17 Aralık 2001
<B>DÜN </B>yolda yürürken bir şey fark ettim.<br><br>O fark ettiğim şey başka bir şeyi fark etmeme yol açtı. İlk önce internet tabiriyle link olarak fark ettiğim ikinci şeyi anlatayım.
Bir süreden beri akşam televizyonun önüne oturduğumda programlarda ne var ne yok mümkün değil okuyamıyorum.
Mutlaka kalkıp, ışığın bol olduğu bir yere gidip, programı orada okumak zorundayım.
Bu da benim için aşırı derecede yorucu oluyor çünkü ben sürekli oynamakta olan kanalda değil de diğer kanallarda ne var onu merak ederim, çünkü hep daha iyi bir şeyi kaçırmakta olduğuma inanırım ve bu meseleyi sıradan insanlar gibi zap yaparak değil de bilimsel yoldan, programları takip ederek yapma iddiasındayım.
İşte bu nedenle de bir saat içinde bazen 20 kez yerimden kalkıp seyahat etmem gerekiyor.
Bunun bir alternatifi de var gayet tabii ki. Oturduğum yerde fenerle okuyabilirim televizyon programlarını, ancak ışıklı evde kendi kendime fener yakınca bu kez de Afet aşırı sinirleniyor ve sürekli havlamaya başlıyor.
***
Yolda yürürken durup dururken bu meseleye link yapmamın nedeni de bir hamburgerci dükkánında gördüğüm hamburger resimleriydi.
Şunu birden fark ettim ki ben civardaki seksi kadın resimleri veya sokakta yürüyen kızlara değil de bu hamburger resimlerine daha büyük bir şehvetle bakmaktayım.
Bir süredir durum böyle.
Hatta artık internette erotik adreslere girip keyifli saatler geçirmiyorum.
Onun yerine hamburger resimlerinin bulunduğu adresler buldum.
Onlara bakıyorum. Hayaller kuruyorum.
Eskiden erotik fotoğrafları tıklar, onları büyütür, bazılarını da kaydederdim daha sonra bakmak için.
Şimdi hamburger resimlerine tıklıyorum. Onları büyütüyor, hayal kurmayı bilgisayarın internet bağlantısını kopardıktan sonra da sürdürebilmek için o resimleri bir dosyaya depoluyorum.
Kendimi ele vermekten korkmasam bilgisayar açıldığında ilk görünecek resim olarak (screen saver) koskocaman, yağlı, mayonezi ve ketçabı bol, iki hatta üç kat etli, domatesleri taptaze, soğanları sulu ve muntazam kesilmiş, ipince doğranmış turşuyla süslenmiş, etleri orta pişmiş ve sulu, ekmeği üstü hafif kızarmış ve içi sıcak ama pamuk gibi, az maydanoz konulmuş, birkaç damla acı sos, iki damla Worchester sosu damlatılmış bir hamburgeri koyacağım oraya.
Ama gizli fantezilerimin bu kadar da ele ayağa düşmesine istemediğimden yapmıyorum bunu.
Yolda yürürken bu konuyu düşündüm, eskiden görüp de zevk aldığım şeylerin bana etkisinin hamburgerden daha az olması açıkça söyleyeyim beni o anda üzmedi, çünkü her şehvet olayında olduğu gibi o anda beynim dönmüştü ve rasyonel düşünmem mümkün değildi.
***
Olayın beni üzmeye başlaması biraz daha sakinleşince oldu.
Tabii bu oldukça radikal dönüşümde uzun süredir et yememekte olduğum gerçeği büyük rol oynuyor.
Ama öyle olsa da durum değişmez.
Et yemiyorum, normal ışıklı odada yazıları okuyamıyorum ve bir çıplak kadın resminden daha fazla bir hamburger resmi beni ajite edebiliyor.
Varılacak tek sonuç var bütün bu bilimsel veriler sonucunda. Başlığı da bu nedenle iki satır olarak attım zaten.
Şimdi bana izin verin, yazıyı kesmem gerekiyor çünkü internete bağlanmam gerekiyor.
İş bitti, fantezi kurup eğlenme saatleri başladı. Bakalım hamburger sitelerinde hangi yeni çeşitler resim olarak konulmuş.
Yazının Devamını Oku 16 Aralık 2001
<B>OKUYUCULARDAN </B>gelen mektuplardan görüyorum ki yazı yazmak isteyenlerin sayısı hayli fazla. Kendilerinde büyük bir potansiyel olduğunu düşünüyorlar ve keşfedilmeyi bekliyorlar.
Çoğunluğu hayat boyu bekleyecek. Keşfedilemeden göçüp gidecekler bu dünyadan.
Ve son sözleri de ‘‘Neler yazacaktım bir imkanım olsaydı eğer’’ olacak büyük ihtimalle.
Bir kısmı çaresizlikten işi hatıra yazmaya vuracaklar. İçlerindeki yazma ateşini kendi yazdıklarını kendi okuyarak söndürmeye uğraşıp duracaklar.
Bir gün belki, bir ihtimal o anıları gören bir insanın ellerini tutmasını, kendilerini ‘‘yazar’’ ilan etmesini bekleyecekler hayat boyu.
*
Dediklerim acımasız gelebilir ama gerçekler böyle. Ve üstelik dünyanın her yerinde durum aynı hemen hemen.
Bana yazanların önemli bölümü şair olduğuna inandırmış kendini.
Gerçekten şair olmadıkları için yazdıklarını da şiir zannediyorlar. Bu kısa metinler onlara kolay geliyor. Bunlar acilciler, kolay yolu seçenler.
Arabesk şarkı sözüne uygun cümleler alt alta konulunca şiir oldu diye kendilerini kandırıyorlar.
Bilmiyorlar ki bazen bir dörtlü yazmak için şair yıllarca düşünebilir ve her kelimeyi belki de yüzlerce kez yeniden farklı olarak yazar.
Bu kendilerini şair sayanların keşfedilme şansı hiç yok ama onlar hiç olmazsa hayatın darbelerini káğıda dökerek biraz olsun rahatlıyorlar.
Azıcık mastürmatif tedavi anlayacağınız bunların yaptığı.
*
Bir de gerçekten potansiyel iyi yazarlar var aranızda.
Biraz imkán verilse, biraz uygun bir ortam bulunabilse, biraz üzerinde çalışılsa iyi, belki de büyük yazarlar çıkacak bu gruptan.
Bence en büyük acıyı da onlar çekiyordur. Çünkü onlar aslında iyi yazarlar oldukları için kendi metinlerinin de uğradığı haksızlıklara en fazla tepkiyi gösteriyorlardır.
Şimdi diyeceksiniz ki ne yapılabilir bu insanlara. Nasıl imkán sağlanabilir onlara ki kendilerini bir şekilde göstersinler?
Bu soruya net cevabım gerçekten yok.
Ancak şunu da biliyorum ki bu işler biraz da şansa ve hiç yılmadan, pes etmeden yazılanların bir gün birileri tarafından keşfedilmesini sağlamak için gayret göstermeye bağlı.
Bakın bir olay aktarayım isterseniz.
Şu aralar çok önem verdiğim ve belki de hayatımda yazacağım en önemli metin olan bir kitap üzerinde çalışmaktayım.
Bununla ilgili araştırma yaparken ünlü New Yorker Dergisi'nde yaşananları tekrar okudum.
Birçok sonradan ünlü olan yazar ilk yazılarını bu dergide yayınlamıştır.
Ama bir de yazı gönderip de sürekli reddedilenler var.
Bakın şu isimlere bir:Saul Bellow, Thomas Pynchon. William Styron, Kurt Vonnegut, Joseph Heller, Philip Roth.
Hatta Roth derginin editörlerine sonradan büyük klasikler arasında yer alacak ‘‘Goodby Columbus’’ adlı hikáyesini göndermiş, onu bile basılmaya değer bulmamışlar.
Anlayacağınız kimin yazar olduğu kimin olamadığı, kime imkánlar tanındığı, kimin bu imkánı hak ettiği, kimlere haksızlıklar yapıldığı çoğu zaman sübjektif ve yanlış kararların sonucudur.
Bu işler şansa bağlıdır.
Onun için içinde yazma ateşi olanlara sesleniyorum, katiyen yılmayın. Bir gün şans size gülebilir, bu az bir ihtimaldir ama insanın hayatı da genelde az olan o ihtimali yakalamak için mücadeleyle geçer.
Pes etmek yok!
Yazının Devamını Oku 14 Aralık 2001
<B>Nietzsche'</B>nin yaşamı kadınların bir erkekte görünüme değil de akla, zekáya daha çok önem verdikleri yalanını gözler önüne sermektedir.. İlişki kurmaya çalıştığı hiçbir kadınla işi sonuca bağlamayı başaramamıştır Nietzsche.
Bütün bu seri başarısızlıklar yaşanırken sıhhati de her geçen gün bozulmaktadır.
Arkadaşı Richard Wagner bu gelişmeyi Nietzsche'nin aşırı mastürbasyon yapıyor olmasına bağlar ve bu işi makul sayıya indirmesi tavsiyesinde bulunur kendisine.
Büyük filozofun bu tavsiyeyi tutup tutmadığı konusunu bilmiyorum.
***
İçindeki seksüel baskılardan aşırı bunalan Nietzsche belki biraz ferahlamasına yardımcı olur diye düşünerek müzik bestelemeye karar verir.
Wagner gibi büyük operalar bestelemektir hedefi.
Bu konuda fazla yeteneği olmadığından ilk denemesinde bir opera yazamaz, sadece piyano için düet yazar.
Bunu değerlendirmesi için yönetmen Hans von Bülow'a gönderir.
Gerçek, samimi fikrini sorar ondan. Ve ‘‘gerçek fikir’’ kısa süre içinde kendisine mektup olarak gelir.
‘‘Uzun zamandır ilk kez nota diye káğıda dökülmüş bir şeyin bu kadar rahatsız edici, bu kadar müzik karşıtı, bu kadar aşırı fantastik bir lüzumsuzluk olduğuna rastlıyorum’’ der ünlü yönetmen.
Bence samimi fikir bildirme nosyonunu biraz fazla abartmış o da.
***
Wagner üzülmektedir arkadaşı için. Ona ‘‘Bari zengin bir kadınla evlen’’ diye nasihat eder.
Wagner bu lafı ederken kendisini nasıl büyük bir tehlikeye attığının farkında değildir çünkü bu sözleri duyan Nietzsche o aralar Wagner'in karısına çoktan çılgın gibi áşık olmuştur.
Anlayacağınız kadın bulamamaktan dolayı beyni hafif bulandığı için yanına yaklaşan hemen her kadına áşık olmaktadır.
Tabii her çağda ve her ülkede olduğu gibi kadınlar o zaman da zayıflıklarını yakaladıkları erkeklere kötülük yapmayı bütün güçleriyle sürdürmekteydiler.
Nietzsche'nin yanına yaklaşan her kadın ilk başlarda onu seviyormuş gibi yapıp adam kısa sürede kafayı yiyip işi hemen evliliğe getirince de ‘‘Ama ben senin felsefeni, fikirlerini seviyorum’’ diyerek depresyon uçurumuna tekrar itmektedirler.
Nietzsche büyük ihtimalle onlara ‘‘Başlarım şimdi felsefesine’’ de demiştir ama bu konuda resmi belge yok.
(Bu arada filozofun bir resmini görürseniz eğer, kadınların onun fikirlerini sevmekte neden ısrarlı olduklarını da anlarsınız.)
***
Wagner müzisyen olduğu için mastürbasyonun insanı öldüreceğine inanmasına belirli bir töleransla bakmak mümkündür.
Ancak arkadaşı gayet tabii ki frengi kapmıştı. Yani ne yapsın adamcağız, kadınlar sadece onun felsefesini sevmeyi sürdürecek diye hiç kimseyle yatmasa mıydı yani!
Nedense Nietzsche hayatının sonuna kadar geneleve gittiğini ama orada kimseyle yatmadığını sadece biraz piyano çalıp oradan ayrıldığını anlatıp durdu herkese. (Geneleve gidip de orada kadınlardan çok piyanoya ilgi duyan dünyada tek bir kişi vardır o da Proust'tur. Onun da mazereti vardı zaten!)
Kadın görse saldıracak durumda olduğundan Nietzsche'nin bu hikáyesine kimse inanmadı tabii ki.
(Bu arada Nietzsche'nin piyano çaldığı bir genelev düşünebiliyor musunuz? Bunun fikri bile ürkütücü yemin ediyorum.)
Sonunda olması gereken oldu ve Nietzsche delirdi.
Bir ata sevgiyle sarılırken yolda görüldü, evine getirildi.
Kayzer'i öldürme planları yapmaya başladı.
Gün içinde dakikasına göre kendisinin Allah, İsa, Napolyon, Buda, Voltaire ya da Richard Wagner olduğunu düşündü.
Diğer kişilikleri bende bir etki yapmadı ama en çok kendisini zaman zaman Wagner zannetmesine üzüldüm.
Düşünsenize ya, karısına áşıktı adamın. Freud orada olsa konuşarak onu tedavi edeceğini sanır ve o aşamayı çoktan geçmiş olan Nietzsche de Freud'u oracıkta boğup öldürürdü.
Böyle bir şey olsaydı bizim için de iyi olurdu. Biz de şu Woody Allen belasını bunca yıl çekmek zorunda kalmazdık, o da minimum 20 yıl önce tamamen çıldırıp Bellevue hastanesine kapatılırdı.
Freud'a inanan doktorlar adamı ayakta tutuyor bunca yıldır yemin ediyorum.
Yazının Devamını Oku 13 Aralık 2001
<B>BİR </B>şeyde yanlış yapmayayım diye aşırı dikkat edince o şey mutlaka ama mutlaka sonunda neden yanlış olur acaba? Ben eminim ki bu konuda kafa yormuş filozoflar da vardır.
Bildiğiniz isim veya metin varsa bu konuya değinen, lütfen bana bir e-mail atın.
Evet, dün iki internet adresi verdim yazımda.
Ama bir yanlışlık olmasın diye çok titizlendim ve gayet tabii ki ikisini birden yanlış yazmayı başardım.
Sitelerin doğru adresi şöyle olmalıydı:
http://groups. yahoo.com/group/ maddi-tarih
http://groups.yahoo.com/group/tunel-heidegger
Miyop ve aşırı astigmattan sonra bende yıldırım hızıyla ilerleyen hipermetrop da başladı, haberiniz olsun.
* * *
Nietzsche, düşünmeye başladığı ilk dönemde Schopenhauer'a hayrandı.
Hayata son derece kötümser bakıyordu aynen onun gibi.
Sonra bir gün arkadaşlarının davetini kabul etti ve İtalya'ya gitti.
Yaşama tüm bakışı iki gün içinde değişti.
Orta Avrupa'nın o insanı basan ve her insanı kendi çapında bir Kafka'ya dönüştüren griliğinden kurtulduğu an içi ferahladı adamcağızın.
İtalya'da sağlıklı yemeğe başladı, gülen, eğlenen insanlarla birlikte oldu.
Ve ülkesine döner dönmez de hayatın güçlüklerinin, darbelerinin insanı mutluluktan alıkoymayacağını, bilakis bunların mutluluğa giden yolda zorunlu kilometre taşları olduğunu anlatan yazılar yazmaya başladı.
Demek istediğim şu ki İtalya'yı, güneşi göremeden yazı yazmaya girişmeseydi aklınıza gelen en büyük filozoflardan bazıları, o zaman şimdi bizim elimizde şu anki darbeleri daha sağlam karşılamamıza yarayacak kitapların sayısı da daha fazla olurdu.
* * *
Filozofların hayatlarını mutlaka okumak gerek. Okuyunca yaşamları, içinize büyük bir rahatlama geliyor.
Almanların meşhur ‘‘schadenfreude’’si bu. Biliyorsunuz değil mi, başkalarının başına gelen felaketlerden mutluluk duymak hissini tek kelimeyle ifade edebilen tek ulustur Almanlar. Başka hiçbir dilde bu hissi tek kelimeyle ifade edemezsiniz.
O dev eserleri yazan insanların yaşamlarında son derece basit, sıradan ve bunalımlı olduklarını görmek iyi oluyor açıkçası. Biraz olsun insanın içini rahatlatıyor bu, ne olmuş yani onlar bile öyle şeyler yaşadıktan sonra ben bugün olanları haydi haydi aşarım diyorsunuz içinizden.
Örneğin alın Schopenhauer'ı. Dört-beş yaşından itibaren o somurtur otururmuş evinde. Ölünceye kadar da öyle oturdu zaten.
O yaşta bile neden kötümser olduğunu ben onun anne ve babasının resimlerini görünce anladım sonunda.
Siz görmeyin o resimleri ne olur, böylesine bir çirkinlik olamaz yani!
Çocukçağız onları her gün evde göre göre depresyona girmiş olmalı.
Yani tabii ki onun bütün felsefesini anne ve babasından duymuş olduğu hayal kırıklığına da bağlamak istemiyorum.
Kadınlarla da önemli problemler yaşadı Schopenhauer. Hemen bütün filozoflarda aynı sorun var zaten ve cinsel problemler olmasaydı o büyük metinler de ortaya çıkmazdı bence.
Örneğin Schopenhauer, aşk, evlilik, kadınlar ve cinsellik üzerine fikirlerini şu olayı yaşamamış olsaydı katiyen yazamazdı:
Flora Weis adlı 17 yaşındaki bir kızı çok beğenir filozof. 43 yaşındadır ve hemen onunla evlilik hayalleri kurmaya başlar. Nehirde bir sandal gezisinde cesaretini toplayıp, kızın yanına yaklaşır ve gülümseyerek ona bir demet üzüm uzatır.
Kızın bu jest karşısındaki düşüncelerini hatıra defterine yazdıklarından okuyalım (aktaran Alain de Botton, Consolations of Philosophy s. 177):
‘‘Onları istemiyordum. Yaşlı Schopenhauer'ın eli değmiş olduğu için üzümlere onlardan tiksinmiştim. Ve bu nedenle o üzümleri verince ben de ellerimi arkaya kavuşturup onları gölün içine yavaşça bıraktım.’’
Schopenhauer'ın kadınlarla ilişkisi genelde böyleydi ve o olaydan sonra da şehri terk etti.
(Yarın: Nietzsche bugün Türkiye'de yaşayıp da ekonomik krizden darbe yeseydi büyük ihtimalle bunu hissetmezdi, çünkü kendi yaşadığı dönemde daha büyük darbeler yedi.)
Yazının Devamını Oku 12 Aralık 2001
<B>BEN </B>son günlerde <B>Alain de Botton'</B>un felsefeyle ilgili kitabını okuyorum (Consolations of Philosophy; Türkçe'ye de çevrildi). Beni ‘‘Kayıp Zamanın İzinde’’ külliyatını okumaya iten de bir anlamda onun Proust ile ilgili kitabıydı. Daha doğrusu okumayı bıraktığım yerden bana devam gücünü vermişti, onun meseleyi yorumlama biçimi.
Şuna bir kez daha karar verdim ki, önemli filozofları anlamanın en doğru yolu, onları yorumlayanların kitaplarını okumaktan geçiyor.
Arada benim denediğim ve çoğu zaman da yarıda bırakmak zorunda kaldığım işe girişirseniz, yani filozofu kendi eserinden okumaya başlarsanız büyük ihtimalle kaybolacaksınızdır.
Her önemli filozofun biz sıradan insanlara hayatın acılarını, darbelerini sağlam karşılamamıza yarayacak açılımları sağlamaya uğraştığı, bunların bir kısmının da işi başardığı doğrudur.
Ancak bu ipuçlarını yardım almadan bulmaya çalışmak da hemen hemen imkánsızdır; o nedenle de Botton'un kitabını hemen gidip alın.
Haydi!..
***
İstanbul'da devamlı olamıyorum bu sene.
Devamlı bulunabilsem orada, Tünel'de başlayıp Karşı-Sanat'ta sürmekte olan konferanslar dizisine mutlaka giderdim.
Anladığım kadarıyla bu konuşmaları İskender Savaşır örgütlüyor.
Ondan başkası yapsaydı da şaşırırdım zaten. İskender Savaşır, dünyada felsefeyi anlayıp da anlatabilen az sayıdaki insanlardan biridir.
Onun böyle olacağı daha liseden belliydi. Biz sınıf arkadaşıydık Ankara Koleji'nde. İskender devamlı okurdu, hem de en ağır felsefi metinleri okurdu.
Dersi de dinlemez, masanın altında kucağına açtığı kitabı gizlice okumayı sürdürürdü.
Bir ara ben de ona özendim. Okuduğu kitapları babamın kütüphanesinden alıp okumaya çalıştım.
Aman Tanrım, bir şey anlamıyorum ki! Açıkça söylemek gerekirse, filozofların bence çözümü aslında son derece basit olan konularda neden bu kadar fazla yazı yazdıklarını da anlamıyordum o zamanlar.
Olsun, yine de İskender'in sürekli okuması çok hoşuma gidiyordu ve ben okuduklarımı anlamasam da aynısını yapacaktım işte!
Dersler sürerken aynen ben de gizlice okumaya başladım.
Bir gün Hannah, Mısırlı fizik hocamız, bizi yakaladı ve sınıftan attı.
Ve İskender yanında dışarı çıkarttığı kitabı, ikimiz cezalı olarak koridorda dururken de hiç sektirmeden okumayı sürdürdü.
Şimdilerde gençler abuk sabuk olaylara, hilkat garibelerine ‘‘cool’’ diyorlar ya, bence onun o tavrı yüzde yüz ‘‘cool’’du. Bilmem anlatabiliyor muyum?
***
Biliyorum hayat zor. Türkiye'deki koşullar insanın içini karartabiliyor.
Geçinebilmek çok ama çok zorlaştı.
Ve insanın kafası sorunlarla doluyken, başka şeyleri düşünebilmesi zor, bunu da anlıyorum. Gerçekten anlıyorum.
Ama lütfen okuyun. Bir kitap alın elinize, neyi alacağınızı bilmiyorsanız yukarıdaki tavsiyelerimi tutun ve biraz olsun içinizi ısıtın.
www.yahoo.com/group/maddi-tarih ve www.yahoo.com/group/tunel-heidegger adreslerindeki gruplara üye olun.
Konuşmalara gidin, sorunların çözümünü gündeliğin dayattığı kısırdöngüler içinde aramaktan biraz çıkın, nefes alın ve öğrenin.
Şunu da unutmayın ki, bu ülkenin geleceği sayıları her an azalan düşünen insanlar tarafından kurulacaktır.
Ve tabii ki onların sayıları ne kadar artarsa, gelecek de o kadar hızlı gelecektir.
(Yarın: Tamamen gündem dışı bir konu daha.... Schopenhauer, İtalya'da doğmuş olsaydı bütün bunlar olur muydu ki?)
Yazının Devamını Oku 11 Aralık 2001
<B>‘‘ZAMAN zaman ben insanlara küçük bir kızın bebeğiyle konuşmasına benzeyen şekilde konuşuyorum. Küçük kız da bilir ki, bebeği onun dediği tek bir şeyi bile anlamayacaktır. Ama o buna rağmen kendisi için sevimli ve bilinçli bir kendini kandırma ortamı yaratarak iletişim kurmanın keyfini çıkarmaya çalışır.’’</B> Tırnak içindeki bu sözler Schopenhauer'a ait.
Neden bu alıntıyla başladığıma gelince.
Alıntının birinci cümlesindeki ‘‘konuşma’’ kelimesinin yerine ‘‘yazma’’ kelimesini koyarsanız derdimi anlamış olursunuz büyük ihtimalle.
* * *
Büyük ihtimalle dememin bir nedeni var.
Evet, bugün konu sizlersiniz sevgili okuyucular.
Diyeceklerim herkesi kapsamıyor gayet tabii ki.
Her 10 okuyucudan ikisi bu sözlerin muhatabı değil.
Çok vahim bir olayla karşı karşıyayız. Bunu görmek, söylemek, meselenin üzerine gitmek, açıkça yaşanmakta olan bu olayın ayıp olur diye üstünü örtmekten vazgeçmek gerekiyor.
İnsanların beyinlerine ne oldu bilmiyorum ama şurası bir gerçek ki, genelde müthiş bir aptallaşma süreci yaşandığı kesin.
Bazen kendi kendime diyorum ki, keşke şu yukarıdaki e-mail adresini baştan hiç vermemiş olsaydım.
O zaman okuyucu tepkilerine, okuyucunun tepki veriş, algılama biçimine de muhatap olmaz ve çok daha mutlu olurdum.
Yanlış anlaşılmasın, kızgın tepkilerden, küfürlerden, en basit konuda bile işe öldürmekle başlayan mektuplardan bahsetmiyorum.
Bunlar olacak, bunlar yazı yazmanın bir bedeli, bedel de demeyeyim, cilvesi ve dünyada her ülkede durum böyle.
Başka bir şey benim gündeme getirdiğim olay. İyi şeyler yazanlar da, kötü yazanlar da büyük çoğunlukla okuduklarından tek kelime anlamamış oluyorlar.
Bırakın anlamayı, olayın tamamen dışındalar.
Onların yazdıklarını okurken içi tamamen boşaltılmış bir beynin kendi kendini yeniden şarj etmek için başarısız uğraşını seyreder gibi oluyorum.
* * *
Neden böyle oldu bilmiyorum. Hep böyle miydi acaba da ben mi yeni farkına vardım, açıkça söylemek gerekirse bu da olabilir.
Dediklerime tepki olarak, ‘‘Sen yazmayı beceremiyorsun, asıl sen aptalsın’’ da diyebilirsiniz. Arada bir bazı yazılar tam istediğim gibi olmuyor ve gündelik çaba çöpe gidiyor, bunun da farkındayım ama en azından her yazıda anlaşılma sorununun olduğu söylenemez.
Ama en basit yazıya bile rasyonel bir insanın hayal edemeyeceği uç tepkileri veren insanların sayısının son zamanlarda astronomik bir biçimde artmış olmasının başka bir açıklaması olması gerekir.
* * *
Göz önünde duran ve tekrarlanması bile insana sıkıntı veren nedenler var gayet tabii ki.
Okumayı sevmeyen, hatta okumaya düşman olan bir kültürümüz var. Eğitim sistemi dökülüyor. Ve fakirlik yaygınlaştıkça cehalet de doğal olarak artıyor.
Bilgili, birikimli insanların sistemden yedikleri darbe sonucunda fakirleşmeleri de onların normal olarak verdikleri tepkileri değiştirdi. Rasyonel düşünce, yerini irrasyonel sinirliliğe terk etti.
Ben bütün bu süreçleri okuduğum e-mail'lerde görüyorum.
Ve açıkça söylemek gerekirse, yazma sürecindeki okurla bütünleşiyor olma keyfini de gitgide kaybediyorum.
Schopenhauer'un bahsettiği küçük kız gibi ben de bir hayal dünyası kurdum kendime ve durmadan yazıyorum. Başka çarem de yok açıkçası.
* * *
Tekrar ediyorum. Türkiye'nin geleceği büyük tehlikede. Düşünme olayı ülkede tamamen bitmek üzere.
Okumuş yazmış çoğunluk, düşünme deyince yarın borsada ne olup biteceğini hesaplamayı anlıyor. Hisse senedi idiot savant'larıyla doldu ortalık.
Eğitim sistemi en fazla bir yıl sonra tamamen unutacakları çoğu lüzumsuz bilgileri miniklere yüklemeyi marifet sayıyor. Yüklemeyi yaparken, belki var olan kapasiteleri de öldürüyor.
Çoğu üniversitede kişi okulu bitirdiği an birinci sınıftakinden daha cahil oluyor. Üstelik diplomalı cahil olduğu için sadece kendisine değil topluma da zarar vermeye hazır hale geliyor
Ekonomik kriz geçecek. İnsan malzemesi sorunu ise kalıcı ve daha da büyüyecek. Ve Türkiye Cumhuriyeti'nin geleceğini de bu tehlikeye atacak.
Yazının Devamını Oku 10 Aralık 2001
<B>SAYIN </B>film şirketi yöneticisi,<br><br>Duyduğumuza göre Türkiye aleyhine bir film yaptırmaktasınız. Soyadı Egoyan, ismi de molekül müdür nedir o olan hain yine kin kusacak, öyle duyduk biz.
Gerçi bu adamcağızın Misak-ı Milli sınırlarımız içinde oynatılan son iki filmini açıkça söylemek gerekirse ben pek anlamadım. İkisini anlamadım, bir tanesini hem anlamadım hem de acayip sıkıldım onu seyrederken.
Sadece bir düzine entel-liboş hain anlamıştır mutlaka onları da hatta anlayıp yorumlar da yapmışlardır birbirlerine. Bunların dergileri filan bile var bizde, siz ne diyorsunuz ya, bildiğiniz gibi değil.
Anlamadım da o filmlerde de Türkler aleyhine çalıştığına eminim molekülün, ama net tespit edemedim kin kusan sahneleri.
Buna rağmen onlar da gayet tabii ki tehlikeli filmler çünkü mesajını gizli veren filmler insanın beynini daha çabuk yıkar.
Örnek vatandaş olarak resmi otoritelere başvurdum, sizin daha henüz bitirilmemiş meşum filminiz ile birlikte o iki filmi de yasaklasınlar diye.
Bizim memlekette yasak talep eden dilekçeler yıldırım hızıyla ele alındığı için kısa sürede sonuç alacağıma eminim.
Bazı konulardan bürokrasi bizde çok başarılı, hakkını yemeyelim çocukların.
***
Şu ana kadar sakin ve düzgün yazmaya çalıştım.
Damarlarımda akmakta olan asil kanın akış hızını kontrol altına tutmaya gayret ettim.
Ama artık şurama geldi. Hatta şuramın ötesine de gitti.
Siz ne yapmaya çalışıyorsunuz ulan onun bunun çocukları...
Dinsiz imansızlar...
Gavur liboşlar....
Sanatsal özgürlükmüş falan filan biz yer miyiz bu ayakları be!
Bir kulağımızın arkası kaldıydı orayı da siz halledin bari de rahatlayalım!
Yahu bu ne iştir be anlamadım gitti, yoksa sizler de mi ikinci cumhuriyetçi filan oldunuz nedir?
Olabilir yani, çünkü bizdeki vatan hainleri sanatmış, fikir özgürlüğüymüş, yazarlıkmış filan ayaklarına dünyayı dolaşıp duruyorlar.
Kim bilir belki gelip sizi de zehirlemişlerdir.
Böyle film yapılır mı ya....
Bakın biz ne diyoruz.
Uluslararası bir komplo var. Türkiye'de ‘‘Salkım Hanımın Taneleri’’ adlı her Türk milliyetçisini tir tir titreterek kendisine 360 derece döndüren film ile bu molekül dallamasının filmi aynı anda yürürlüğe pardon gösterime sokuluyor.
Arada biraz zaman farkı var ama olsun bu farkı biz komployu kolay fark etmeyelim diye bilerek koymuşlardır.
Şimdi Allah aşkına biz yer miyiz, dünya yer mi bu komployu. Yani her şey o kadar açık ki daha baştan kaybetmiş durumdasınız, kafanızı Türk milliyetçiliğinin kalın duvarına çarpıp yere iki seksen serileceksiniz, haberiniz ola.
***
Biz sadece şunu istiyoruz.
Dünyada yazılan her roman ve çekilen her film sadece gerçekleri anlatsın.
Sosyal gerçekçilik denilen bir şey var. Sizin ülkenizde çoğu yumuşak olan yönetmenlerin kafası bu sosyal gerçekçilik meselesine pek basmaz, ben bilirim onları.
Hain yumuşak molekül de bilmez o işi. Bilse, kimsenin anlamadığı filmler yapmazdı zaten. Bizim Türkiye'de her şey nettir. Soyut film yoktur. Meseleler basit bir şekilde anlatılır, hakkında film yapılan olay gerçekte pek basit olmasa da bizim sosyal gerçekçilerimiz halkın kafasını karıştırmamak için her olayı temel basit öğelerine indirgeyerek anlatmakta uzmanlaşmışlardır.
Hatta öyle ki bizdeki tarihsel filmleri üniversitelerde tarih derslerinde bile rahatlıkla gösterebilirsiniz, o kadar dürüsttür her şey.
Dolayısıyla eğer olayları bizim bildiğimiz ve doğru biçimiyle anlatamayacaksanız bu molekülün filmini ya yasaklayın.
Ya da illa da filmi gösterime sokacaksanız entelektüel dürüstlük namına filmin adını ‘‘Sözde Ararat’’ olarak değiştirin.
Hemen şimdi. Kızdırmayın Türkleri. Bilmem anlatabiliyor muyum?
Yazının Devamını Oku 9 Aralık 2001
<B>ÇOK </B>uzun zamandır sinemaya gitmiyordum.<br><br>Özlediğimi fark ettim ve üst üste film seyrettim birkaç gündür.<br><br>Önce bana büyük sürpriz yapan filmi anlatmalıyım. ‘‘BRİDGET JONES'UN GÜNLÜĞÜ’’ gerçekten müthiş bir film. Bayan Jones'u oynayan Rene Zellweger olağanüstü bir performans çıkarmış.
Yüz mimikleriyle bütün filmi alıp götürmüş.
Çok ama çok iyi bir sanatçı o, bu belli. Sıradan olabilecek ve sonuç itibarıyla da kurulan aşk üçgeniyle çok tanıdık formüllerin dışına çıkamayan bu film Rene Zellweger sayesine abartmadan söylüyorum ki çok sempatik olmuş.
Belki de bu kadar şaşırmam filmin yapıldığı kitaba duymakta olduğum önyargıdan da olabilir.
Kitabın adı ve konusundan haberdar olunca bende bir önyargı oluşmuştu bu katiyen okunmamalı diye.
Filmi sevdikten sonra kitabı da şöyle bir karıştırdım, çok komik ve ustaca yazılmış.
Kitabı okuma listeme almış durumdayım.
*
Gittiğim bir başka film ise ‘‘AMELİE’’di. Hayal kırıklığına uğradım ne yazık ki.
Çok fazla övgü yazısı okumuştum bu filme gitmeden.
Ayrıca ‘‘hayatımızı değiştireceği’’ yolunda bir iddiası da vardı filmin.
Amelie'yi oynayan Audrey Toutou'ya hiç ısınamadım. Tamam objektif olarak sempatik bir kız ama ben sevemedim onu.
Belki de Rene Zellweger'den alacağım keyfi ondan da beklemiştim ve bunu bulamayınca tepki gösteriyorumdur, bu da mümkün.
Ama şu da var ki film olarak ‘‘Amelie’’, ‘‘Bridget Jones'un Günlüğü’’nden çok üstün.
Yepyeni, taze, insanın içine mutluluk veren bir üslup denemiş yönetmen Pierre Jeunet.
Ve bu zor işi de mükemmele yakın başarmış.
*
Gitmekten en pişman olduğum film ise ‘‘PANAMA TERZİSİ’’ydi.
Pierce Brosnan'ın oynadığı hiçbir filme gitmeme gibi bir prensip kararım vardı. Onun rol yapmayı kesinlikle beceremediğini ve suratından da aptallık aktığını düşünüyorum.
Bu film için prensibimi ayaklar altına aldım çünkü filme kaynak olan romanı John le Carre yazdı.
Ben o romanı okumuş ve müthiş de zevk almıştım.
Son derece zekice örülmüş bir hikáyesi, sürpriz sonuçları vardı.
Film ise tam bir rezalet. Geoffrey Rush'un terzi rolündeki müthiş performansı bile filmi kurtaramıyor maalesef. Demek ki bir insanda yetenek olunca en berbat durumlarda bile bu ortaya çıkıyor. Yeteneği zaten olmayanlar da Pierce Brosnan gibi hep aynı berbat performansı sergiliyorlar.
Onun bu filmdeki oyunu berbat olmanın ötesinde hemen her sahnede son derece komikti de. Mimik yapmaya her çalışışında elinde olmadan güldürüyor adamcağız insanı.
Bu arada Jamie Lee Curtis de ne kadar yaşlanmış öyle, vay canına yani!
*
Fırsat vardı ama ısrarla gitmeyi reddettiğim film ise ‘‘KOMPLO’’ oldu. Basit bir hikáyesi var filmin ve bu kadar basit bir hikáyeye Robert de Niro, Edward Norton ve Marlon Brando gibi üç dev sanatçıyı angaje ederseniz iş sarpa sarar diye düşündüm.
Bu da bir başka türlü önyargı işte.
Film hakkında okuduklarım pek de haksız olmadığımı söylüyor bana.
*
Yeni başlayan ‘‘SAKIN KONUŞMA’’ adlı film ise bana pek bir standardın altında Hollywood koktu. Bence Michael Douglas da yeni içerikli filmlerde denemeli kendini.
Ama tabii görmeden fazla bir şey de söylemek doğru olmaz .
Yazının Devamını Oku