Sizden ayrı beşinci günüm. Genç yaşta kıydılar bana. Hadi ben neyse de size karalar bağlattılar ya ben ona yanıyorum... Annem de sen de kokuma doymadınız... Futbolla, topla, Fenerbahçe’yle sizden daha çok meşgul oldum... Ama değmezmiş be baba... Baksana güzel annem, beni uğurlamaya bile gelemedin... Dizlerin tutmadı. Beni o dünyadan aldılar da kurtuldum... Ya sizi ne hale soktular? Yaşarken öldürdüler sizi... İkinci kez evlat acısını yaşattılar ikinize de! Bilmiyorum baba bu acıya nasıl dayanırsınız! Bu tür durumlarda, mahallemizde bir genç öldüğünde, “O aileye Allah sabır veriyormuş” derdin, annem! Herhalde bunu sizden bir kez daha esirgemez büyük Allahım...
‘BANA ÖBÜR DÜNYADA DA HUZUR VERMİYORSUNUZ’
BABACIĞIM... Anacığım...
Futbolun kirli yüzü beni canımdan etti ama bakıyorum o çirkin tartışmalar hala devam ediyor. Bizim Volkan ve Sabri’ye bakar mısın? Yok o bana küfür etti, şöyle dedi, bunu yaptı... Sanki bunların önemi var artık... Demiyorlar ki bundan sonra futbol terörüne yeni Burakları kurban vermemek için neler yaparız? Kayıkçı kavgası sürüp gidiyor... Bana öbür dünyada da huzur vermiyorsunuz ya, alacağınız olsun...
‘CANIMDAN DAHA DEĞERLİ NE OLABİLİR Kİ’
VOLKAN Abi, Sabri Abi, Emre Abi, Melo, Meireles, Eboue... Hep birlikte basının karşısına çıkıp “Biz büyük bir hata yaptık. Hiçbir şampiyonluk ve derbi zaferi bir candan asla değerli olamaz, herkesten özür diliyoruz” bile diyemiyorlar. Kusura bakmasınlar, onları affedemem... Toplumdan özür dilemedikleri sürece onlara hakkımı helal etmem... Aslında Aykut Hoca, Fatih Hoca, Aziz Başkan ve Ünal Başkan, Fikret Başkan hepsi bir araya gelip dostluk mesajları verse ne olur ki babacığım... Bundan sonraki hedeflerini şampiyonluktan önce futbol terörüne bir can daha vermemek olarak ilan etseler olmaz mı? Oturmuşlar muzu tartışıyorlar, muzu!
‘AĞLARSA ANAM AĞLAR, GERİSİ YALAN AĞLAR’
RUHUMUN aktardıklarına göre de futbol adamları göstermelik toplantılarda birlik mesajları verip, arkamdan gözyaşı döküyorlarmış... Onların ki, timsahın gözyaşları... Hani derler ya, “Ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar”... Ah annem ah...
Yazarı Şemsettin Sami... Galatasaray’ın kurucusu Ali Sami Yen’in babası... Ali Sami Yen, Galatasaray Lisesi’nde öğrenciyken G.Saray Spor Kulübü’nü kurdu. Kimlerle kurdu? Edebiyat sınıfındaki arkadaşlarıyla... Galatasaray kültürü böyle edebi bir iklimden geliyor. Hal böyle olunca 19. şampiyonluğun kahramanlarını edebiyat sinema ve mitoloji ekseninde değerlendirmek istedim.
Bakın kime kim düştü?
EBOUE’DEN İYİ ZAGOR VAR MI?
ÖNCE Muslera... Mario Benedetti, sadece Uruguay’ın değil Latin Amerika’nın büyük edebiyatçısı. O’nun Türkçeye de çevrilmiş şahane bir romanı var. Mola.
Muslera, oradaki başkarakter, muhasebeci Santome’dir. Bir yıl boyunca takımın gelir-gider tablosunu zararsız kapatabilmek için çırpındı durdu çizgide. Allahı var muhasebeyi iyi tuttu. Lazio’dan transferi pahalıya mal olmuştu, örümcek adam o paraları da çıkardı.
Eboue... Hem beyazların hem de kızılderililerin sevgisini kazanmış bir çizgi roman kahramanı var: Zagor. Eboue’nin oyun içinde risk alan futbol anlayışı
bana her zaman fantastik olaylarla haşır neşir olan Zagor’u anımsatıyor.
SPARTAKÜS SEMİH
Burada müthiş bir uyum var. Bu jenerasyonun bir araya gelmesi Allah’ın bir lütfu. Umarım bunun devamı alt-yapıdan gelir. Yoksa bu masal en kısa sürede biter” Geçen yıl Kiev’de konuştuğum dünya futbolunun saygın ismi Oleg Blochin İspanya futbolunu böyle anlattı. Ve ekledi:
“Bir zamanlar biz de böyle futbol oynadık. Lobanovski yönetimindeki Dinamo Kiev’i hatırla. Ben, Belanov, Kuznetsov, Damianenko, Rats, Zavarov, Pratasov, Mikhailichenko... 86’da Avrupa Kupa Galipleri Kupasını kazandık. Uzaylı futbolu oynuyorsunuz diyorlardı bize. “80’li yıllarda 2010 yılının futbolunu oynuyorsunuz” türünde bir çok yazı okudum. Biz de Barcelona gibi işi gücü bırakır pas yapardık. Bir de bakardık ki rakip kaledeyiz. Üçgen yapmayı geometri profesörlerinden daha iyi biliyorduk. İşte o jenerasyon 1 kez Avrupa Futbol Şampiyonasında final oynadı. 88’de Hollanda’ya kaybettik. Bizim futbol bir rüyaydı. O müthiş jenerasyonun arkası gelmedi ve rüya bitti”
BARCELONA DİNAMO KİEV GİBİ Mİ OLACAK?
Şampiyonlar Ligi’nde İspanya’nın iki dev markasının çöküşü Blochin’in bu söyledillerini aklıma getirdi. Real ve Barça’nın diz çökmesi, İspanya milli takımına nasıl yansır acaba? Yoksa onlar da arkası gelmeyen bir jenerasyonın vedasına mı hazırlanıyor... Sergiledikleri güzel futbol hoş bir sada olarak anılarımızda mı kalacak... Tıpkı 80’lerin Sovyet futboluna kimlik kazandıran Dinamo Kiev efsanesinin kısa süren kasırgası gibi...
İspanyollar Şampiyonlar Ligi yarı finalinde kime kaybetti... Almanlara... Yel değirmenini bir dev olarak gören ve ona karşı idealist bir savaşa tutuşan Don Kişot, İngiltere’nin başlattığı Sanayi Devrimi’ne sonradan büyük katkılar yapan Almanlar’a kaybetti. İspanyol, Cervantes’in Don Kişot’u romanın atasıdır. Dünyada kutsal kitaplardan sonra en çok okunan bir baş yapıttır. O kitabı okumamak bir kayıptır. Nedendir bilmiyorum, bizdeki Don Kişot tanımı yabancıların tanımına göre küçümseyici...
GEREKSİZ YİĞİTLİK Mİ HAYALLERİ KOVALAMAK MI?
Türk Dil Kurumu kayıtlarına göre, Don Kişot’luk “Gereği yokken kahramanlık göstermeye kalkışma durumu”, MEB’in sözlüğünde ise “Gereksiz ve yersiz yiğitlik göstermeye kalkışma hali” olarak tanımlanır. Oysa Oxford sözlüğünde, “Yüce bir coşku ile hayali idealler kovalamak”tır. Bence de Don Kişot, hayali ama saygın bir idealizmi temsil ediyor. Haksızlıklara isyan eden bir ruh hâli başka nasıl açıklanabilir ki... Hepsi bir tarafa... O’nun bir köylü kızından soylu sevgili Dulcinee hayali yaratması... Sorararım size hangimiz böyle bir sevgili yaratmadık, çocukluğumuzda, hayatımızda?
İSPANYOL FUTBOLU DON KİŞOT’UN HAYALLERİNİN KARŞILIĞIYDI
Almanya’da ortalığı birbirine katan Klopp, asıl depremi Güney Almanya’da yaptı. O, kendilerini sadece Bavyera futbolunun değil Almanya’nın hatta Avrupa’nın düzen belirleyicisi olarak gören Karl Heinz Rummenige - Franz Beckenbeuer - Uli Hoenes’i deliye çevirdi. Bayern Münih’in dinazorları da diyebiliriz onlara, akil adamları da... Klopp adını duyduklarında tüyleri diken diken olur, bu üçlünün. Nasıl olmasın ki... Dev bir futbol endüstrisi yaratmak için 20 yıldır elbirliği içinde olan bu kurtların elinden son iki şampiyonluğu söküp aldı... Şampiyonlar Ligi yarı final eşleşmelerinden sonra Rummenige-Klopp arasındaki söz düellosunun sertliğine bütün dünya tanık oldu... Hele Wembley’deki final buluşmasının adı Dortmund-Bayern olursa var ya... Gerisini siz düşünün işte...
TARAFTARINA CANINI VERECEK ADAM
* PEKİ kim bu Klopp... Çocukluğunda anneannesinin bira atölyesinde kasalara bira yerleştiren çocuk büyüyünce futbolcu oldu. Aralıksız 12 yıl Mainz’da oynadı. Ama futbolcu olarak parlak bir kariyeri olmadı. Sonra 8 yıl Mainz’i çalıştırdı. İnişli çıkışlı bir grafik çizdi. Takımın küme düşmesini engelleyemedi.
Daha sonra yolu Borussia Dortmund’a düştü. Ekonomik krizdeki bir takımla ne yapabilirdi ki? Giydi ateşten gömleği... Önce taraftarı arkasına aldı. Onlarla kenetlendi. İlk sezonunda, ‘ultracı’ güney kale arkası tribününde sponsor reklamı istemeyen taraftarlara destek verdi. Signal İduna’nın çılgınlarına “Size canımı veririm” dedi. “Alt yapı” dedi. Mario Götze’yi buldu. Nuri Şahin’i kazandı. Düşük maliyetli yıldızlar yarattı. 2 yıllık yapılanmanın ardından yeni nesil bir futbol topluluğuyla Almanya’ya selam çakmaya başladı.
20 MİLYON EURO’LUK TAKIM 250 MİLYON OLDU
* HUMMELS‚ Kagawa‚ Lewandowski‚ Bender‚ Subotiç gibi genç oyuncuları sıfırdan alıp dünya yıldızı haline getiren Klopp, bu genç takımın değerini 250 milyon Euro’ya çıkardı. İki şampiyonluğa imza attı. 200 bin Euro’ya Japonya’dan alınan Kagawa 15 milyon pounda Manchester United’a satıldı. Ve Mario Götze 37 milyon Euro’ya Bayern Münih’e gitti. Lewandowski için 50 milyon Euro’luk transfer ise işten bile değil artık.
Bir gün gazeteciler Klopp’a “Barcelona’nın La Masia alt yapı okulu, Dortmund için örnek oldu mu?” diye sorunca bakın onlara hangi karşılığı verdi?
“Hayatın santimlerden ibaret bir oyun olduğunu kaybetmeye başladığınızda öğrenirsiniz... Bundan sonra bir hayatım olacaksa nedeni, o santim için savaşmaya ve ölmeye hazır olmamdır... Biz şu anda cehennemdeyiz beyler.
Ya burda kalıp santim santim yanacağız. Ya da tırmanarak buradan çıkıp ışığa gidebiliriz. Her defasında 1 cm tırmanarak...”
Bu sözler “Any Given Sundey” filmindeki Al Pacino’ya ait... Oliver Stone imzalı filmde Pacino, Amerikan futbol takımı Miami Sharks’ın koçu. Play-off’lara 3 maç kala takımın en önemli oyuncusu ardından da onun yedeği sakatlanır. Takımın koçu Tony D’Amato, işte tüm bu yaşananlardan sonra yıkılan takımı ayağa kaldırmak için yukarıdaki derin konuşmayla soyunma odasını yıkar geçer...
Sonuç... Zafer...
SAVAŞ MEYDANLARI DA KOMUTAN SÖYLEVLERİYLE TİTRER
YERİ gelir savaşın düğümlendiği anda da bir söz, bir nutuk her şeyi değiştirir. Tıpkı Çanakkale Savaşı’nda Mustafa Kemal’in 57. Piyade Alayı’na “Ben size taarruzu değil; ölmeyi emrediyorum” sözü gibi. Napolyon’un “Savunma halindeki birlik yenilmeye mahkumdur” ve “Zafer ısrar eden ve dayananlarındır” sözleri de savaş meydanındaki Fransız ordusunu coşturmadı mı?
Savaştaki teknik donanım, fiziki güç ve cephane bir yere kadar. Orduyu harekete geçiren, vurucu hamleyi yaptıran en büyük güç motivasyon üstünlükte saklı. Bakın büyük savaş zaferlerine, hepsinde orduya inanç aşılayan komutan nutukları mutlaka vardır.
Portekiz futbolunun büyük ismi Eusebio, Benfica yıllarını, “R. Madrid, Inter, Juventus peşimdeydi. Diktatör Salazar, kaçarım korkusuyla beni askere aldı. Futbol oynuyordum ama Salazar’ın askeriydim” diye anlatıyor.
FENERBAHÇE’nin Avrupa Ligi yolunda diktatör takımlarıyla randevusu devam ediyor. Mussoli’nin SS Lazio’sundan sonra Portekizli diktatör Salazar’ın takımı Benfica ile eşleştiler... Roma’yı yakan Sarı Kanarya bakalım kaşifler kenti Lizbon’da ne yapacak? Şimdiden başarılar diliyorum. Benfica denince akla ilk önce tabii ki Kara Panter Eusebio gelir. Mozambik doğumlu Eusebio, sömürge düzeninin mağduru olarak yetenekleriyle birlikte yerinden yurdundan edildi. Futboldaki hünerini Portekiz için sergiledi. Zorla. Aslında Ona Portekiz’de de huzur yoktu. Askeri kökenli olmayıp ekonomi profesörü olarak diktatörler tarihine geçen Salazar, Onun bütün özgürlüğünü elinden aldı.
‘BUNU İLK KEZ AÇIKLIYORUM’
GEÇEN yıl Lizbon’da Trtspor için konuştuğum Eusebio, çarpıcı şeyler anlatmıştı:
“Şimdi söyleyeceklerimi iyi dinle.. Bir rejimin insan hayatındaki etkileri açısından önemli. Evet beni Avrupa’nın en büyük takımları istedi. Real Madrid, Inter, Juventus, Manchester United, Milan.. Hem de bir çoğuyla kontrat bile yaptım. Çok büyük paralar verdiler.. Ama hiç biri olmadı. Çünkü başımızdaki diktatör profesör Salazar izin vermedi. Geleceğimle, maddi durumumla oynadı.
Ben ondan ünlüydüm ama beni o yönetiyordu maalesef. Kaçar giderim diye beni 22 yaşında zorla askere aldı. 3 ay dış dünyayla irtibatımı kesti... Futbolumu oynayabiliyordum ama Salazar’ın askeriydim. Bunları da ilk kez açıklıyorum. Bir diktatör hayatımı kararttı anlayacağın. Ve şunu yaşayan biri olarak söylemeliyim. ‘Dikta kadar berbat bir rejim olamaz... Yaşasın Demokrasi!”
Ben Portekiz’in Pele’si değilim O, Brezilya’nın Eusebio’su!
BENFİCA’nın efsane ismi Eusebio bir çileli yaşamdan geliyor. O Eusebio ki 1960’lı yıllarda Pele ile birlikte dünya futbolunun en büyük ismiydi. Kara Panter’e “Sana, Portekiz’in Pele’si diyorlar” dediğimde “Yanlış söylüyorsun. Doğrusu, Pele Brezilya’nın Eusebio’su” karşılığını verip, hemen cep telefonundan dostu Pele’yi arayıp küfürlü bir konuşma yapmıştı. Bu arada o röportajda unutamadığım an, efsane Eusebio’nun eski püskü cep telefonununun tuşlarını çay kaşığıyla harekete geçirmesiydi.
Biliyorum sana bu aralar ne mektuplar yazılıyordur. Aşkını ilan eden genç kızlar... Hayranlık bildirenler... Tanışmak isteyenler... Sosyal medyada seni takibe alan onbinler... Ben de sana bir mektup yolluyorum... İçinde biraz da edebiyat olan... Sevgili Salih... Türk edebiyatında usta bir şair vardı. Ahmet Muhip Dranas. Bilmiyorum tanıyor musun? Tanıyorsan O’nun Fahriye Abla şiirini de bilirsin... Yok bilmiyorsan Hem Dranas’ı hem de Fahriye Abla’yı okumanı tavsiye ederim... Dranas’ın Fahriye Abla şiirini daha çocuk yaşta, 13-14’ünde yazdığı söylenir... Görüyorsun değil mi bir başyapıt o yaşta çıkabiliyor işte. Sana, seni hatırlatıyor mu bu güzel örnek, acaba? Neyse buraya daha sonra geleceğim.
Salihciğim... Aslında hepimizin mahallesinde bir Fahriye Abla vardır. Orta yaşlarda, alımlı bakışları ve bakımlı haliyle herkesin hayallerini süsleyen. Fettan bir güzeldir o kadın... Herkes ona yakın olmak ister... Ama bir türlü beceremez. İşte Dranas da Mahallesi’nin güzel kadınına gizliden beslediği hisleri bu şiirle açığa vurur...
“En sonunda varmışsın bir Erzincanlıya. Bilmem şimdi hâlâ bu ilk kocanda mısın? Hâlâ dağları karlı Erzincan’da mısın? Bırak geçmis günleri gönlüm hatırlasın. Hâtırada kalan şey değişmez zamanla, Ne vefalı komşumuzdun sen, Fahriye Abla!
TARIK DAŞGÜN’Ü OKAN KOÇ’U UNUTMA!
Sevgili Salih, Yolun başındasın. Daha önünde uzun bir yol var. Soyadın Uçan ama sen sakın şimdiden uçma. Havalara girme... Sen daha doğmamışken ne yıldız adayları ortaya çıktı. Bir Tarık Daşgün vardı. Müthiş bir yetenekti, senin gibi.. 20 yaşın altındaydı. Fenerbahçe’nin efsanevi başkanlarından Ali Şen O’nu Gençlerbirliği’nden almak için ne paralar döktü. Sonunda aldı da. Ama o Tarık İstanbul’da kayboldu gitti. Şimdilerde nerede olduğunu ailesinden başka bilen yok, neredeyse... Okan Koç... O da Gençlerbirliği’nde genç yaşta parladı. Galatasaray ile Beşiktaş onu transfer emek için birbirine girdi. Sonunda Kara Kartallı oldu. Ama kaybolup gitti işte... Dikkat Salih! Hem Tarık hem de Okan, Türk futbol tarihine başarılarıyla değil, kullanamadıkları yetenekleriyle geçti.
SEMPATİKSİN, SEMPATİK KAL!
Sempatik bir görüntün var. Sakın bunu bozma. Yıldız dediğin, taraflı tarafsız herkesin sevdiği bir futbolcu olmalı. Bak, senin gibi genç yaşta büyük takım forması giyen bir ağabeyin var. Aynı takımda oynuyorsunuz. Emre Belözoğlu. Fatih Terim O’nu Galatasaray’da 17 yaşında Şampiyonlar Ligi maçında Borissia Dortmund’a karşı oynattı. Emre, Allah’ı var, büyük futbolcu. Ama saha içinde bir türlü kontrol edemediği agresif tarzından çok çekti. Hala da çekiyor. Geçen yıl İtalyan efsanesi Zoff ile bir röportaj yaptım. Zoff, “Sizde bir bücür futbolcu vardı. Emre. İyi futbolcu ama o sahadaki hali ne öyle” dedi.
INIESTA’YI ÖRNEK AL, BOL BOL OKU!
Hem yetim hem öksüz kaldı. Arabesk bir deyim olacak ama ‘doğarken öldü.’ Ortalıkta kalan Yusuf’a kasabanın kaymakamı kucak açtı... Selahattin Bey, Yusuf’a “Benimle gel...
Yanımda kal... Ben seni baban gibi severim, olmaz mı?” der. Der demesine ama, Yusuf’un anne sevgisini kim hayata geçirecekti? Üvey annesi Şahende ona hiç bir zaman anne gibi davranmadı... Şahende, onu köylü piçi olarak gördü. Yusuf, bir de kaymakamın kızı Muazzez’i sevdi ki, o aşkla dünyası karardı...
Yusuf iç dünyasına işleyen yetimlik, dahası evlatlık duygusunu hiç unutmadı..
ÜVEY EVLAT YUSUF MATEMİNİ TEK BAŞINA YÜKLENDİ
Yusuf, çalkantılı bir hayattan sonra bir gece Şahende Hanım’ı, ardından Kasabanın külhanbeyi Şakir’i ve üvey babası Selahattin’in vefatından sonra kasabaya atanan yeni kaymakamı öldürdü. Karısı Muazzez’i de ağır yaraladı.
Karısını alıp şehrin dışına gitti ama onun can vermesine engel olamadı. Muazzez’i gömdükten sonra bindi atına ve çekip gitti başka diyarlara...
“İçindeki bütün yıkıntılara, bütün kederlere rağmen başını yere eğmek istemiyordu. Matemini ortaya vurmadan tek başına yüklendi, yeni bir hayata doğru yürüdü”
EVLATLIK MARİO BALOTELLİ...