Dünya hala onun saha içi ve saha dışında başardığı mucizeleri konuşuyor.
O, geçit vermez bir kaleci.. Çanakkale Savaşı’nda düşman teknolojinin en üst sınıfıyla filo filo dayansa da, bombalarla siperler kana boyansa da “Çanakkale geçilemez” diyen bir panter.. Sol kanatta oynatsan bir boğa.. Devrimcilikten dem vuruyor.. Durdurabilene aşk olsun.. Sağda oynatabilirsin.. Milliyetçi.. Bölgesini canı pahasına korumakla kalmıyor, hücumda da hani nasıl desem, “rüzgarın oğlu..”
İLERİ GÖRÜŞLÜ LİBERO
ÖNGÖRÜLERİ müthiş, sezgilerinde yanılmıyor.. Tam bir libero.. 1932’de Amerikan generaliMac Arthur’a, dünyanın, her an bir savaşın içine girebileceğini söyledi. “Almanlar kendilerini siyasi bir akıma kaptırırlarsa 1940-1945 yılları arasında savaşırlar. Bu savaş çok kanlı olur, ancak Amerika müdahele ederse biter, bu savaşın esas galibi ise Rusya olur” dedi ve tüm bu öngörüleri gerçekleşti. İşte takımını defanstan ataklara böyle ustaca çıkarıyor. Geriden oyunu iyi okuyor.
TAKTİĞİ, “TOPLU DEFANS, TOPLU HÜCUM”
FELSEFESİ “toplu defans toplu hücum”.. Tam bir taktisyen.. Fırtınalar koparan lider.. Sakarya Savaş’ında ünlü “Hattı Müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır” diyerek Kurtuluş Savaşı’nın en kritik “savunma” zaferine imza attı. Sonra Büyük Taarruz’da “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri” diyerek muhteşem bir “hücum” zaferi kazandı..
VER-KAÇI SÜTÇÜ İMAM’LA GERÇEKLEŞTİRDİ ARA PASLARI KARAYILAN’A ATTI
ORTA sahanın göbeğinde de oynatabilirsin. Cephelerde sabahlara kadar çalıştı. Batı, Güney, Doğu cepheleri için günlerce kafa yordu. Zorlu koşullarda kongre üstüne kongre yaptı. Anlayacağınız, sahanın her yerinde.. Bundan olacak ki ön liberoda bitmek bilmeyen bir enerjiyle oynuyor. Ondaki ciğer değil de sanki körük.
“Kaleci dramatik bir yerde, üç direğin arasında, 10 arkadaşından ayrı, yalnızdır. O yalnızlığında annesini, babasını, eşini çocuklarını sevdiklerini düşünür. Bir tek onun böyle bir zamanı vardır 11 futbolcu içinde.” Tolga’yı cumartesi akşamı Fenerbahçe karşısında bu gözle izledim. “Kaç gol yerse yesin. Ne kadar kurtarış yaparsa yapsın” dedim içimden... Canından çok sevdiği annesi yoğun bakımda kanserle boğuşurken gözümü ayıramadım Tolga’dan.
Ve Maksim Gorki’nin Ana’sı geldi aklıma... Sosyalist devrim evresindeki bir toplumun sancılarını yüreğinde duyumsayan, oğlu Pavel’e ve onun arkadaşlarına ‘yoldaşlık’ eden Nilovna. Oğlu için canını veren kadın. Pavel’in mahkemede savcının emriyle yarım kalan sömürü düzenini yerden yere vuran savunmasını daha sonra kitlelere duyurmak için nasıl bir cesaretle atmıştı kendisini ortaya. Ve bu yasa dışı işi yaparken jandarmaların elinde can vermişti...
FAROZ’DAKİ BALIKÇILARIN DOSTU
Tolga futbolumuzun farklı bir yüzü.. Kendisi de kalecilikten gelen ve bir Trabzonspor hayranı olan sevgili Sunay Akın’ın dediği gibi, “O, kalbi yüzüne yansıyan adam.” Belki de yuvası Trabzonspor’dan hiç kopmayacaktı. Orada dostluk kurduğu balıkçıları hiç terk etmeyecekti. O, küçük bir dünya kurmuştu Trabzon’da kendisine. Balıkçı barınaklarında kendisine ait küçük teknesiyle büyük mutluluklara yelken açıyordu. İdris’lerle Recep Ali’lerle. O, ağların adamı. Kale ve balık ağlarıyla örülü bir hayatı vardı. Denizci hayatı. Kale direği de yelken direği de aynı anlama geliyordu onun için. Serüvenci. Sahada oyunu nasıl okuyorsa denizde de dalgaları öyle okuyordu. Tolga’da bizim edebiyatın Anton Çehov’u Sait Faik Abasıyanık’ı görüyorum. Onun da en iyi dostları İstanbul’daki balıkçılardı.
SİYAH-BEYAZ BİR HAYATTI ONUNKİ
SİYAH beyaz bir hayattı onunki. O da Kartal oldu.
Televizyon misafirliğiydi bizimkisi.. O akşam TV kahramanlarımızı izlemek için varlıklı komşumuzun evine doluşurduk. Siyah-beyazdı kahramanlarımızın hikayesi. “Televizyonunuzu kapatmayı unutmayınız” yazana kadar izlerdik.. Tam bir dizi furyasına tutulmuştuk.. Çarli’nin Melekleri, Uzay Yolu, Kung-Fu, Dallas, Beyaz Gölge, Kara Şimşek, Köle Isaura, Lassie, Küçük Ev, Tatlı Cadı, Komiser Colombo, Kaçak, Uzay Yolu, Bonanza, Kökler vs. Ama bu dizilerden biri vardı ki hiç kaçırmazdım.. Baretta.. Cumartesi akşamları çıkardı.
Binbir kılığa giren başkarakteri Dedektif Tony Baretta, papağanı Fred ve en büyük haber kaynağı arkadaşı Horoz sayesinde kısa sürede bağımlılık yapmıştı tüm Türkiye gibi bende de..
Tony Baretta’yı Robert Blake oynardı. Blake’nin çalkantılı bir hayatı oldu. Ona girmeyeceğim. Blake’nin başrolünde oynadığı bir film vardı. Satın Alınamayan Adam.. Filmin orijinal adını hatırlamıyorum ama Türkçe adı böyleydi. O filmi hatırladıkça yaşayan bir efsane aklıma gelir.. Francesco Totti..
BAŞKAN ADAYLARININ SEÇİM KOZU: “SİZE TOTTİ’Yİ ALACAĞIM”
ŞU aralar Roma, tarihinin en başarılı sezon başlangıcıyla Serie A’da kasırga gibi esiyor. Dümende O var..
O, kimsenin Roma’dan koparamadığı adam.. Yaşamının sonuna kadar Romalı kalacağını haykıralı yıllar oldu. Anneanne korkusu işte! Fanatik anneanne 1989’da Roma futbol takımının kapısından giren torununu karşısına oturtarak:
“Evlat dinle. Bundan böyle Roma’dan başka takımda oynamayacaksın. Tamam mı?” diyerek kestirip atmış. O sözün üzerinden tam çeyrek asır geçti.
Ancak bir isim var ki tüm o efsanelerden ayrılır. O, bütün şanını anlık bir harekete borçlu. Dünya O’nu 20 Haziran 1976’da “bir saniyelik” sahne performansıyla tanıdı. Belgrad-Crvena Zvezda Stadyumu’nda penaltı atışlarına giden maçta Almanya’ya attığı sıra dışı golle ülkesi Çekoslovakya’yı Avrupa Şampiyonu yaptı.
O anı Panenka’dan dinlemiştim: “İlk olarak bu tekniği Bohemians Prag’da oynarken antrenmanda kalecimiz Zdenek Hruska’ya karşı denedim. Neye uğradığını şaşırdı. 76 finalinde de Uli Hoeness penaltıyı kaçırınca iş benim vuruşa kalmıştı. Sepp Maier’i çok iyi tanıyordum. Ben topa daha vurmadan önce onun bir köşeye uçağından emindim. Topu ben usulca kalenin ortasına vurduğumda kendi soluna atlayan Sepp Maier için artık çok geçti.”
DEMİR PERDEYİ SOKAĞA DÖKTÜ
BU başarı 1960’da Avrupa Şampiyonu olan Lev Yaşin’li SSCB’den sonra Demir Perde’deki yoldaşları bir kez daha sokağa döktü. Küba’dan Çin’e; Varşova’dan Moskova’ya bütün sosyalistleri. 1972 Avrupa, 74 Dünya şampiyonu Almanya’yı o zamana kadar ilk kez denenen “ince” bir penaltı atışıyla avlayan Çekler dünya futbol literatürüne özel bir adamın penaltısını da marka olarak takdim etti. “Panenka Penaltısı...” Maier, yıllar sonra “hayatında unutamadığın an hangisi?” diye soran Fransız gazeteciye “Panenka’nın beni içine düşürdüğü bir saniyelik çaresizliğim” demişti. Geçen yıl Prag’da işte o Panenka’nın izini sürdüm.
KULÜBÜ DE KURTARDI STADYUMU DA
BULUNCA ve konuşmaya başlayınca anladım ki o, sadece saniyelik bir vuruşla yıldız olmamış. Futboldan sonra hem de çile dolu bir hayatın içinde bir futbol kulübünün yok oluşunu önlemek için gerçek bir başarı öyküsüne imza atmış. Varını yoğunu ortaya koyarak... Kulübü, Bohemians bundan 7 yıl önce ekonomik dar boğaza girince çıkışı, eldeki bütün varlıkların satışında aramış. Sevimli, şirin stadyumu yıkılacak, yerine dikilecek AVM ile borçlar kapanıp kulübün kapısına kilit vurulacak. Yüz yılı deviren bir kulüp de tarih olacak. Mevcut yönetimin kurtuluş projesi buymuş. Panenka, bu durumu duyunca çılgına dönmüş. Hemen çoğunluğu kırk yaş üstü taraftarlardan oluşan vefakar bir grubu örgütlemiş. Futbolculuğundan az da olsa kazandığı ve birikime dönüştürdüğü parayı bu uğurda harcamış. Kendisiyle özdeşleşen 7 bin 167 seyirci kapasiteli Dolicek Stadyumu’na talip olan zengin girişimcinin karşısına dikilmiş. “Yıktırmayacağım o stadyumu. Orada bir kültür yatıyor. AVM olmayacak orada” demiş. Ancak Panenka karşısındaki zengine göre sadece bir “futbolcu eskisi”.
SÜRPRİZ DESTEKÇİSİ MAIER
İKİ ay sonra yapılacak kongreye aday olacağını o iş adamına haykıran Panenka, dediğini yapmış. Başkan Panenka, kongrede hem stadyumun hem de kulübün anahtarını teslim almış. Acil bir eylem planıyla stadın satış işlemini durdurmuş. Bu mücadelesinde aynı dönemde oynadığı birçok futbol yıldızı Panenka’yı desteklemiş. Ama bir destek var ki, O’nu çok duygulandırmış.. Attığı penaltıyla kariyerine en büyük darbeyi vurduğu Sepp Maier. Panenka’yı defalarca arayarak sonuna kadar yanında olduğunu bildirmiş.
Kendim için söylemiyorum, yanlış anlama, bak!/Nasıl olsa benim miyadım doldu,/Ama sen de bokunu çıkarma işin!/Bir süre ara ver bu iş güzarlığa!/Tek dur biraz!/Ne dersin tam maaşla emekliliğe?/İşsizlik sigortası da veririm istersen...
Ölüm bu! Can Yücel’i dinler mi? En son Fransız teknik adam Bruno Metsu’yu da aramızdan aldı. 2002 Dünya Kupası’nda Senegal’e oynattığı futbol ve uzun saçlarıyla tüm dünyaya tanıtmıştı kendisini.
‘YENİLMEYECEĞİM’ DEDİ AMA..
Metsu, kanser teşhisi konduğunda, “Büyük bir şoktu. Eşimle birlikteydik ve hastaneden ayrılırken ikimiz de ağlıyorduk.. Bana 3 ay ömür biçtiler. Ama yenilmeyeceğim” demişti. Başaramadı.
Henüz 59 yaşında olan Metsu’nun kimbilir daha ne hayalleri vardı. Tıpkı geçen günlerde kaybettiğimiz Selçuk Yula ve Ahmet Erhan gibi.. Üçü de 1950 kuşağının güzel insanlarıydı. İkisi ölüme hazırlıksızdı ama sanki Ahmet Erhan, takdir-i ilahiye hazırlığını yapmış gibiydi: “Burda, bir Ahmet Erhan var uzakta/Defterini dürmüş ve Bingöl’de bir dağ köyü kadar yalnız..”
ÜÇ HAYAT.. ORTAK KADERLER..
Bu üç adamın kesişen çok noktaları vardı. Futboldan beslendiler. Birisi futbolun zirvesinde caka sattı.. Fenerbahçe’nin efsanesi oldu. Öbürü 2002 Dünya Kupası’nda Senegal gerçeğiyle bizi tanıştırdı. Diğerinin ise futbol yolculuğu kısa sürdü.. Fatih Terim’le birlikte Adana Demirspor’da oynadı. Bacağı kırılınca çekip gitti yeşil sahalardan.. Topu değil de duygularını üzerimize saldı. En duygusal sözleri ortaladı bizlere.. Şahane dizelerle asist yaptı, çaresizlere: “Leylî okudum ölümün okulunu/Beş taş oynayarak yıllarla/Yüzümde mecburi hizmet solgunluğu/Uçkuru düşük bir acının ayazında..”
Bu şiiri de var Özdemir Asaf’ın.. Adı Ego.. İnsana ait en büyük zaaflardan birini dizelerinde böyle biçimlendiriyor Özdemir Asaf..
Ah be hocam ne çektin şu egondan.. Ne bileyim insan başarının üstüne başarı koydukça herhalde önlenemez bir biçimde bu duygunun esiri oluyor.. Kim bilir belki de bu kusurunu örtmek için başarıdan başarıya koştun.. Şampiyonluklar arka arkaya geldikçe de egonun esamesi okunmuyordu.. Ama -şimdilik- diyorum bir yere kadarmış.. Başka bir egoya kurban edildin işte..
OYSA ALEX FERGUSON OLACAKTIN..
G.SARAY Başkanı Ünal Aysal, sen takımla antrenmadayken bir çırpıda seni yedi işte.. O başkan ki bir zamanlar senin için “Alex Ferguson gibi uzun yıllar çalışmak istiyoruz” diyordu. Sen de “Galatasaray’da ancak kovarlarsa giderim” demiştin. Senin dediğin gerçekleşti..
Buradan sonra yazacaklarım Başkan Aysal’a..
Sayın Başkan..
Evet bir Alex Ferguson yaratamadınız.. Hadi istediniz de olmadı diyelim.. Hoca ile 2 yılda sayısız polemiğe girdiniz. “Eleman” söyleminiz bunun zirvesiydi. Fatih Hoca, milli takım konusunda izin vermenize rağmen beklentinizin dışında bir karar verdi. Siz Futbol Federasyonu’ndan gelen teklifi nazikçe reddetmesini beklediniz.. Teklif ettiğiniz 2 yıllık sözleşme uzatmayı da kabul etmedi.. Telefon ve SMS mesajlarınıza da cevap vermedi..
KURUMSALLAŞMA İKİ KiŞi ARASINDAKİ MESAJLARI İFŞA ETMEK MİDİR?
Çünkü bu tür konular yazana da ızdırap veriyor. Mehmet Arslan’la bunu paylaştım. O da tüm babalar gibi birircik evladına çok düşkün bir baba ve o manzaradan derin üzüntü duyduğunu dile getirdi. Ama Aziz Yıldırım’ın Sabah gazetesinden Sevilay Yükselir’e söylediği sözler, yazmama fikrimi değiştirdi. Diyor ki Aziz Yıldırım: “Üzülecek bir durum yok çünkü numara yapıyor. Alenen evlat acısı üzerinden sömürü yapıyor. Biz yemiyoruz bu numaraları.” Bırakın babalık duygusunu yaşamış birini, evlat sevgisi yaşamamış, sıradan bir insan bile böyle bir söz söylemez.. Konu ne olursa olsun..
BABAYLA EVLAT ARASINA KİMSE GİREMEZ
Ortada hayata genç yaşta veda etmiş bir evlat ve onun kokusuna hasret bir şekilde yaşama tutunmaya çalışan bir baba var.. Baba ve evlat arasındaki ilişkiyi bir zamana kadar bilmezdim. Ankara’da üniversitede okurken Gaziantep’teki babam ve annem her gün kendilerini aramam gerektiğini söylerken onlara çıkışırdım. Bir gün babam “Tamam oğlum tamam... Sen bizi anlamazsın. Ancak çocuk sahibi olursan anlarsın” demişti. Babam, her zaman olduğu gibi yine haklı çıktı. Ece Duru, dünyaya geldiği günden bu yana babamla aynı yörüngedeyiz.. Babam benim, ben ise kızımın kokusuyla mutluyuz.
OĞLUNUN ACISINI FIRSATA ÇEVİREN BİR BABA BU DÜNYAYA GELMEZ
Sayın Aziz Yıldırım...
Mehmet Ali Aydınlar’la yaşadıklarınız ne olursa olsun.. “Evlat acısı üzerinden sömürü yapıyor” diyorsunuz. Yapmayın, etmeyin.
Oğlunun acısını fırsata çevirecek bir baba bu dünyaya gelmez.. Kimbilir Mehmet Ali Aydınlar, ne acılar yaşıyordur ve daha yaşayacaktır.
Sağ kanattan yaptığı kesmelere ‘muz orta’ denirdi. O’nun nev-i şahsına münhasır bir hareketti.. Ondan gelen ortayı gol yapamamak gol atmaktan daha zordu... Farklı bir futbol stili ve duruşu vardı. Rakipleri mi ona çok saygılıydı yoksa O’mu rakiplerini uyuturdu bilemedik. Çünkü orta yapacağı zamanlarda kendine özgü gerilerek topa vurma süresinde çok rahattı. Bilenler hatırlamıştır, kendi etrafında dönen bir semazendi sanki. Dönemin saygın spikeri Orhan Ayhan’a maç içinde defalarca “Kendi ekseni etrafında dönerek rakibini geçti”, “Sağ kanattan mütemadiyen atak yapıyor”, “Bir kez daha sert, kesme orta yaptı” dedirtmiştir. Sağ kanadı parsellerdi. O bölge 90 dakika zimmetindeydi. Hele bir de ellerini arkaya doğru açarak koşuşu vardı ki sanki kendisine aerodinamik ayarı yapıyordu.
OYUNDA RAKiPLERiNi; YAŞAMDA iSE KiBRi OFSAYTA DÜŞÜRÜRDÜ
BİLENLER anımsadı da bilmeyenler için yazayım. Bir zamanlar bu yeşil sahalardan bir Rıza Çalımbay geçti. Tam bir çelebiydi. Öyle beyefendiydi ki, 20 yıllık futbol hayatında kırmızı kartla tanışmadı. 2 kere pozisyon gereği sarı kart gördü. Sahada Gökhan Keskin, Ulvi Güveneroğlu ile dışarıda ise tevazuuyla verkaç yapardı. Oyunda rakiplerini yaşamda ise kibiri ofsayta düşürürdü. Beşiktaş’ta kendisini Metin-Ali-Feyyaz’ın gol atmasına; mahallesinde ise kimsesizlere adardı. Yokluktan geldi... Çocukluğunda bir bakkalda çıraklık yaparken üçüncü denemeden sonra siyah beyaz yuvaya attı kendisini. Türkiye’nin en şöhretli futbolculuğuna kadar yükseldi. Bir zamanların çırağı varlıklı bir yıldıza dönüştü. Ve de daima yoksullara el verdi. Şu anda onlarca çocuğa burs veriyor. Nerede başı dara düşen birisi varsa ve bunu Rıza Çalımbay duyarsa çaktırmadan onlara yardım ediyor...
HAYATI BOYUNCA SADECE SiYAH BEYAZ RENKLERLE YAŞADI
SİVAS’ta bir köyde doğdu, İstanbul’da zirveyi gördü. Böyle olunca unutamadığı mekanlar İnönü ve Sivas 4 Eylül oldu. Siyah-Beyaz dünyada geriye hep beyaz bir sayfa bıraktı.“Futbola minnettarım. Her şeyimi ona ve Beşiktaş’a borçluyum” diyor. Beşiktaş tarihinin en güzel “en”leri O’na ait: Beşiktaş’ta en çok oynayan, en çok kaptanlık yapan ve de en çok şampiyonluk yaşayan.. Bu anımsatmayı da Sevgili Birol Güven yaptı: “O, dünyada sadece siyah beyaz renklerle yaşadı. Yalnızca Beşiktaş ve Milli Takım formasını sırtına geçirdi.”
TÜRK FiLMLERiNE TUTKUN GÖSTERiŞSiZ BiR ANADOLU ÇOCUĞU
RIZA Çalımbay Türk filmlerini izleyerek büyüdü. Evinde binlerce CD’lik Türk filmi arşivi varmış. Fatma Girik’in Ezo Gelin’ini izlerken çok ağlamış. Kemal Sunal’ın Hababam Sınıfı’na hala gülermiş... Şener Şen, Hulusi Kentmen, Kartal Tibet... Onları ailesinin bir ferdi olarak görüyor. Ve onlardan biri öldüğü zaman mutlaka cenazesine gidiyor. Kemal Sunal’ı, Hulusi Kentmen’i Danyal Topatan’ı uğurlamaya gitmiş. Omuz vermiş tabutlarına, gözyaşları içinde...
O FUTBOLUN ANTON ÇEHOV’U YA DA SAiT FAiK ABASIYANIK’I