Serdar Turgut

Kavram mutasyonu

14 Ocak 2002
<B>TÜRKİYE'</B>de bazı kavramlar evrensel anlamlarının dışına çekilip, farklı bir şekilde algılanmaya başlandı uzun süredir. Bir tür mutasyon bu.

Yani kavramların önce içi boşaltılıyor, ona can veren her şey içinden emilip alınıyor, sonra yeni bir şekilde dolduruluyor o boş alan ve adeta bir canavar yaratılıyor.

Evet, anlamı değiştirilen, içi boşaltılan kavramlar birer canavar olurlar, çünkü toplumlar kendi yarattıkları içi boşalmış kavramlara uygun hareket etmeye başlarlar bir süre sonra ve olay böylece tümden çürümeye doğru gider.

***

Bu çürütme işlemini biz özellikle 1990 sonrasında büyük bir yoğunlukla yapmaya başladık.

Bence üzerinde en fazla uğraştığımız, darbe vurmaktan yorulmadığımız, azıcık kalmış son nefesini bile hálá daha çekip almaya uğraştığımız iki kavram ise ‘‘tercihler’’ ve ‘‘özgürlükler’’.

Bu iki kavram çok önemli çünkü sağlıklı bir siyasal yaşam ve sağlıklı bir toplum yapısı bu ikisinin doğru algılanmasıyla kurulabiliyor ancak.

Ama son gelinen noktada topluma hákim olan yeni kültür ‘‘tercih’’i cinsel tercih, ‘‘özgürlük’’ü de seks yapmaktan ibaret sanmaya başladı.

Yanlış anlaşılmasın meselenin bu boyutunun önemli olmadığını düşünmüyorum. Bilakis cinsel tercihleri özgür olan, seksüalitesini özgür yaşayan insanlar olmazsa demokrasinin de tam yerine oturamayacağını düşünmüşümdür hep.

Ancak kavramın içi sadece tek bir boyuta indirgenince, yani içi boşaltılınca ‘‘tercihlerde’’ ve ‘‘özgürlüklerde’’ olabilecek gelişmeler, toplumun gidebileceği yeni noktalar, sunulabilecek yeni alternatifler çok kolaylıkla unutulabiliyor. Cinsel tercihini istediği gibi ifade edebilen insan kendisini her durumda sınırsız özgür hissedebiliyor, çok fazla sayıda insanla yatan kişi de demokrasinin en hür ifadesinin kendi vücudunda tezahür ettiğini sanabiliyor, özgürlük fazlalığından havalara uçacak kadar ferahlıyor.

***

Aslında sadece cinsel içerikli olmaktan çıkarıldıklarında insanların daima sınırlarını genişletmek için üzerlerinde çalışmaları gereken iki kavramdır tercih ve özgürlükler.

Ama cinsellikle işi sınırlamaya çalışan kültürel gidişat insanların kafasını da karıştırabilir, cinsel tercih ve özgürlüklerin de sınırsızlığını düşünmeye başlayabilirsiniz mesela...

Bu da aslında sınırları doğru çekildiğinde olması gereken bir durumdur, ancak üzerinde çalışılması, çok düşünülmesi, net olunması gereken bir durumdur da.

İki yetişkin insanın, özgür iradeleriyle, karşılıklı anlaşma sonucunda yaşadıkları ilişkiye seks derseniz ve tanımı burada bırakırsanız, bu tanım üzerinde toplumsal bir uzlaşma sağlanırsa o zaman birçok şeyi bir arada yapmış olursunuz.

İlk önce size uymayan ilişkilere sapık damgası vurmaktan vazgeçmek zorunda kalırsınız.

Çünkü iki yetişkin insanın özgür iradeleriyle girmiş oldukları ilişkinin niteliği o tanımda net değildir, bu da iyidir çünkü bu kimseyi ilgilendirmez.

İkincisi ve daha da önemlisi bu tanımla neyin sapıklık, yasak olarak tanınması gerektiğini de kabul etmiş olursunuz.

İlişkide karar alması gerekenler iki yetişkin insan olarak belirtildiğinden sübyancılık gibi geçen hafta basında bir yazı nedeniyle tartışılan hastalık yasaklanmış olur mesela.

Bu böyle olmalıdır, tüm gelişmiş toplumlarda bu böyledir, o toplumlarda gelişmiş insanların fantezileri, fetişlerine kimse karışmaz ve bu da öyle olmalıdır ama iş çocuklara gelince polis devreye girer.

İnsanın cinselliği ahlak normlarını her zaman zorlamıştır ve zorlayacaktır. Sınırlar dikkatli konulursa ve örneğin yukarıdaki veya benzer tanıma göre bir anlayışla işe bakıp sınırlar çizilirse hem korunması gerekenler korunur, hem cinsel tercih özgürlüğü sağlanır, hem de belki bu tür tartışmalar artık bir yana bırakılarak ‘‘tercih’’ ve ‘‘özgürlük’’ kavramlarına olması gereken içerikleri artık sonunda iade edilebilir.

İtibarlarıyla birlikte içeriklerini artık onlara geri vermenin zamanıdır bence.
Yazının Devamını Oku

Son yemek

13 Ocak 2002
<B>GEÇTİĞİMİZ </B>perşembe günü dünya kısa telefon konuşma rekoru Türkiye'de kırıldı. Genel Yayın Yönetmeni'ne telefon açtım, toplam konuşmamız 7 saniye sürdü.

Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi ve bitti konuşma.

İşin tuhafı ben ona anlatacağımı anlattım ve daha da tuhafı o bana cevap bile verdi. Rekorumuzu daha da önemli yapan şey de meselenin bu tarafıydı aslında.

Rekorla birlikte bir ilk de gerçekleşmiş oldu böylece.

*

Makarna yiyip, güzel şarap içerken öldürülme olayına takmış kafayı.

Bir yazımda onunla ilgili böyle bir şey yazmıştım, gerçekten beğenmiş bu öneriyi.

‘‘Eh, söz konusu ben olunca farklılık olması doğal gayet tabii ki’’ dedi.

Ben de ona hiç merak etmemesini, ona çok güzel mizansenler hazırlamayı, istediği farklılığı kendi ellerimle oluşturmayı garanti edeceğimi, yeter ki kendisi işi finale götürmeyi kabul etsin ondan sonrası için hiç kaygılanması gerektiğini, her şeyin bir anda olup biteceğini, işlerin tıkır tıkır yürüyeceğini kendisine söyledim.

*

Çok güzel bir makarna hazırlayacağım ona.

O müstesna günün anlamına uygun bir şey pişireceğim. Mesela bir Fusilli con Sugo di Pomodoro all'Aceto Balsamico.

Domatesli ve balsamik soslu tirbüşon ucu şekilli makarna.

Makarnayı da pişirebileceğiniz derinlikte bir tencerede ilk önce sızma zeytinyağında (zeytinyağı illa da Türk olmalı çünkü Genel Yayın Yönetmeni bu konuda duyarlı) sarmısak ve biberiyeleri ısıtacağım.

Sarmısaklar şöyle biraz ses vermeye başlayınca da domatesleri, tuz ve biberi ekleyeceğim.

Sonra bunun altını kapayıp beklemeye alacağım.

Bir ayrı tencerede makarnaları Al dente kıvamına gelinceye kadar, yani dişe gelecek ama sert de olmayacak duruma varıncaya kadar suda haşlayacağım..

Makarnayı süzüp içinde sos hazırda beklemekte olan diğer tencereye boşaltacağım.

Bir dakika müddetince çok kısık ateş üstünde makarnayı tencerenin içinde iyice karıştıracağım.

Bir dakika sonra da ocaktan alacağım.

En son olarak da pastanın ortasına bir çöküntü oluşturup buraya balsamik sirkeyi koyacağım, pastayı da bununla iyice karıştırdıktan sonra servis yapacağım. Ama ne kadar istese de ona peynir servisi yapmayacağım çünkü bu makarnaya gitmez peynir.

O gün ben özellikle mutlu olacağımdan bununla da yetinmeyip yanına bir de tavuk Cacciatore a'la Romano da yapacağım, bu da kesin.

*

Şarap konusu ise biraz netameli. Zeytinyağlarında gösterdiği milliyetçi tepkiyi bu konuda hiç verdiğini görmedim.

Chateau Margaux ikram etmeyeceğim kesin çünkü istediği kadar çok özel bir gün olsun, son yemek olsun anlamam, bende o kadar para yok.

Zaten bu yemeğin nedenlerinden bir tanesi de... bilmem anlatabiliyor muyum?

Bir Mondavi yeter o gece için diye düşünüyorum, bilemiyorum yanılıyorsam söyleyin.

*

Bu yemeğin benim açımdan en önemli stratejik sorunu bunun masraflarını karşılamak için alacağım faturayı daha sonra kime imzalatacağımdır.

O güne kadar hep Genel Yayın Yönetmeni imzalardı faturayı, acaba onun olmadığı durumda kim kullanacak bu yetkiyi bilemiyorum ki?

Neyse canım bu sorun çözülür bir şekilde, önemli olan yemek iyi geçsin de.
Yazının Devamını Oku

Adaletin abuk mu dünya?

11 Ocak 2002
<B>TÜRK </B>hukuk sistemi son derece büyük bir psikolojik rahatsızlık geçirmekte. Neredeyse bütün sistem, o meşhur Hint şarkısında olduğu gibi ‘‘İki ateş arasında kalmışam ben’’ şarkısını söyleyecek, sesi birazcık güzel olsa.

Bir tarafta yazılı hukuk metinleri var.

Aslında kanunlar olmasa Türk hukuk sistemi çok da rahatlayacak, hukuku daha iyi uygulayacak, ama ne yazık ki bir hata yapılmış zamanında ve kanunlar oluşturulmakla kalmamış hem de káğıt üzerine geçirilmiş.

Öte tarafta ise siyasi gerçeklikler var.

Bazı şeylerin olmaması gerekiyor, bazı olan şeylerin de ortaya çıkmaması lazım; olup da ortaya kazayla çıkmış olanların ise bir şekilde gündemden düşülmesi gerekiyor.

Durum böyle olunca, bu ikili şekilde baskı altında kalan Türk hukuk sistemi delirmesin de kim delirsin Allah aşkına

***

Karar açıklanıyor, cinayet işlenmiştir deniliyor, bazı insanlara cezalar veriliyor, ama katilin kim olduğu çoktan seçmeli cevapları olan soru gibi ortada bırakılıyor.

Savcı ev basılsın, adam getirilsin diyor. Telefon etse de gelecek adam ama olmaz, ev basılsın ki herkes yerini bilsin hayatta değil mi ama.

Polisleri sabahın köründe karşılarında görenler ise istiflerini hiç bozmuyorlar.

Herkes alıştı artık bu duruma, burası Türkiye abi, laçka edilmemiş tek bir şey bile kalsa onu da bulup hemen abuklaştırırız biz.

Polis eşliğinde evden çıkarken de karılarına, ‘‘Kahvaltıda çayı çok demleme ha, bir de simit al çok canım çekiyor da’’ diyorlar; çünkü iki saat sonra eve döneceklerini biliyorlar. Bunu polis de biliyor ve aslına bakarsanız onu getirten savcı da biliyor.

Ama olsun, mesele hareket olsun memlekette değil mi ama?

***

Recep Tayyip Erdoğan
hakkında bir karar çıktı; yemin ediyorum hukuk fakültelerinde bunu ders diye okutsalar büyük şamata olurdu.

Ondan vazgeçemiyorlar da, var olsun istiyorlar, ama aynı zamanda onu istemiyorlar da.

Bu nedenle ne yapacaklarını şaşırdılar.

Bu iş yeni davalar açılarak uzarsa çok yakında Erdoğan hakkında şöyle bir mahkeme kararı çıkması büyük olasılık:

1- Sanık günde 600 kelimeyi içeren cümle yapısını aşmamayı garanti ettiği takdirde siyaset yapabilir. Bu miktar kısıtlamasını tek bir kez aştığı takdirde siyaset yapma hakkını kaybeder.

2- Sanık seçimi kazanmama garantisi verdiği takdirde seçime katılma hakkını alabilir.

3- Seçime katılmama garantisi verdiği halde kazayla seçilirse de başbakanlık ona verilmez. Çünkü mahkememizin atadığı bilirkişilerin yaptığı tespitlere göre Recep Tayyip Erdoğan, yemek masasında boğazına lokma kaçan insanları kurtarma hareketi olan Heimlich manevrasını bilmemektedir. Bu manevrayı bilmeyen kişiye Türkiye Cumhuriyeti başbakanlığı teslim edilemez; çünkü Allak muhafaza, bir devlet yemeğinde konuk başbakan boğulmaya başlarsa ve bizimki onu kurtaramazsa dünyada bozulan imajımızı nasıl kurtarırız sonra.

***

Türkiye'de yaşanan birçok olayı ciddiye almaya imkán yok.

Çünkü bunu yapmaya çalışırsanız kısa sürede kafayı yiyebilirsiniz.

Ben bir ara ciddiye alıp da mantıki bir şeyler söyleyeyim dedim bunlara, baktım olacak iş değil, boşuna gayret ediyorum.

Kendimi manasız yere yormaktan vazgeçtim artık.

Her aklı başında insana aynı tavrı tavsiye ediyorum.
Yazının Devamını Oku

Arapları iplemeye gerek yok

10 Ocak 2002
<B>BU </B>köşede Araplar hakkında gerçek hislerimi ne zaman yazdıysam, bazı çevrelerden hep tepki gördüm. Bunlar Araplar ile aramızda bir din kardeşliği olduğunu iddia ediyorlar, bana da kızıyorlardı.

Aynı dinden olduğumuz kesin de onlarla aramızda bir kardeşlik filan gayet tabii ki yok.

Araplar düşmandır Türklere, bu aktif bir düşmanlıktır ve bizim bunu kavrayabilmemiz de pek kolay değildir.

Türkiye'nin çok önemli bir özelliği var. Türkiye kendisine düşmanlık besleyen ülkeleri, bunlar hadlerini aşmadıkları sürece, fazla iplemez.

Bakın Yunanistan'a mesela. Adamcağızlar yıllar boyu tepinip durdular, Türkler böyle Türkler şöyle diye, Türkiye korkuları paranoya haline geldi. Bizde ise aktif bir Yunan düşmanlığı yoktur.

Araplar da kendi bölgelerinde tepinip duruyorlar ve onları da pek dikkate alan yok bizim tarafımızda.

***

Onlarla suni kardeşlik hayalleri kuranlar son iki olaydan sonra inşallah bakış açılarını yeniden değerlendiriyorlardır.

Osmanlı'dan kalan eserleri yıktılar biliyorsunuz, büyük bir kinle Suudi Arabistan'da.

Şimdi de Kral Fahd, İngiliz casusu Lawrence'in zamanında yaşadığı evin kapısına ‘‘Bu ev, Osmanlı'ya karşı bağımsızlık savaşı veren Suudilere yardımcı olan İngiliz Thomas Edward Lawrence tarafından karargáh olarak kullanılmıştır’’ yazılı bir plaket astırarak orayı müze haline dönüştürmüş.

Bu olay bile Arapların sadece kindar değil aynı zamanda aptal olduklarını göstermekten başka hiçbir şeye yaramaz.

Çünkü bakın o çok sevdikleri ve yalakalandıkları T.E. Lawrence ‘‘Bilgeliğin Yedi Sütunu’’ adlı kitabında Arapları nasıl tanımlıyor:

‘‘Onlar, dünyayı her zaman dış hatlarıyla gören, temel renklerin ya da daha doğrusu siyah ile beyazın egemen olduğu bir halktı.

Kuşkuyu -bizim modern dikenli tacımızı- hor gören dogmatik bir halktı.

Bizim metafizik zorluklarımızı, içebakışla ilgili sorgulamamızı anlayamazlardı...

Umursamaz bir tevekkülle zihinlerini boş bırakan, sınırlı, dar kafalı insanlardı.

Zihin ya da bedene ilişkin hiçbir örgütlenmeleri yoktu.

Kabilenin fikirleri ile mağaranın fikirleri arasında yollarını izliyorlardı.’’

Daha çok alıntı yapabilirim ama gerek yok herhalde.

Bilmem anlatabiliyor muyum meseleyi?

***

Daha önce de yazdım, yine tekrarlayayım.

Dubai'de bir gün, Körfez Savaşı'ndan bir ay sonra sadece yabancılara açık olan bir barda içki içiyordum.

Polis daldı içeriye, kimlik kontrolüne başladı. Müslümanları tutuklayıp çıkarıyorlar.

Sıra bana gelince pasaportuma baktılar ve çekip gittiler.

Rahat bıraktılar beni.

Araplar hem Türklere düşmanlar, hem de bizi Müslüman olarak kabul etmiyorlar.

Bu beni çok mutlu eden bir olay, buna üzülenler de olacaktır mutlaka.

Beni etmiyorlar tamam anladık ama şunu unutmayın ki gerçek inananlarımızı da kendilerine göre tanımlamışlar, onları da Müslüman olarak kabul etmiyorlar.

Dolayısıyla son yaptıkları olaylar da hiç şaşırtıcı değil.

Ne kadar mutluyum ki bunlar bizim bölgede müttefikimiz filan değil; çünkü onlara muhtaç olsaydık her fırsatta bizi arkadan hançerleyecekleri de kesindi.
Yazının Devamını Oku

Malum rektöre ithaf olunur

9 Ocak 2002
<B>NEW </B>York Times Gazetesi'nin pazar kitap ekinde kapak konusu <B>Anthony Blunt'</B>dı. Anthony Blunt İngiltere tarihinde ‘‘dördüncü casus’’ olarak bilinen kişidir.

Bu ülkede son derece ilginç bir sosyal vaka yaşanmıştır.

Oxford, Cambridge gibi toplumun üst sınıflarından insanları okutan yerlerde eğitimini yapmakta olan, yine üst sınıf ailelerden gelen ve yönetici olması amacıyla yetiştirilen bazı genç insanlar, İkinci Dünya Savaşı döneminde Sovyet ajanı olmuşlar ve Batı dünyasına büyük darbeler vuracak bilgileri Sovyetler Birliği'ne aktarmışlardır.

Kim Philby, Guy Burgess, Donald Maclean hakkında çok şey yazılıp çizildi. Bunlar hakkında filmler de yapıldı.

Dördüncü üst düzey bir casusun var olduğu çok uzun süre tartışılmıştı İngiltere'de.

Onun var olduğu biliniyordu, hatta şüpheler bir ismin üzerinde Anthony Blunt'da toplanıyordu, ancak kesin delil ortaya çıkarılmadığından o normal yaşamını sürdürüyordu.

Sonunda onun dördüncü ajan olduğu ortaya çıktı ve büyük bir skandal koptu.

Çünkü kendisi büyük bir sanat tarihçisi olmakla birlikte Kraliçe'nin sanat danışmanıydı.

Hemen her gün sarayda İngiltere kraliyet ailesiyle birlikteydi ve bu gerçek de kendisinin bir casus olduğunun ortaya çıkmasının yarattığı darbeyi daha da acı hale getirmişti.

* * *

Toplum tarafından dışlandı gayet tabii ki Blunt.

Elinden bütün unvanları alındı.

Ve bir gün onun elinden akademik unvanının alınması için bir başvuru da yapıldı.

Akademik kurul toplandı.

Ve sonunda karar alındı.

Kurul, Blunt'ın bir casus olmasının onun bir sanat tarihçisi olarak değerini ortadan kaldırmayacağını, akademik kariyerinin farklı olduğunu, casus olduğu gerekçesiyle akademik unvanı elinden alındığı takdirde bunun akademik özgürlüğe bir darbe anlamına geleceğini, böyle bir gelişmeye izin vermeyeceklerini açıkladı.

* * *

Sevgili okurlar.

Ben böyle şeyleri her okuyuşumda içimi sonsuz bir hüzün kaplıyor.

Açıkça söyleyeyim, böyle durumlarda da keşke hep o tür bir ülkede doğmuş olsaydım diye düşünüyorum.

Düşünsenize adam ülkesini satmış ve bilim adamları çıkıp ben bunu onun bilim hayatından ayırabiliyorum diyebiliyor.

Ne muhteşem bir olay! Ne muhteşem, ne güzel...

İngilizler Türklerden daha mı az seviyorlar memleketlerini?

Onlarda vatanları için mücadele etme geleneği yok mu, bu sadece Türklerde mi var?

İngilizlerin kanı akmadı mı ülkeleri için, onlar bayraklarını görünce duygulanmıyorlar mı?

Hepsi var gayet tabii ki onlarda ve bilim adamı buna rağmen ülkesini satmış olan bir insanın bilim özgürlüğünü savunabildiği için onlar büyük ve özgür ülke olabildiler.

* * *

Biz 21'inci yüzyılı fena halde ıskaladık.

Bakıyorum da şimdi içinde bulunduğumuz yüzyılı da ıskalamamamız için görünürde pek bir gelişme yok.

Birçok insan bu tespite katılmıyor, ülkemizin hızla geliştiğini iddia ediyor.

Ama farklı yerlere bakıyoruz da ondan farklı düşünüyoruz.

Eğitim sistemimiz çökmüş durumda. Üniversiteler sadece bazı akademisyenlerin hálá daha mücadeleden pes etmemeleri nedeniyle zar zor ayakta duruyor.

Onların arkasından gelecek, yeni yetişen gerçek bilim adamı sayısı olağanüstü az.

Ve sistem zaten az sayıda olan bu insanları da pes ettirmeye, lanet olsun demeye itecek her türlü tedbiri almakta ısrarlı.

Bilim, düşünce üretimi, bilimi arkasına alarak dünyaya meydan okuyacak cesaretin ülkede gelişmesi çok ama çok önemlidir.

Türkiye'nin asıl yumuşak karnı orada. Bunun olması isteniyor nedense bizde.

İşte asıl bu zayıflığımız bizi dünyada üçüncü sınıf ülke haline sokacak, sokuyor.

Ekonomik kriz bile önemli değil bu düşünce düzeyindeki krizin yanında, çünkü dünyada düşünce yardımı yapacak bir IMF yok.

Bilim adamına İngilizler gibi sahip çıkabilecek ve dünyaya sadece düşüncesine, bilgisine güvenerek meydan okuyabilecek bilim adamlarına kucak açacak bir Türkiye'yi çok özlüyorum.

Ve açıkça söylemek gerekirse bu özlemimin giderileceği konusunda da umudum hiç ama hiç kalmadı artık.
Yazının Devamını Oku

Eğitim için mütevazı bir öneri

7 Ocak 2002
Dünyadaki her faliyette olduğu gibi eğitimde de amaç harcanan paradan 'maliyet) daha fazla para (getiri) kazanılmasıdır. Yani eğitilen kişi bu iş için harcanan paradan daha fazla kazanacaksa eğer o eğitim rasyonel bir faaliyettir.

Genelde harcamayı yapan kütle ile (anne ve babalar) parayı ilerde kazanan kütle (çocuklar) olaya tamamen kendi çıkarları açısından baktıklarından ve genellikle de bu ili kütle birbirleriyle çatışma içinde ve hatta boğaz boğaza durumda olduklarından, eğitim sürecinin temelinde yatan bu iktisadi rasyonel genelde göz ardı edilir.

Yani eğitim için yapılan harcama eğitim sonunda elde edilecek gelirden düşük olacak ise eğitim süreci toptan anlamsızlaşır, bu gerçek çoğu zaman unutulur.

***

Meseleye böyle olunca bugün Türkiye'de okumakta olan nüfusun toplamına yakınının hemen bugün okullarını terk edip evde oturmaya başlamaları gerekmektedir.

Bütün göstergeler çok uzun yıllar boyunca Türkiye'de yeni bir iş imkanının onlara açık olmayacağını ortaya koyuyor.

Yeni açılan işleri ise şu anda işten çıkarılmış olan ve yeniden eski işlerine çağrılmayı bekleyen insanlar kapacak.

Yani eğitimin korkunç artmış olan maliyetini yüklenmek zorunda kalan ailelerin bunu geriye çıkarabilmesi olasılığı artık hiç yoktur.

Eğer illa da bir takım manasız hissi nedenlerle , örneğin benim çocuğum okudu adam oldu filan demek için çocukları ekonomik açıdan manasız olan bir faaliyete zorlamakta ısrarlıysanız siz bilirsiniz. Devam edin, sokağa atın paraları.

Ama doğruyu, mantıki olanı yaparsanız hem lüzumsuz para harcamayarak eğitime aktarılan paraları başka kaynaklara yöneltebileceksiniz.

Ve bunu seve seve yapacak olduğunuz için de hem o manasız propaganda kampanyası bir işe yaramış olacak hem de ekonomi canlanacak.

Bir başka ' hem de ' daha var, acele etmeyin :Ve hem de eğitim sürecinde tek işlevi size manasız maliyet yüklemekten ibaret olan çocuklar da artık evde size yardımcı olmaya başlayarak iş yükünü paylaşacaklar. Ev işinin aslında bir ekonomik faaliyet olduğu yolundaki son iktisat teorileri ışığında bunun anlamı evdeki işim maliyetinin yarı yarıya azalmasıdır.

Anlayacağınız tüm çocukların okuldan hemen alınıp eve çekilmelerinin ekonomiye yararı olağanüstü olacaktır.

***

Bu mütevazı önerim kabul edilip uygulandığı takdirde bunun bir dizi başka yararları da üst üste gelecektir. Şöyle ki:

1- Okulların tümü kapandığı takdirde Türkiye genelinde eğitim düzeyi kıza sürede yükselecektir.Okulları açık bırakıp çocukları sanki ilerde iş bulacaklarmış gibi eğitmekte ısrarlı olduğumuz şu boşa geçen yıllarda sonuç itibariyle bırakınız düşünmeyi, doğru dürüst konuşmayı bile beceremeyen kitleler salıverildi topluma. Aralarında düzgün olan yüzde 10'luk nüfus ise kurtuluşlarını aileden aldıkları terbiyeye, eğitime borçlular. Dolayısıyla nüfusun tümü eğitim kıskacından kurtarıldığında belki bu yüzde 10'luk oranın yüzde 20'lere çıkması olasılığı bile gündeme gelecektir. Yok eğer bugünkü saçma düzende ısrar edilirse yakında oran, verilen eğitim sayesinde yüzde 1-2'ere düşecek .

2- Dediğim yapılırsa kabinede tasarruf amacı da otomatikman gerçekleşecek bir lüzumsuz bakanlık daha kapatılacak ve IMF mutlu olacak.

***

Önerimin iki kötü tarafı var.

Birincisi öğretmenler işsiz kalacaklar. Ama bugün zaten gizli işsiz durumundalar çünkü sonuç alınamayan ve anlamsız bir iş yapıyorlar dolayısıyla da gizli işsizliğin açık işsizliğe dönüşmesinde bir sakınca yok.

İkincisi ise çok daha vahim bir sonuç. Eğer memlekete yararlı olan bu önerim uygulanırsa tüm anne ve babalar şimdi olduklarından çok daha fazla ruh hastası olacaklar ve hayatları tamamen bir cehenneme dönüşecek çünkü çocuklar daima ve hiç bitip tükenmeden yanlarında olacak.Ama olsun vatan için çekecekler ne çekeceklerse Bunu düşünürlerse belki sonsuz ıstıraplarında bir miktar azalma olur, ne bileyim ben!
Yazının Devamını Oku

Kafayı yediniz mi siz

6 Ocak 2002
<B>HER </B>zaman yazıyorum, yine aynı şeyi tekrar edeceğim bugün.<br><br>Her köşe yazarı arkadaşa bir e-mail adresi vermelerini şiddetle tavsiye ediyorum. Çünkü bunu yaptığınız zaman gelen mektuplardan bu toplumun sağlıklı düşünme yeteneğini -eskiden olan az miktardakini bile- hızla tükettiğini görüyorsunuz.

Gördüğüm kadarıyla durum çok vahim.

Bana gelen mektuplardan çıkardığım kadarıyla toplumun yüzde 90'ı hayatta her şeyi anlamak istediği şekilde anlıyor.

Bunlara yeni bir fikri, farklı bir düşünme yöntemini hayatta anlatmanız mümkün değil.

Tepkilerinde ısrarlılar, kendilerini her durumda haklı görüyorlar, hayat hakkında bütün doğru kararları vermişler, bütün önyargıları onlar için mükemmel ve her yazıyı da, gazeteyi de tamamen farklı biçimde okuyorlar.

*

Örneğin hafta içinde yılın ilk yazısı olarak ekonomide bir tür canlanma işaretleri aldığımı yazdım ya.

Bunu benim satıldığım şeklinde yorumlayan okuyucu sayısı hayli fazlaydı.

Bu satılmış kalem suçlaması hayli ilginç bir zihinsel faaliyet ürünü.

Son derece global, soyut ve bu yüzden de kolay cevaplanamayacak bir niteleme.

Ancak bu kez benim kafam karıştı. Ekonomide bir hareketlenme görüyor olduğumu söylemem için kim satın almış olabilir ki diye uzun süre düşündüm.

Hesabımı kontrol ettim, Kemal Derviş'ten yapılmış bir havale göremedim, kafam daha da karıştı çünkü eğer satın alınma olayı varsa, böyle bir yazıyı yazmam için en ideal satın alıcı o olabilirdi.

Dolayısıyla havale yapılmadığından bu suçlama biraz havada kalmış gibi geldi bana.

Aslında bazıları suçlamanın soyutlama düzeyini daha da yükselterek yazmışlar yazacaklarını. Benim hákim sınıflar tarafından satın alındığımı belirtmişler.

Bu zihin yürütmeye göre anladığım kadarıyla hákim sınıfların gazetedeki temsilcisi Ertuğrul Özkök ve o bana maaş verdirttiği için de o beni satın almış oluyor.

İyi güzel de Amerika'da eskiden bir siyasi slogan vardı, ‘‘Where is the Beef’’ diyordu bu slogan, yani karşıdaki siyasi rakibine yöneltilen konuşuyorsun ama nerede yaptığın somut şeyler gibisinden bir soruydu bu.

Şimdi ben de soruyorum hákim sınıflara: Eğer beni satın almaya karar verdiyseniz Where is the Beef babam, haydi sökülün paraları da utandırmayalım arkadaşları.

*

Bazı okuyucular ise satın alındığım kanaatinde değiller. Ancak onlar da iyi her türlü yoruma karşılar.

Hiçbir şekilde iyi olana işaret eden bir yazı görmek istemiyorlar.

Benim o yazıda işaret olarak ifade ettiğim hiçbir tanesinin önemi olmadığını düşünüyorlar.

Anladığım kadarıyla batıyoruz, dibe vuracağız türündeki laflar onlarda ilginç bir rahatlamaya neden oluyor.

Ama ben hálá daha alıyorum iyi işaretleri ne yapayım yani. Bir CD satan dükkánda aralık ayına kadar CD satışları günde ortalama 10'a düşmüştü, şimdi günde 50'ye çıkmışlar.

Bu da güzel mesela ve hayır hálá daha satılmış filan da değilim. Emin olun herhangi biri satın almaya karar verdiği anda beni, ben de CD player'ımı değiştireceğim.

Bazıları da biz işsiziz sen neden bahsediyorsun diye yazıyorlar.

Şundan bahsediyorum: Hissediyorum ki Türkiye batmaktan kurtuldu. Her şey hemen iyi olacak değil ama dipten yukarıya doğru belirli bir tempoyla çıkacağız gibi geliyor bana.

Türkiye'yi Batı ülkeleri özel konumu nedeniyle korumaya aldılar.

Bu en azından çocuklarımız için çok güzel bir haber.

Ve ben hükümet direnmeyi bırakıp da reel sektöre destek vermeye başladığı takdirde işsizler ordusunun hızla işe dönüş yaşayacağına inanıyorum 2002'nin ikinci yarısında.

İşte bu kadar.

Şimdi bana müsaade, gidip bir bakayım banka hesabıma.

Bakalım beni satın alma konusunda fikrini değiştirmiş bir merci var mı?
Yazının Devamını Oku

Kendiyle alay etmesini bilmek

4 Ocak 2002
<B>BEN </B>insanın hayata biraz alaycı bakabilmesinin çok önemli olduğuna inanırım. Hayata ve en başta da kendisine alaycı bakabilmeli insan.

Bunu başaramayanların da hangi meslekte olurlarsa olsunlar başarılı olamayacaklarını düşünürüm.

Alaycı bakış, gayri ciddilik değildir. Sululuk da değildir; sadece olması gereken ciddiyeti insani kılan bir özelliktir.

Her meslek dalı için geçerlidir bunun önemi; ama bizim meslekte daha da önemlidir, alaycı bakışın var olabilmesi.

Biz mesleğe girdiğimiz andan itibaren insanoğlunun olabilecek en karanlık yüzünü de, en berrak tarafını da görmeye başlarız.

Eğer kendimizi hafiften alaya almayı beceremezsek, hayatı da arada bir gülümseyerek izlemeyi beceremezsek, gazetecilik mesleğinde kısa sürede pilimiz biter.

Kendimizi tüketiriz.

Ve inanın bana, kendisini tüketmeye başlayan gazeteci, istemeden bile olsa topluma da büyük zarar verecek güce sahiptir, farkında olmadan yapabilir bunu.

Dolayısıyla tükenmeden yürümeyi sürdürmemiz için alaycı olmak, tek olmayan ama mutlaka olması gereken bir ön şarttır.

***

Bunları yazdım; çünkü daha önce bu köşede beğendiğimi söylediğim bir internet sitesinin son derece büyük bir hızla kendisini tüketmeye başladığını görüyorum.

Medyakronik adındaki sitede medya eleştirisi yapılıyor. Bu bizim memleket için son derece gerekli bir iş.

Ancak arkadaşlar zaman zaman son derece önemli noktalara dikkat çekmekle birlikte, özellikle son günlerde içlerinde birikmiş olan öfkeyle yazıları yazmaya başladılar.

Öfkelerinin hedefi de genellikle Hürriyet ve sık sık da Ertuğrul Özkök oluyor.

Eleştirin Hürriyet'i ve genel yayın yönetmenini; buna kimse bir şey diyemez.

Ancak özellikle genel yayın yönetmenini hedef alan yazılarda yazan kişi, her defasında öfkeyle yazıyor ve yazı eleştiri olmaktan çıkıp karakter suikastına dönüşüveriyor.

Bakın, önceki gün de aynı şey oldu.

Neyyire Özkan ve arkadaşları, bence son yıllarda Hürriyet'in yaptığı en güzel işlerden bir tanesini yapıp, Hürportreler adında bir ek verdiler, yılın ilk günü.

Yazarlar başka yazarları yazdılar ve hepimiz de fotoğraflar çektirdik.

Alaycı yaklaştık kendimize bu işi yaparken. Hep birlikte çocuklaştık.

Amacımız, okura da yılın ilk gününde gülümseyerek, keyifle okuyacağı bir ek vermekti.

Herkes pozlar verdi, Ertuğrul Özkök de eline elektrikli testere alarak çektirmiş fotoğrafını.

Şimdi ertesi gün Medyakronik'te bunun nasıl yorumlandığını okuyalım hep birlikte.

O fotoğrafı aynen alıp altına şunu yazmışlar:

‘‘Yukarıda gördüğünüz fotoğrafın bizim bir imalatımız olduğunu zannetmeyin. ‘Fotomontaj' filan katiyen değil. Olduğu gibi 1 Ocak 2002 tarihli Hürriyet'in ‘Hürportreler' adlı ekinde yer alıyor. İlavenin editörüne göre bu ‘iş' de gazetenin geleceğe bıraktığı bir ‘performans'ın içinde yer alıyor. Haklısınız, fotoğrafla karşılaşınca bizim de aklımıza aynı soru geldi: Ne, neden, nerede, nasıl, ne zaman? Hani şu ‘5 N' meselesi.’’

***

Amacı net olan ve aklı azıcık çalışan herkes tarafından da doğru yorumlanacak bir şakayı, medya yorumcusu olduğunu iddia eden zihniyet ancak bu kadar algılayabiliyor.

Hayata alaycı bakmayı hiç beceremeyen zihniyetten eleştirmen katiyen olamaz.

Hayata alaycı bakamayan sol kafa olsa olsa Kızıl Khmer, alaycı bakamayan dinci kafa da olsa olsa Taliban olur.

Bunlar kısırdöngü içine girerler, kendileri çalıp oynarlar, hayatta kimse onları anlamaz, sayıları hep az kalır ve o az kalış da onları tatmin eder aslında. Bu az kalışlarının, kendilerinin aslında ne kadar haklı olduklarını gösterdiğini sanırlar ve hayat onlarsız devam eder, ama olsun; onlar ‘‘bende de bir hata var mı acaba’’ diye hiç düşünmezler?

Gazeteciler, hayatta herkesin en kolay eleştireceği işi yaparlar. Biz yılın 365 günü yeni olarak insanların karşısına çıkarız, her defasında 24 saat içinde tüketiliriz, ertesi gün yine aynı şeyi yaşarız.

O nedenle bizi eleştirme iddiasında olanlar, rakı sofrasında kızgın sohbet eder gibi yapacaklarsa bu işi açıkça söylesinler bilelim. Bunu da kabul ederiz.

Ama yok, işlerini ciddi yapma iddiasındalarsa, o zaman da kendilerine biraz çekidüzen vermelerinde yarar var.
Yazının Devamını Oku