Bir an durdum ve TRT’nin zengin futbol arşivine attım kendimi.. Oturdum Galatasaray’ın 80’li yıllardan bu güne maç özetlerini izledim.. Kimler gelmiş kimler geçmiş. Fatih Terim, Uğur Tütüneker, Kovaçeviç, Prekazi, Tanju, Tugay, Hakan Şükür, Kosecki, Hagi, İlie, Saunders, Kewel, Baros.. İnanın hiç abartmıyorum, neredeyse bu yıldızlar kadar O’nun da arşivde görüntüsü var.
Galatasaray’ın attığı her golden sonra tekerlekli sandalyesiyle golün kahramanına koşan bir adam.. Ya da golcüyü hançeresini yırtarcasına bağırarak karşılayan adam.. Kâh Prekazi’ye, kah Tanju Çolak’a, kâh Kosecki’ye, kâh Hakan Şükür’e, kah Kewell’a, kah Mustafa Kocabey’e, Abramczik’e sarılıyor... Hele 2007-08 şampiyonluk maçında tek golün sahibi Nonda ile bir görüntüsü var ki, asla unutulmayacak türden. Gollerden sonra takımın buluşma yeri onun tekerlekli sandalyesinin yanıydı.. Bütün takım bir araya gelse golü atanla O’nun kenetlenmesini ayıramıyordu. Öyle bir sarıyordu ki.. O Sezgin Kaçmaz.. 4 yıllık mahkemede soyadını Özcimbomlu yapan Amigo Sezgin. Tarık Hociç’in Lahti’ye attığı golden sonra tribünden düşüp felç olan Sezgin..
TAFFAREL DE OLURDU, HAKAN ŞÜKÜR DE
SAHA kenarına çok yakışıyordu. Kuşkusuz 90 dakika boyunca bir futbolcu kadar yoruluyordu. Bir kere her maçtan önce bütün stadı turlardı. Taraftar, futbolculardan önce Sezgin’i selamlardı. Birçok pozisyonda vole denemiştir. Sandalyesinde hafifçe zıplayarak kafaya çıkmıştır.
Verkaçlar yapmıştır. Göğüs stop denemiştir. Kimi zaman Taffarel olmuştur. Simoviç gibi sağa sola yatmaya bile yeltenmiştir. Kan ter içinde kalmıştır çoğu maçta...
ONU DERWALL DE BİLİRDİ DROGBA DA..
G.SARAY’a yerli-yabancı kim geldiyse önce Sezgin’i gördüler karşılarında. Onun ışıl ışıl sarı kırmızı parlayan gözleriyle tanıştılar. Jupp Derwall, İviç, Sigi Held, Saftig, Souness, Feldkamp, Mustafa Denizli, Lucescu, Gerets, Skibbe, Rijkaard.. Hepsinin elini mutlaka sıkmıştır.
İLK buluşmamız geçen yıl Hırvatistan’ın Split kentinde oldu. Milli takının başındaydı. Euro 2012 sonrası ayrılacağını ve yeni heyecanlar yaşamak istediğini söyledi. Nereyi istediğini sorduğumda, “İtalya, İngiltere, Rusya, Almanya’dan teklifler var ama ben sizin ülkenizde çalışmak istiyorum.” dedi ve ekledi “O takım da Beşiktaş. Tam bana göre...”
Şaşırdım. “Neden” diye sordum.
“Türkiye’de oynamış arkadaşım Stjepan Tomas’la konuştum. Bana büyük takımları anlattı ve çılgın taraftarıyla Beşiktaş’ın bana çok uygun olduğunu anladım.”
Sonra Beşiktaş’tan teklif bekledi.. Ama bir türlü bir orta yol bulunamadı. Lokomotif Moskova ile sözleşme imzaladı. İşte o imzadan sonra Euro 2012 grup maçları devam ederken bir kez daha buluştum Biliç’le. Varşova’nın Warka Köyü’nde..
İlk sözü, “Malesef olmadı dostum. Rusya’ya gidiyorum. Ama şunu bir yere yaz, bir gün mutlaka Türkiye’de çalışacağım” oldu. Çok istediği, Beşiktaş’ta artık. O’nu yakından tanıyan biri olarak şunu söyleyebilirim: “Biliç-Çarşı kenetlenmesine hazır olun. İki taraf birbirinin tamamlayıcısı”.. Ve O’nun şu sözü bu konudaki her şeyi ortaya koyuyor: “Seyircinin çılgın çoşkusu kadar hiçbir şey beni motive edemez.”
KÜPELİ, LEAD GİTARİST
Peki nasıl biridir Biliç?..
Dünya Kupası Finali’nde Brezilya-Uruguay maçı. Puan sisteminin uygulandığı turnuvada Brezilya 4, Uruguay 3 puana sahipti. Yani Sambacılara beraberlik bile yetiyordu. Brezilya ikinci yarının başında attığı golle 1-0 öne geçti. Brezilya bayrama hazırlandı. Ancak Uruguay direndi. “Bu iş burada bitmez” dedi ve attığı 2 golle Maracana stadını Brezilya’nın başına yıktı.
Son düdükle tribündeki 200 bin kişi dondu kaldı. Stadyumdaki derin sessizliği bozan tek şey Uruguaylıların sevinç çığlığıydı. Kalp krizi geçirenler, stada atlayarak intihar teşebbüsünde bulunanlar ve bir noktaya bakarak dakikalarca sabit kalan on binler...
Maçın bitimiyle diz çöken bir Brezilyalı babanın 10 yaşındaki oğlu babasını teselli etmeye çalıştı: “Üzülme babacığım. Ben ilerde büyük bir futbolcu olacağım ve dünya kupasını sana ve bu ülkeye armağan edeceğim.”
O çocuk Pele’ydi.
O Pele ki, 8 yıl sonra İsveç’teki organizasyonda Galler maçıyla birlikte sahneye çıkmaya başladı. O Pele ki, Brezilya’yı tek başına dünya şampiyonu yaptı. Futbolseverler yeni yıldızı ayakta alkışladı. Brezilya onun oynadığı dönemde tam 3 kez Dünya Şampiyonluğuna uzandı. O, futbolun kralıydı. Siyah İnci’ydi. O Pele ki dünyanın gelmiş geçmiş en çok gol atan futbolcusu. Tam 1283 kez topu filelerde buluşturdu. O Pele ki bir gün kırmızı kart görünce bütün seyircilerin tepki haykırışıyla hakemin kararından dönmesine sebep oldu, maça devam etti. Ve o Pele ki futbolu bıraktıktan sonra bile sokakta halkının yoğun ilgisinden yürüyemezdi. Anlayacağınız Pele=Brezilya.
HALKI SOKAĞA DÖKEN ADAM HALKLA KARŞI KARŞIYA
KADERİN bir cilvesi midir bilinmez ama işte bir dönemler halkını sevinç çığlıklarıyla sokaklara döken Pele, şimdi o halkla karşı karşıya. O istenmeyen adam.
Tribünlerin önüne gelen Brezilyalı iki kolunu beşik gibi sallayarak bir gün önce ‘Baba’ olduğunu bütün dünyaya ilan etti. O futbolcu Bebeto’ydu. Çocuk sahibi olmanın doyumsuz mutluluğunu, dünyayla paylaştı.
FUTBOL TARİHİNİN EN ‘BABA’ HAREKETİ
FUTBOL tarihinin antika kareleri arasına giren bu başyapıt görüntüyle Bebeto, hem oğluna hem de onu doğuran eşine şahane bir selam çaktı. Anılarımızda unutulmaz bir yer edinen o bebek büyüdü. Flamengo’da yetişen Mattheus Bebeto, önümüzdeki yıl Juventus’ta top koşturacak.
TÜM BABALAR BİR ‘GORİOT BABA’ EDER Mİ?
BABA dendiği zaman kendimi edebiyatın Napolyon’u Balzac’ın, Goriot Baba’sında bulurum. Hayatında hiç baba olmamış Balzac’ın anlattığı o eşsiz evlat sevgisinde. İnanın, yeryüzünün bütün babaları biraraya gelse Goriot Baba’nın babalık duygusunu bize yaşatamaz, anlatamaz. Bakar mısınız, ölüm döşeğinde iki ‘hayırsız’ kızını sayıklayan Goriot Baba’nın ruhunun derinliklerinden kopup gelen çığlıklara:
“BABALAR ÇİĞNENİRSE MEMLEKET BATAR”
“Onları ağlatmamak için ölmemek isterdim. Ölmek, onları bir daha görmemektir. Çok sıkılacağım o gideceğim yerde. Bir baba için cehennem çocuksuz kalmaktır, evlenmelerinden beri öğrendim bunun ne olduğunu. / Tanrım, ne diye hep küçük kalmadılar? / Kızlarım, kızlarım, Anastasie, Delphine, görmek istiyorum onları. Jandarma yollayın, zorla getirsinler, adalet benden yana, doğa, yasa, her şey benden yana. İtiraz ediyorum. Babalar ayaklar altında çiğnenirse, memleket batar. Toplum da, dünya da, her şey yıkılır. Ah, bir görsem onları, seslerini bir duysam, ne derlerse desinler, yeter ki seslerini duyayım, acılarım yatışıverir.”
“Benim tabutuma River Plate bayrağı sarın.” İnfaz memuru şaşırır: “Ama sen Bocalı değil misin?” Hükümlü, şakayla karışık bir gülümsemeyle, “Evet. Ama ben, bizimkiler bu dünyadan bir Riverli ayrıldı diye sevinsin istiyorum” der...
Bu öyküyü 6 yıl önce Ar-jantin’de dinlemiştim. Orada iki taraftar grubu tüm Latin Amerika’nın dilindeydi. Del Tablon (River Plate) ve La Doce (Boca Juniors)...
Beşiktaş-Galatasaray Fenerbahçe üçgeni...
Sadece şimdilerde değil, son yıllarda gündemde sıkça yer alan bir taraftar grubu da bizde var: Çarşı... Gezi Parkı eylemindeki duruşlarıyla da Türkiye’de bilmeyen kalmamıştır onları... Beşiktaş’ın Çarşı’sı neler yapmadı ki... Harika verkaçlara imza atıyorlar... Bunları 15 yaşındaki çocuklarla da yapıyorlar, 70’lik ninelerle de...
Hatta cami imamıyla... Yeri geldi mi pas trafiğini üçgenler kurarak gerçekleştiriyorlar. Hem de kiminle? Rakip taraftar gruplarıyla... G.Saray-F.Bahçe-Beşiktaş üçgeninin Gezi’deki bunaltıcı paslaşmasına Barcelonalılar bile şapka çıkartır... Hatta bu pas alış verişi olanca hızıyla devam ederken 12numara.org’tan muhteşem bir barış çağrısı geldi... Ağustosta ligler başlamadan Galatasaray ile Fenerbahçe arasında oynanacak olan Süper Kupa maçının Olimpiyat Stadı’nda oynanması ve Beşiktaş taraftarının da davet edilmesi çağrısı... Harika fikir bence de... Federasyon uyuma!..
‘Dansöz’ denilmesin diye vücut çalımı atmıyorlar
Topu hep ayaklarında tutuyorlar... Oyundan bir an bile kopmuyorlar. Gündüz eylem yapıp gece evlerinin yolunu tutmuyorlar. Hele biber gazına hiç ‘Eyvallahları’ yok. ‘Tekmeye kafa uzatmak’ onlarınki...
İki buçuk saatlik bir dizi için sabahtan gece yarılarına kadar sette olduklarını haykırdı. Kırık dökük Türkçesiyle... İlk kez meydanda bu denli açık konuşan kadını dizideki arkadaşları oturdukları yerde alkışladı. Şimdiye kadar onlar da bu durumdan yakınıyordu ama seslerini yükseltemiyorlardı/yükseltmiyorlardı...
Kimdi bu cesur kadın? Meryem Uzerli... Muhteşem Yüzyıl dizisinin Hürrem’i... O çıkış bana göre derslik bir çıkıştı. Aslında gizliden işçi haklarından dem vurdu... Almanya doğumlu Uzerli, sendikacılığı da modern çalışma sürelerini de geldiği ülkeden biliyor tabii ki... Uzatmayacağım... Hürrem, yapımcısına “Böyle gitmez” dedi ve ülkesine döndü. Haber vermeden. Berlin’de tedavi görüyormuş. Yapımcısı Timur Savcı, “Uzerli benim sayemde 4 milyon dolar kazandı” diyormuş. Sanki kendisi hiç kazanmıyor. Uzerli’yi kovacakmış...
AYKUT HOCA ANCAK YILDIRIM ONAY VERİNCE GİDEBİLDİ
FİLM setlerinden futbol sahalarına uzanalım. Daha doğrusu yönetici katlarına... Aykut Kocaman, Fenerbahçe macerasını sonlandırdı. İstifaları ve ardından geri dönüşleriyle bildiğimiz Aykut Hoca, nihayet virgül değil nokta dedi. Aziz Yıldırım, bu sefer ikna etmeye çalışmadı. “Tamamdır” dedi. Ayrılığın sebebiyle ilgili bir sürü iddia var. Ben onlarla meşgul değilim. Ancak taraflar saydam bir şekilde herşeyi açıklamalı... O ayrı. Ancak şu gerçek gün gibi ortada: Aykut Hoca istediği zaman değil, Başkan Yıldırım istediği zaman gidebildi... Bir tuhaflık yok mu sizce?
ELDE VAR KOCAMAN BİR HÜZÜN...
AYKUT Hoca’yı Alex’in gönderilmesinde ve birçok maçtan sonra rakiplerine yaptığı çıkışlardan dolayı eleştirdim. O eleştirilerimin hâlâ arkasındayım. Ancak Aykut Hoca, önemli bir futbol adamı... Ona bir şiirle selam göndermek istiyorum; Atilla İlhan’dan: Hayat zamanda iz bırakmaz / Bir boşluğa düşersin bir boşluktan / Birikip ‘yeniden sıçramak’ için / Elde var hüzün...
AYSAL, USTALIK DÖNEMİNE YIKIP DÖKEREK GİRDİ
ÜNAL Aysal
Ne güzel anlatır Hilmi Yavuz, “Doğu’nun bebeleri” şiirleriyle o bölgede çocuk olmanın nasıl bir alın yazısı olduğunu...
Orada doğanların futbol tutkusunu anlatan bir kitap geliyor. Hakkâri’den. Hakkâri’nin futbol albümü... ‘Dağların Kentinde Futbol’... Derleyen Murat Taş... Albümde Hakkâri’nin efsanevi Belediye Başkanı Abdurrahman Keskin’den Mustafa Erdoğan’a, Yılmaz Erdoğan’a kadar birçok isim var. 1960’lı yıllardan başlayarak günümüze kadar dağların eteklerinde top sürmüş o dönemin çocuk şimdinin ünlülerinin fotoğrafları albüme dönüştürülmüş.
ZAP’TA FUTBOL OYNAMAK...
DOĞU’nun bir futbol takımı var. Hakkâri Zapspor. Kaç zamandır Hakkâri’nin, Zap’ın çocuklarını yazmak niyetindeydim. Asıl derdim de Zap’ın topçularını yazarken doğuda çocuk olmanın zorluğundan dem vurmaktı... İşte Murat Taş’ın kitabı bana bu fırsatı verdi...
Real Madrid, Barcelona, Arsenal, Bayern Münih, Liverpool... Hepsinin stadlarını, kamp tesislerini defalarca gezdim... Ama inanın, hiçbiri beni Zapspor’un, -kamp tesisleri diyeceğim ama yoktur- antrenman yerini gezebilmek kadar heyecenlandırmadı. En kısa zamanda oralara gidip bir şeyler yazma düşüncesindeyim. Bir tarafta Ronaldo, Messi, Gerhard, Mario Gomez... Diğer tarafta Mecit, Sidar, Fesih, Özgür...
Varlığın zirvesi ve yokluğun dibi... Nedense sefillikle daha fazla ilgiliyim.
Belki de rahmetli dedemin dilinden düşmeyen şu sözü çok işttiğimdendir: “Ölüm olsun ama yokluk olmasın, evlat”...
‘AMCAM AŞIK OLMASAYDI FUTBOL STARI OLURDU’
Okulun bahçesine topladığı sınıfa sorar: “Bu yaz jimnastik sistemini tamamen değiştiriyorum. İçinde felsefesi olan bir sisteme dönüyoruz. Bütün dünyayı saran, uzak doğudan çıkan bu sporun adı nedir?” Sınıfın hayta erkeklerinden kimse cevap veremeyince bayanlardan biri “Kung-Fu” cevabını verir ve öğretmen, hafif muzip bir edayla; “Tebrik ederim. Ayrıca diğer kız arkadaşları da tebrik ederim” der... Kim bu?
“Eskrim, dağcılık, voleybol, tenis, basketbol ve futbolda üstüne yoktur! 1976 Montreal Olimpiyatları’nda yarıştı ama bayrağımızı göndere çekemedi!”
O, “Badi Ekrem”. Rıfat Ilgaz’ın sinemaya uyarlanan eseri Hababam Sınıfı’nın efsane Beden Eğitimi Öğretmeni... Kim unutabilir onu... Şimdiki liselerde olsaydı sayısız çekirgesi olmaz mıydı? Biz O’nu çok sevdik. Hala kahkahayla izliyoruz...
Vecihi Hürkuş’u da sevdik Banker Bilo’yu da...
TABİİ sadece Badi Ekrem’i sevmedik... ‘Gülen Gözler’ filminde sevgilisinin evinin üstünden tayyareyle uçuşlar yapan sabırlı ve romantik aşık Vecihi Hürkuş’u da sevdik. “Ankara asfaltına boeing indirdim” diyen pilotu kim sevmez ki! Süt Kardeşler’deki sert, disiplinli bir o kadar da komik Hüsamettin’i de tuttuk, orantısız anıların cesur anlatıcısı ‘Neşeli Günler’in palavracısı Ziya’yı da...
O çocukluğumuza da gençliğimize de yaşlılığımıza da dokundu. 30 yıl önce izlediği Banker Bilo’yu şimdi izlemeyeyim diyen var mıdır acaba?
Yılbaşı çekilişinde en büyük ikramiyeyi kazanan Mesudiyeli Mesut olsa da, O bizim Züğürt Ağa’ydı. “Domatiiss” satan, çiğ köfteciliğe düşen, “Herkesin iyi yapabildiği bir iş mutlaka vardır” diyen...
Arabesk olmak da yakıştı Amerikalılık da