin görebileceği türden hayaller sanıldı ve söyledikleri hiç önemsenmedi.
11 Eylül Pazartesi sabahı, istem dışı hareketler yapmaya başladı, kollarına takılı serumları çekip çıkartmaya çalıştı. Kalbi durdu. Bütün çabalara rağmen, 10.40’ta öldü.
Markov, sürgünde ünlü bir yazar değil, sıradan biri olaydı, öyküsü burada biter, ölümü kusursuz cinayetlerin arasında yerini alırdı. Ancak öyle olmadı, otopsi yapıldı.
BACAKTAKİ METAL BİLYE
St. George Tıp Fakültesi morgunda, patolog Dr. Rufus Crompton’un, lenf bezlerinde, mide ve bağırsakta, karaciğer, böbrek ve dalakta gördüğü değişiklikler, hastanede konan septisemi tanısını destekledi. Ancak bu duruma yol açan nedeni, o da saptayamadı. Markov’un sağ baldırındaki yarayı, etrafını keserek çıkarttı. Karşılaştırma yapılabilsin diye, sol baldırının aynı yerinden, aynı büyüklükte bir parça kesti. Dokuların her ikisini ayrı ayrı kaplara koydu, mühürledi ve incelenmek üzere polisin kriminal laboratuvarına gönderdi.
Laboratuvar müdürü, ölenin kimliği nedeniyle Scotland Yard’ın terörle mücadele dairesi başkanı James Nevill’i arayarak bilgi verdi. Nevill, hastane dosyası ve eldeki dokuların süratle, Wilshire, Porton Down’daki Savunma Bakanlığı, Savunma Bilimleri ve Teknolojileri Laboratuvarı’na teslimini emretti.
Doku parçalarının incelenmesi ile görevlendirilen Dr. David Gall ve Dr. Dennis Swanson’un uzmanlık alanı, biyolojik ve kimyasal silahlardı. Dr. Gall, parçaya mikroskopla baktığında, deliğin ortasından, iğne ucu gibi bir cismin dışarıya çıktığını gördü.
"Anlaşılan, Dr. Rufus Crompton parçayı kestikten sonra, bana yardımcı olmak için, deliği işaretlemiş" diye düşündü. Elindeki ufak, düz kenarlı bıçağın ucuyla, çıkıntıya hafifçe dokundu. Georgi İvanov Markov’u septisemiden öldüren cinayet silahı, tezgahın üzerine yuvarlanıverdi.
DOMUZ DENEYİ İLE BULDULAR
Gall ve Swanson, yaradan çıkan, çapı 2 milimetreyi bulmayan metal bilyenin içerisine nasıl bir zehir konmuş olabileceğini günlerce tartıştılar. Tıp Bilimleri Bölümü Başkanı Dr. Frank Beswick’in aklına, yıllar önce rastladığı bir hasta geldi. Keneotu tohumlarını yemiş, Markov’taki gibi, bir virüs ya da bakterinin yol açtığı kan zehirlenmesi sanılacak bulguları göstermiş ve birkaç gün içinde ölmüştü. Bu tohumlarda risin olduğunu biliyorlardı. Risinle zehirlenen insanın otopsi bulguları hakkında ise, hiçbir bilgileri yoktu. Hayvan deneyi yapmaya karar verdiler.
Bir domuza risin enjekte ettiler. 6 saat sonra Markov’a benzer semptomlar gösterdi. Günün sonunda öldü. Otopsisini yaptılar, Markov’unkine benzer organ değişiklikleri gözlediler. Bilyedeki zehirin risin olduğuna daha fazla inandılar. Sıra, bilyenin vücuda nasıl girdiğini anlamaya gelmişti. Bilyeyi, geldiği yere, polis kriminal laboratuvarına gönderdiler.
SUÇ MÜZESİNDE SERGİLENİYOR
Bilye, elektron mikroskobuyla incelendi. Çapı 1.52 milimetreydi, yani 10-15 saç teli kadar. İçinden birbirini dik kesen iki kanal geçiyordu. Bu kanalların içine, bir tuz tanesinden daha fazla madde konamazdı. Kimya dairesi, bilyenin içinde risin bulamadı. Büyük bölümü, Bulgar yazarın kanına karışmıştı çünkü. Karışmamış olsaydı bile, 70’li yılların teknolojisiyle bu kadar az miktarda risinin bulunması mümkün değildi. Markov’un 5 litre kanına karışmış risinin bulunabilmesi ise, hayal bile edilemezdi.
Bilyenin, yüzde 90’ı platin, yüzde 10’u iridyumdu. Daha sonraki yıllarda, vücudun bu orandaki platin-iridyum alaşımını yabancı cisim olarak algılamadığı ve Markov cinayetinde bu nedenle tercih edildiği anlaşıldı. Bilye halen, dünyanın en eski suç müzesine sahip olan Scotland Yard’da sergileniyor.
Cinayet silahı şemsiyeler
Vladimir Kostov, Paris’te yaşayan başka bir komünizm karşıtı yazardı. Markov’un Londra’da öldüğünü öğrenir öğrenmez Scotland Yard’a başvurdu. 3-4 hafta önce bir metro istasyonundan çıkarken aniden sırtına bir ağrı saplanmış, arkasına dönüp baktığında elinde ufak bir çantayla uzaklaşan birini görmüştü. Sırtındaki kızarıklık ve iğne ucu kadar deliği gören doktor, "arı sokması" demişti. Kostov, ertesi sabah ateşlenmekle birlikte, şikayetleri 3-4 gün sonra kaybolmuştu.
İngilizler, Kostov’un sırtından tıpatıp aynı özellikte bir bilye çıkarttılar. Şans yüzlerine güldü. Bu kez bilyenin içindeki risini bulabildiler. Aslında şans Kostov’a gülmüştü. Bilye, yağlı bir bölgeye saplanmış, yağ delikleri tıkamış, risin bilyeden çıkamamıştı.
Polis tutanaklarına geçen küçük bir ayrıntı sayesinde, zehirli bilyelerin, sıkıştırılmış bir gazın itici gücünden yararlanarak fırlatıldığı sonucuna varıldı. Kostov, sırtındaki ağrıyı hissettiği anda, gaz kaçağını andırır bir ses duymuştu.
Köprülerin altından çok sular aktı. Soğuk Savaş bitti. 1989’da Jivkov hükümeti çöktü. Haziran 1990’da yapılan genel seçimlerle, Bulgaristan demokratikleşme sürecine girdi. İçişleri Bakanlığı’nın kitli odalarının birinde çok sayıda şemsiye bulundu. Şemsiyelerin içinde de, bilye fırlatmaya yarayan düzenek.
DELİLLERİ YOK ETTİLER
90’ların başında, Jivkov döneminin tüm gizli arşivleri açıldı. Waterloo Köprüsü’ndeki şemsiyeli katilin ve ona emir verenin kim olduğu araştırıldı. Hiçbir delil bulunamadı.
İstihbarat teşkilatının önceki başkanı Vladimir Todorov’un, konu ile ilgili 10 cilt tutan, 4 bin sayfaya yakın bilgi ve belgeyi imha ettiği anlaşıldı. 16 ay hapse mahkum edildi. Cinayet emrini verdiği ve daha sonra olayları örtbas ettiği iddia edilen, zamanın İçişleri Bakanı Müsteşarı General Stoyan Savov, yargı önüne çıkacağı günün hemen öncesinde intihar etti. Olayla ilgili olduğu sanılan bir gizli servis çalışanı, otomobil kazasında öldü.
Ellerinde kesin delil olmamakla birlikte 1993 Şubat’ında Bulgar yetkililer, İngiliz polisine, İtalyan kökenli Danimarka vatandaşı Francesco Guilino’nun Markov’un katili olabileceğini bildirdiler. Guilino, Kopenhag’da tutuklandı. Danimarkalı, İngiliz ve Bulgar polisler tarafından sorgulandı. 1970’te Bulgar sınırında uyuşturucu kaçakçılığından yakalandığı ve hemen ardından gizli servis için "Piccadilly" kod adıyla çalışmaya başladığı ortaya çıktı. Cinayetle bağlantısı kurulamadı, serbest bırakıldı. Guilino evini sattı, Danimarka’yı terk etti, izi kaybedildi.
İZ PEŞİNDE GAZETECİ
Markov cinayetinden tam 27 yıl sonra, 2005 ortalarında, Bulgaristan’ın günlük gazetesi Drevnik’te, Hristo Hristov imzalı, gizli servise ait belgelerin fotoğraflarının da yer aldığı bir haber yayınlandı. Hristov, üst düzey bürokratlarça gerçekliği onaylanan bu belgelere dayanarak, "Waterloo Köprüsü’ndeki şemsiyeli adam, kesinlikle Francesco Guilino" diyor. Francesco’nun yaşayıp yaşamadığını, yaşıyorsa nerede olduğunu bilen yok. Zaten üç yıl daha ortaya çıkmazsa, yakalansa bile zamanaşımı nedeniyle herhalde tutuklanamayacak.
RİSİNİN KISA ÖYKÜSÜ
Keneotu (Ricinus communis) bitkisinin, açık kahve üzerine koyu kahve lekeli tohumları, keneye benzer. Bu tohumlardan hintyağı elde edilir. Hintyağı da, sabundan hidrolik yağına, boyadan mürekkebe, müshilden parfüme kadar pek çok yerde kullanılır.
Zanzibariensis, carmencita, impala, sanguineus ve gibsonii gibi güzel adlı türleri olan bu bitkinin tohumlarında, hiç de güzel olmayan, kobra yılanı zehirinden iki kat, siyanürden 6 bin kat daha öldürücü, bir de protein yapılı toksin bulunur: Risin.
Tohumları çiğnemeden yutana bir şey olmaz da, 8-10 tanesini iyi çiğneyip yutmak, ölmeye yeter (köpeğin 11, horozun 80 tohum yemesi gerek!). Kanına bir tuz tanesi kadar saf risin enjekte edilen kişinin, 8-10 saat içinde ateşi çıkar, midesi bulanır, 4 güne kalmaz Bulgar yazar gibi kaybedilir.
Havadaki risini soluyanın sonu da, bundan farksızdır. Çünkü risin, hücrelerin protein sentezini durdurur. Protein sentezi duran hücre ölür. Hücre ölünce, insan da.
I. Dünya Savaşı’nda risini silah olarak kullanmayı planlayanlar (şarapnellerin etrafına sürmek ya da havaya püskürtmek gibi) oldu. Bundan esinlenen Agatha Christie, 1929’da yazdığı bir kısa hikayede, risinle işlenen bir cinayeti, İngiliz dedektif çift Tommy ve Tuppence’e çözdürdü.
II. Dünya Savaşı’nda risin bombası kullanılmak istendi. Ünlü yazar Aleksandr Soljenitsin’in ateşini yükseltmek ve kusturmaktan öteye gidemeyen zehir, büyük bir olasılıkla pek saf olmayan risindi.
Unutuldu sanılan risin, son yıllarda yeniden gündeme geldi. Sırasıyla Afganistan, Amerika, Fransa ve İngiltere’de bazı mekanlarda bulunan ve ortalığı ayağa kaldıran beyaz tozların kimi gerçekten risindi, kimi değil.
70’lerde kanda risin varlığını saptayacak yöntemler yoktu, ama artık var (Enzim immunoassay tekniği ile risin antikorları saptanıyor). Panzehiri ise, hálá yok. Buna karşılık 2005 ortalarından bu yana, piyasada aşısı bulunuyor. Ayrıca havada, suda, eşyaların üzerinde risin arayan biyosensörler de yapıldı. Böylece, şarbon ya da botulizm toksini kadar revaçta olmasa da, risinle adam öldürmeye kalkışacaklara karşı önlem almaya çalışılıyor.
Yazının Devamını Oku 29 Ocak 2006
İnsan, hayvan ve bitkilere, biyolojik silahlarla yapılan saldırılar henüz zamanında fark edilemiyor, fark edilse bile failin kim olduğunu bulmaya yönelik olay yeri incelemesinin nasıl yapılacağı, delillerinin nasıl toplanıp, nasıl analizleneceği tam bilinemiyor. Ulusal güvenlik açısından açık ve yakın bir tehlike olarak kabul edilmesi gereken biyoterörle mücadele, salgınlardaki hastalık etkeninin teşhisi dışında, bu etkenin biyolojik bir silah olabileceğini varsayarak, hastalığın görüldüğü mihrakların her birini, adli anlamda birer "olay yeri" olarak kabul edip, "delil teslim zincirine" uygun biçimde delil toplamak ve etkenin DNA profilini elde etmekle mümkündür. Ülkemizde de süratle, Milli Güvenlik Kurulu’nca belirlenen biyolojik terörle mücadeleye yönelik ulusal stratejiler doğrultusunda bir biyogüvenlik merkezinin ve buna bağlı bir "biyo-forensik" laboratuvarının kurulması şarttır.
OLAY 1
Sarin gazından önce
15 kez denedi ama kimseyi öldüremedi
Binlerce müridi arasında astrofizik ve genetik mühendislerinin de bulunduğu, Aum Shinrikyo Tarikatı, Tokyo Narita Uluslararası Havaalanı, Yokosuka Deniz Üssü ve İmparatorluk Sarayı da dahil olmak üzere, Japonya’nın değişik yerlerine, 8 kez "Bacillus anthracis", 7 kez "Clostridium botulinum" püskürttü. Ne şarbona bağlı yüksek ateş ve ölüm görüldü, ne de botulizme bağlı felç ve ölüme rastlandı. Bu nedenle, biyoterör saldırıları fark edilmedi. Tarikatın gurusu Shoko Asahara, 15 kez deneyip, kimseyi öldüremediğine çok sinirlendi ve Mart 1995’te Tokyo metrosuna, bir kimyasal silah olan sarin gazı (Halepçe katliamında 5 bin kişinin ölümüne neden olan gaz) ile saldırı emri verdi. 12 kişi öldü, 5 binden fazla kişi yaralandı. Halbuki, Tokyo polisi bu olaydan 2 yıl önce, tarikatın biyolojik silah ürettiğini kanıtlayacak delili toplamıştı. Ancak onun delil olduğunun farkında değildi.
PİS KOKAN NE ANLAYAMADILAR
Havanın hafif yağmurlu, gökyüzünün bulutlu, rüzgarın saniyede 4 metre estiği, sıcaklığın 17 derece olduğu 1 Temmuz 1993 sabahı, Tokyo’nun doğusundaki Kameido Koto-ward Mahallesi’nde oturan 118 kişi, tarikatın merkezi olan 8 katlı binanın tepesinden çıkan dumandan ve çevreye yayılan pis kokudan şikayetçi oldular. Savcılık, arama izni vermedi. Polis binaya giremedi, sadece çevresini incelemekle yetinmek zorunda kaldı. Mahalleli, binanın cephesinde jelatin benzeri, yağlı, gri-siyah sıvıyı fark etti. Polis, sıvıdan yarım çay bardağı kadar toplayıp, gitti. Kriminal laboratuvar ne olduğunu saptayamadı. "İleriki bir tarihte yeniden incelenebilir" düşüncesiyle, buzdolabına koydu. Halbuki sıvı, tarikatın kimyacı ve mikrobiyologları tarafından bodrum katında kazanlarda hazırlanmış, çatı katına pompalanmış, oradan da 24 saat boyunca çevreye püskürtülmüştü ve "Bacillus anthracis" içeriyordu. Amaç, şarbon hastalığı yaymaktı. 7 bin kişinin oturduğu bölgede hiç kimse bu hastalıktan ölmedi. Pis koku da, unutulup gitti.
BUZDOLABINDA 7 YIL DURAN DELİL
Sarin saldırısını engelleyebilecek en önemli delil, buzdolabındaki yağlı sıvı, ele geçtikten ancak 7 yıl sonra, Kuzey Arizona Üniversitesi’nden biyokimya profesörü Dr. Paul Keim’ın laboratuvarına gönderilerek, inceletildi. "Bacillus anthracis" içerdiği kanıtlandı. Mahallelinin neden ölmediği de aydınlandı. Püskürtme iyi yapılmamıştı, hava koşulları uygun değildi, sıvı yeterli sayıda basil içermiyordu. Ama başarısızlığın temel nedeni, DNA analizi ile anlaşıldı. Tarikatın mikrobiyologları, hayvanları şarbondan koruyan "Sterne" tipi aşıyı çoğaltmışlardı. Bu tip, insanları hasta etmez. Aum Shinrikyo mikrobiyologları bunu bilmeyecek kadar cahil miydiler, yoksa bu, imalat koşullarını, sıvının bodrumdan çatıya çıkartılmasını ve havaya püskürtme tekniğini sınadıkları bir ön çalışma mıydı? Bu soruların cevabı bilinmiyor. Masum insanları neden öldürmek istedikleri de, anlaşılamadı. Kimse ölmemiş olsa da, şarbon hastalığı yaymak üzere planlanmış ilk biyoterör olayı, budur.
1995’te, Aum Shinrikyo tarikatı üyeleri, Tokyo metrosu eylemini gerçekleştirmekten yargı önüne çıktılar. Shoko Asahara, 27 Şubat 2004’te ölüm cezasına çarptırıldı. Avukatı, akıl hastası olduğunda ısrar etti. Üst mahkeme, 20 Ağustos 2005’te psikiyatrik açıdan yeniden muayenesine karar verdi. 12 Ocak 2006’da Tokyo polisi, Shoko Asahara’nın eylemleri nasıl planladığını, tarikat üyelerini nasıl eğittiğini gösterir yüzlerce video kaseti nihayet ele geçirdiğini ve ay sonu görülecek celsede, Asahara’nın aleyhine yeni deliller olarak mahkemeye sunacağını bildirdi. Tarikat "Alef" adıyla, başka bir liderle ve 2 bini aşmayan müridiyle faaliyetlerini sürdürüyor.
OLAY 2
Şarbon olduğunu bir kişi dışında kimse tahmin edemedi
Dr. Paul Keim, Japon polisinin kendisine gönderdiği buzdolabındaki yağlı sıvı ile ilgili bulgularını yayınlandıktan 1 yıl sonra, 2 Ekim 2001’de, Maureen Stevens, 63 yaşındaki, fotoğraf editörü kocası Robert Stevens’i, ateş, bulantı ve şuur kaybı nedeniyle acil servise götürdü. Menenjit tedavisine başlandı. Beyin-omurilik sıvısı ile hazırlanan preparatta gördüklerine pek anlam veremeyen laborant, mikrobiyoloji ve bulaşıcı hastalıklar uzmanı Dr. Larry Bush’un incelemesini istedi. Komplo teorileriyle tanınan, "Başkan Kennedy öyle değil, böyle öldürüldü" diye fikirler yürüten, "Nal seslerini duyunca at değil, zebra geldiğini düşünür" diye dalga geçilen, son zamanlarda aklını biyolojik silahlara takmış Dr. Bush, mikroskoba gözünü dayadı ve yüzyıl boyunca sadece 18 kişide görüldüğünden, kolay kolay akla gelmeyecek bir hastalıktan şüphelendi. Gördükleri, şarbon basili olabilirdi.
Şarbon tanısı değişik laboratuvarlarda teyit edildi. Dr. Larry Bush, hastayı kurtaramadı, ama "Bacillus anthracis"in, mektup içinde geldiğini ve açıldığında solunum yoluyla vücuda girdiğini, hatta ölenin evindeki bilgisayar klavyesine bile bulaştığını saptadı. Alınabilen önlemler sayesinde, şarbonlu biyoterör, Amerika’da sadece 5 kişiyi öldürebildi.
MEKTUPLARI KİM YA DA KİMLER GÖNDERDİ
Şarbonlu mektupların medya ileri gelenleri ve çalışanlarına, ayrıca iki senatöre, 11 Eylül 2001 saldırılarından sadece birkaç hafta sonra gönderilmesi, içlerindeki notlarda, "Amerika’ya ölüm, İsrail’e ölüm, Allah büyüktür" gibi cümlelerin yer alması nedeniyle, El Kaide bağlantılı olduğu sanıldı. Ancak kanıtlanamadı.
FBI, bilgi verecek olana 2.5 milyon dolar ödül vereceğini ilan etti. Amerikan Mikrobiyoloji Derneği’nin 40 bin üyesine "Aranızdan bir veya birkaçı mektupları göndereni tanıyor, yardım edin" diye e-posta gönderdi. Şarbonlu mektup korkusu bütün dünyayı, bu arada ülkemizi de sardı. Bir süre, göndericisini tanımadığımız her mektup ve paketi, eldiven ve maskeyle açtık. Bütün önlemlerde olduğu gibi, panik geçince, eldiveni de maskeyi de, bir kenara attık.
Şarbonlu mektupları da Arizona Üniversitesi’nden Dr. Paul Keim inceledi. Bu kez, Japonya’daki, hastalık oluşturmayan "Sterne" tipinden farklı olarak, ölümcül "Ames" tipini buldu. FBI ve CIA, dünyanın dört bir yanında "Ames" tipini elinde bulunduran mikrobiyoloji laboratuvarlarını ve buralarda son 20 yıldır çalışanları soruşturuyor. Ancak henüz kesin bir sonuca varamadılar. Çünkü "Ames" demek, failin kan grubunun A Rh pozitif olduğunu bilmeye benziyor. Halbuki aynı kan grubundan çok sayıda insan var. "Fail bu insan" diyebilmek, sadece DNA profili (parmak izi) ile mümkün.
MİKROBUN PARMAK İZİ ARANIYOR
2004 sonlarına doğru Arizonalı araştırıcılar, "insanları öldüren, bu laboratuvardaki Ames" diyebilmenin tek yolu olan, "Bacillus anthracis"in DNA profilini elde etmeyi başardılar. Henüz, mektuplardaki ve şarbondan ölenlerin vücudundaki "Bacillus anthracis"in DNA profili ile, dünyanın değişik yerlerinden gönderilen "Ames" lerin hiçbirinin profili tutmadı. Katil "Ames", kimbilir kimin buzdolabında?
Biyoterör yöntemlerİ
Hastalık yapıcı bakteri, virüs, mantar ve parazitler, ayrıca canlı organizmalar tarafından sentezlenen zehir etkili toksinler; insan, hayvan ve bitkileri yok etmek üzere biyolojik silah olarak kullanılıyor. 1900-1990 arasındaki 90 yıl içerisinde, polis kayıtlarına geçen ve faili bulunan, biyolojik nitelikte bir silahla işlenmiş suç sayısı 30’dan az iken, 1990’dan sonra bu sayı altıya katlanarak, 200’e yaklaştı. Görünürdeki bu ciddi artışın temel nedeni, geçen yüzyılda salmonella, difteri, kolera, tifüs gibi hastalıklardan ölenlerin, cinayete kurban gittiğinin akla gelmemesi ve soruşturmaların bu yönde yürütülmemiş olmasıdır.
Önümüzdeki 20 yıl içerisinde, bunun çok üzerinde bir artış bekleniyor. Özellikle biyoteknoloji ve nanoteknolojideki ilerlemelerle, geleceğin açık-kapalı birçok savaşında genomik araştırmalara dayalı yeni kuşak biyolojik silahlar kullanılacağını (belki de artık kullanılmakta olduğunu) öngörmek, kesinlikle "komplo teorisi" olarak değerlendirilmemeli. Nasıl mı?
"Aptamer" adı verilen, kısa nükleik asit zincirleri kullanılarak, nefes almamız ya da hareket etmemiz için yaşamsal önemi olan, bazı hücre reseptörleri etkisiz hale getirilebilir.
Hücrelerin belirli işlevlerini etkileyecek, DNA’yı değiştirip, parçalayacak, hastalıklara karşı direnci ortadan kaldıracak nano partikül boyutlarında "moleküler zehirler" kullanılabilir.
Hastalık yapıcı etkenler, daha ölümcül, daha bulaşıcı ve bilinen tedavilere dirençli hale getirilebilir.
Belirli genetik özellikleri taşıyan kişilere karşı "genetik silahlar" üretilebilir. Böylece milyonlarca kişi arasında sadece bu özellikleri taşıyanları tanınabilir ve sadece onlara zarar verilebilir. Ülkemizi ziyaret eden kimi önemli kişilerin, idrar ve dışkılarının dahi paketlenerek götürülmesinin nedenini, şimdi daha iyi anladığınızdan hiç kuşkum yok.
OFİS BAKTERİLERİ NEDEN İNCELENİYOR
Geçen hafta Hürriyet Pazar’da, "Çalışma çevreniz ve masanız ne kadar temiz?" başlıklı yazıda, Arizona Üniversitesi’nden Dr. Charles Gerba’nın hijyen amacıyla ofis masalarındaki bakterileri incelediği belirtiliyordu. Halbuki bu tip çalışmaların arkasında, çok daha farklı bir neden var.
Gerba ile aynı üniversitede çalışan, Dr. Paul Keim ve onlarca araştırıcı, Amerika’nın dört bir yanından toplanan bakteri ve virüsleri, DNA parmak izlerini incelemek üzere depoluyor. İlk hedef, biyoterörizme karşı ulusal bir "DNA bankası" oluşturmak. Bankayı, insanlarla ilgili adli amaçlı DNA bankasının "fikir babası" FBI’dan Bruce Budowle kuruyor. (90’lardan beri tanıdığım Bruce, 2003’te Türkiye’ye gelerek bir biyoterör konferansı vermişti). İkinci hedef, bu bankayı uluslararası hale getirmek. Biyolojik silah listelerinde yer alan bakteri ve virüslerin parmak izlerini içerecek bu banka, ordunun Maryland’deki Fort Detrick tesislerinde kurulan "biyo-forensik" laboratuvarlarında tutulacak ve bir salgınla karşılaşıldığında, hastalığın dünyanın hangi noktasından kaynaklandığı bulunabilecek. Tıpkı cinayette kullanılan silahın üzerindeki parmak izlerinin ya da DNA profillerinin, veritabanlarında aranarak, failin bulunması gibi.
Tabii bu çalışmalar sadece biyoterörle mücadeleye yaramıyor. 26 Ocak 2006’ta, Pittsburgh Üniversitesi’nden biyokimya profesörü Dr. Andrea Gambotto, kuş gribinin ölümcül H5N1 virüsünün DNA profiline dayanarak elde ettiği aşının, fare ve tavukları koruduğunu ve çok yakında insanlarda deneyeceğini duyurdu.
Yazının Devamını Oku 22 Ocak 2006
Caddeler gübre, avlular idrar, odalar küf, bacalar kükürt, mezbahalar kan, insanlar ter, ağızlar çürük diş kokardı. İyi kötü, yeryüzünün ne kadar kokusu varsa hepsini algılayabilen, ama kendi kokusu olmayan adam, genç ve güzel kızları öldürdü, yağlarından hazırladığı kokuları süründü ve böylece "insan" olmak istedi. Patrick Süskind, Koku adlı romanında, kokusu olmayan insanın çaresizliğini anlatır. Aslında her insan kokar ve iyi eğitimli bir köpek (bazen şaşırsa da), tek yumurta ikizlerini kokularından ayırt edebilir. İnsan kokusunu delil olarak kullanmak ve şüphelileri bununla yargı önüne çıkartmak isteyenlerin sayısı, her geçen gün artıyor. Halbuki köpeklerin, kokuyu oluşturan 450 kadar bileşenden hangisi ya da hangilerini değerlendirdiği bile, henüz kesinleşmiş değil. Bütün gayretlere karşın, insan yapımı hiçbir gerecin, bir biyolojik dedektör olan köpek burnunun duyarlılığına ulaşamadığı günümüzde, köpeğin kuyruk sallaması, havlaması ya da yere yatmasının delil niteliğini mutlaka tartışmak gerek.
İnsan teri hakkında çok şey biliyoruz da, koku için aynı şey söylenemez. Kokunun nasıl oluştuğu ve nasıl yayıldığı farklı teorilerle açıklanıyor. Bunlardan biri "sal teorisi". Cilt yüzeyinde bulunan 2 milyar kadar hücrenin, her gün yaklaşık otuzda birinin döküldüğü, yüzlerce organik bileşenin birer minik sal gibi hayal edilen bu hücrelere "bindiği" ve vücudun etrafını saran yarım santim kalınlığındaki sıcak hava tabakası ile dakikada 40 metre ilerleyerek, etrafa yayıldığı kabul ediliyor. Köpekler, büyük bir olasılıkla salların üzerindeki yüzlerce organik bileşenin hem neler olduklarını, hem de birbirlerine oranını saptayabiliyor.
İnsan kokusunun bir bölümü, genetik olarak belirleniyor ve yaşam boyu hiçbir biçimde değişmiyor. Bir bölümü, beslenme ve hastalıklardan etkileniyor. Bir bölümü de, vücuda sürülen kolonya, parfüm ve losyon ya da tütün, kükürt, çamaşır suyu benzeri dış etkenlerin kokuları.
MEME
KANSERİ KOKUSU
Köpekler, insanlardan farklı olarak, dış etkenlerin kokusunu "beyin ardı" edebiliyor ve vücudun neresinden alınırsa alınsın, kalıtımsal ve beslenme kaynaklı bileşenleri ayırabiliyor.
Sara nöbetlerini önceden fark edebilen köpekler olduğunu biliyorduk. Amerikalı Michael McCulloch ile Polonyalı Tadeusz Jezierski’nin, 2006 Mart’ında "Cancer Therapies" adlı dergide yayınlanacak araştırması ile erken dönem akciğer ve meme kanserli kişileri de saptayabildiklerini öğrendik.
Kaçakların, kayıpların izini sürmede ise, köpekler yüzyıllardır kullanılır. Kendilerine koklatılan eşyayı giyeni; tütün, sabun, parfüm, yağmur, rüzgar, egzoz gazı, yangın dumanı ve başka insanların varlığından etkilenmeksizin bulabileceği, defalarca kanıtlanmıştır. Suç yerinden ya da suç aletinden elde edilen kokunun, kime ait olduğunun köpeğe buldurulması (osmoloji) ve bunun mahkemelerde delil olarak kullanılması ise oldukça yenidir.
Osmolojinin soruşturmalarda kullanılması 1970’lerde, Macaristan’da, 2 Fransız köpek eğitimcisinin, 4 köpeği 5 ay boyunca eğitmesi ile başladı, daha sonra hızlı biçimde yayıldı. 2004 yılında FBI’dan Rex A. Stockham, eğitimli köpeklerin, patlamış bomba artıkları ya da olay yerinde bulunan boş kovanlar üzerindeki insan kokusunu algılayabildiğini kanıtlayınca, çok daha ileri bir boyuta ulaştı.
HENÜZ STANDARDI YOK
İnsan kokusundan kimlik tespiti, kokunun tıpkı parmak izi ve DNA gibi kişiye özgü ve değişmez olduğunun kabulüne, ayrıca eğitimli köpeklerin bu biyometrik özelliği ayırt edebileceğine dayanır. Her iki varsayım, henüz bilimsel olarak kanıtlanmamış olduğu halde, insan kokusu Belçika, Hollanda, Polonya, Almanya ve ABD gibi pek çok ülkede teşhiste kullanılmakta ve "usulüne uygun biçimde" uygulandığı takdirde, köpeğin davranışı delil olarak kabul görmektedir. "Usulüne uygun biçim"in ne olduğu, Europol ve Interpol’ün bu alandaki çalışma gruplarında, 1999’dan bu yana hálá tartışılmaktadır.
Köpeklerin nasıl eğitilip, nasıl sınanacağının, olay yerinden, suç aletleri üzerinden, şüphelilerden koku örneklerinin nasıl alınacağının, kaç tane köpeğin, hangi koşullarda bunları koklayacağının henüz standardı yoktur. Bir uygulamanın standardı yoksa, "adaletin tecelli"sinden bahsedilemez.
Kimi ülkeler, suç aletini köpeğe doğrudan koklatırken, kimileri suç aletine yaklaştırılan, koku toplama gereçlerini (STU, scent transfer unit) kullanmayı şart koşuyor.
Kimi ülkeler, şüphelinin yanı sıra en az 5 kişiye, 10 dakika tutturulan paslanmaz çelik çubukları, hacmi, sıcaklığı, nem oranı belli kapalı bir odada yan yana diziyor, evvelce suç aleti üzerindeki koku sunulmuş köpeği tek başına bu odaya bırakıyor ve çubuklar arasından, bu kokuyu taşıyan olup olmadığını bulması isteniyor. Bu sırada, hayvanın tüm hareketleri, mahkemede gösterilmek üzere videoya kaydediliyor.
Kimi ülkeler ise, şüphelinin yanına birkaç kişi (en iyi senaryoda onunla aynı cinsiyet, yaş ve ırktan) diziyor ve tasmasından tutulan köpeğin, aralarında gezdirilmesiyle yetiniyor. Sadece bu farklar yüzünden, birçok ülkede "köpek teşhis etti" diyerek çok kişinin canının yandığı ve yanmakta olduğu açıktır.
NARKOTİK KÖPEKLERİ BAĞIMLI DEĞİLDİR
Narkotik köpeklerinin, bağımlılıkları nedeniyle, maddelerin saklandığı yeri buldukları sanılır. Aslında, köpeklerin uyuşturucuya karşı hiçbir ilgileri yoktur. Sadece uyuşturucuyu bulurlarsa, keyif aldıkları bir oyuna, sevdikleri oyuncağa ya da yemeğe kavuşacaklarını bilirler. Uyuşturucu kokusu ile bu nesne ya da eylemi bağdaştıracakları biçimde eğitilirler.
Örneğin hiçbir koku kalmayacak biçimde yıkanmış havlunun bir ucundan eğitimcinin, diğer ucundan köpeğin çekiştirmesiyle oynanan oyun, havluya sarılı uyuşturucu ile sürdürülürse, köpek havlu çekiştirmeyi onun kokusu ile bağdaştırır. Kısa sürede, o kokunun yerini bulursa, oyun oynayacağını öğrenir. Eğitim ilerledikçe, havlunun içine farklı uyuşturucular saklanır. Bomba dedektörü köpekler de aynı şekilde eğitilir. Havlunun içine uyuşturucu yerine, bomba imalatında kullanılan değişik kimyasallar saklanır. Hatta artık bu maddelerin kendisi değil, onlar gibi kokan yapay çözeltiler kullanılıyor.
Kadavra köpeklerinin eğitimi için, "su altındaki kadavra", "az çürümüş" ya da "çok çürümüş kadavra" kokuları bile var.
Bir narkotik köpeği ile bomba dedektörü olarak kullanılan köpeğin arasındaki en temel fark, aradıklarını bulduklarındaki davranış biçimidir. Biri, kazıp, eşeleyebilir, diğeri kendine ve çevresine zarar vermemek için yere yatıp, hareketsiz beklemelidir. Bir polis köpeğine hem bomba, hem de uyuşturucu aratılmamasının başlıca nedeni budur.
Kısacası, narkotik köpekleri bağımlı değildir. Bununla birlikte zaman zaman, polis köpeklerinin başına görev başında öldürülmekten tutun da, zehirlenmeye varıncaya dek pek çok üzücü olay gelir. Birkaç gün önce, İngiltere’deki bir uyuşturucu operasyonu sırasında, Springer Spaniel cinsi Jazz adlı polis köpeğinin naylon poşete sarılı eroin paketine dişlerini geçirmesi nedeniyle, ağzına bulaşan eroinden hastanelik olması bunun son örneklerinden biri.
NEDEN K-9 DENİYOR?
Güvenlik personeline yardımcı olan köpeklere K-9 dendiğini belki duymuş ve neden bu şekilde adlandırıldıklarını merak etmişsinizdir. K-9, İngilizce "kiy-nayn" şeklinde okunur ve ses olarak, köpek, kurt, tilki, çakal ailesinin adı olan "canine"ı çağrıştırır.
Birçok ülkede, K-9 denince, akla hemen Alman çoban köpeklerinin gelmesinin nedeni, onların yüzyılı aşkın bir süredir polis ve asker tarafından kullanılması, ayrıca televizyon dizileri ve sinema filmlerinde polis köpeği rolünün genellikle onlara verilmesindendir. Halbuki bilimsel araştırmalar, her cins köpeğin, belli eğitimlerden geçirildikten sonra, belli bir amaca yönelik polis köpeği olarak kullanılabileceğini gösteriyor.
Örneğin, şimdilerde kuş gribi korkusu nedeniyle hemen her havaalanında valizleri, çantaları koklayarak tüy, yumurta ve kanatlı eti arayanlar, kısa bacaklı, uzun, düşük kulaklı, hatta üzerine polis üniforması giydirilmiş, cana yakın küçük av köpekleri.
Köpekler, insan kokusunun moleküler genetik analizini yapıyor
Ülkemizde polis ve jandarma teşkilatları, ayrıca silahlı kuvvetler içerisinde, 1990’lardan bu yana uyuşturucu, patlayıcı, silah, canlı insan ve ceset arama için köpekler eğitiliyor ve başarılı biçimde kullanılıyor. Bu alanlarda, köpek ve eğitimci eğitimi veren özel şirketler de var. Türkiye’de henüz, olay yeri ya da suç aleti üzerindeki insan kokusundan yola çıkarak, suçluyu suçsuzdan ayırabilen köpekler yok. Ancak Avrupa Birliği’ne uyum sırasında, bu konu gündeme gelebilir.
Toplum olarak yeni teknolojilere açığız ve çok büyük faydalarını da görmekteyiz. Ancak, suçla mücadele ile ilgili yeni yöntem ve teknolojilerin transferinde (ki TÜBİTAK’ın ve üniversitelerin büyük gayretlerine rağmen, ne yazık ki hálá büyük ölçüde transfer etmekteyiz), kimi zaman acele etmekteyiz. Köpeklerin, suçluları kokularından teşhisi çok cazip gelse de, çok sayıda denetlenemez hata kaynağını da barındırdığından (örneğin, köpeklerin oyun oynamak, yemek yemek için yalan söyleyebildiği kanıtlanmıştır), yavaş hareket edilmesi ve yakın bir gelecekte piyasaya çıkacağına inandığım, onların yerini tutabilecek "elektronik burunlar"ın beklenmesi gerektiğini düşünüyorum.
Bu konu, yeni Ceza Muhakemesi Kanunu’muz çerçevesinden değerlendirildiğinde ise, ilginç tartışmalara yol açabilir. Koku incelemesi; 81. Madde’de belirtilen parmak izi, ses ve görüntü kaydı gibi fizik kimliğin tespitine yönelik bir uygulama mıdır, yoksa 79. Madde’de bahsedilen moleküler genetik bir inceleme mi? Bana göre, becerebildikleri iş, elimizdeki olanakların çok ötesinde moleküler genetik bir analizdir. Hal böyle olunca, 79. Madde’nin uygulanması aklıma daha çok yatıyor. O zaman, koklayabilmeleri için hakim kararının yanı sıra, bilirkişi olarak görevlendirilmeleri gerekiyor. Ayrıca, yasak moleküler genetik analizler (örneğin hastalık tanısı) yapmamaları için de önlemler almalı.
BIÇAKTAKİ KOKU
Günümüzde hukukçular, olay yeri ve suç aletleri üzerindeki kokuyu delil olarak kabul eden ve etmeyenler olarak ikiye ayrılıyor. Köpeklerin suçluyu kokusundan bulması, sıkı biçimde denetlenen koşullarda uygulanabildiği takdirde, hüküm kurmaya yetmese de, soruşturmayı yönlendirme açısından değer taşıyabilir.
23 Eylül 1999’da Hollanda’nın Deventer Kasabası’nda 60 yaşında bir kadının, kendi evinde, elle boğma ve bıçakla yaralama sonucu öldürülmesi, buna iyi bir örnektir. Olay yerinde ele geçen bıçakta, ne ölenin kanı, ne de katilin parmak izi ya da DNA analizi yapılabilecek biyolojik kalıntı bulundu. Özel eğitimli bir köpek, bıçaktaki kokuyu, şüpheli ile eşleştirdi. Arnhem Mahkemesi, köpeğin davranışını delil olarak kabul etti ve sadece buna dayanarak, 22 Aralık 2000’de, sanığı 12 yıl hapse mahkum etti. Hollanda Yüksek Mahkemesi bıçağın yeniden incelenmesini istedi ve Ulusal Adli Bilimler Enstitüsü’nden Dr. Ate Kloosterman’ı bilirkişi olarak tayin etti. Bilirkişi, bıçakta kan bulunmadığını, buna karşılık 2 kişinin DNA profilinin elde edildiğini, ancak bunların ne mağdur, ne de şüpheliyi tuttuğunu bildirince karar bozuldu. Dava, ’s-Hertogenbosch Mahkemesi’nde yeniden görülmeye başlandı. Savcılık, bıçağın cinayette kullanıldığını DNA analizi ile kanıtlayamadığından, bıçağı ve üzerindeki kokuyu delil olmaktan çıkartmak zorunda kaldı. Dr. Kloosterman, mağdurun üzerindeki gömleğin yakasında, şüphelinin DNA’sını tutan kan lekeleri bulduğunu bildirince, 9 Şubat 2004’te yeniden mahkumiyet kararı verildi.
Bu sonuç, koku delili taraftarı olan çevrelerce, köpeğin üstün yeteneği ve bıçaktaki kokuda yanılmadığı şeklinde değerlendirdi. Mağdurun gömleğindeki şüpheliye ait kanın, neden dört yıl önce bulunamadığı konusu ise, ne yazık ki pek önemsenmedi.
Yazının Devamını Oku 15 Ocak 2006
11 Haziran 1981 akşamı, Issei Sagawa, Japon geleneklerine göre döşenmiş Paris’teki dairesinde, teybin sesini açtı. Almanca şiir okuyan bir kadın sesi duyuldu. Halının üzerine bağdaş kurdu. Önündeki cam tabaktan aldığını yavaşça ağzına götürdü. Uzunca çiğnedi, "Mısır yağı damlatılmış, ton balıklı sushi tadında" diye geçirdi içinden. Dinlediği, Sorbonne Üniversitesi doktora öğrencisi, Hollanda asıllı Renee Hartevelt’in sesiydi. Yediği de sol göğsü.
Hafta içi, karanlık bastığında Boulogne Ormanı pek kalabalık olmaz. Issei Sagawa iki valizle taksiden indiğinde, kendisini gören olmadı. İçindekileri, küçük köprüden suya atmaya niyetliydi. Az ötede kendisine doğru birilerinin gelmekte olduğunu sandı, vazgeçti, eve döndü.
Ertesi gün, oradan geçmekte olan bir adam, sanki kapağı açık gibi duran iki valiz gördüğünde öğleden sonra 3 olmak üzereydi. Merak edip yaklaştı. Bir kadın kolu dışarı sarkmıştı. Birkaç saat sonra, 20’lerindeki genç ve güzel kadının parçaları Paris Adli Tıp Enstitüsü’nün morg masasındaydı. Dedektif Roger Robillard ve komiser Jacques Poinas,
kimliğini ve ev adresini süratle belirlediler. Uzunca bir süredir Japon Issei Sagawa ile birlikte olduğunu öğrendiler ve 13 Haziran gecesi, Sagawa’nın apartman dairesinin ziline bastılar.
ÇEKİNGEN JAPON İÇİN SEVMEK YEMEKTİR
Issei Sagawa, aslında yakışıklı bir Japon erkeği. Bir ayağı hafif aksıyor. Ama onu asıl rahatsız eden sesinin inceliği. Belki de bu nedenle karşı cinsle ilişkilerinde biraz çekingen. Çocukken bir rüya görmüş. Kardeşi ile birlikte bir tencerede kaynatılıyormuş. Daha sonra birisi onları yemiş. O rüyadan sonra, insan yeme ile ilgili fantezileri olmuş. İriyarı, sarışın, beyaz tenli kuzeyli kadınları yemeyi hayal ediyor ve bunun sevgisinin büyüklüğünü kanıtlayabileceği tek yöntem olduğuna inanıyor.
Sagawa’nın bu konudaki ilk deneyimi başarısızlıkla sonuçlandı. Japonya’dayken, kendisine anadilini öğreten Alman kızın apartmanına pencereden girdiğinde, kız uyanıp bağırdı. Bir süre psikiyatrik tedavi gördü. Dedikodular başlayınca babası, Kurita Su Endüstrileri şirketinin sahibi Akira Sagawa, onu Paris’e gönderdi.
YEMEĞE DEĞİL YENMEYE DAVET
Sagawa 1981’de, Sorbonne Üniversitesi’nde öğrenciyken, 25 yaşındaki Renee Hartevelt ile tanıştı. Renee, sarı saçlı, beyaz tenli, tek başına yaşayan, Hollandalı bir kadındı. 3 dil biliyor ve Fransız edebiyatı doktorası yapmayı umuyordu. Sagawa, ondan Almanca öğretmesini istedi. Genç kadın kabul etti. Kısa zamanda arkadaş oldular. Birlikte konserlere, sergilere gittiler. Bir gün Sagawa onu yemeğe davet etti. Almanca bir şiir söylemesini istedi. Ayrıldığında, oturduğu yerleri kokladı. Tekrar yemeğe davet etti. Aynı şiiri okumasını, bu kez teybe almak istediğini söyledi. Renee, 11 Haziran 1981’de Sagawa’nın apartmanına son kez girdi.
Sagawa ile Renee, Japon usulü çay içmek üzere yere oturdular. Çayın içerisine biraz viski koydular. Sagawa, onu sevdiğini ve birlikte olmak istediğini söyledi. Renee karşı çıktı. İlişkilerinin sadece entelektüel düzeyde kalmasını istedi. Şiiri okurken, Sagawa onu .22 kalibrelik bir tüfekle ensesinden vurdu. Önce sol göğsünün ucunu, daha sonra burnunu kesti ve her ikisini de yedi. Ertesi gün yemeğe devam etti. Kimi parçaları kızarttı, hardala batırdı. Bir yandan da, şiir söyleyen sesini dinledi. Cesedin üzerinde sinekler uçuşmaya başlayınca, bedenden kalanları bir valize doldurdu. Devamını biliyorsunuz. 13 Haziran 1981’de tutuklandığında, buzdolabının her yerinde Renee Hartevelt’in eti bulundu.
Sagawa, 3 psikiyatri uzmanının "tedavi edilemez antropofaji" (kanibalizm, etoburların kendi türünü yemesi) tanısı üzerine, 4 yıl Paris’teki Paul Guiraud Hastanesi’nde kaldı. Babasının çabalarıyla Tokyo’daki Matsuzawa Hastanesi’ne nakledildi. Başhekim Dr. Tsuguo Kanego’nun, "ceza ehliyetine sahiptir" raporu üzerine cezaevine kondu. 12 Ağustos 1986’da serbest kaldı.
Renee Hartevelt’i nasıl yediğini en ufak ayrıntısına kadar anlattığı "In the Fog" (Sisin İçinde) adlı romanı 200 bin sattı. Kanibalizm ile ilgili bir antolojinin editörlüğünü ve bir gazetenin köşe yazarlığını yaptı. Deneyimlerini TV kanallarında anlattı. Kadın bedenleri üzerine yatarak çıplak pozlar verdi. Porno filimlerde oynadı. Rolling Stones, "Too Much Blood" adlı şarkısında onun öyküsünü anlattı.
Sarışın, güzel Hollandalı’yı haşlayarak, kızartarak, ketçap, hardal ve soya sosuna daldırarak yiyen Sagawa, bir Japon gourmet dergisine kapak bile oldu.
Şimdilerde, "Medya beni kanibalizmin babası yaptı, ben de bundan çok memnunum" diyen Issei Sagawa, genellikle kadın kalçalarını çizdiği tablolar yapıp satıyor ve artık beyaz tenli, sarışın, iriyarı, Batılı bir kadın tarafından yenmek istediğini söylüyor.
İnternette tanıştılar ilk parçayı beraber yediler
43 yaşındaki bilgisayar teknisyeni Berlinli Armin Meiwes, 12 yaşından bu yana hayal ettiği yemeği internette buldu. 2001 başlarında, çok sayıda üyesi olan ve kanibalizmin tartışıldığı bir söyleşi odasına, "Franky" takma adıyla "18-30 yaşlarında genç erkek aranıyor - kasaplık" diye gönderdiği mesaja cevap veren 430 kişi arasındaki, 41 yaşındaki bilgisayar mühendisi Bernd Jürgen Brandes ile uzunca bir süre yazıştı ve ona neler yapmak istediğini açıkça anlattı. Jürgen’in özel bazı taleplerinde ve uygulamanın ayrıntılarında anlaştılar. 9 Mart 2001’de Rothenbug tren istasyonunda buluştular. Grimm Kardeşlerin masallarındakini andıran, büyük, bakımsız bahçe içindeki, 2 katlı garip evin çatı katına çıktılar. Jürgen, yanında getirdiği 2 kutu uyku ilacını ve bir şişe "Schnaps"ın tamamını içtikten sonra, Meiwes malum parçayı kesti, flambe etti ve birlikte yediler. Meiwes, her şeyi video kameraya çekti ve "Bir dahaki sefere Riesling değil, belki bir Pomeral içmeli" diye düşündü. Sabaha karşı, Jürgen kan kaybından öldü. Meiwes, kurbanının boğazını keserek yemeğe devam etti. Kalanını siyah poşetlere sararak buzdolabına dizdi. Kemikleri bahçeye gömdü.
KASAPLIK ERKEK ARANIYOR
9 Temmuz 2001’de, Avusturyalı bir üniversite öğrencisi, tesadüfen girdiği bir söyleşi odasında, "Franky" takma adlı birisinin, "kasaplık genç erkek" aradığını okudu. Nasıl birisi olduğunu merak etti. Anlattıklarından, bu konuda deneyimi olduğunu fark etti. Wiesbaden’deki Federal Kriminal Dairesi’ni (Bundeskriminalamt) aradı. Birkaç saat sonra "Franky", polis olduğunu anlamadığı birisiyle yazışmaya başladı. 2 ay sonra, aynı teklifi ona yaptı. 22 Aralık’ta evi aranıyordu. 16 bilgisayar, 200’e yakın sürücü ve 300 kadar video kaset ile, buzdolabında siyah poşetler içerisinde dondurulmuş et parçalarına, tavandan sarkan kasap çengelleri ve boy sırasına göre dizilmiş bıçaklara el koydular. Cinayete ilişkin kanıt bulamadıklarından ayrılmak zorunda kaldılar. Ertesi sabah Armin Meiwes, akıl sormak için avukatı Harald Ermel’i aradı. Ermel, teslim olmasını önerdi. İkna edemeyince, polisi kendisi aradı.
Kassel Eyalet Mahkemesi, bilirkişi raporlarına ve Meiwes’in çektiği 2.5 saatlik video kaydına dayanarak, akıl hastası olmadığına karar verdi. Alman Ceza Kanunu’nun 212. maddesini (Totschlag) uyguladı ve 8.5 yıl hapse mahkum etti.
Federal Mahkeme, bu kararı 22 Nisan 2005’te bozdu. Nedeni, hükmün kurulmasında, cinayetin "cinsel doyum saikiyle" işlendiğinin gözönünde tutulmaması ve müebbet hapis cezası öngören 211. madde (Mord) yerine, 212’nin uygulanmasıydı. 12 Ocak 2006’da, geçtiğimiz perşembe Armin Meiwes’in yargılanmasına yeniden başlandı. Dava ile ilgili son kararın Mart ayında verilmesi bekleniyor.
FİLMLER, ŞARKILAR YAPILDIArmin Meiwes’ın cinayeti, yazar, yönetmen ve müzisyenlere ilham kaynağı oldu: Ocak 2005’te, gazeteci Lois Jones, kurbanın yakınları ve cezaevinde Meiwes ile gerçekleştirdiği söyleşilere dayanan "Cannibal"i yayınladı. Eşcinsellerle ilgili sosyal ve politik filmleri olan Alman yönetmen Rosa von Praunheim, Kuzey Ren-Vestfalya Film Enstitüsü’nden 20 bin Euro destek alarak "Dein Herz in meinem Hirn" (Beynimdeki Kalbin) adlı filmi tamamladı. Hıristiyan Demokratların büyük muhalefetine rağmen, Eylül 2005’te Montreal Festivali’nde ilk gösterimini yaptı. Yönetmen Martin Weis’ın, Kelebek: Bir Grimm Aşk Öyküsü adlı filmi, 9 Mart’ta Almanya’da gösterime girecek. Alman rock grubu Rammstein’ın "Mein Teil" (Parçam - argoda penisim) adlı şarkısı, 6 Şubat 2006’da verilecek 48. Grammy Ödüllerinde, en iyi metal performans dalına aday.
Hamburglu yapım şirketi Stampf-werk, şu sıralar Armin Meiwes’ın 90 dakikalık bir belgeselini çekiyor.
KOPYA KANİBAL2005 başlarında ressam Ralf Meyer de, vatandaşı Armin Meiwes’dan etkilenerek, eşcinsellerin üye olduğu bir internet sitesine "30’larında, kızartmaya uygun zayıf erkek" ilanı vererek bulduğu 33 yaşındaki müzik öğretmeni Joe Ritzkowsky ile Berlin’in güneyinde Neukoelln’deki evinde buluştu. İlişki sırasında ensesine tornovida saplayarak öldürdü, parçaladı. Yiyebildiği kadarını yedi, iç organlarını tuzladı ve depoladı. Gerisini kedilerine verdi. Sonra pişman olup, polisi aradı. Berlin savcısı, 15 yıl hapis talebinde bulunduysa da, 105 sayfalık bilirkişi raporu üzerine akıl hastası olduğu kabul edildi ve 13 yıl boyunca güvenlik tedbirine hükmolundu. Henüz romanını yazacak, şarkısını besteleyecek kimse çıkmadı.
KANİBALİK SİTELERDE 1 MİLYON MERAKLIİnternetteki parçalanmış ve yenmiş insan fotoğraflarının büyük bir bölümü, aslında gerçeği yansıtmıyor ve photoshop benzeri yazılımlarla yaratılıyor. Ancak aralarında Japon Sagawa’nın ya da Alman Meiwes’inkiler gibi gerçeklerinin de bulunabileceğinden hareketle, fotoğraf yükleyen ve bunları indirenlerin IP adresleri, tıpkı küçük çocuklara ait fotoğrafları paylaşan ya da uyuşturucu ve bomba yapımını öğreten siteleri ziyaret edenlerinki gibi saptanıyor, gerektiğinde sadece o bilgisayara özgü olan ve bir ikincisi bulunmayan IP adresinden, bilgisayarın bulunduğu yer belirleniyor ve arama izni çıkartılarak el konuyor.
Türkiye, 1 Temmuz 2004’te yürürlüğe giren Avrupa Konseyi Siber Suç Sözleşmesi ile bunun ek protokolünü imzalamamış olsa da, bu konuda yeni Türk Ceza Kanunu ile Ceza Muhakemesi Kanunu’muzda kısmen de olsa, düzenlemeler bulunuyor. Bu suçlara ilişkin delil elde etme, bunları saklama, değerlendirme ve yargıya sunma konusunda uzmanlaşan kolluk personeli ve savcılarımızın sayısı da hızla artıyor.
Interpol verilerine göre, internetteki cinsel içerikli kanibalik sitelerde, hayallerini paylaşan 1 milyona yakın kişi var. Alman Federal Kriminal Dairesi de, 204 Alman’ın yenmek üzere öldürülmeye talip olduğunu, 13 kişinin böyle bir eylemi seyretmek, 29 kişinin de insan yemek istediğini bildiriyor.
Yazının Devamını Oku