Serdar Turgut

Potansiyel satanistleri yakaladılar

23 Ocak 2002
<B>SATANİST </B>olduğu söylentisi yayılan her gencin trajik sonundan sonra bizim polis alarma geçiyor. Polisimizin alarm duruma geçmesinin sonuçları genelde pek hayırlı olmaz.

Alarma geçilmesine neden olan hedef net olarak belli olduğunda bile işin sonu vatandaş açısından kötü bitebilir.

Hele hedef bir de muğlak olunca, vatandaşlara tavsiyem ‘‘kaçın, saklanın’’ polis alarma geçince.

Zaten genelde sinirliler, bir de alarma geçince dokunsan patlayacak hale geliyorlar ve hedefleri de net bilmedikleri için sokakta yürüyen herkes her an belaya girebilir.

* * *

Dün Hürriyet Gazetesi'nde, son yıllarda dünya basınında yayınlanmış en komik haber yer aldı.

Bırakın haberi, dünya basınında yer alan mizah köşe yazıları arasında bile çok uzun zamandır böyle komik bir yazı yazılmamıştı.

Bu meseleyi benim açımdan acıklı yapan yön, haberin dün tam da bu sayfada yayınlanmasıydı.

Adeta genel yayın yönetmeni bana ‘‘Mizah yazısı böyle yazılır, bak da öğren’’ demekteydi .

Bu kez ne derse haklı; ben böyle bir performans gösteremedim yıllar boyu köşemde.

Başlığı ‘‘Satanist Avı’’ olan haber aynen şöyleydi:

‘‘İstanbul polisi, yeniden gündeme gelen satanistlere karşı operasyon yaptı. Asayiş şube müdürlüğü, cinayet büro amirliği, Yunuslar ve ilçe emniyet müdürlüklerine bağlı ekiplerin katıldığı satanist avı dün (önceki gün) saat 15.30'da başladı. Beyoğlu, Kadıköy, Ortaköy, Beşiktaş ve Bakırköy uygulama alanı olarak seçildi. ELİNDE SATANİSTLERİN NEYE BENZEDİĞİ KONUSUNDA EŞKÁL OLMAYAN POLİSİN aramalarında ilginç görüntüler ortaya çıktı. Genellikle dövmeli, boyalı-uzun saçlı, yüzüklü, siyah ve baskılı tişörtlü gençler POTANSİYEL SATANİST OLARAK KONTROLDEN GEÇİRİLDİ.’’

* * *

Bir mizah yazarının, bu haberde anlatılan olaylara ekleyecek yanı olamaz. Özellikle haberden alıntı yaparken benim büyük harfle verdiğim kısımlar tam bir şaheser.

Bu tür cümleleri yazmaya dünyada hiçbir mizah yazarı cesaret edemezdi; çünkü fazlasıyla uçuk olmakla suçlanmaktan korkarlardı.

Bizde bu cümleler haber olabilir; çünkü gerçeklik aynen böyle ve gazeteci aynen gördüğünü yazdığı anda ortaya bir mizah şaheseri çıkarabiliyor istemeden de olsa.

* * *

Türk polisi, satanistlerin neye benzediğini bilmediği halde potansiyel satanistleri kontrolden geçirmiş.

Bu büyük bir başarı; cinayet olmadan katili yakalamak, üstelik bununla yetinmeyip olmayan cinayetin cesedini de bulmak gibi bir şey.

Gerçi satanistlerin neye benzediği hakkında bir fikirleri yokmuş ama bir kontrol kriteri geliştirmişler.

Bu muhakkak böyledir; çünkü bakınız yaptıkları incelemeler dolayısıyla 21 kişiyi gözaltına almışlar.

Potansiyel satanizm suçuna ne ceza verilecek göreceğiz bakalım.

Potansiyel suçlulara davranış konusunda bizim tarihimiz zaten son derece zengin örneklerle doludur.

Bu son olayla o tarih daha da renklendi.
Yazının Devamını Oku

Ülkenin üzerinde dolaşan tehdit

22 Ocak 2002
<B>EKONOMİK </B>krizden midir nedir bilemem ama televizyon kanalları artık ilke olarak yeni film göstermiyorlar. Genellikle geceleri öyle bakılacak doğru dürüst film zaten yok, arada bir bir tane çıkarsa o da daha önceden en azından beş kez filan gösterilmiş oluyor.

Biz seyircileri köpek zannediyorlar herhalde. Biliyorsunuz köpeklerin pek anıları yoktur, geçmişi pek hatırlamazlar, bizi de onlar gibi zannedip daha önceki gün seyrettiğimiz filmi hatırlamayacağımızı düşünüyorlar.

Hiç durmadan tekrar tekrar oynatılan filmler ise iki kategoriye ayrılıyor.

İlk kategoride insanların birbirlerine tekme ve yumruk vurdukları filmler var. Filmlerde tekme ve yumruk atılmasına karşı değilim, bunlar dramatik etki de yapabilirler ve dahası hak eden varsa yesin gayet tabii ki tekmeyi, ancak tekme ve yumrukların baştan sona durmadığı filmler bunlar.

Oyuncuların zeká düzeyleri düşük bunlarda ve bu rol gereği de değil üstelik.

İkinci kategoride ise sosyal içerikli filmler var. Ucuza kapatılmış filmler bunlar. Batı dünyasında geçen ve çilekeş insanların hayatlarının anlatıldığı filmler.

Bir tür İngilizce çevrilmiş Türk filmi görünümündeler.

Herhalde bunları toptan satışa sunuyorlar. 10 adedi 100 dolara filansa bizimkiler de tomarla almıştır tabii bunlardan.

* * *

Ben geceleri 21.00 ile 24.00 arasında sosyal içerikli film oynatılmasının yasaklanması taraftarıyım.

Gerçi Türkiye'deki kanalların elinde böyle bir şey yok ama o sosyal içerikli film bir şaheser olsa bile 24.00'ten sonra, yani akıllı insanlar yattıktan sonra yayınlanmalı.

Tümü vurmak kırmakla geçen filmleri ise yasaklamaya gerek yok çünkü düşük zekálı insanlar bunlarla tatmin oluyorlar ve onları da kontrol altında tutmak lazım.

Onlara özel olan bu filmler bazı kanallarda kontrollü olarak gösterilmeye devam edebilirler.

Arada bir, çok nadiren de olsa, ilk iki dakikası içinde bir cinayet olup da sonra bütün konunun bu cinayetin failini bulmak üzerine kurulduğu filmler oynuyor, bunlara bakıyorum fazla bir alaka göstermeden. Bunun dışında bir alternatifim yok.

Gayet tabii ki Türk dizilerini seyretmiyorum, haberlere de bakmıyorum umarım bunun nedenlerini de ayrıca açıklamama gerek yoktur.

Anlayacağınız gece eğlenme açısından televizyondan pek hayır kalmadı bana.

* * *

Bir şey okumayacaksam ve illa da ekrana bakmam gerekiyorsa artık Fashion TV diye bir kanal var, onu açıyorum hep.

Burada sürekli müzik çalıyor ve birtakım güzel kızlar hiç durmadan yürüyorlar.

Üstelik güzel kızlar hiç konuşmuyorlar, fikir beyan etmiyorlar, ilerde olmak istedikleri başka bir şey yok, varsa da o kanal yöneticileri akıllılık edip bunu bizim duymamızı engelliyorlar.

Dolayısıyla onlar hayatta onlar için en ideal olan şeyi yapıyorlar ve tüm insanlığı mutlu etmek için susup yürüyorlar.

Arada bir de durup bize doğru bakıyorlar.

Sonra gidiyorlar ve yerlerine başkaları geliyor.

Müzik hiç durmuyor.

Çok eğlenceli bir kanal bu, çok.
Yazının Devamını Oku

Ona ne verdiyseniz ben de istiyorum

21 Ocak 2002
<B>BAŞBAKAN Ecevit'</B>in Amerika gezisindeki performansı gayet iyiydi. İçerikten söz etmiyorum dikkat edin.

İçerikte ne olup bittiği yakında ortaya çıkar, görürüz o zaman.

Benim açımdan burada önemli olan Başbakan'ın son derece zorlu olabilecek bir tempoya bile dayanma gücünün birkaç ay öncesine kadar 2-3 misli artmış olmasıydı.

Gücünün arttığı bakışlarında, davranışlarında ve zorlu basın toplantılarındaki sorulara verdiği hızlı cevaplarda görülüyor.

***

Nedir bu değişikliği sağlayan şey?

Rahşan Hanım'a bakılırsa onun pişirdiği yemeklerdeymiş bunun sırrı.

Evlerindeki mönüde radikal bir değişim olmadığı takdirde bu açıklama pek inandırıcı gelmiyor bana.

Ama eğer hakikaten pişirilen yemeklerle bağlantısı varsa bu durumun Rahşan Hanım'dan bir ricam olacak.

Yukarda e-mail adresim duruyor Rahşan Hanım. Gerçi kocanız benden pek hoşlanmaz ama sizden ricam yemek tariflerinizi bana yollar mısınız?

Çok acil istiyorum bunu ve bunu yaparsanız hayatım boyunca müteşekkir kalacağım size.

Ve dahası bugüne kadar yapmayı düşünmeyeceğim bir şeyi de yapacağım ve tüm ilkelerimi ayaklar altına alarak sizin kitaplarınızı da okuyacağım.

Vallahi billahi, iki gözüm önüme aksın ki okuyacağım ya!

***

Ondaki radikal değişimin kökeninde uygulanmaya başlanan yeni bir tedavinin de olduğu söyleniyor.

Bu konuda da taleplerim var.

Devlet sırrı filan anlamam arkadaş!

Ona ne verildiyse ben de istiyorum aynen ondan!

Hem de hemen şimdi.

Sırdır filan diyorsanız korkmayın ben de iyi sır saklarım ve hele bu konuda bir işbirliğine gidersek işkence altında bile bunu açıklamam.

Söz veriyorum.

Hürriyet santralındaki arkadaşlardan rica ettim, devletten birileri ararsa hemen bağlayın dedim onlara.

Bugüne kadar yok dedirtiyordum kendime ilke olarak ama artık devlete sıcak bakmaya kararlıyım.

Reçeteyi bildirirseniz sıcak bakışım ilelebet sürecek ve bu da benim gibi potansiyel bir baş belasının kazanılması anlamına geleceğinden kaybedecek bir şeyiniz de olamaz.

Bilmem anlatabiliyor muyum?

Ve söz veriyorum bu reçeteden Ertuğrul Özkök'e katiyen bahsetmeyeceğim, ona da söylerim de onun sıhhati daha da iyileşir diye korkuyorsanız boşuna endişelenmeyin diye belirteyim dedim bunu da yeri gelmişken.

Haydi devletim sahip çık şu vatandaşına hayatında bir kez olsun.

Gör beni, karşılığını alacaksın, yemin ediyorum.
Yazının Devamını Oku

2 komedyen

20 Ocak 2002
<B>BU </B>köşede zaman zaman Amerikalı stand-up komedyenlerin şov rutinlerinden örnekler aktarıyorum. Bugün de sıra Rodney Dangerfield'de.

Dangerfield'in komedisinde ‘‘saygı görmeyen adam’’ motifi vardır.

‘‘Bana hiç saygı gösterilmiyor’’ diye başlar esprilerinin çoğuna ve nedenini kısaca anlatır.

Bakalım beğenecek misiniz?

*

- Daha ben bebekken bile hiç saygı görmedim. Öyle çirkindim ki, annem süt emzirme vakti geldiğinde ağzıma bir kamış koyup uzakta tutardı beni.

- Beni doğurtan doktor suratımı görünce annemin yanına koşmuş ve ‘‘Kusura bakma, çıkmasını engellemeye çalıştım ama ısrar etti işte, ne yapayım’’ demiş.

- Biraz daha büyüdüm. Babam bir gün beni hayvanat bahçesine götürdü.Yetkililer kapıya çıkarak babamı beni geri getirdiği için tebrik ettiler.

- Yaşlandıkça daha da çirkinleştim. Geçen gün prostat muayenesi olmak için doktora gittim; baktım adam gayet sakin parmağını ağzıma sokmaya çalışıyor.

- Karım seks esnasında konuşmaktan çok hoşlanır. Geçen gece kalmakta olduğu otelden bile telefonla aradı beni.

- Karım son derece egoisttir. Orgazm olurken bile kendi ismini haykırır.

- Geçen gece eve bir fahişe çağırdım. Kadın eve girer girmez suratımı görünce ‘‘şunu bilmelisin ki ben bir erkekle ilk çıktığımda onunla katiyen yatmam’’ dedi.

- Hiç saygı görmüyorum hiç. Kumar tutkumdan kurtulabilmek için ‘‘İsimsiz Kumarcılar’’ adındaki bir gruba katıldım. Beni görünce kumardan kurtulmamın mümkün olmadığına dair bahse tutuştular.

- Karımla aramızdaki seks yaşamımız çok berbat, size söyleyeyim. Ben tam hızlanıyorum, işi sonuçlandıracağım, o hep ısrarla o anda uyanıyor.

- Hiç saygı görmüyorum hiç. Geçen gün öğle vakti karşıdan karşıya geçerken bir mobil kütüphane arabası çarptı bana. Düştüm, acı içinde kıvranıyorum; şoför pencereyi indirdi ve ‘‘Sus yavaş, içerde okumakta olan insanlar var’’ dedi.

*

Don Rickles
ise Rodney Dangerfield'ın tam tersi bir karakteri canlandırır şovlarında.

Dangerfield kendisine acırken, Rickles saldırır etrafa.

Amerika'da artık komedi rutinlerinde ırkçı espriler yapılamıyor.

Rickles ise yaşamında ırkçı değildi ama ırk konusunda bugünlerde düşünülmesi bile zor olan şeyler yapmıştır sahnede.

Örneğin, Dean Martin televizyon şovuna katıldığı bir akşam kendisinden sonra çağrılan zenci sanatçıya, ‘‘Al sana biraz çamur, haydi bakalım kulübeni yapmaya başla’’ diyebilmiştir.

Tom Amcanın Kulübesi kitabını sahnede böylesine kullanmıştı ve bugün bunu bir kişi söylese herhalde şov yaşamı biter ABD'de. Gerçi Rickles hálá böyle şeyler söylüyor ama olsun, onun dokunulmazlığı oluştu bir kez.
Yazının Devamını Oku

Bir takıntım daha sona erdi

18 Ocak 2002
<B>ŞU </B>bizim medyada kaç tane yazarın okuyucusu böyle sizin gibi Heimlich manevrası ile <B>Woody Allen </B>bağlantısını şak diye bilebilir, ha? Var mı sizin gibisi be, helal olsun vallahi.

Sizin gibi insanlar bu köşeyi okuduğu içim kendimi çok şanslı hissediyorum, bunu da bilin.

***

Evet yıllardır çözemediğim mesele dün halloldu.

Çok uzun zamandır ne zaman Heimlich manevrasını düşünsem aklıma Woody Allen geliyordu, ne zaman Woody Allen'ı düşünsem bu sefer de korkunç bir şekilde Heimlich manevrasını aklımdan itemiyordum.

Ben bu takıntımın onun filmlerinden bir tanesinden kaynaklanmış olabileceğini tahmin ediyordum ama değilmiş.

Allen'ın ‘‘Side Effects’’ adlı kitabında yer alan ‘‘A Giant Step for Mankind’’ (İnsanlık İçin Bir Büyük Adım) adlı hikáyede, Dr. Heimlich'den önce manevrasını keşfetmeye çalışan yanılmıyorsam bir tanesi kadın olan üç bilim adamının çalışmaları sırasında tuttukları günlük anlatılıyormuş.

Uzun yıllar önce okumuştum bu hikáyeyi, tamamen kafamdan çıkmış.

Bu Woody Allen var ya, o kesin kafadan kontak, size yemin ediyorum.

***

Manhattan üzerine çok şey okuyorum bu aralar.

Okurken Woody Allen ile ilgili bir anekdot gözüme çarptı, hazırladığım kitaba koydum bunu ama bugün bunu size anlatmazsam çatlarım. Tam yeri geldi çünkü.

Manhattan'da Central Park'ta çok fazla sayıda kuş türü yaşarmış.

Ve kuşları uzaktan dürbünle seyretmekten hoşlanan gruplar sık sık parka tur düzenleyerek keyifli saatler geçirirlermiş.

Bunları miş'li geçmiş şeklinde yaşıyorum çünkü onca yıl orada bulundum parkta kuş olduğunun bile farkında değilim.

1970'li yıllarda yoktu da zaten büyük ihtimalle, olanları da parktakiler yemişlerdi mutlaka.

Zaten o yıllarda boynunda dürbünle parka kuş seyretmek için giren birisinin ertesi gün bir bacağı Harlem'de, vücudunun geri kalanı Brooklyn'de, kafası ise Yankee stadyumunun kapısında filan bulunurdu.

Dürbün ise katiyen bulunamazdı.

***

Neyse, hikáyeye geri dönelim.

Bu kuş izleyicilerinden bir grup gelmiş yine parka bir öğleden sonra.

Bakmışlar ki o zamana kadar çok ender görülen bir kuş uçmakta havada.

Kuş uçmuş uçmuş uçmuş ve sonunda bir balkona konmuş.

Bizim gruptakiler onun o balkona yuva yaptığını görünce sevinçlerinden fırlamışlar havalara.

Hemen eve yaklaşmışlar ve hep birlikte evin balkonunu gözetim altına almışlar.

Hikáyenin bu gidişatından olan biten felaketi çıkarmışsınızdır.

Evet o balkon Woody Allen'ın evinin balkonuymuş..

Onun bu olaydaki reaksiyonunun ne olduğu okuduğum haberde yoktu.

Ancak biz bunu hayal edebiliriz değil mi?

Düşünsenize, o paranoyak adam evinin penceresine geliyor ve bir bakıyor ki yaklaşık 30 kişilik bir grup, tamamen sessiz ve kıpırdamadan onun balkonunu gözlüyorlar.

Ya, hayal edin lütfen neler yapabileceğini onun.

Ben size söyleyeyim mi, kesin intiharı bile düşünmüştür.

O gün Woody hayatında ilk kez makul bir nedenden paranoya yaşadı bence.
Yazının Devamını Oku

Heimlich manevrası üzerine

17 Ocak 2002
<B>BOĞAZINA </B>yemek kaçan insanları kurtarma manevrasının adı olan Heimlich bu köşede geçen hafta iki yazıda durup dururken konu edilmişti. Uzun süreden beri bu manevraya takmış durumdayım, bunun bir nedeni var ve ben bunu kesinlikle tespit edemiyorum.

Olayın başka bir boyutu daha var. Heimlich manevrasını ne zaman düşünmeye başlasam tuhaf bir şekilde aklıma Woody Allen geliyor.

İnsanın aklına Woody Allen'ın durup dururken gelmesi de hoş bir olay değil, aynı insanın yıllardan beri Heimlich manevrasına takması ondan daha da beter bir olay.

Bu kötü durumdan tek kurtuluş yolu var. Hissediyorum ki eğer bir gün Woody Allen ile Heimlich manevrası arasındaki mantıki veya mantık dışı bağlantıyı tespit edebilirsem mesele kendiliğinden ortadan kalkacak.

İkisini de aynı anda unutabileceğim o zaman.

Kurtulmama yardım edin lütfen bu işten. Benim okuyucularım arasında bu bağlantıyı bilen insanlar olduğuna inanıyorum, biliyorsanız e-mailim yukarda, haber bekliyorum.

***

Başkan Bush'un boğazına kraker kaçtı, adamcağız boğuluyordu, bir an kendinden geçmiş, yere düşünce de boğazına kaçan kraker darbe nedeniyle fırlamış, bu kurtarmış canını.

Bunu ben demiyorum, adı geçen manevrayı icat eden Dr. Heimlich açıklamış bu meseleyi önceki gün.

Geçen hafta yazdığım yazıda Heimlich manevrasını bilmediği için Recep Tayyip Erdoğan'a bu memlekette başbakan olma şansının verilmeyebileceğini yazmıştım, bakın işte ne demek istediğim bu son olay ile iyice ortaya çıktı.

Ya o başbakan olsaydı, Bush ile görüşmeye o gitseydi ve Bush onun yanında boğulmaya başladığında o da onu manevrayı bilmediği için kurtaramasaydı ne olurdu halimiz?

Türkiye'nin yükseldiği söylenen prestiji tamamen ayaklar altında paspas olurdu yemin ediyorum.

Diyeceksiniz ki şimdiki başbakan da bilmiyor Heimlich manevrasını ne olmuş yani.

İyi de kardeşim o laik başbakan, Bush onun yanında ölse de laf çıkmaz, Erdoğan başbakan olarak orada olsaydı ve Bush'u kurtaramasaydı Amerikalılar hemen ‘‘Bak İslami partinin başkanı bizimkini mahsus kurtarmadı’’ diye homurdanmazlar mıydı?

Devlet yöneteceksen böyle şeyleri de düşünmek ve önceden tedbirini almak zorundasın.

***

Bush yerine Clinton başkan olsaydı dün Ecevit görüşeceği bir muhatap bulamayacaktı Beyaz Saray'da, çünkü Clinton büyük ihtimalle bir gün önce ölmüş olacaktı.

Clinton acayip hızlı yemek yerdi, yemek yerken kendini kaybederdi.

Yanında çalışmış olan insanların dediğine göre bir büyük elmayı bile birkaç saniye içinde tüketirmiş ve üstelik elmadan da tek bir çöp kalmazmış ortada, sapını filan da yermiş.

Şimdi böyle bir adam maç seyrederken boğazına bir şey kaçırsaydı bu mutlaka bir büyük hamburger veya bütün bir elma filan olurdu ve bırakın Heimlich manevrasını tam teşekküllü bir hastanede yapılacak operasyon bile onu o adamın ağzından alamazdı.

Bunu hiç sormayacaksınız zannettim sorduğunuz için teşekkürler.

Heimlich manevrasının nasıl yapılacağına gelince:

1- Boğazına yemek kaçan insanı eğer konuşamıyorsa, öksüremiyorsa onu hemen ayağa kaldırın, arkasına geçin.

2- Arkadan beline sarılın, ellerinizi önde birbirine kavuşturun, parmaklar içte kalacak şekilde yumruk yapın.

3- Yumruğunuzu göğüs kafesinin bittiği noktaya yerleştirin.

4- Göğüs kafesine değil o noktadaki boşluğa bastırmaya başlayın. Bastırma hareketini boğaza kaçan yemek dışarıya fırlayıncaya kadar sürdürün.

Bebekse söz konusu olan kişi:

1- Bebeği kucağa alın, yere oturun, bacağınızı kolunuzun altına destek verin ve bebeği yüzüstü kucağınıza yatırın.

2- Bu durumda bebeğin sırtına çok sert olmayacak şekilde dört kez ve hızla vurun.

3- Eğer sonuç alamazsanız bebeği aynı yerde çevirin, memesinin hemen altında orta noktaya iki parmağınızla dörder kez ve hızla bastırın. Uygulayacağınız baskıyı bebeğinize zarar vermeyecek şekilde ayarlamaya dikkat edin.

Ve son nokta. Eğer ilk kez bir kızla çıkıyorsanız, kız boğulmaya başlarsa onu bu manevrayla kurtardıktan sonra ‘‘Dur daha manevra bitmedi’’ diye orada durmayı denemeyin çünkü bu manevra genellikle işlemez. Ben laubali insanım ve bunu da düşünmeden edemedim bilmem anlatabiliyor muyum?
Yazının Devamını Oku

Bu ikiyüzlülük değil mi?

16 Ocak 2002
<B>SEVGİLİ </B>okurlar.<br><br>Uzun zaman önce, arada bir benim hakkımda da ağır eleştiriler yayınlayan Medyakronik adlı bir internet sitesini bu köşede övmüştüm. 10 gün kadar önce de onlarda tespit ettiğim bence vahim bir yanlış gidişata burada dikkat çekmiş ve Hürriyet'i eleştirme hakkının kişisel hesaplaşmaya dönüştürülmemesi gerektiğini söylemiştim.

Bugün bu arkadaşlarla ilgili son olarak bir yazı yazıyorum. Bu bir son; çünkü yaptıkları yanlış nedeniyle en azından benim gözümde objektif kalabilme özelliklerini tamamen yitirmiş durumdalar.

Bir medya eleştiri sitesinin, hem de önemli bir üniversitenin çatısı altında örgütlenmiş bir eleştiri merkezinin, objektif olma özelliğini bu şekilde kaybetmesi vahimdir.

Bilimsel gerçeği arama iddiası olan bir kuruma bu yakışmamakta, ayrıca arkadaşların hálá takım tutar gibi kendi taraftarlarını kollama gayreti de açıkça söylemek gerekirse onların bu işi yapma ehliyetini şüpheye düşürmektedir.

Aktaracağım bu olaydan sonra, bu siteyi açıp bakmaktan vazgeçiyorum, bunu da bilmelerini istedim.

* * *

Söz konusu olay şöyle gelişti:

Gazetemizde 1 Ocak tarihinde çocuk pornosu ile ilgili bir haber verilirken tatsız bir fotoğraf kullanıldı.

Bu, medya eleştirmenlerinin doğal yetki alanına giren bir konuydu ve Medyakronik sitesi 2 Ocak tarihinde meseleyi kendi sitesinin manşetine taşıdı.

Diyeceğini dedi ve bizi Basın Konseyi'ne şikáyet ettiklerini de okuyucularına açıkladı.

Gazetemiz 14 Ocak tarihinde, o haberin veriliş şeklini kendi sayfalarına taşıdı ve okuyuculardan özür diledi.

Medyakronik sitesi her akşam yenileniyor; yine aynı günün akşamı bu konuyu da manşet yaptı ve özürün yetmeyeceğini anlattı.

Buraya kadar her şey normal. Ben gazetenin mutfağını bildiğimden, gündelik hız trafiği içinde yapılan hataları da bilirim ve gazetenin kendi hatası hakkında özür dilemesinin de çok önemli olduğunu düşünürüm.

Onlar böyle düşünmüyorlar, konuya çok önem verdikleri için de medya eleştirisi özgürlüğünü kullanıyorlar.

* * *

Şimdi bütün bu olan bitenden sonra ben o site yöneticilerinin sübyancılık meselesi konusunda çok duyarlı olduklarını düşündüm.

Buna sevindim de. Gerekçelerimi de pazartesi günkü yazımda anlatmıştım, umarım hatırlarsınız.

Ancak çok vahim bir durum var sevgili okurlar.

Sübyancılığı doğal bir iş, bir tercih, bir cinsel özgürlük gibi gören yazı yayınlandı bir başka gazetede, 9 Ocak günü.

Ben o akşam, bu konuda yıldırım hızıyla tepki vereceğini bekledim Medyakronik'in.

Tık yok o konuda, 9 Ocak günü.

10 Ocak'ta da yok.

11 Ocak'ta nihayet konuya, o da manşetten filan değil alt sıralarda girmeye karar verdiler.

Girerken de bize, o yazıyı yazan bayana yapılan saldırıların politik görüşlerine yapılan bir saldırı da olduğunu hatırlattılar.

14 Ocak'ta, yazıyı yazan bayanın ikinci kez konuyu gündeme getirerek kendisini savunduğunu hatırlattılar.

Ne oluyor? Neden bu yazarın belki de dünya tarihinde bir ilki gerçekleştirerek sübyancılığa liberal yaklaşılmasını savunan yazısı gereken tepkiyi görmüyor sitede.

Editoryal tercih diyemezsiniz buna; çünkü Hürriyet'in özür dileyen yazısını bile manşetlerine çekmekte bir sakınca görmüyorlar da basında çıkan ve konuyu savunan bir yazı neden onları böyle az ilgilendiriyor?

Cevap belli aslında ve 11 Ocak'ta konuya girme biçimlerinin içinde gizli. Politik tavır meselesi var işin içinde.

Sübyancılık yazısını yazan kişinin politik tavrı, bu siteyi hazırlayanlar açısından daha önemli. Onu kendilerine daha yakın görüyor olmalılar ki vermeleri beklenen tepkiyi ondan esirgiyorlar.

Şöyle düşünsünler meseleyi, eğer bu dediklerime tepki duyacaklarsa.

Söz konusu o yazıyı ben yazmış olsaydım veya Hürriyet'in başka bir yazarı, ne yapardınız, nasıl bir tepki verirdiniz?

Bunu düşünün ve dürüst cevap verebilirseniz belki de işi yeniden toparlama sürecine girebilirsiniz.

O güne kadar ise en azından beni okuyucu olarak artık kaybetmiş durumdasınız.
Yazının Devamını Oku

Názım baydı artık

15 Ocak 2002
<B>ARTIK </B>sıkıldım ya, yeter yani. Názım'ın aşkları.

Názım'ın kadınları.

Arkadaşları.

Mezarının nerede kalacağı.

Názım'ın sigarayı içiş biçimi, bakışlarındaki derin anlam.

Nasıl da yiğit olduğu.

Názım'ın nasıl yürüdüğü, memleketini nasıl sevdiği.

Komünist olup olmadığı, komünistse nasıl bir komünist olduğu.

Aslında tüm dünyanın onu sevdiği.

Bizim onun kıymetini bilmediğimiz.

Názım'ın akşam yemeklerinde neyi tercih ettiği.

Yetti ama yani, başka işiniz yok mu sizin yahu!

Bırakın şu işin peşini artık ama.

* * *

Hastalık derecesine vardı bu Názım Hikmet'le uğraşma işi.

Neredeyse bir endüstri haline geldi Názım Hikmet anılarıyla uğraşmak.

Aslında bunu yapanlar, sayıları çok da az olan birtakım insanlar.

Büyük ihtimalle de toplumun büyük kesiminin Názım ile ilgili hatıralar, anılar, onun aşkları, yaşamıyla ilgilenmediğinin farkında değiller.

Ya da farkındalar da, onunla uğraşmayı keserlerse kendilerinin yapacakları başka bir işleri kalmayacağını bildiklerinden farkında değilmiş gibi davranıyorlar. Bu ikincisi daha büyük bir olasılık bence.

Adam öldüğü günden bu yana hemen her yıl, bazen de yıl içinde iki kez filan ‘‘Mezarı Türkiye'ye getirilsin’’ derler ve bu da gayet tabii ki aptal tepkileri beraberinde getirerek, ‘‘Komünist o, mezarı buraya getirilemez’’ denir ve siz bu manasızlığı her yıl izlemek zorunda kalırsınız.

Sanki Türkiye'de hiç komünist yok, onlar burada ölünce sanki mezarları başka ülkeye naklediliyor da Názım'ın mezarı gelse büyük olay olacakmış gibi davranılıyor.

Yahu bize ne mezarının nerede olduğu. Orada kalsa ne fark eder, buraya gelse ne fark edecek?

Kitapları var ya, neden yetmiyor bu insanlara ki?

Rusya'da da var kitapları Türkiye'de de ve zaten ortada tek önemli olan şey de onlar.

Ne aşkları, ne kadınları, ne gözünün rengi, hiçbir şey önemli değil.

Sadece sözcükler önemli ve açıkça söylemek gerekirse onların da milliyeti yok.

Bu söyleyeceklerim mezar nakli tartışmalarını kendilerine iş edinmiş, bundan kariyer yapmış olanları üzecek biliyorum ama şurası da var ki, Názım'ın bir şair olarak milliyeti yok aslında.

Nüfus káğıdına bakmayın siz, şiirlerindeki nüfus káğıdı onun has bir dünya vatandaşı olduğunu bağırıyor suratımıza.

Bırakın bu işi artık. Dünya vatandaşlarının nerede gömüldüğü önemli değildir.

Onunla uğraşacağınıza, okuma yazma oranı düşen, yeni kitapları iki bin adet basılan, insanlarının çoğunluğunun gazeteyi bile heceleyerek okumak zorunda olduğu bir ülkede acaba şiir yaşayabilir mi onu bir düşünün bakalım?

Düz yazı can çekişiyor.

Şiir çoktan ölmüş durumda ve üstelik de eline her kalem alan cahil kendisini şair zannediyor bu ülkede.

Abuk durumdayız abuk.

Durum böyleyken, mezarı nerede duracak adamın onu tartışıyorlar.

Kimin umurunda ki?

Ve de olmalı mı ki?
Yazının Devamını Oku