3 Ocak 2002
<B>BİZİM </B>gazetede 1 Ocak günü son derece vahim bir popüler kültür kazası yaşandı. Halbuki güya bu tür hataların olmamasını sağlayacak elemanlar da var bu gazetede.
Örneğin bir Kanat Atkaya vardı, bilmem hatırlıyor musunuz onu. Bu arkadaş bu konuları bildiğini anlatırdı herkese, o da atlamış meseleyi.
Konu Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök'ün ‘‘Hürportreler’’ adındaki ek için çektirmiş olduğu fotoğrafla ilgili.
Siyah deri bir kıyafet giymiş ve elinde de bir testere var.
Deniliyor ki alt yazıda bu Cem Yılmaz'ın orijinal olarak çektirdiği bir afiş fotoğrafıymış. Olabilir, doğrudur ama o zaman Cem'inki de orijinal bir fotoğraf değil.
Çünkü bilen bilir ki bu fotoğraf ‘‘The Texas Chainsaw Massacre’’ adındaki kült filmin orijinal afişine hayret derecede benzemektedir.
O filmdeki karakterin adı Leatherface'dir ve kendisinin en büyük özelliği de elindeki testereyle doğradığı insanların derilerini yüzüp onları giyinmektir.
En sevdiği yüzülecek organ ise surattır. Surat derilerini itinayla yüzdükten sonra onları da suratına takıp ortalıklarda dolaşmaktan hoşlanır.
Bunu bilin ve görün işte bizlerin durumunu. Biz kendisine uyan kahraman olarak Deri Surat'ı seçen bir genel yayın yönetmeni tarafından yönetilmekteyiz ve bu yazımı da bir ihbar olarak kabul eden olursa eğer otoritelerin bizi kurtarmak için hemen harekete geçmelerinde büyük yarar var.
Uyarıyorum yani!
* * *
‘‘Deri Surat’’ karakterini daha da ilginç yapan nokta onun gerçek hayattan alınmış olmasıdır. Bu şekilde davranan bir film karakterinin gerçek hayatta da olabileceği dünyadaki tek ülke Amerika'dır.
Edward Theodore Gein veya kısaltılmış adıyla Ed Gein Wisconsin'de 1948 yılında faaliyete başladı.
1957 yılında yakalandığında 12 kadından elde edilmiş yüz maskesi koleksiyonu vardı.
Ayrıca yakalandığında evinde şunlar bulunmuştu:
- Et çengellerine baş aşağı asılmış ve vücudunun yarısı olmayan bir kadın cesedi.
- Bir konserve kutusunda dört insan burnu.
- Pencere panjuruna monte edilmiş bir insan dudağı. Bu dudak panjur açılınca açılıyor, kapanınca da kapanıyordu.
- İnsan derisiyle kaplanmış dört iskemle.
- Boş kahve kutusunun kapağına insan derisi monte edilerek yapılan bir ev yapımı darbuka.
- İnsan derisinden yapılmış bir yelek.
- İnsan vücudu kalıntılarıyla dolu bir buzdolabı.
- İnsan derisiyle yapılmış bir abajur.
- İçi boşaltılmış bir mısır gevreği kutusuna doldurulmuş minik insan parçası kalıntıları.
- Raflara itinayla yerleştirilmiş dokuz adet kadın cinsel organı.
- Ve adının Bernice Vorden olduğu tespit edilen bir kadının vücuttan ayrılmış kafası. Kafada iki kulağa da çivi çakılmıştı ve tepeye de duvara asılmasını kolaylaştırmak için bir çengel geçirilmişti.
Ed Gein hakkında söylenebilecek tek olumlu şey evinde biriktirdiği etlerden katiyen yememesiydi.
Kurbanlarının etini de yiyen katilin ortaya çıkması için Amerikan halkının bir süre daha beklemesi gerekecekti.
* * *
Genel Yayın Yönetmeni bize karşı baskı altında tutmakta olduğu kin besliyor ve bu nedenle de farkında olmadan Ed Gein'e hayranlık duyuyor.
Ve tabii ki bir gün o da harekete geçecek, o gün Türk medya tarihinde bir dönüm noktası olacak ve belki de Türkiye kurtulacak çünkü bizleri doğrayacak.
İhbarım bu kadar.
Ha bir de yazının başında Kanat Atkaya hakkında neden di'li geçmiş fiili ile yazdığımı merak ediyorsanız, onu da söyleyeyim.
Benim hakkımdaki yazıyı o yazmıştı Hürportreler'de.
Dolayısıyla onun Genel Yayın Yönetmeni'nin sonunda delirip harekete geçeceği günü maalesef göremeyeceği de malum.
Yazının Devamını Oku 2 Ocak 2002
<B>DÜN </B>çok iyiliksever bir kadınla tanıştım. Kadın, bahçesinde iki adet tavuk besliyormuş. Tavuklardan bir tanesi hasta olunca öyle üzülmüş ki, çabuk iyileşsin diye öbür tavuğu kesip, harika bir tavuk çorbası yaparak hasta tavuğa içirmeye çalışmış. Düşünsenize iyilikseverliğinin sınır tanımazlığını. Çorba çok sıcak olduğu için hasta tavuğun boğazı haşlanmış, o da ölmüş. Ama olsun, burada sonuç değil düşünce önemliydi.
* * *
Diyelim utangaç bir insansınız. Kalabalık bir partiye davet edildiniz. Etrafta insanlar eğleniyor, sohbet ediyor, ama utangaç bir insan olduğunuz için siz bir köşede tek başınıza içkinizi yudumlamak zorunda kalmışsınız. Böyle durumlarda en iyi strateji, evin tuvaletinin yanında durmak ve kim tuvalete girerse girsin arkasından içeriye dalıp bütün tuvaleti pırıl pırıl oluncaya kadar temizlemektir. Gerçi bu, partinin ilk iki saatinde kimsenin dikkatini çekmeyebilir, ama olsun; sonunda muhakkak birisi elinde martini bardağı taşıyan şık giyimli bir adamın neden durmadan tuvaleti temizleyip durduğunu merak ederek sizle konuşacaktır. Dua edin ki o sizle ilk konuşan kişi bir kadın olsun; çünkü erkek olursa hem konuşması bitince yine tuvalet temizlemeye devam etmek zorunda kalacaksınız, hem de ona rasyonel bir açıklama getirmeniz gerekecek.
* * *
Trajedi nedir biliyor musunuz? Trajedi, hayatta her genel yayın yönetmeninin bir köşe yazarı, her köşe yazarının da bir genel yayın yönetmeni bulunmak zorunda olmasıdır. Kaçınılmazdır, kurtuluş yoktur bundan. Bu sizlere de trajik gelmiyorsa, başka neye trajedi diyeceksiniz onu da bilemem.
* * *
Çocukları hızla eğitmek için onları köpek eğitilen yerlere göndermeyi düşünenler bence çok büyük hata yapıyorlar. Çünkü köpek eğitim merkezlerinde sadece otur, kalk, yat ve gel komutlarını öğretiyorlar. Halbuki her anne ve babanın bildiği gibi çocuklarla aralarındaki ilişkide onlar için en önemli olan komut ‘‘Git ve başka odada sessiz kal’’ komutudur. Köpek eğitim merkezlerinde ise maalesef bunu öğretmiyorlar. Bunu bilin yani!
* * *
Çok sıcak ailevi hatıralarım var. Bunlardan bir tanesi dedemle ilgili. Bir akşam ailece evde oturuyorduk. Babam, annem, babaannem herkes orada. Radyoda türkü çalıyordu ve dedem suratında son derece garip bir ifadeyle gülerek sürekli radyoya bakıyordu. Hatırlıyorum, gözlerini de hiç kırpmıyordu. Ben oyun olsun diye onu bağladıkları ipi çözmüşüm kazayla, dedem yerinden fırladı ve radyoyu duvara çarptıktan sonra üzerinde tepinmeye başladı. Sonra da babamı öldürmek istedi. Meğer dedem, türkü dinlemekten hiç hoşlanmazmış.
* * *
Komşunun 11 yaşındaki erkek çocuğu sokakta oynarken yanından geçiyordum, kolumu tuttu ve ‘‘Serdar Amca, annem ve babam bana seksin ne olduğunu anlatmıyor, sen anlatır mısın’’ dedi. Tesadüfen sokakta iki köpek çiftleşmekteydi, onları gösterdim hemen ve ‘‘Bak bu seks işte’’ dedim. ‘‘Yani sekste hep iki köpek mi olması gerekir illa da’’ diye sordu. Hayır desem işi daha da uzatacaktı ve benim işim vardı; acele oradan uzaklaşmak zorundaydım. Evet çocuğum dedim ve yanından ayrıldım. İnşallah komşumun çocuğu sağlıklı ve mutlu bir yaşama sahip olur; bunu gerçekten hissederek söylüyorum. Ben aslında yumuşak huylu, anlayışlı bir adamım; sadece hep acelem var o kadar.
* * *
Bir gün uzaydan yaratıklar gelip dünyayı işgal ederlerse umarım bize köpek muamelesi çekerler. Bu beni çok sevindirir; çünkü birileri yemeğimi versin istiyorum artık ve istediğim yere istediğim zaman işemek, terlik yemek, bu yaptıklarımı anında unutmak ve sevmediklerimi ısırmak benim de hakkım, öyle değil mi?
* * *
Sizin de benim gibi ikinci duble rakınızı içerken daima aklınıza dahiyane bir fikir geliyorsa bir tavsiyem olacak. Sakın ha bu fikri hemen karınıza veya yanınızda o an kim varsa ona anlatmak için acele etmeyin. Çünkü bu durumda rakı daima ve istikrarlı olarak insanın genzine kaçıyor, dakikalarca öksürüyorsunuz. Öksürmeniz bitince de zaten dahiyane fikri unutmuş oluyorsunuz ve bir sonraki yudumda bütün o insanı tüketen kısırdöngü tekrar başlıyor.
Yazının Devamını Oku 1 Ocak 2002
<B>ÜÇ </B>yıldır ülkenin ekonomik durumu hakkında yazdığım yazılar nedeniyle kötümser ve hatta kötü niyetli bir insan olarak görüldüm hep. Ekonominin batmasının bana ne faydası olabileceğini anlamadığım için kötü niyetlilik suçlamalarına kızamadım hiç.
Ama kötümser olduğumu yalanlayacak da değilim. İyimser olabilmem için hiçbir objektif koşul yoktu ve daha üç yıl öncesinden, bilgili olduğunu iddia eden birçok insanın aksine ‘‘batıyoruz’’ davulunu alıp çaldım bu köşede.
Evet doğru, ben tartışmalara girmekten hoşlanırım ama o davulu öylesine çalmaktan hoşlanmamıştım; çünkü hem benim bütün arkadaş çevrem ve hem de -işimi koruma şansına sahip olduğum için onlardan daha az oranda olmakla birlikte- ben, koşullarımızın adım adım, neredeyse gün gün kötüye gittiğini yaşıyorduk.
O ortamda birilerine bir şeyler duyurabilmenin tek yolu; ne söylenecekse meseleyi yüksek sesle ifade etmek, ıvırıp kıvırmamak, doğruları suratlarına vurmaktı.
Başka çarem yoktu.
Teknokratlar hükümeti çağrım da, benim düşmüş olduğum çaresizliğin en son aşamasıydı, bir kurtuluş yolu çırpınışıydı.
Yıllardır kokuşturulan düzeni kurtarmak, geleceğimizi, kendi yaşamımızın geleceğini kurtarmak için bir haykırıştı o çağrı.
O konuyu ortaya atarken buna ne tür tepkiler gelebileceğini biliyordum. Çok insanı kırmak zorunda kalacağımı da biliyordum.
Düşündüklerim de oldu, ama pişman değilim. Eğer o bazen aşırı yüksek sesle söylenen lafların da bazı şeylerin düzelmesine, bazılarının kendilerine çekidüzen vermelerine hafiften katkısı olduysa işimi de iyi yapmış olarak görürüm kendimi.
***
Durum böyle.
Yanlış anlamayın, bu bir geçmişle hesaplaşma yazısı filan değil.
Geleceğe bakıyoruz artık ve bugünün 1 Ocak olmasıyla filan da ilgili değil.
Çok uzun zamandır, üç yılı aşkın bir süredir ilk kez bu ülkenin düşürülmüş olduğu bataklıktan çıkmaya başladığını hissediyorum.
Ve ilk kez içimde olağanüstü bir umut var.
Zamanlama yılbaşına rastladı tesadüfen, belki de iyi oldu. Bir kötü sayfayı kapama kavramını daha somut olarak ifade edebilecek sözcüklere de sahip olduk böylece.
Yeni yılda umut pompalama yazısı yazdığımı zannetmeyin diye belirttim bunu; dediklerimin postmodern umut yaratma çabalarıyla alakası yok.
Evet, 2002 daha iyi olacak. Ülke kendini toparlayacak, yaralar yeniden bu kez çok daha sağlam sarılacak.
Ve yeniden aynı hataların, kötülüklerin yapılmasına izin verilmeyecek; çünkü onların bize, hepimize nelere mal olduğu görüldü sonunda.
İşler açılacak, para dönecek, hiç hak etmedikleri halde bugün işsiz olan yüz binlerce insan çok kısa süre içinde yeniden imkánlarının arttığını görecek.
***
Rakamlar mı söylüyor bunu? Rakamlar bir süredir Türkiye gerçeğinin tam olarak görüleceği yer değildi.
Asıl gerçeklik somut yaşamda, psikolojik tepkilerde, korkulardaydı.
Açılması gereken tıkanıklıklar, ne yapılsa bir türlü açılmıyordu.
Bir anda her şey, neredeyse mucizevi bir şekilde hareketlendi.
Ben yeni yıla girerken, yılın en iyi haberini sevdiğim bir dostumdan aldım. Kendisi orman mühendisidir. Kamuda çalışıyordu, ayrıldı serasını kurdu. İşleri de iyiydi, büyümeyi düşünüyordu. Kriz onu da vurdu.
Üç ay önce borç batağına saplanmıştı. Babasından para istemek zorunda kaldığını anlatırken gözleri doluyordu. 2 gün önce konuştuk, 20 gün içinde tüm borçlarını ödemiş. ‘‘Büyük bir hareketlilik var piyasada’’ dedi. İş vermeye başlamış insanlar. Baktım kalabalık ekibini de tekrar kurmuş, farklı işlere dağıtıyor onları.
Bodrum'da bir otel de mayısta yapmayı planladığı açılışı, hızla artmaya başlayan talep nedeniyle marta çekti.
İşadamı arkadaşlarım ilk kez mutsuz, umutsuz konuşmuyorlar. ‘‘Biraz toparlanmaya başladık’’ diyorlar; tasfiye konuşan yok artık.
Herkes, IMF'den son kredi geleceği açıklamasının ertesi günü, sihirli değneğin piyasaya değdiğini söylüyor.
Ne değdiyse değdi; aman nedenleri konuşmayalım artık da bu beladan çıkış sürecini hızlandırmak için elimizden ne geliyorsa yapalım.
Yakalanmış olan dinamiğe sahip çıkalım.
Yazının Devamını Oku 31 Aralık 2001
<B>YİNE </B>yılın o günü geldi ve ben yine her yıl olduğu gibi gelecek tahminlerimi yayınlamak zorundayım. Şikáyet ediyor gibi gözüksem de kanmayın buna siz, inşallah gelecek yıl da aynı şeyi tekrarlayabilme şansım olur..
Ve siz de bunları keyifli bir şekilde okumak için gelecek yıl orada olursunuz.
***
Mart ayında bir gün Başbakan Ecevit'in 72 saattir ortalıkta görünmediği aniden fark edilecek. Bu eksikliği tabii ilk önce Hüsamettin ‘The Hüsam’ Özkan hissedecek. Evde mi unutuldu diye aranıldığında da Rahşan Hanım ‘‘AA ben de bakanlar kurulu uzadı da eve gelemiyor zannetmiştim’’ diye konuşacak ve devlette kriz çıkacak. Bizde başbakan düşürülür, asılır ama kaybedildiği ilk kez oluyor diye yazılar yazılacak ve cumhuriyetin temel ilkelerinin hatırlanması istenecek. Rahşan Hanım'ın 50 küsur yıl hep bir arada bulunduğu bir insanı 72 saat görmediği halde aramaması, ‘‘Eh onun da azıcık yalnız kalıp, başını dinlemesi gerekiyordu, bunalmıştır kadın vallahi’’ şeklinde yorumlanacak haber programlarında. Hatta Türkiye Cumhuriyeti başbakanının kaybolmuş olması değil de meselenin bu unsuru manşet olacak ve kamuoyunda tartışılacak. Reha Muhtar bu konuda bir tartışma programı yapacak ve o programda bile bazı insanlar çıkıp Başbakan'ın kaybolmasının dini kurallara aykırı olduğunu söyleyecekler. Esrarlı kayboluş dördüncü gününe girerken Başbakan Ecevit yine aniden yürüyerek Başbakanlığa gelecek. Açıklaması olup olmayacağını soran gazetecilere ‘‘Takdir edersiniz ki devletin özel sırları kamuoyu önünde tartışılmaz, yarın MGK'yı toplayıp meseleyi konuşacağım’’ diyecek. Bu açıklamadan sonra içeriye girerken Ecevit'in yüzünde son derece tuhaf bir gülüş olduğu da fark edilecek. Ecevit MGK'yı filan da toplamayacak.
***
Kemal Derviş'in eşi Catherine, Türkiye'ye daha fazla dayanamayarak Amerika'ya kaçacak. Orada kendisini karşılayıp da ‘‘Ne oldu ya?’’ diye soranlara ‘‘Ya bu Türkler kafayı yemiş, onlarla hiçbir akrabalığım olmadığı halde bana yenge demekte ısrar ediyorlar. Ne onların ne de başkasının yengesi olmak istemiyorum’’ açıklamasını yapacak. Daha sonra birkaç dakika susup düşünen Bayan Catherine daha da kızgın bir şekilde konuşmasını sürdürerek, ‘‘Hem sonra madem öyle Kemal'e de ‘amca' demeleri gerekiyor ama onu bunu söylemiyorlar. Kemal Bey böyle, Kemal Bey şöyle Kemal Bey, Kemal Bey, bıktım artık bu ayrımcılıktan’’ diyerek yürüyüp gidecek.
Ondan bir daha haber alınamayacak. Teyit edilemeyen haberlere göre kendisinin kendisine gerçekten yenge demesi gereken bütün akrabalarını reddettiği ve son derece de mutlu olduğu belirtilecek.
***
Ağustos ayında ben ve genel yayın yönetmeni bir akşam yemeğine çıkacağız. Yemek esnasında onun boğazına yemek kaçacak. İlk önce hayli komik manzaralar yaşanacak falan filan ama sonra iş ciddiye binecek çünkü ben gülerken bir bakmışım ki vakit geçmiş, üç dakikadır filan nefes alamıyor. İşte o anda yıllardır böyle bir olayın olmasını bekleyerek yanımda taşımakta olduğum káğıdı çıkararak ona göstereceğim. Káğıttaki yazı 15 yıl önce yazıldığından biraz sararmış ama yine de okunuyor. Orada ‘‘Ben Heimlich manevrasını yapmayı biliyorum’’ yazıyor olacak. O bunu okuyunca hálá daha nefes alamamakta olduğu halde eliyle yazma işareti yapıp benden kalem isteyecek. Ben kalem taşımadığım için garsondan kalem isteyeceğim. Bu sefer de onun gelmesini bekleyeceğiz. Kalem geldikten sonra, o ‘‘Nedir o manevra’’ diye yazacak. Ben de kalemi geri alıp el yazım kötü olduğundan onun rahat okuyabilmesi için yavaşça ‘‘Heimlich manevrası boğazına yemek kaçmış olan bir insanı bir harekette kurtarmanızı sağlayan manevradır’’ diye yazacağım. O da kalemi benden geri alarak ‘‘Ne yapmam gerekiyor’’ diye yazacak. Ben kalemi geri isteyip ‘‘Hah işte yıllardır bu anı bekliyordum’’ diye yazacağım. Sonra biraz düşündükten sonra bu yazdığımı beğenmeyeceğim, bu cümlenin üzerini silip alta ‘‘Ben de bunu hiç sormayacaksın zannetmiştim’’ diye daha esprili bir cümle yazacağım. Buna gülüp gülmediğini kontrol ettiğimde de gülmediğini göreceğim. Sonra öbür cebimden her yıl yenilediğim yeni maaş düzeyimin yazılı olduğu kontratı çıkaracağım. Kalemi elimden koparır gibi kapıp maaşın düzeyine filan bakmadan kontratı imzalayacak. Ben de kontratı dikkatle cebime koyduktan sonra nasıl yapıldığını çoktan unutmuş olduğum Heimlich manevrasını incelemek üzere eve doğru yola çıkacağım. O geceyle ilgili yıllar sonra tek üzüntüm ısmarladığı şarapları sonuna kadar bitiremememiz olacak
***
Yılın ilk aylarındaki kaybolma olayından sonra hareketlerine bir canlılık gelen, her şeyi hatırlamaya başlayan, hatta Amerikan başkanının adı neydi sorusuna bile hemen anında Bush demeye başlayan, daha sonra da kendini tutamayıp diğer liderleri de alfabetik sırayla -ki bu ülkeler arasına Papua Yeni Gine de dahil maalesef- saymaya başlayan Ecevit bir gün MGK toplantısına doğru yürürken ‘‘Harikaydı her şey be’’ diye aniden haykıracak ve geriye doğru takla atacak. Bu olayı ilk defa haklı olarak tamamen yanlış anlayan Hüsamettin ‘The Hüsam' Özkan onun yine düştüğünü ancak bu kez tuhaf bir şekilde düştüğünü zannedip onu tutmaya kalkacak. Ve Ecevit'in altında ezilecek. Türkiye'nin önemli bir meselesi de doğal seleksiyon yoluyla halledilmiş olacak. ‘The Hüsam'ın son sözü ‘‘Genelde havalanmadan düştüğünde onu tutunca bana hep hafifmiş gibi gelirdi, yanılmışım’’ olacak.
***
Yeni yılın ilk günü salı sabahı genel yayın yönetmeni arayacak. ‘‘Geçen hafta bir yazı yazdın, kafamdaki sesler beni rahatsız ediyor, korkuyorum onlardan dedin, bir sorunun mu var ki’’ diyecek: Ben de aslında bu soruyu beklemekte olduğumdan ‘‘Sayın genel yayın yönetmenim beni asıl korkutan kendi kafamın içindeki seslerin bana ne dediği değil asıl sizin kafanızın içindeki seslerin size neler konuştuğudur. İşte asıl onlardan çok korkuyorum yemin ediyorum’’ diyeceğim. Bu konuşma bitikten sonra da ağustos ayında çıkacağımız yemek gününü beklemeye başlayacağım. Beklerken de mutlu olacağım.
İnşallah.
Herkes mutlu olsun
Yazının Devamını Oku 30 Aralık 2001
<B>TİMES </B>Dergisi her yıl aralık ayının sonunda Yılın Adamı diye bir kapak yapar. Aslında doğru yazılımı Yılın İnsanı olmalı ama böyle alışılmış işte.
Derginin yöneticileri birkaç aydır muazzam bir reklam kampanyası yürütüyorlardı.
Bu kez Yılın Adamı olarak Usame bin Ladin'in seçileceği ve derginin kapağının da ona ayrılacağı el altından duyurulmuştu.
Tabii bu, dergiye yönelik ilginin birden artmasına yol açtı.
Büyük tartışma çıktı Amerika'da.
Bize de yansıdı bu tartışma.
Bir dergiden beni arayıp bu konuda görüş istemişlerdi, ben de böyle bir şeyin yanlış olacağını, Bin Ladin gibi bir belayı yılın adamı ilan etmekle onun gibi belaların teşvik edileceğini, dergi yöneticilerinin saçmalamaktan son anda vazgeçeceklerini umduğumu söylemiştim.
* * *
Bu lafları söyledikten sonra konu üzerinde düşünmeyi sürdürdüm.
Ve bir zaman sonra fikrim değişti açıkçası.
Times Dergisi'nin yöneticileri aslında çok net bir şey söylüyordu.
Yılın Adamı denilince yılın en iyi adamı anlaşılmamalıydı.
Örneğin 1941 yılında da Hitler yılın adamı olarak kapak yapılırdı.
Burada önemli olan bir insanın yaptığı işlerle dünyadaki bazı dengeleri yerinden oynatmasıydı.
İyi yönde de olabilirdi bu yerinden oynatma, kötü anlamda da olabilirdi.
Meseleye böyle bakılınca da Bin Ladin'in yılın adamı olarak seçilmesi çok da isabetli bir karardı aslında.
* * *
Dergi sonunda piyasaya çıktı. Kapağında Bin Ladin değil New York'un çok sevilen belediye başkanı Rudolph Guilliani vardı.
Ya Times Dergisi'nin yöneticileri bütün bu olayı muazzam bir reklam kampanyası olarak planlamışlardı, Bin Ladin'i kapak yapmak gibi bir niyetleri hiçbir zaman yoktu.
Ya da son anda korktular, geri adım attılar.
Ben ikincisinin olduğunu tahmin ediyorum.
Amerika'da korkunç bir kamuoyu baskısı var şu anda.
Bir komedi şovunda yönetimle en küçük bir şekilde alay etseniz bile reklamlar bıçak gibi kesiliyor.
Olaylardan önce Başkan Bush ile alay edilebiliyordu, şimdi halk tarafından sevilme oranı yüzde 90'lara ulaşmış durumda.
Kimse tek kelime söylemeye cesaret bile edemiyor, onun hakkında espri bile yapılamıyor artık.
Reklamcılar ‘‘doğru tavır’’ almayan şovlardan çekiliyorlar.
Times da korktu.
Korktu ve olayın sadece sonucunu oluşturan, olayları başlatan değil doğru tepki veren kişiyi, New York'un belediye başkanını yılın adamı seçti.
Bu o kadar rahat bir seçim ki, işin kolayına kaçmak ki, o kadar risksiz ki inanılacak gibi değil.
Tabii ki New York'un belediye başkanı son olaylarda müthiş bir performans sergiledi.
İlerde Amerikan başkanının o olacağına da eminim ben.
Ancak dünya dengelerini o yerinden oynatmadı, dünyanın başına belaları o açmadı.
Gerçekten de 2001 yılının adamı Bin Ladin'di ve Times son anda cesaretini kaybetmeseydi çok da iyi bir dergicilik örneği vermiş olacaktı.
Yazıktır ki kamuoyu baskısı galip geldi.
Amerikan kamuoyu son zamanlarda tehlikeli sinyaller veriyor.
Tamam savaş hali var, tamam büyük bir travma yaşanıyor ve tamam ulus olarak bir bütün olmak zorundalar.
Ancak düşüncelere böylesine kısıtlamalar getirten bir kamuoyu ilk başta Amerikan demokrasisinin ruhuna darbe vurur. İnsanın kendi ayağını vurması gibi bir şey bu.
Ve bu devam ettiği sürece de terörist istediğini elde etmiş olur ne yazık ki, çünkü onların hedefi sadece insan öldürmek değil toplumun dengelerini sarsmaktı.
Amerika'nın bu oyuna düşmeyeceğini, düşünme gücü olan insanların kamuoyunu eğiteceklerini, düşünme özgürlüğünü ayaklar altına aldırmayacaklarını umuyorum.
Yazının Devamını Oku 28 Aralık 2001
<B>BÖLGEDE </B>savaş korkusu. Sel felaketi.
Genel yayın yönetmeni.
Pahalılık.
İşten atılma korkusu.
Hükümet.
IMF.
Muhalefet.
Televoleci ekonomistler.
Tüm bu korkunç olaylarla uğraşmak zorunda olduğum yetmiyormuş gibi bir de kafamdaki seslerle uğraşmak zorundayım. Çok ağır bir yük oluştu omzumda yemin ediyorum.
***
Hiç rahat bırakmıyor beni bu kafamdaki sesler.
Örneğin uyanıyorum, biraz daha tembellik edeyim diyorum, yatakta hemen konuşmaya başlıyor sesler. ‘‘Kalk kedilere yemek ver, köpeği gezmeye çıkar’’ diyorlar.
Biraz daha yatayım diye itiraz filan da dinlemiyorlar. Sabit fikirli bu sesler ve hiç taviz vermeden diyeceklerini diyorlar.
Kalkıyorum, dediklerini yapacağım; sesler başka şeyler de söylemeye başlıyorlar. Dişini yıka diyorlar mesela; köpeği çıkarıp getirdikten sonra bunu söyleseler sanki dünyanın sonu gelir. Sanki sabahın köründe sokakta bir insanla karşılaşıp konuşmam mümkünmüş gibi ısrarlılar diş yıkanması konusunda.
Gece uykuda da rahat yok aslında. Böyle ta derinlerden hissediyorum konuşmalarını uyurken ve tabii uyanıveriyorum. Kalk tuvalete git, diye tutturmuşlar hepsi bir ağızdan.
Yok tutarım diyorum sabaha kadar, inanmıyorlar bana.
Yemin ediyorum, kafamdaki sesler sırf azıcık sussunlar da biraz uyuyayım diye gecede iki kez onları dinliyor gibi yapıyorum.
***
Günün herhangi bir saatinde durup dururken de konuşmaya başlıyor sesler.
Örneğin, genel yayın yönetmeni çağırmış, gitmişim odasına.
Kimsecikler yok etrafta. Fırsatı buldular ya sesler, yine konuşmaya başlıyorlar. ‘‘Gelince onu öldür, bak tam zamanı, etrafta da kimse yok’’ diyorlar.
Yahu olur mu diyorum onlara, bir gören olursa ne yaparım sonra, diye itiraz ediyorum, laf anlamıyorlar.
İlla da illa öldür diye konuşuyor sesler.
Hatta bu konu gündeme geldiğinde hepsinin sesi biraz daha fazla yükseliyor; yakında bağırmaya da başlar bunlar bakın görün.
Kafamdaki sesler sadece kaba değil aynı zamanda ajan provokatörler.
Cinayete tahrik ediyorlar durmadan beni. Merak etme, hafifletici nedenin çok diyorlar, kader kurbanı yaptırmak istiyorlar beni.
Kafamdaki sesler beni tuzağa düşürmek istiyorlar.
***
Ben dinlenmek için televizyonun önüne otururum ve abone olmadığım bir kanalı açarak ekrana sürekli bakarım.
Bu çok dinlendirir beni.
Abone olmadığım kanalda sadece abone olun çağrısı öylesine durur ve ondaki bu sakinlik, bu acelesizlik benim de içime huzur verir. Bunun alternatifini, yani herhangi bir kanalı açmış olma ihtimalini düşününce bir şey oynamayan kanalı daha da çok severim, huzurum artar.
Ama sesler yine rahat bırakmaz beni. Haydi kalk internete gir, porno sitelerine bak, derler.
Yahu istemiyorum işte, bırakın şurada biraz huzurla oturayım. Yok, bir türlü susmuyorlar; ne yapayım çaresiz kalkıp dediklerini yapıyorum. Günde birkaç kez oluyor bu iş.
Kafamdaki sesler beni ne zaman rahat bırakacak, bilmiyorum ki. İnternete girince de rahat yok; bir siteye giriyorum, sesler onu bırak fetiş sitelerine git diye başlıyorlar konuşmaya.
Size bir şey söyleyeyim mi; bu kafamdaki sesler var ya, onlar sadece geveze ve ajan provokatör değil aynı zamanda cinsel sapıklar da vallahi.
Birçok zaman da son derece aptallar, ama bunun da farkında değiller.
(Not: Bu yazı bence 2001 yılının en güzel yazısını yazmış olan Jack Handey'in ‘‘Voices in My Head’’ adlı yazısına bir övgü, bir teşekkürdür. The New Yorker, July 16, sayfa 39.)
Yazının Devamını Oku 27 Aralık 2001
<B>İNSAN </B>yaşamında zamanlamanın önemli olduğuna inanırım ben.<br> Hani o hálá daha genç olduğunu ispat etmek için gençler gibi davranmaya çalışan, onlar gibi giyinen, konuşan insanlar var ya, bana onlar hep acıklı gelmişlerdir.
Zamanı durdurma çabası bu, anlıyorum da endişeleri, hatta bazılarını kendi içimde de hissediyorum ama yine de lüzumsuz çabalar olarak geliyor bu tür şeyler bana.
Daha önemli olanın insanın yaşamında yaptıklarından, kendi geçmişinden pişman olmaması ama eskiden yaptıklarını bugün yapmamaktan dolayı da mutlu olmayı kendisine öğretmesi, bunun üzerine çalışması galiba.
Gayet tabii ki her yaptığım doğruydu denilmesi anlamına gelmiyor bu, sadece genel bir değerlendirme yapılırken bunu söyleyebilmek önemli olmalı.
Örneğin bugünlerde Manhattan üzerine çalışıyorum yoğun olarak. Geçmişle bugün arasında gidip gelen, resmi tarihle kişisel deneyleri iç içe geçiren, popüler kültür ile alt kültürleri bir arada ele alan bir sübjektif Manhattan biyografisi yazıyorum.
Bu bağlamda 1970'li yılları düşünürken, o dönemin bana hálá daha dünmüş gibi geldiğini, şimdi birçok insan için dönemin ancak kitaplardan okunabilecek bir tarih halinde olduğunu, sadece bunun bile benim yaşlanmış olmam gerektiğine işaret ettiğini, ama ruhumun hálá o dönemdeki gibi olduğunu, kendimi ruhen 1970'lerdeki gibi hissettiğimi düşündüm.
O günlerdeki gibi tekrar yaşamaya çalışsam Manhattan sokaklarında, herhalde kısa sürede ölürdüm. O kadar tahribata artık genç olmayan vücut gayet tabii ki dayanmazdı.
Ama inanın öyle yaşamayı da istemiyorum artık.
Hálá varlığını sürdüren o ruhu yıllar içinde düşe kalka, yanlışlar yapa yapa başka kanallara akıtmayı öğrendim.
O günlerde yaşadıklarımın geride kalması beni hiç üzmüyor, bunu çok sevinerek fark ettim son zamanlarda.
Eskiden geri dönmeyi istediğim geçmiş şimdi sadece beni tebessüm ettiren anılar haline dönüşmüş.
Eh, bu da bir yaşlanma belirtisi olarak algılanacaktır tabii ama bunu da önemsemiyorum fazla açıkçası.
***
Neden bunları düşündüm biliyor musunuz?
Dün akşam bir yabancı kanalda beni fena halde hüzünlendiren bir dokümanter seyrettim.
O bana insan yaşamında zamanlamanın önemini hatırlattı.
Dokümanter, Amerika'da bir zamanlar şöhret olan ancak televizyon dizisi sona erince hayatlarının sonuna kadar unutulmaya mahkûm edilen bir zamanların çocuk yıldızları ile ilgiliydi.
Düşünebiliyor musunuz, dört veya beş yaşına geldiğinizde birden bütün Amerika sizi tanıyor, sizi konuşuyor.
Bu birkaç yıl devam ediyor.
Sonra birden o dizi yayından kalkıyor.
Çocuk da büyümüştür artık, yeni roller aramaya başlıyorlar, ama herkesin kafasında o ilk dizideki çocuk olarak kalmıştır.
İnsanlar yeni halini istememektedirler küçüğün.
Ve yıllar süren bir bekleyiş başlıyor.
Dokümanterde gösterilen insanların hepsi yaşını başını almıştı. Yıllarca önceki o ilk rolden sonra hepsi unutulmuştu.
Dibe vurmuşlardı ve hep orada kaldılar.
***
Onların yaşadıkları korkunç bir olaydı, bireysel bir cehennemdi.
Üstelik onların geriye bakıp da bir tebessümle anabilecekleri anıları onlara aynı zamanda büyük acı veren şeydi.
Hayatın başında zirveye çıkmak çok berbat bir şey olmalı.
Her insanın kendisine göre bir zirvesi var, bazılarına göre objektif koşulları vardır zirvenin, bazıları ise bunu sübjektif olarak tanımlar.
Ama her insan için vardır bu, yeter ki ona ulaşmanın da bir zamanlaması, hem de doğru zamanlaması bulunabilsin. .
Bunu bulabilmek çok zor hatta imkánsız bir şey olabilir ve gayet tabii ki zamanlama doğru yapıldığı halde hayat sizin oraya ulaşmanızı engelleyebilir ama onların çarpılmış yaşamlarını seyrederken bunları düşünmemek, onlar için keşke ideali olsaydı dememek de imkánsızdır.
Yazının Devamını Oku 26 Aralık 2001
<B>İŞSİZLİK,</B> aç kalma korkusu, etrafta çıkabilecek savaş gibi nispeten önemsiz şeylerle meşgul olduğunuz için olmalı, geçen hafta önemli bir olayın yıldönümü olduğunu fark edemediniz. Geçen hafta Türkiye'den Almanya'ya göçün bilmem kaçıncı yıldönümüymüş.
Bu konuda birkaç haber çıktı ama onlarda da bu yıldönümünün yurtta, yavruvatan Kıbrıs'ta, dış temsilciliklerimizde, eskiden esir olan şimdi ise özgürce mafya olan Türki Cumhuriyetler'de, aslen Türk olduklarını ısrarla savunan ve bu nedenle de insanın canını iyice sıkmaya başlayan Amerikan Meluncan camiasında nasıl bir coşkuyla kutlandığı konusunda bir bilgi yoktu.
Başımızda yeterli derecede yıldönümü kutlaması zaten yokmuş gibi bir de bu eksikti, o da tamamlandı birilerinin bunu hatırlamasıyla birlikte.
* * *
Biliyorsunuz değil mi her seçim döneminde bu memlekette şehirlerin sayısı arttı. Ve her yeni şehir bir gün önce has köy olmanın şokunu bile üzerinden atamadan, aradaki evrim aşamalarını nasıl olup da bu kadar hızla geçebildiğini bile kavrayamadan ilk icraat olarak kendisinin düşmandan kurtuluşunun yıldönümünü ilan etti.
Bir gün yine seçim olursa ki ben buna ihtimal vermiyorum, çünkü seçim olabilmesi için gerekli koşul olarak Türk nüfusunun en azından yüzde 51'inin Budist olmasını bekliyorlar ve bu şart yerine gelmediği takdirde de seçime gitmeyecekler, ama yine de seçim bir şekilde olursa yine bazı tuhaf yerler şehir olacak.
Onlar da gayet tabii ki Kurtuluş yıldönümünü ilan edecek.
100 şehir oldu diyelim, eh Türkiye'nin de şehirlerden bağımsız kurtuluş yıldönümü var, Kıbrıs da kurtuldu bir şekilde, Türki Cumhuriyetler de var, seç seç gün al onlardan, bir de Almanya'ya göçün başlaması yıldönümünü ekledin mi listeye tamam oldu demektir.
Deliye her gün bayram misali kutla babam kutla.
Sonra diyorlar ki Türkiye Arjantin'e benzemezmiş.
Benzemez tabii, bizimkilerin kutlama yapmaktan ayaklanmayı filan düşünecek hali kalmadı ki.
* * *
Bizim bu Türkler çok ilginç insanlardır. Hani o Türk kongreleri toplanıyor ya arada bir, siyaset konuşuluyor filan, aslında bundan sonraki Türk kongrelerine sadece psikologları, psikiyatrları çağırmak ve Türk ruh sağlığını iyice bir inceletmek lazım onlara.
Çıkacak sonuçlar ilginç olacaktır, bana inanın siz.
Türkler gittikleri ve yerleştikleri hiçbir ülkeyi beğenmezler.
Buraya gelince bir süre sonra burayı da beğenmezler, burada ek olarak bir de aç kalırlar, başka ülkelere giderler, burada hayal edemeyecekleri imkánlara orada kavuşurlar ama üç gün sonra kendilerine ekmek sağlayan ülkeye de ana avrat dümdüz giderler.
Başka ülkelerden göçmen gidenler yerleştikleri ülkede kendi kültürlerini yaşatırlar ama yeni ülkelerine de müteşekkir olurlar, hayata uyum sağlarlar.
Bizimkiler ise uyumsuzlukta direnirler.
Almanlar büyük bir azimle yıllarca çalıştılar bizimkilere uyum sağlatmak için. Alman düşünce geleneğinin, felsefe geleneğinin tüm gücü bu işe yoğunlaştırıldı ve sıfır netice alındı.
Ve hepsi de vatan hasretiyle yanıp tutuşurlar. Vatan ise aman bir de onlar gelip başımıza dert olmasınlar der, haklıdır da, çünkü çoğunluğu hálá daha büyük bir azimle mesleksiz.
Buna rağmen para alıyorlar ve yine memnun değiller.
* * *
Almanya ve diğer ülkelerdeki esir Türklere bir müjdem var.
Canınızı sıkmayın, yakında istemeden de olsa vatanınıza döneceksiniz.
Çünkü işsiz kalacaksınız. Çünkü bu memleketteki eğitilmiş, bilgili, birikimli insanlar sizlerin yapmakta olduğunuz ayak işlerini yapmaya çoktan razı olarak yakında neredeyseniz oraya gelecekler.
Ve evet havalimanından otele gidip gelen otomobilin şoförü bundan sonra doktoralı bir Türk bilim adamı olacak ama olsun, sizler vatanınızda televizyon seyredip mutlu bir şekilde yaşayacaksınız ya, mesele de yok demektir aslında.
Yazının Devamını Oku