25 Aralık 2001
<B>HANİ </B>öyle bir şeylerin geleceğini hissedersiniz, kanınız donar, umutsuzca kaçmaya çalışırsınız o korkunç olaydan ama kader ağlarını örmüştür bir kez, ne yapsanız nafiledir ya... Dün aynen öyle bir durum vardı işte.
Yazımdan sonra o telefonun geleceğini biliyordum, içim ürpererek hissediyordum bunu ama kaderin akışını durdurmak için de bir şeyler yapamıyordum ne yazık ki.
Bir ara intihar etmeyi bile düşündüm ama sonuçta bu sadece onu mutlu etmeye yarayacaktı, ben ise onu mutlu etmek yerine ölmemeyi tercih ediyordum.
Yapılacak bir şey yoktu, korku içinde bekledim uzun süre...
Ve tabii sonunda da telefon çaldı.
Genel yayın yönetmeni aradı.
* * *
Onunla telefonla konuşmak yüz yüze konuşmaya çalışmaktan çok daha korkunç bir olay.
Çünkü yüz yüze konuşurken en azından sizi dinlemediğini görüyorsunuz. Ve bir noktadan sonra konuşma zahmetinden vazgeçebiliyorsunuz.
Telefonda ise sizi dinlemekte olduğu izlenimi edinmeniz çok mümkün.
Ben bu işte artık kaşarlandığım, ona bir şey anlatamamak için yaklaşık 15 yılımı verdiğim, bir ömür tükettiğim için telefonda da işi kestirme tutuyorum.
Ben konuşmuyorum, cümle kurma girişiminde bulunmuyorum, sadece onu dinliyorum.
Dün de öyle oldu, birçok şey söyledi ama bunlar arasında sadece bir cümlesi beynime çakıldı.
‘‘Fazla kalmayacağım yahu genel yayın yönetmenliği kadrosunda, 2030 yılında filan bırakmayı düşünüyorum bu işi’’ dedi.
* * *
Bu tür bir açıklamayı duyduktan sonra benden beklenen tepkileri sessizce verdim bir süre.
Ekstrasistol geçirdim, şiddetli hipertansiyon yaşadım, sonra kısmi felç de oldum, bir ara gözüm kararmış, kısa bir baygınlık da geçirdim galiba, tam hatırlamıyorum.
Kendime geldiğimde o hálá konuşuyordu.
Bu normal tepkilerden sonra mesele üzerinde daha rasyonel düşünmeye başladım.
Ve belki de inanmayacaksınız ama onun bu görevde kalmasının en azından benim ruh sağlığım açısından daha iyi olacağına karar verdim.
Konuyu ona da anlattım, ilk önce bu tepkime şaşırdı, şaka yapıyorum sandı ama hayret bir şeydir ki beni yıllardır ilk kez dinlediği için de ikna oldu dediklerime.
Şöyle anlatayım meseleyi: Benim genel yayın yönetmenleriyle kapatılmamış bir hesabım var.
Öyle medeni, yazı filan yazarak kapanacak bir hesap da değil bu.
Bana bunca yıldır yapılanları ödetmek için bir tanesini iyice bir dövmem gerekiyor.
İlla ki benim genel yayın yönetmenim de olması gerekmez döveceğimin, herhangi bir tanesi de olabilir.
Şu aralar ise bunu yapmamın imkánı yok, çünkü hemen hepsini iyi tanıyorum, geçmişlerini biliyorum, çoğunluğuyla da ahbabım.
Şimdi, eğer Ertuğrul Özkök bu işi bırakırsa benim başıma mutlaka yeni bir insan gelecek.
Bu yeni insan da mutlaka bir gün beni odasına çağırıp müdürlük yapmaya çalışacak. Ve gayet tabii ki ben o gün onu evire çevire pataklayacağım.
Bunun böyle olması ihtimali kesin ve bunu Ertuğrul Özkök de kabul etti. O yüzden görevde kalmasının benim için daha iyi olacağı görüşünde hemfikiriz.
* * *
Fiziksel ömrünü tüketirse 2030'a kadar ne olacak. Gerçi kötüler uzun yaşar ama ne olur ne olmaz her olasılığı düşünmek lazım.
Ona da çözüm buldum, kendisine bunu da detayıyla anlattım. Öldüğü takdirde ‘‘Sapık’’ filmindeki gibi onu mumyalayacağım. Güzel kıyafetlerinden bir tanesini de giydireceğim. Norman Bates'in annesi gibi onu da odasına koyacağım.
Yüzünü de duvara doğru döndürüp öyle oturtacağım. Sonra her şey tıkır tıkır yürüyecek. Müdürler o hálá daha hayatta zannedip bilineni yapacak, ben onunla arada bir sohbet etmeye gideceğim.
O sohbetim bugünkülerden çok daha koyu olur bunu da biliyorum, çünkü bugün hayattayken de zaten bana sanki duvarmışım gibi bakıyor ve ben konuşurken beni yok farz ediyor.
Bari o zaman gerçekten duvara bakarken içim daha da rahat olur, ne düşünüyorsam açıkça söylerim
Arada yazı işlerine inip birkaç kişiyi de doğrarsam her şey filmdekinin aynı olur, bu şu anda aklıma geldi, keyiflendim aniden.
Yazının Devamını Oku 25 Aralık 2001
HANİ öyle bir şeylerin geleceğini hissedersiniz, kanınız donar, umutsuzca kaçmaya çalışırsınız o korkunç olaydan ama kader ağlarını örmüştür bir kez, ne yapsanız nafiledir ya...Dün aynen öyle bir durum vardı işte.Yazımdan sonra o telefonun geleceğini biliyordum, içim ürpererek hissediyordum bunu ama kaderin akışını durdurmak için de bir şeyler yapamıyordum ne yazık ki.Bir ara intihar etmeyi bile düşündüm ama sonuçta bu sadece onu mutlu etmeye yarayacaktı, ben ise onu mutlu etmek yerine ölmemeyi tercih ediyordum.Yapılacak bir şey yoktu, korku içinde bekledim uzun süre...Ve tabii sonunda da telefon çaldı.Genel yayın yönetmeni aradı.* * *Onunla telefonla konuşmak yüz yüze konuşmaya çalışmaktan çok daha korkunç bir olay.Çünkü yüz yüze konuşurken en azından sizi dinlemediğini görüyorsunuz. Ve bir noktadan sonra konuşma zahmetinden vazgeçebiliyorsunuz.Telefonda ise sizi dinlemekte olduğu izlenimi edinmeniz çok mümkün.Ben bu işte artık kaşarlandığım, ona bir şey anlatamamak için yaklaşık 15 yılımı verdiğim, bir ömür tükettiğim için telefonda da işi kestirme tutuyorum.Ben konuşmuyorum, cümle kurma girişiminde bulunmuyorum, sadece onu dinliyorum.Dün de öyle oldu, birçok şey söyledi ama bunlar arasında sadece bir cümlesi beynime çakıldı.‘‘Fazla kalmayacağım yahu genel yayın yönetmenliği kadrosunda, 2030 yılında filan bırakmayı düşünüyorum bu işi’’ dedi.* * *Bu tür bir açıklamayı duyduktan sonra benden beklenen tepkileri sessizce verdim bir süre.Ekstrasistol geçirdim, şiddetli hipertansiyon yaşadım, sonra kısmi felç de oldum, bir ara gözüm kararmış, kısa bir baygınlık da geçirdim galiba, tam hatırlamıyorum. Kendime geldiğimde o hálá konuşuyordu.Bu normal tepkilerden sonra mesele üzerinde daha rasyonel düşünmeye başladım.Ve belki de inanmayacaksınız ama onun bu görevde kalmasının en azından benim ruh sağlığım açısından daha iyi olacağına karar verdim.Konuyu ona da anlattım, ilk önce bu tepkime şaşırdı, şaka yapıyorum sandı ama hayret bir şeydir ki beni yıllardır ilk kez dinlediği için de ikna oldu dediklerime.Şöyle anlatayım meseleyi: Benim genel yayın yönetmenleriyle kapatılmamış bir hesabım var.Öyle medeni, yazı filan yazarak kapanacak bir hesap da değil bu.Bana bunca yıldır yapılanları ödetmek için bir tanesini iyice bir dövmem gerekiyor.İlla ki benim genel yayın yönetmenim de olması gerekmez döveceğimin, herhangi bir tanesi de olabilir.Şu aralar ise bunu yapmamın imkánı yok, çünkü hemen hepsini iyi tanıyorum, geçmişlerini biliyorum, çoğunluğuyla da ahbabım.Şimdi, eğer Ertuğrul Özkök bu işi bırakırsa benim başıma mutlaka yeni bir insan gelecek.Bu yeni insan da mutlaka bir gün beni odasına çağırıp müdürlük yapmaya çalışacak. Ve gayet tabii ki ben o gün onu evire çevire pataklayacağım.Bunun böyle olması ihtimali kesin ve bunu Ertuğrul Özkök de kabul etti. O yüzden görevde kalmasının benim için daha iyi olacağı görüşünde hemfikiriz.* * *Fiziksel ömrünü tüketirse 2030'a kadar ne olacak. Gerçi kötüler uzun yaşar ama ne olur ne olmaz her olasılığı düşünmek lazım.Ona da çözüm buldum, kendisine bunu da detayıyla anlattım. Öldüğü takdirde ‘‘Sapık’’ filmindeki gibi onu mumyalayacağım. Güzel kıyafetlerinden bir tanesini de giydireceğim. Norman Bates'in annesi gibi onu da odasına koyacağım.Yüzünü de duvara doğru döndürüp öyle oturtacağım. Sonra her şey tıkır tıkır yürüyecek. Müdürler o hálá daha hayatta zannedip bilineni yapacak, ben onunla arada bir sohbet etmeye gideceğim.O sohbetim bugünkülerden çok daha koyu olur bunu da biliyorum, çünkü bugün hayattayken de zaten bana sanki duvarmışım gibi bakıyor ve ben konuşurken beni yok farz ediyor.Bari o zaman gerçekten duvara bakarken içim daha da rahat olur, ne düşünüyorsam açıkça söylerim Arada yazı işlerine inip birkaç kişiyi de doğrarsam her şey filmdekinin aynı olur, bu şu anda aklıma geldi, keyiflendim aniden.
button
Yazının Devamını Oku 24 Aralık 2001
<B>RUMUZ:</B> Derin Devlet Soru: Pek Sayın Amca. Sence bugün Türkiye Cumhuriyeti'ni bekleyen en büyük tehlike nedir?
Cevap: Sayın Derin Devlet. Bu sorunun cevabı çok açık. Her şey o kadar açık oynanıyor, vatan hainleri, Cumhuriyet düşmanları o kadar pervasız ki senin gibi bir dangalağın bile sorunun cevabını aslında tek başına bulabilmesi gerekirdi. Bugün Cumhuriyetimizi yıkmaya yönelik tehditlerin birincisi uzun süredir etrafta aniden mantar gibi yaygınlaşan TANGO KURSLARIDIR. Türklerin sanki bundan önceki bütün dans akımlarını tam başarmışlarcasına aniden bu tango işine kafayı takmaları benim uzun zamandır kafamı meşgul ediyordu zaten. Twist'i bile beceremeyen, eğlenecekken tercihen kadın erkek ayrı odalarda oturmaktan hoşlanan, kadın erkek bir arada illa da eğlenecekse de sahnedeki bir standart üretim ürünü şarkı çığırana bakarak el çırpmayı yeğleyen bu tipler neden tango gibi komplike bir olaya takmışlardı acaba? Arjantin'de halk ayaklanınca mesele kafama dank etti sonunda. Üzerinden asfalt düzeltme makinesi geçse ayaklanmayı düşünmeyecek bu bizim halkı önce tango ile ele geçirecekler sonra da özendirme yoluyla, aynı dansı yapıyoruz siz niye oturuyorsunuz bre gafiller diyerek bizimkileri de kışkırtacaklar. Eyyy İçişleri Bakanı. Sen bu tür ihbarlarda kolayca ikna olacak bir insan izlenimini veriyorsun, bu yazımı ihbar kabul et ve kurtar sevgili Cumhuriyetimizi bu tangocu bölücülerden.
***
Rumuz: Haşır Huşur
Soru: Sevgili Amcacığım. Sen de yakında aşk yazıları yazmaya başlayacakmışsın. Bu haber doğru mu?
Cevap: Sevgili Haşır Huşur. Benim de aşk yazıları yazmaya başlamam için şu dört olaydan en azından bir tanesi gerçekleşmelidir: 1- Üst yönetimin alacağı bir karar sonunda yatay geçiş yapıp artık Milliyet Gazetesi'nde yazmaya başlayacağım. 2- Genel yayın yönetmeni olacağım. 3- 50 yaşımı geçip ben de aşk ile seksi birbirine karıştırmaya başlayacağım. Biraz önce aklımdaydı ama dördüncüyü unuttum. Şimdi ikinci olasılık katiyen yok. Çünkü bizim genel yayın yönetmeni Mao gibi ebedi lider o, üçüncü olasılık için dört yıl daha var, birinci olasılık ise olabilir tabii ki ama orada da rekabet pek güçlü be babam. Oraya gitsem de yazar mıyım bilmiyorum ki.
***
Rumuz:Dedikodu
Soru: Pek Sayın Amca. Genel Yayın Yönetmeni bayram günü kendisine sorulan sorulara verdiği cevaplardan bir tanesinde sizin tipik olarak seri katil profiline uygun düştüğünüzü söylemiş. Bir yorumunuz olacak mı?
Cevap: Dedikodu, canım. Evet, böyle demiş olduğunu okudum. Tespiti doğrudur. Ancak benim bu hale gelmemde kendisinin büyük payı vardır, bunu açıklamalarında göremedim. Birlikte Hürriyet'te çalışmaya başladığımızda o 39 ben 32 yaşımdaydım. Ben 46 oldum o 53 yaşında. Ben onunla birlikte çalışmaya başladığımda da ruhen pek düzgün değildim zaten. Ancak tamamen sağlıklı, hatta Tibet'te sakinlik eğitiminden geçmiş derin düşünceli bir Budist bile olsaydım 32 yaşımdayken hiç fark etmezdi, onu her gün göre göre sonuçta yine aynı ruh halinde olurdum bugün. Ona benimle ilgili bu lafı Allah söyletmiş olmalı. Yakında cinayet işlemeye başlayacağım ve doğal olarak da ilk kurbanım beni bu hale getiren kişi olacak. Ben New York sokaklarında büyüdüm. 1970'li yıllarda öldürdüğünüz kişinin cesedine bir de Kolombiya Türü Kravat Bağı atma modası vardı. Kurbanın boğazını kesip, dilini arkaya itip, boğazından çıkarıp öyle bırakıyorsunuz cesedi. Bir mesaj olsun diye onu da öyle bırakacağım.
***
Rumuz: Duydum
Soru: Sevgili Amca. Kolombiya usulü kravat bağı atılmış bir genel yayın yönetmeni cesedi fotoğrafı Hürriyet camiasında nasıl karşılanır acaba?
Cevap: Sevgili Duydum, bu soruya cevap vermeden önce iki telefon konuşması yapmalıyım... Bir dakika bekle....... Alüüüüüüü.... İnsan Kaynakları mı? Sevgili kardeşim benim hakkımda çıkış işlemi yapılmış mı? Yok mu daha bişi, Allah Allah tamam öyleyse.... Alüüüüüü giriş kapısı mı... Serdar Turgut'un binaya girmesi yasaklandı mı? Şu ana kadar öyle bir talimat gelmedi mi. Peki sağol. Şimdi cevap verebilirim. Bu tür bir fotoğraf tüm Hürriyet camiasında büyük bir hüzünle karşılanırdı, herkes nehir gibi gözyaşı dökerdi, canımızdan çok sevdiğimiz bir insana bu yapıldığı için Genel Yayın Yönetmenim sen kalk da ben yatam diye de haykırıp, kafalarımızı duvara vurup, sonra yine dövünürdük. Okay mi anam...
Yazının Devamını Oku 23 Aralık 2001
<B>GEÇENLERDE </B>spor salonunun soyunma odasında altı genç insanın konuşmalarını dinlemek zorunda kaldım. Konu gayet tabii ki futboldu.
Yirmi dakika filan sürdü konuşmaları. Ben de bu acayip sosyolojik muammayı biraz olsun anlamayı umduğumdan bir an önce kaçmak yerine işlerimi uzattım da uzattım.
Futbol konuştular diye sonuçlara atlayıp, ‘‘yeni nesil’’ hakkında gözlemler filan yapacak değilim.
Spor yapmışlar, soyunma odasındalar, ne konuşacaklardı yani; Schopenhauer ile Nietszche arasındaki devamlılık ve kopuş sorunsalını tartışacak değillerdi elbet...
Burada önemli olan neyin konuşulduğu değil nasıl konuşulduğu.
Konuşan bu insanlar, beyinlerindeki tek ve en önemli sorun sanki buymuş gibi davranıyorlardı.
Ağızlarından çıkan her lafın arkasında büyük bir beyin boşluğu vardı ve üstelik onlar beyinlerinin bu şekilde boşalmış olmasıyla da övünüyor gibiydiler.
Kurdukları cümlelerin istisnasız hepsinde hiçbir entelektüel çabaya muhatap olmamış olduğu halde kendisini çok önemli gören, ancak kendisine verdiği bu önemin nedenini de pek formüle etmeyi başaramayan zihinsel bir edepsizlik çarpıcı olarak belirgindi.
*
Yeni bir konuşma stili ortaya çıktı bu toplumda.
Yaşı 25'in altında olanlarda yaygın bu.
Yazı yazmayı internette chat yapmaktan ibaret sayan...
Radyo kanallarındaki programların yüzde 80'ine hákim olan anlamsız cümle yapılarını duyarak büyümüş...
Televizyon kanallarındaki programların yüzde 80'ine hákim olan laubali ve hiçbir şeye değer vermiyor olmacı tavrı bireysel güç sanan davranış kalıplarına bakarak eğlenen...
Magazin dünyasına ‘‘eğilen’’ dergilerdeki sayıları 200 kişiyi geçmeyen abuk sabuk insanların yaşam hikáyelerini okuyup, seyredip hayallerindeki en büyük ideali bunlar gibi olmakla sınırlayan insanların konuşma tarzı bu.
Vurgulamaları bir tuhaf, cümle yapıları çarpık, tonlaması değişik bir yeni lisan ortaya çıktı Türkiye'de.
*
Genç insanlar tabii ki hep eğlenceyi düşünecek.
Çalıp oynayacaklar.
Kafalarına fazla dert almayacaklar.
Futbol fanatiği olacaklar.
Bunlar doğal. Ve tabii ki genç insanlar her dönemde olduğu gibi bu dönemde de özel iletişim süreçleri kuracaklar, özel diller de geliştirecekler.
Bu da doğal.
Doğal olmayan şey bunlar olurken onları aynı zamanda eğitimsiz, kültürsüz ve fikir yapısız bırakmaktır.
Türkiye'ye 1980'lerden itibaren hákim olan anlayış genç insanların mümkün olduğunca bağımsız düşünceden, kendi kapasitelerini kullanarak fikir üretmek gücünden koparılmasını sağlama yönündeydi.
Özal dönemiyle bu iş hızlandı, 1990'larda ideolojik saldırı bu kez her yandan yapılarak bu iş zirveye çıkarıldı..
Ve de çok başarılı olundu. Gelinen noktada artık aptal Amerikan filmlerindeki aptal liseli çocuklar gibi davranan gençlik kitlesi ezici çoğunluğu oluşturuyor.
O ülkelerde de gençlerin aynı istekleri, arzuları, hayalleri var gayet tabii ki ama onlar eğitim sistemleri tarafından bizimkiler gibi yalnız bırakılmamış durumdalar.
Bizde eğitilmemiş, ideolojisi hiç olmayan, kitap bile okumayan gençlerin Amerikalı gibi giyinmeleri, Türkçe pop dinlemeleri ve baba paralarını ‘‘modern bir şekilde’’ tüketmeleriyle modern olabileceğiz zannedildi.
Modernleşemedik, üstelik geleceğimizi ‘‘emanet’’ edeceğimiz nesil de tüketildi.
Şimdi bizi yönetecek doğru dürüst insan bulamıyoruz diye üzülüyoruz. 20 yıl sonra neler olacak düşünmek bile istemiyorum.
Yazının Devamını Oku 21 Aralık 2001
<B>KİTAP </B>okuyarak, yayınları iyi takip ederek Batı ülkelerindeki politik değişimleri kısa sürede yakalamak, gerektiğinde de bunlara karşı tedbirler oluşturmak mümkündür. Örneğin geride bırakmaya hazırlandığımız yıl içinde ‘‘Three Apples Fell From Heaven’’ adlı bir kitap yayınlandı. Bu New York Times'ta övgüler aldı ve son olarak da gazetenin her aralıkta yayınlanan yılın en iyi kitapları listesine de alındı.
Yazarı Micheline Aharonian Marcom.
Roman, bizim ‘‘sözde’’ Ermeni meselemizle ilgili. Roman gerçekliği içinde anlatılıyor gayet tabii ki olaylar.
Kitabın bir yerinde Amerikan konsolosu, acaba bu tür büyük dramlar, ‘‘acımasızlıklar’’ neden dünya tarafından umursamazlıkla karşılanıyor diye soruyor.
Kitabın amacı da okuyucuya ve dünyaya bunu sordurmak gayet tabii ki.
Eğer bu kitabın aldığı tepkileri iyi ‘‘okuyabilseydik’’ sorunun gündeme güçlü bir şekilde getirileceğini de belki tahmin edip, tedbirler alırdık, kim bilir.
***
Atom Egonyan'ın filmi 2002'de gösterime sokulacak büyük ihtimalle.
‘‘Ararat’’ da aynı meseleyle ilgili.
Keşke çarpıtsa olayları ve keşke tek taraflı olarak biz Türklere yüklense. Kötü, barbar insanlar olarak sunsa bizi.
Öyle yaparsa eğer iş kolay. Bu tür saldırıları bertaraf etmek dünyanın en kolay işidir ve film ne kadar ustaca yapılırsa yapılsın, ne kadar hislere hitap etmekte başarılı olursa olsun fark etmez.
Sonuçta gözü kara bir Türk düşmanlığı yapılırsa işi rahat hallederiz.
Ancak korkarım ki bunu yapmayacak Atom Egonyan. Gri noktalarda gezecek, siyah beyaz ayrımları keskin yapmayacak ve üstelik de filmde sadece tarihsel gerçeklere dayanacak, onları tahrif etmeyecek.
Alabildiğim bilgiye göre senaryoda ‘‘film içinde film’’ yöntemi uygulayacakmış.
Yani tarihteki Ermeni meselesi ile ilgili bir film yapmaya soyunan bir yönetmen var filmde.
Bu rolü de Charles Aznavour'a vermişler.
Ana film bugünde geçiyor, bir film setinde, Ermeni meselesiyle ilgili filmin çekildiği sette yaşananlar ele alınıyor.
Gayet tabii ki Türk karakterler de var film setinde. Filmin çekimine başlanıyor, tarihi film çekilirken bu kez hem Ermeni hem de Türk aktörler, kendi yaşamlarını, bireysel tarihlerini sorgulamaya başlıyorlar.
Atom Egonyan'ın filmlerini biliyorum. Eğer bu denilenler doğruysa, filmi böyle çekerse o zaman işimiz çok daha zor demektir.
Esip üfürmekle, Türk'ün Türk'e propagandasıyla geçirilecek bir iş değil bu, çok daha entelektüel bir hodri meydan çekilecek bize ve bize de cevap hakkı doğacak tabii ama bu hakkı kullanabileceğimiz de çok şüpheli.
***
14-15 Ocak tarihleri arasında Başbakan Ecevit, ABD Başkanı Bush ile görüşmek için Washington'a gidiyor.
Şöyle bir ufuk turu yaptım Washington'da. Bir dizi eski kaynakla telefon görüşmesinden sonra son derece enteresan bir şeyi keşfettim.
Türkiye ile son derece ilgili, Kuzey Irak ve Kürt meselelerini çok iyi bilen, şahin olan, Saddam'ın devrilmesinden yana eski kaynakların hemen hepsi aktif durumdalar.
Yeni yönetimin şahinleri bunlarla ortak çalışıyor.
Bunların hepsi Türkiye'yi iyi bilir, hemen hepsi de Richard Perle'den ‘‘olur’’ almışlardır.
Dört gözle bekleniyor Başbakan Ecevit bunlar ve bunların dosyalarını sundukları Bush tarafından.
Bush bizimkine Irak vurulacak diyecek ve fazla da itiraz istemeyecek.
Bizimkinin ziyaretinden iki gün önce Simitis de gidiyor Bush ile görüşmek için.
Bakın görün Kıbrıs meselesi de 16 Ocak tarihi itibarıyla bitmiş olacak.
***
Bütün bunlar olurken bizim Ecevit dün kalkıp ‘‘Irak politikamız ABD ziyaretim sonrasında belirlenecek’’ diyebiliyor. Gerçek böyle olsa bile söylemez insan, artık bunu da mı düşünemiyor ki Ecevit.
Kendi utanmıyorsa bile biz vatandaşlarını biraz düşünüp böyle konuşmamalıydı.
Çünkü biz utanıyoruz memleketimizin düştüğü durumdan. Kendimize acıyoruz, memleket için ise utanıyoruz.
Fakirleştirilmiş, politikasızlaştırılmış, medeni ülkeler düzeyinde eşit oyuncu olamayan, hep yönlendirilen, hep fakirleşen bu ülkeyi yönetmek iddiasında olanlar artık rol bile yapamıyorlar, çaresizliklerini itiraf ediyorlar.
Yazık ya, vallahi çok yazık bu memleketin haline.
Belimizi büktüler dış dünyaya karşı, yuh size, yuh!
Yazının Devamını Oku 20 Aralık 2001
<B>GAZETEMİZDE </B>dün çıkan haberden anladığım kadarıyla eğitim sisteminin çocukların kafasına bilgi vermeye yaramadığını bakanlık da kabul etmiş galiba. Çok uzun zamandır ilk kez somut bir sorunu çözmek için hareketlenmişler.
Öyle ezbere filan gitmeyeceklermiş artık, çocuklara basbayağı edebiyat okutacaklarmış.
Niyet iyi bu girişim ama gayet tabii ki hayatta her zaman olduğu gibi iyi niyet tek başına mesele çözmeye yetmiyor.
Haberi baştan sona okuduysanız eğer bakanlığın bu yapacağını söylediği düzenleme sadece ‘‘bizim’’ dünyamızda dönüp dolaşıyor.
Osmanlı dönemi veya cumhuriyetin ilk dönemi eserleri yerine daha modern eserler okutulacakmış çocuklara.
Onlar bunları okuyunca edebiyata tutkun hale geleceklermiş ve eskiye ondan sonra dönülecekmiş.
***
Bu bir hikáye sevgili okurlar.
Tüm buna benzer ‘‘düzenleme’’ gayretlerinde olduğu gibi sadece kendimize özel olan küçük dünyamız içinde debelenip duruyoruz yine.
Şu gerçeği hep görmezlikten geliyoruz, yalanı kendimiz de inanmadığımız halde devam ettirmeye çalışıyoruz.
Batı edebiyatını, felsefesini okuyarak eğitilen insanlarla has Türk edebiyatını, felsefesini okuyarak yetişen insanların eşit bilgi ve kültür birikimine ulaşacaklarını düşünüyor gibi yapıyoruz hep.
Yoktur böyle bir şey. Batı tüm tarihsel süreç içinde ve bugün de hem edebiyat hem de felsefe düzeyinde büyük eserler vermekte, dünya düşüncesine ağırlığını koymaktadır.
Bunun sebeplerini tartışabiliriz, isteyen içini rahatlatmak için bu gerçeği emperyalizmle, halkların ezilmiş olmasıyla filan da açıklar.
Önemli olan o değil, önemli olan bizim bu memleketin insanlarını hangi bilgi birikimi ve kültürel mirasa göre yetiştireceğimizdir.
Eğer kendi ‘‘has’’ kaynaklarımızın tek başına bu işi başaracağını düşünüyorsanız o zaman bu ülkenin dünya hiyerarşisinde hep ikinci sınıf kalmaya mahkûm olmasını istiyorsunuz demektir.
Çünkü çok az istisnalar dışında bizde edebiyat da felsefe de ikinci sınıf olmuştur bugüne kadar.
Fikir hayatımız hiçbir zaman zengin olmamıştır.
Bazı önemli eserler de sadece Batı birikimi ve kültürü almış ve sonra bunun kendi gelenekleriyle sentezini yapmayı başarmış istisnalara aittir.
***
Gelin bir şey yapalım, eğer bu ülkede dünya normlarında insanlar yetiştireceksek korkak davranmayalım.
Orta iki mi dersiniz lise bir mi bir dönem belirleyelim.
Ve o sınıfa gelen öğrenciler bir yıl boyunca sadece Batı edebiyatının ve felsefesinin önemli eserlerini okusunlar.
Sadece okumakla geçsin o yıl.
Çocuklar tartışsın, korkmadan söylesinler istediklerini. Türk sınıflarında Rousseau, Montaigne, Dickens, Shakespeare, Thomas Mann, Dostoyevski okunsun, tartışılsın.
Hatta iki yıl olarak belirlensin süre. İkinci yıl da öğrenciler felsefeyi onlara anlatan kitapları okumakla yükümlü olsunlar, Schopenhauer, Nietszche, Heidegger okunsun, bu sesler duyulsun okullarda.
Ondan sonra ne isterseniz yapın. İster failatüne devam edin, ister Can Yücel'den başlayın işe oradan failatüne geçin, ister Orhan Pamuk birinci sırayı alsın sonra Yahya Kemal'e gidin hiç fark etmez.
Öğretmen ister fanatik laik, ister dinci olsun, isterse felsefe denilince aklına sadece dini metinler gelsin, isterse de felsefe denilince her şeyin çözümünün Nutuk içinde olduğunu düşünsün.
Hiç fark etmez kim ne düşünürse düşünsün, bir yıl boyunca Batı edebiyatı okuyan sonra da bir yıl da Batı felsefesi üzerinde düşünen bir çocuğu kimse öyle kolay kolay kandıramaz.
O noktaya gelmiş çocuk yolunu kendi bağımsız düşüncesiyle hür vicdanıyla bulur.
İsterse laik olur isterse dinci ama ikisini de adam gibi olur, bilgiye dayanır. Palavra atmaz, atanı da paralar.
Bu yolu bize ancak Batı düşüncesi, edebiyatı, felsefesi açar.
Yalanı bırakın, var mısınız özgür ruhlar ve vicdanlar yaratmak için bu adımı korkusuzca atmaya.
Yazının Devamını Oku 19 Aralık 2001
<B>HER </B>insan kendini bir film veya roman karakteriyle özdeşleştirebilir. Örneğin ben kendimi ‘‘İlk Gün’’ filmindeki <B>Denzel Washington </B>karakterine benzettim. Onun gibi çok sayıda silah taşımak, birçok kişiyi öldürmek ve de yakalanmamak istiyorum.
Öyle davranabileceğimi düşünüyordum, Rana benimle alay etti. O ‘‘cool’’ bir adammış ben ise değilmişim, ben etrafa sinirlenip öldürme işini bile doğru dürüst yapamazmışım.
‘‘Peki’’ dedim ona ‘‘Sence ben hangi film ya da roman karakterine benziyorum, sen söyle.’’
Dedi ki, Orhan Pamuk'un ‘‘Bir kitap okudum hayatım değişti’’ diye başlayan kitabındaki ana karaktere benziyormuşum.
Bu saptaması beni sinirlendirdi ama haklıydı çünkü ben son zamanlarda o tipten bile daha fazla otobüs yolculuğu yapıyorum. Uçak yolculuğunda olduğu gibi fazla kilometreye hediyeler verselerdi otobüs şirketleri şu anda büyük bir servet yapmıştım büyük ihtimalle.
Benzetmesine sinirlenince Rana ‘‘Bak işte dediğim gibi cool değilsin sen’’ dedi ve bilgisayar ekranındaki bence 8 boyutlu olan ama ona sorarsanız sadece üç boyutlu olan tuhaf çizimine bakmaya başlayarak aramızdaki diyaloğu bitirdi.
***
Otobüs yolculuğu iyi oluyor, insan tuhaf sosyolojik tespitler yapma imkánını buluyor.
Gece yolculuğu yapıyorum hep ve otobüs genelde sabaha karşı iki veya üçte mola veriyor bir yerlerde.
İnsanlar otobüsten iner inmez ilk yaptıkları iş bir sigara yakmak, daha sonra da cep telefonlarına sarılmak oluyor.
İnsan sabahın köründe cep telefonunu ancak ‘‘İnşallah açık bırakmamışımdır, bir kontrol edeyim’’ diye cebinden çıkarmalıdır. Sağlıklı olan budur.
Ya da özlemişsinizdir cep telefonunuzu, hasret gidermek için çıkarıp bakarsınız, etrafta fazla insan yoksa da onu sevgiyle öpüp, okşayıp cebinize tekrar yerleştirirsiniz.
Ancak bizim vatandaşlar sigaralarından derin bir nefes çektikten sonra açıyorlar telefonları ve hepsi de konuşmaya başlıyor bir yerlerle.
Bazıları daha merhaba demeden ‘‘Ne yapıyorsun’’ diye soruyorlar karşıdakine. Arada bir bana da telefon açanlar bunlar olmalı çünkü çalıyor cep telefonu, açıyorum ve ilk duyduğum ‘‘Kimsin?’’ lafı oluyor.
Kimse bilmiyor, burada itiraf ediyorum ben ‘‘teknokratlar hükümeti’’ olayını sadece bu tip yanlış numara çevirdiği halde ilk laf olarak ‘‘Kimsin’’ diyen insanlar nedeniyle ortaya attım.
İstediğim olsaydı, kurulmasına yardımcı olacağım bu hükümeti ikna edecek ve telefonda konuşmayı bile beceremeyen insanları imha ettirecektim. Ama olmadı, başaramadım çünkü bu memlekette, ilk bakışta fazla fark edilmese de çok sayıda demokrat var, öyle anlaşılıyor.
Sabaha karşı telefonda sorulan ‘‘Ne yapıyorsun?’’ sorusuna verilecek tek cevap var, onu burada yazmamın imkánı yok çünkü gazete kapatılabilir.
Bu cevap ‘‘Kimsin?’’ sorusuna verilen cevapla da aynı aslında.
Bir de ‘‘alo’’ lafını ‘‘alüüüüü’’ diye söylemek alışkanlığı da var ki bizim memlekette bu insanın bırakın teknokratlar hükümetini, direkt olarak net ve icracı bir faşizmi savunmasına bile neden olabilecek sinirlilikte bir şey.
***
Sabaha karşı açılan telefonları daha da tuhaf kılan şey bunlardan istisnasız her birinin yoğun bir sohbet ile sonuçlanması.
Sohbet ki ne sohbet... ülüyorlar, tartışıyorlar, lafı uzattıkça uzatıyorlar. Konuşma bitince de iş bitmiyor bu kez de mesaj çekmeye başlıyorlar birbirlerine.
Bunun görünümü ise daha da korkunç, çünkü hepsi aynı anda telefona sarıldıklarından hemen hemen aynı zamanda konuşmaları bitiyor ve aynı anda mesajlaşmaya başlıyorlar.
Kış günü sabaha karşı üçte essiz bir şekilde başlarını önüne eğmiş insanlar son derece salak bir zombi topluluğu görünümünü veriyor.
Bunlarla konuşmak için sabaha kadar ayakta duran insanlar kim? Bunu merak ediyorum ama bunu sormak için onlarla diyaloğ girmem lazım bunu da canım hiç ama hiç istemiyor doğrusu.
Her insana eşit oy hakkı kavramını tekrar düşünmemiz gerekiyor, bu çağrımı yeri geldiği için tekrarlıyorum.
Yazının Devamını Oku 18 Aralık 2001
<B>KİTAP </B>yazma işine giriştim bu aralar.<br><br>Öyle eski yazıları derleme işi filan da değil, bu kez iş ciddi. İddialı olduğum bir konuda, iddialı olacak bir metin ortaya çıkarmaya çalışıyorum.
Gayet tabii ki dünyada her yazar kendi kitabının çok önemli olduğunu düşünür.
Ben de o süreçteyim şimdi.
Sübjektif fikrin, objektif olarak da doğrulanıp doğrulanmayacağını göreceğim bakalım.
Umarım başarırım ve aslına bakarsanız korkmuyor da değilim birazcık.
Ama bu da işin bir parçası ve işe de heyecan katan bunlar aslında.
* * *
İnzivaya çekildim bu işi bir an önce bitirmek için.
Kitaba girişmeden önceki yaşamım da büyük bir sosyallik harikası sayılmayacağından, benim inzivaya çekilmemin ne kadar korkunç olabileceğini tahmin edebilirsiniz.
Evin tek bir odasında 11 saat kadar yazma ve okumayla geçiyor vaktim.
Arada tek ziyaretçim, köpeğimiz Afet oluyor. Küçük odanın bir köşesinde kanepe var, ahlayıp oflayarak oraya çıkıp uyuma taklidi yapıyor arada bir.
Taklit yapıyor bunu biliyorum; çünkü aklı oyunda sürekli ve tek bir fırsat versem hemen başlayacak üstüme çıkmaya.
O nedenle kafamı ekrandan pek çevirmiyorum. Afet arada bir topunu veya suni kemiğini içerden getirip masamın yanına bırakıyor.
Amaç onu almamı sağlamak, almaya çalışırsam kapıp kaçacak ve ben onun oyun tuzağına düşmüş olacağım.
Yemezler, o öncedendi, artık tanıyorum onu.
* * *
Canı sıkılıyor tabii ki.
Bu nedenle de fırsat bulunca uyuyor.
Geçen akşam hava kararmış, ben bir şeyler yazıyordum.
Dışarıda da acayip yağmur yağıyor. Sevimsiz ki ne sevimsiz.
Afet yine geldi odaya, bana bir baktı, gördü ki hayır yok benden, kanepeye tırmandı ve şöyle içten bir soluk verip uyuma pozisyonuna geçti.
Bu kez poz yapmıyormuş; çünkü bir süre sonra da gayet net bir şekilde horlamaya başladı.
Hemen telefon açıp Rana'ya da dinlettim horlama sesini.
Yazmaya devam ettim sonra.
* * *
Birden bir ağlama sesi yükseldi Afet'ten.
Korku dolu bir ağlama. İnliyor ve ağlıyor, ikisi bir arada gibi.
Uzanmış durumda ama arka ayakları da titriyor.
Rüya görüyor, kötü bir rüya, bu kesin.
Seslendim ona.
Birden yerinden fırladı, nerede olduğunu anlayıncaya kadar korkarak baktı etrafa.
Sonra odayı, beni görünce rahatladı. Gözlerindeki bakışın değişmesinden anlarsınız bunları.
İlk panik geçince de atladı aşağıya, yanıma geldi, tırmandı üzerime ve suratımı yaladı. Gitmiyor da bir türlü.
Ben de ona sarıldım.
Ve tabii fırsatı buldu ya, yine oyun istemeye başladı.
Yazı biraz beklesin, ne yapalım yani, kalktım ve sonu olmayan, anlamsız ama onu nedense çok mutlu eden, tamamen tekrardan oluşan ve yaşam sürdükçe içeriği hiç değişmeyecek oyunu tekrar oynamaya başladık.
Yoruldu tekrar uyudu.
Yazıya tekrar başladığımda hem çok mutluydum, hem de kendimi önemli bir iş başarmış gibi hissetmekteydim.
Yazının Devamını Oku