30 Mayıs 2002
<B>KİNETİK </B>enerjimde yaşamakta olduğum alışılmadık bir patlama nedeniyle bugün daldan dala konacağım, çekirge gibi sıçrayıp, sivrisinek gibi ısıracağım ve birbiriyle tamamen alakasız konularda fikirlerimi beyan edeceğim. Fakat bütün bunları yapmadan önce süregitmekte olan Hasan Cemal sorunsalına Türk kamuoyunun dikkatini çekmek istiyorum.
Yıllardır yavaş hareket ettiği için makul eleştiriler alan Hasan Cemal son dönemde hiper aktifleşti.
Speedy Gonzalez gibi oradan oraya koşuşturup duruyor.
Yurtdışındaki tüm ülkeleri gezip gördü, şimdi de Anadolu turnesine çıktı.
Hemen her gün bir başka tuhaf şehirden, İstanbulluların katiyen ilgilenmediği konularda bilgiler veriyor.
Takıntım nedeniyle yazılarını sonuna kadar okumak zorunda olduğumdan, bugünlerde örneğin bir Kayseri'de, bir Diyarbakır'da ne olmuş ne bitmiş, bunları kendi sorunlarımdan daha iyi bilip tanımaya başladım.
Ancak bu meselede görünenin dışında tamamen Babıáli'ye özgü bazı ayak oyunları ve komplolar var.
Onun için asıl yazıma geçmeden önce vicdanı hür, kalbi temiz bir medya çalışanı olarak üzerime düşen vazifeyi yapmam ve gerekli uyarıları tarihe bir dipnot olarak koymam gerekiyor.
İlk uyarı Milliyet Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Y. Yılmaz'a: Hasan Cemal'in durmadan gezmesinin temelinde, uzun yazı yazmasının önlenmesini önleme amacı vardır. Ben statik haldeyken, genel yayın yönetmenim yazım biraz uzun olunca ‘‘8.5 punto, 8.5 punto’’ diye söylenmeye başlar, harfler puntoya uymayınca da yazıyı keser.
Ama statik olmaktan çıkıp mobil hale gelsem ve çeşitli yerlerden bildirsem, o zaman ‘‘Oraya kadar gitmiş, bari yazısını kesmeyeyim’’ der ve ben de uzun yazımı gazeteye sokmuş olurum. Eski bir genel yayın yönetmeni olarak, genel yayın yönetmenlerinin bu zafiyetini gayet iyi bilen H. Cemal de böyle bir sinsi plan peşinde olabilir. Dikkat et.
İkinci uyarı Hasan Cemal'e: Hasan Baba, acilen geri dön! Her çıkmak istediğin seyahate ‘‘olur git’’ demelerinin altında yatan çok katmanlı semiyotik anlamı artık kavra. Seni gazeteden mümkün olduğunca uzakta tutmak istiyor olabilirler, yeme bunu. Dikkat et!
Milliyet binasında bir 10 gün üst üste kesintisiz dur da bir bak bakalım, ne oluyor ne bitiyor...
* * *
Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, hemen her yazısında kendisini aşıyor, her yazısında daha imkánsız konularda daha imkánsız çözümler getirmeye çalışarak hepimizi şaşırtmaya devam ediyor.
Hayatta ‘‘imkánsız’’ diye bir şeyin var olabileceğini kabul edemeyen genel yayın yönetmenimin dünkü yazısı da bu açıdan bir şaheserdi.
‘‘Makul MHP'li’’ kavramı üzerine yazı yazmış genel yayın yönetmenim ve bunun da olabileceğini söylemiş.
Gerçek yaşamda oxymoron'un (bir arada kullanıldığında ortaya saçmalık olarak çıkan iki kelime) var olabileceğini de yazmaya ancak bir genel yayın yönetmeni cesaret edebilirdi zaten.
* * *
MHP Lideri Devlet Bahçeli'nin sürekli sessiz kalarak liderlik yapma tercihinin ne kadar isabetli bir karar olduğu, Çin gezisi sırasında konuşmaya başlamasıyla yeniden anlaşıldı.
Misak-ı Milli sınırları içinde bulunduğunda sürekli susmak, sınır dışına çıkar çıkmaz da hiç durmadan konuşmak gibi bir ádeti var Bahçeli'nin.
Dolayısıyla yapılacak tek şey kalıyor.
Bizim huzur içinde yaşayabilmemiz, ‘‘AB'ye ancak Abdullah Öcalan İmralı'dan Korkut Eken'in hücresine transfer edilirse evet diyebiliriz’’ türünden lafları duymamamız için onun yurtdışına çıkışlarını bir şekilde engellememiz gerekiyor.
Vergi borcu filan yok mudur bunun, derin devlet bir baksın şu işe. Haydi bakayım!
* * *
Dün ‘‘Hastalanırsam beni Başkent Hastanesi'ne emanet ediniz’’ diye yazmış ve bir an önce iyileşmemin tek garantisinin bu olduğunu söylemiştim.
Tüm okuyucularım buna tepki gösterdiler.
Özet olarak, ‘‘Sen iyileşirsen yazı yazamazsın ki, hasta kal’’ mesajları gönderdiler.
Benim hakkımdaki bu sıcak düşünceleriniz için hepinize teşekkür eder, gözlerinizden öperim, canlarım benim!
Yazının Devamını Oku 29 Mayıs 2002
<B>HASTALANDIĞIM </B>takdirde beni Başkent Hastanesi'ne emanet ediniz. Eğer beni oraya emanet ederseniz kısa sürede iyileşir, yazılarımı yazmaya geri dönebilirim. Bunu artık kesinlikle biliyorum.
Bilmem anlatabiliyor muyum?
* * *
Ya, bu bizim Başbakan Ecevit iyi adam hoş adam da bende acayip paranoyalar yaratmaya başladı yahu son zamanlarda.
Zaten komplo teorilerine meyilli bir kafa yapım var, yarı şizofren de sayılırım, şu Başbakan'ın yaptıkları nedeniyle hepten kafayı üşüttüm.
Hastaneye yattı ya, ben hemen eskiden okumuş olduğum hastanelerle ilgili korku filmlerini hatırlamaya başladım.
Yanlışım varsa düzeltin, Robin Cook diye bir yazarın acayip ürkütücü, hastanede geçen korku romanları vardı.
Ecevit'in de bu tür bir korku romanı senaryosu içinde olduğunu düşünmeye başladım o hastanedeyken.
Düşünsenize, gece karanlık basmış. Koridorlar sessiz. Tüm diğer hastalar olan biteni görmesinler diye odalarına kilitlenmiş ve birden derin devletin adamlarının ayak sesleri yankılanıyor koridorlarda. Başbakan karanlık odasında bağlanmış olduğu yatağında o ayak seslerini duyunca soğuk terler dökmeye başlıyor. Haykırıyor ama odası ses geçirmiyor ki...
Bu arada birden odanın karanlığı içinde Rahşan Hanım beliriveriyor yatağın başında. ‘‘Korkma iyileşeceksin, buna mecbursun’’ diyor ve yüksek sesle gülüyor.
Bu arada kapı açılıyor.
İçeriye siyah elbiseli bazı adamlar dalıyorlar.
Ve iki saat sonra Başbakan basın toplantısında elindeki yazılı metni okuyup, ‘‘Ben iyiyim, işimin başındayım’’ diyor hiç durmadan.
* * *
Sonra başka şeylere de kafayı taktım.
Başbakan bir türlü Başbakanlık Konutu'na gitmiyor. Orada bir gece geçirmekten bile acayip korkuyor gibi davranıyor.
Yoksa... Yoksa...
Konutta gözetleneceğini mi düşünüyor Başbakan. Veya Özal Ailesi'nin ortaya attığı, Turgut Özal'ın Cumhurbaşkanlığı Konutu'nda öldürüldüğü yolundaki iddiaya o da mı inanmış durumda da bu yüzden Başbakanlık Konutu'na katiyen ayak basmıyor.
Bilmiyorum, bilemiyorum... Ancak şurası muhakkak ki bu tür paranoyalar insanı acayip de yoruyor ya!
* * *
Ha sonra onların evine de takmış durumdayım.
Abi ya ne var o evde öyle de hiç durmadan her fırsatta ikisi koşup kapanıveriyorlar Oran'daki dairelerinin kapalı kapıları ardına.
Elimde değil, o evi hatırladıkça aklıma ‘‘Rosemary'nin Bebeği’’ filmindeki apartman dairesi aklıma geliyor.
Bebek doğmadan önce o apartman dairesinde feci ürkütücü bir hava vardı, gerçi bebek doğduktan sonra daha da ürkütücü oldu işler ama bizim konumuza filmin o bölümü uymaz...
İşte filmin ilk bölümünde, anlaşılmaz, tuhaf olayların döndüğü, herkesin tuhaf davrandığı ve gülümserken bile korkunç oldukları o apartman dairesini çağrıştırıyor bana Ecevitler'in apartman dairesi de. Dedim ya normal değil bu düşündüklerim ama ne yapayım normal diye ortaya sürülenler de had safhada anormal olduğundan beni de mazur görürsünüz umarım...
* * *
İşin aslına bakarsanız tüm yukarda anlattıklarımın dışında başka bir şeye daha inanıyorum.
Bir zamanlar ‘‘Vücut Hırsızlarının İstilası’’ (Invasion of the Body Snatchers) adında bir film vardı. Filmde uzaydan Dünya'ya gelen yaratık insan vücutlarını ele geçiriyor ve beden dış görünümde aynı kaldığı halde vücut artık yaratığın esiri haline dönüşüyordu.
Bana kalırsa Rahşan ve Bülent'e de aynı şey oldu, onlar da ‘‘pod people’’ adındaki uzaylı yaratıkların kontrolündeler şu anda ve bu şekilsiz, kokusuz ve her şekle girebilen yaratık Türkiye'yi onlar aracılığıyla ele geçirmeye çalışıyor.
Bir istila komplosu söz konusu ve bunun planlayıcıları arasında Hüsamettin Özkan, Mehmet Haberal ve Ertuğrul Özkök de var.
Ve komployu keşfetmiş bir insan olarak ben durmadan kaçıyorum ve arkamdan yüzlerce insan beni işaret ederek koşuyor.
Beni yakalamaya çalışıyorlar ve onların başında da Ertuğrul Özkök'ün bedenini ele geçirmiş olan yaratık var ve hepsi birden korkunç bir sesle bağırıyorlar...
Yaklaşıyorlar ve benim de içimi boşaltacaklar.
Yakında Başbakan'ın sağlığı çok yerinde, seçime filan gerek yok, koalisyon devam etmeli türünden yazılar yazarsam beni de yakalayıp içimi boşalttıklarını anlayasınız diye anlattım bütün bunları.
Yazıyı kesmem lazım..... Yaklaşıyorlar...... Hayıııııırrrrrrrr, olamazzzz! İmdat kurtarın beni ne olur.
Kurrrrrr.................(sessizlik)
Yazının Devamını Oku 28 Mayıs 2002
<B>TÜRKİYE'</B>de son derece ilginç bir toplum kesimi var. Sayıları çok az bunların. Sürekli birbirleriyle konuşuyorlar, bir arada yaşıyorlar ve birbirlerini önemsiyorlar. Bir dünya kuruyorlar kendilerine, koskoca toplumun kenarında köşesinde bir yerde. Kavim gibi bir şey bu ve kavmin üyeleri aslında birbirlerinden çok hazzetmeseler de sonuçta ‘‘dışarıdaki’’ dünyaya karşı son analizde ortak tepki verebildikleri için o dünyanın sınırları şöyle ya da böyle korunabiliyor.
Belirli kuralları, konuşma biçimleri, simgeleri, sembolleri var bu küçük topluluğun. Mutlaka uyulması gereken davranış biçimleri var ve bunlara uymayanların dışlanarak cezalandırılacağı da biliniyor topluluk üyeleri tarafından.
* * *
Küçük topluluğa kimin kabul edilip edilmeyeceği nasıl belirleniyor, bunun hakkında pek bilgim yok. Ancak kimin kabul edildiğine dair işareti hemen algılamanız da mümkün.
Kim kimin hakkında yazmış, kim nerede kiminle dolaşıyor, kim kimin hakkında dedikodu yaparken hangi isimler duyuluyor, kim kimi kolluyor, kimin yanında duruyor, kime karşı ortak cephe alındı ve cephede kimler yer alıyor?
Bu gibi konulara biraz dikkatle baktığınızda küçük topluluğa kimin yeni üye olarak kabul edildiğini, kimin dışlandığını kolaylıkla tespit edebilirsiniz.
Son yıllarda bu küçük topluluğun yeni üye olarak kabul ettiği en parlak isim Perihan Mağden olmuştur herhalde.
Masonik yanı da olduğundan bu sözünü ettiğim gayri resmi topluluğun, bir kez üye olarak kabul edildiğinizde kollanıp korunuyorsunuz da.
* * *
Eğer bu sözünü ettiğim dünyayı siz de yakından takip edenlerdenseniz, daha sonra olanları az çok biliyorsunuzdur. Perihan Mağden bir süre önce köşe yazarlığını bıraktı, roman yazacağını söyledi ve álemden bir süreliğine çekildi.
Cumartesi günü Radikal Gazetesi'nin ekinde kendisiyle yapılmış bir söyleşiyi okudum ve áleme tekrar geri dönme sinyallerini aldım.
Kendi kavmi üyelerince ‘‘heyecanla’’ beklenen romanını acılar çekerek yazmış; bunu anlatmış eski gazetesine cumartesi günü.
Ancak başka şeyler de söylemiş ve zaten bu yazının konusu temelde bununla ilgili.
Ben bazı insanların kendi mesleklerine karşı neden hayırsız tavır almak, mesleklerini her fırsatta neden aşağılamak zorunda olduklarını, buna neden ihtiyaç duyduklarını anlamakta zorlanıyorum.
Dediklerinden anladığım kadarıyla Perihan Mağden, köşe yazarlığı mesleğinden derinden nefret eden bir insan.
Kendisini severek okuyan insanlar ona ‘‘Ne zaman geri döneceksin’’ diye soruyormuş, bu soru da onu çok bunaltıyormuş.
Bütün arkadaşları kendisini harcadığı görüşündeymiş köşe yazarlığı yaparken.
Köşe yazarlığıyla birlikte gelen iktidarı da hiç istemiyormuş, bunu zaten hiç kuşanmamış.
* * *
Üyesi olduğu küçük toplulukta sıkça görülen garip ruh halini net bir şekilde yaşıyor Perihan Mağden. Aslında nefret ettiğini açıkladığı bu meslek olmadığı takdirde bugün algılandığı türde bir birey olarak var olamayacağının, romanının umursanmayacağının, romanı hakkında konuşulmayacağının o da farkında.
Hepimiz gibi o da mesleğiyle var ve nefret ettiğini söylediği bir mesleğe birey olarak var olabilmesini borçlu olduğunu bildiği için de içi bu kadar kin dolu galiba.
Yalan üzerine kurmak zorunda tavrını, bu nedenle kendisine karşı da sinirliymiş gibi bir izlenim veriyor etrafa.
Üyesi olduğu küçük topluluk tarafından bu tür ‘‘küçük burjuva’’ şımarıklıklar, minik isyanlar, uç tavırlar ‘‘şık davranışlar’’ olarak karşılanıyordur muhakkak ve İstanbul gecelerinde bazı mekánlarda rakılı sohbetlerin has konusu da oluyordur
Ancak işin başka boyutu var.
Küçük topluluk elemanları kendi aralarında eğlenecekler diye köşe yazarlığına, köşe yazarlarına ve haydi bırakın onları bir yana, onları okuyan insanlara da hakaret ediliyor bu arada.
Tek bir bayanın nedeni zor anlaşılan hezeyanından ibaret olsaydı bu, belki de üzerinde fazla durulmaya gerek kalmayacak bir konuydu.
Ancak kavgalar verip, düşe kalka, mesleğin her aşamasından geçerek, köşe yazarlığına ulaşma şansına kavuşmuş, okuyucu tarafından özlenmenin bizim meslektekileri hayatta dik tutan tek şey olduğunu bilen, hayatta bizi nispeten iyi yaşatan bu mesleğe karşı hayırsızlık yapmayı katiyen düşünemeyecek olan birçok insan var ortada.
Ve ben eminim ki, bayan Mağden ağzını her açışta ortaya kendiliğinden dökülen meslekle ilgili kin dolu laflar, onun ait olduğu álemin kendi iç dinamiklerini bilmeyenlere şaşırtıcı da geliyordur.
Ben şaşırmadım dediklerini okuyunca, sadece neden şaşırmadığımı sizinle paylaşmak istedim, o kadar.
Yazının Devamını Oku 27 Mayıs 2002
<B>SHARON Stone'</B>un genel yayın yönetmeni olan kocası, kendisi gibi genel yayın yönetmeni olan iki adamın, karısıyla iki saat boyunca kapalı bir mekánda bir arada olacağını bilseydi, eşini katiyen Cannes'a göndermezdi. Üstelik o iki genel yayın yönetmeninin ikisinin de Türk olması Stone'un kocasının hiç bilmeden üstlenmiş olduğu risk katsayısını bir anda üç veya dört misline çıkaran bir olay. Bunu da bilmiyor adamcağız.
Ne biçim genel yayın yönetmeni bu adam bilmiyorum ki ya, yani adamın dünyada hiçbir şeyden haberi yok.
Yaklaşan açık ve yakın tehlikeleri göremeyen bir insana nasıl olup da Amerika'da bir gazetenin yönetimini teslim ettiler, bunu anlamam mümkün değil.
* * *
Sevgili okurlar. Geçtiğimiz perşembe günü Sharon Stone önemli bir badire atlattı. Deyim yerindeyse ucuz kurtuldu.
Üst düzey yöneticilerin en üst düzeyi genel yayın yönetmenim Ertuğrul Özkök ve o gazeteden maaş alsaydım onu da üst düzey yöneticilerin en üst düzeyi diye adlandıracağım ama şimdilik sadece genel yayın yönetmeni demekle yetinmek zorunda kaldığım Mehmet Y. Yılmaz o gün Sharon Stone ile yaklaşık iki saat kapalı bir mekánda bir arada bulundular.
Olay hadisesiz atlatıldı, bundan eminim çünkü her ikisi de ertesi gün bu meseleyi kendi köşelerinde yazdılar.
Herhangi bir vukuat olsaydı ikisi de o gün Sharon Stone'u görmüş olduklarını kesinlikle reddeder ve hatta ‘‘İki gözümüz önümüze aksın ki yalan söylemiyoruz’’ diye yemin de ederlerdi.
Ve üstelik birbirlerini şahit de gösterirlerdi doğru söylediklerini ispat etmek için.
Gerçi iki genel yayın yönetmeninin birbirini korumak için konuştukları dünya tarihinde pek görülmemiştir ama sadece bu konuda bir ilkin gerçekleşeceğine de eminim eğer gerek kalsaydı bunu yapmalarına.
* * *
Olay hadisesiz atlatıldı cümlesi aslında son derece absürd bir cümle ama ne yapayım bu konuyu en iyi ancak bu şekilde anlatabiliyorum.
İkisinin aynı gün konu hakkında yazdıklarını okuduktan sonra iki önemli gerçeği fark ettim.
Birincisi şu: O gün Sharon'a yönelik asıl tehlike Özkök'ten değil Mehmet Y. Yılmaz'dan gelmiş durumda.
Bu aslında alışık olunmadık bir durum ama maalesef öyle.
Çünkü Yılmaz'ın konu hakkındaki yazısını okurken onun yavaş yavaş Stone'a áşık olmaya başladığı gibi bir izlenim ediniyorsunuz.
Bilindiği üzere bu da olağanüstü tehlikeli bir durum, çünkü:
Mehmet Y. Yılmaz bu işin kitabını yazmış bir insan ve bilgilerini pratiğe geçirdiği anda her şeyin olağanüstü komplike olacağı kesin.
Ve de üstelik kendi kaleminden ifade ettiği üzere ‘‘Aşkta karşılık görmeseniz de ısrarlı olacaksınız’’. Yani Sharon hayat boyu uğraşmak zorunda kalacağı bir meseleden kıl payı kurtuldu o gün anlayacağınız.
İşin tuhafı kadınlar galiba hangi erkeğin kötü niyetli olduğunu, hangisinin ise saf hislerle kendilerine yaklaştıklarını içgüdüsel olarak da hissediyorlar.
Çünkü baksanıza o gün Stone, bizim genel yayın yönetmeninin yanına bile uğramazken Mehmet Y. Yılmaz'ın gözlerinin içine bakarak ona ‘‘Hi’’ yani ‘‘Merhaba’’ demiş.
O ‘‘Hi’’ lafının kendisinin nasıl da içinden çıkılması mümkün olmayan bir aşk sarmalına itebileceğini, nasıl da bitip tükenebileceğini bilseydi onun yanına katiyen yaklaşmaz, kendisine kolay halledebileceği, kolaylıkla anlayabileceği ve aslında son derece rutin olan sorunlar yaratma eğilimlerinde olduğu yazısından belli olan Ertuğrul Özkök'ün yanına giderek ona ‘‘Hi’’ der ve risklerini de minimize ederdi.
* * *
Anladığım kadarıyla gözlem gücünüzün kuvvetli olması ve detaylara dikkat etmek bu hayatta genel yayın yönetmeni olabilmenin önkoşulu.
O gün her iki genel yayın yönetmeni de kadıncağızın teninin şeffaflığına takmışlar.
Ben orada olsaydım bacağına, göğsüne, ne bileyim başka rutin ve banal organlara takardım, onlar ise felsefi takılıyorlar.
Ben bu sıradanlığım nedeniyle hayatta hep yazar olarak kalacağım, hiç yükselemeyeceğim bunu da biliyorum.
Felsefi takılırken de farklılar. Mehmet Y. Yılmaz teninin bu şeffaflığı nedeniyle Sharon'un bir Boşnak kızı olabileceğini düşünmüş.
Dikkat edin bakın yazısındaki eğilim aşkı da aşıp muhtemel bir evliliğe doğru da gidiyor, nişan takmaya karar verdiği kızın kökenlerini araştırmaya başlamış gibi o.
Ertuğrul Özkök ise bir kadın teni hakkında bugüne kadar duymuş ve okumuş olduğum en tuhaf tanımı yaparak ‘‘O ten bana henüz yumurtadan çıkmış şeffaf balıkları hatırlatıyor’’ diye yazdı.
Anlayacağınız o önündeki somut meseleye sadece Darvinist hislerle yaklaşmayı istikrarlı olarak sürdürüyor ki bana da sorarsanız bu çok daha rasyonel yahu.
Yazının Devamını Oku 26 Mayıs 2002
Ubre Blanca, sosyalizmin ender buluna başarılarından bir tanesi, belki de hayattaki tek başarısıydı. Ubre Blanca bir inekti.
Küba'daki rejimin ilk yıllarında Fidel Castro'nun ulusal onur simgesi haline gelen bu sosyalist inek her yönüyle kapitalist ineklere tıpatıp benziyordu ama tek bir farkı vardı.
İnekler için küçük, insanlık için büyük bir farktı bu.
Şöyle ki:
Ubre Blanca türü inekler, ineklere göre yüzde 400 daha fazla süt verme gücüne sahipti.
Evet yüzde 400.
Hatta bir keresinde Komünist Parti, Küba'daki rejimin dünyadaki diğer rejimlerden ve özellikle de Amerika'dan üstün olduğunu dünyaya göstermek için 1982 yılında tek bir gün içinde bu inekten o kadar fazla süt sağdırmıştı ki inek akşam saatlerinde tarlada yerde sürünmeye başlamıştı halsizlikten.
Ama dünya rekorunu da kırmıştı o gün sağıla sağıla.
İşte bu nedenle de Ubre Blanca Küba'daki rejimin bir simgesi haline gelmişti, çünkü hem en azından inekler söz konusu olduğunda sosyalizmin kapitalizme karşı kesin zaferini müjdeliyordu hem de Küba halkının aç kalmaması ve sağlıklı beslenebilmesi yolunda en büyük güvencelerden bir tanesiydi bu inek.
*
Son Ubre Blanca ölünce Küba'da neredeyse rejim krizi yaşandı.
Bu her zaman olduğu gibi atlatıldı ama bir süredir de Küba'da büyük bir süt krizi yaşanıyor, hatta sütte karaborsa kaçakçılığı büyük boyutlara ulaşmış durumda.
Durum böyle olunca Küba'nın ebedi lideri Fidel Castro da gereken talimatı vermekte gecikmedi gayet tabii ki.
Ubre Blanca'nın tekrar yaşama döndürülmesi emrini verdi Fidel.
Kübalı bilim adamları Ubre Blanca mezara konulmadan önce, büyük bir ihtimalle ebedi liderlerinin ilerde absürd bazı istekleri olabileceğini ta o zaman düşünerek, ineğin hücrelerinden dondurmuşlardı Allah'tan.
Şimdi Küba'nın en ileri beyinleri bu ineği klonlamak için bütün gücüyle çalışıyor.
Hedef Ubre Blanca'dan sadece bir adet değil yüzlerce adet klonlayarak reel sosyalizm şaheseri Küba'yı istemediği kadar süte boğmak ve halkın doymasını sağlamak.
Son derece ciddi bir konu bu, bakmayın benim alay eder gibi yazdığıma, anlattığım bütün bu olay gerçek ve konu Küba'da alabildiğine ciddiye alınıyor.
Geçen hafta bu konu The Wall Street gazetesinde birinci sayfadan verildi, ayrıca Amerikan CBS televizyonu da konuyu detaylı olarak inceledi.
*
Bütün bu çalışmalar sürerken ebedi şef Fidel'in bilim adamlarına başka talimatlar da verdiği ortaya çıktı.
Fidel, Ubre Blanca'nın hem klonlanmasını hem de orta boylu bir köpek boyutunda yeniden üretilmesini de istemiş bilim adamlarından.
Burada ise hedef son derece net.
Küba'da süt kıtlığı büyük şehirlerde çekiliyor daha çok.
Şehirde kimsenin inek besleyebilecek bahçesi de yok.
Eğer Ubre Blanca klonlanabilirse ve bunun köpek boyutunda olanı üretilebilirse, Fidel merkezi planlama sistemi aracılığıyla her eve minyatür bir canlı inek verecek.
Ve böylece her insan canı süt çektiğinde evde köpek gibi yaşamakta olan bu ineği sağarak ihtiyacını karşılayıverecek.
Bakın vallahi haberin bu boyutunu da ben hayal filan etmiyorum. Bu da gerçek hem de yüzde 100 gerçek.
*
Kötü niyetli gözlemcilere göre bütün bu inek klonlama sürecinde Fidel'in asıl amacı farklı.
Asıl amaç artık iyice ihtiyarlayan Fidel'i de klonlamak.
Düşünebiliyor musunuz Fidel'i klonlamayı başarsalar, hatta Ubre Blanca gibi onun da minyatürünü yaratsalar ve her eve 80 santim boyunda minik Fidel'lerden birer adet koysalar.
İşte o zaman Küba'daki rejim kesin olarak ebediyen sürerdi, buna emin olun.
Çünkü kendi evinde bir minik Fidel beslemekte olan hiçbir Kübalı rejime isyan etmeyi düşünmez, düşünemez bu da kesindir.
Anladığım kadarıyla Amerika işte bu nedenle Küba'nın inek klonlama çalışmalarını uzaktan endişe ile izlemekte, çünkü Washington olayın ardında yatmakta olan asıl kötü niyeti aslanlar gibi fark etmiş durumda.
Yazının Devamını Oku 24 Mayıs 2002
<b>TEMELDE </B>çok güzel bir meslektir gazetecilik. İnsanı güçlü yapar mesela. Sorgulama hakkı tanır hayattaki her şeyi size. Mesleğiniz koruma zırhınızdır da bir anlamda. Dokunulmazlık sağlar size.
Rahat hareket edersiniz toplum içinde; birçok insanın üzerinde hissetmekte olduğu toplumsal baskılardan meslek icabı kurtulmuş olarak yaşamınızı sürdürmek imkánını da yakalarsınız.
Bütün bunlar gazetecilik mesleğinin evrensel nitelikleridir. Çünkü gazetecinin mesleğiyle gelen bu tür bir güce sahip olmasının, demokratik kontrol mekanizmalarını en iyi sağlayacağına inanılır demokratik toplumlarda.
* * *
Ülkemizde bize tanınmış olan bu otomatik hakların karşılığını iyi verebildik mi, üzerimize düşenleri tam yapabildik mi, dünyada yerleşmiş, kabul görmüş bir sosyal anlaşma gereği bize tanınmış olan dokunulmazlıkları toplumsal iyinin gelişmesi için kullanabildik mi?
Bu soruların cevabı ileriki yıllarda çok daha kapsamlı verilecektir muhakkak.
Benim bu yazıdaki sorunum başka.
Uzun zamandır içimde hissettiğim, yüreğimi daraltan, beni neredeyse düşünsel bir inzivaya itecek raddeye gelen bir başka yönünden bahsetmek istiyorum bizim mesleğin.
Yalana kaşarlanıyoruz bizler sevgili okurlar.
O kadar çok yalan, sahtekárlık, ikiyüzlülük duyuyoruz, görüyoruz ki mesleğimiz gereği... Eğer kendimizi sağlam tutmazsak, bir süre sonra bunların normal insanlık durumu olduğu ve hiçbir şeyin, hiçbir zaman değişmesinin imkánı bulunmadığı gibi son derece karamsar bir sonuca varmamamız da güç oluyor.
Mesela ben bu sonuca çoktan varmış durumdayım. İçimde bir ses bunun yanlış olduğunu, bu kısırdöngüden çıkmam gerektiğini söylemesine rağmen birçok konuda değişim göreceğim umudunu da tamamen yitirmiş haldeyim.
* * *
Alın mesela seçim olacak mı olmayacak mı tartışmasını.
Sahtekárlık akıyor bu tartışmanın her boyutundan.
Sanki bu ülkede seçim olup olmayacağı sadece ekonomik göstergelerle ilgili bir konuymuş gibi konuşuyor insanlar.
Sevgili okurlar. Bu memlekette bir 28 Şubat süreci yaşanmadı mı?
Bu memlekette iktidarın bir daha ‘‘dinci’’ bir partiye verilmemesi, bırakılmaması yönünde alınmış bir ‘‘yönetenler ortak kararı’’ yok mu?
Bu ülkenin, yönetme yeteneğini kaybetmiş bir Başbakan ve tuhaf bir koalisyona mahkûm olmasının tek nedeni, sistemin bütün partilerinin şu anda seçim yapılsa yüzde 10'u bile aşamayarak Meclis dışında kalacak olmaları değil mi?
Bugün bir seçim olsa ‘‘dinci’’ partinin oyların neredeyse yüzde 30'unu toplayarak iktidara gelecek olması, bugün iktidarda bulunan koalisyonun memlekete yaptığı bütün olumsuzlukları yiyip yutmak zorunda kalmamızın asıl nedeni değil mi?
Meseleye bu şekilde baktığınızda koalisyon ortaklarının da bu işten çok memnun olduğu, ‘‘nasıl olsa ne yapsak yiyip yutacaklar, bırakın yüzde 10'un altında kalalım’’ diyerek işleri götürdükleri, normal bir zamanda cesaret etmeyecekleri işler yapmaya başladıkları ve bu durumun sürmesi için toplumdaki her güç odağından destek aldıkları ortada değil mi?
Bütün bunlar neden söylenmiyor, neden bazı gerçekler ‘‘saygın’’ olma görünümü altında gazetelerdeki köşelerde tartışılmıyor?
Türkiye'de bir seçim yaşanmasının bu durumda imkánsız olduğu, seçim olsa bile iktidara gelmesi olası bir partiye bu iktidarın uzun süre bırakılmayacağı ve Türkiye'nin tekrar krize sürükleneceği, bu nedenle de bizim eli ayağı tutmayan bir koalisyonun yönetimini kabul etmemiz gerektiği, yese de yemese de bu işin böyle olduğu neden açıkça söylenemiyor da seçim sanki olabilirmiş gibi senaryolar filan tartışılıyor?
* * *
Bir büyük yalan oynanıyor Türkiye'de ve siz alışık olduğunuz diğer yalanlar üzerine bir de bunu yaşamak zorunda kaldığınızda, gazeteci olarak önümüzde üç seçenek kalıyor var olabilmek için.
Ya bu oyunun, bu yalanın aktif bir oyuncusu olacağız.
Ya bu oyunun dışına çekeceğiz kendimizi, mesleği tamamen bırakacağız.
Ya da birinci ve ikinci alternatifler söz konusu olamıyorsa son kalan çareye başvuracağız ve düşünsel bir inzivaya çekeceğiz kendimizi.
Şunu da bilin ki hangi alternatifi seçmiş olursa olsun, hiçbir meslektaşı eleştiriyor filan değilim; çünkü birey olarak var olabilmenin, ayakta kalabilmenin faturası da son derece ağır oldu son zamanlarda Türkiye'de.
Hepimiz bir bedeli şöyle ya da böyle ödüyoruz...
Yazının Devamını Oku 23 Mayıs 2002
<B>2015 </B>yılında <B>‘‘Türkiye hálá daha Türklerindir, anlaşıldı mı kardeşim’’</B> sloganıyla yayınını sürdüren Hürriyet Gazetesi'nde aşağıdaki haber birinci sayfadan yayınlanmıştır: ‘‘Başbakan yardımcılarının da katıldığı üçlü liderler zirvesi dün başkent Ankara'daki Düşkünler Evi'nde gerçekleştirilmiştir.
Daha önce basına dağıtılan bildiride saat 14.00'te başlayacağı açıklanan zirve iki başbakan yardımcısının Düşkünler Evi'nin bahçesinde yaptıkları sabah yürüyüşü sırasında her zaman olduğu gibi yine kaybolmaları nedeniyle ancak saat 16.00'da başlayabilmiştir.
Başbakan Ecevit ise zaten aynı noktada 3 yıldır hiç kımıldamadan ve konuşmadan ve sürekli sabit olarak aynı noktaya bakarak oturmakta olduğundan, onun toplantılara gecikmesi söz konusu olmadığı, iyi haber alan kaynaklarca belirtilmiştir.
Sızan bilgilere göre toplantıya getirtilmekte en çok zorlanılan kişi Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz olmuştur.
Bir süredir bulunduğu yeri ve zamanı hatırlama yeteneğini tamamen kaybeden ANAP lideri, Düşkünler Evi'nin bahçesinin kuytu bir köşesinde saklanırken bulunmuş, köşesinden çıkmayı yüksek sesle ağlayarak reddetmiş, annesi gelip onu almadığı takdirde hiç ama hiçbir yere tek adımını atmayacağını söylemiş, en sonunda kendisine zorla yapılan aşıyla sakinleştirilerek üçlü zirvenin yapılacağı odaya baygın bir şekilde taşınmıştır.
Toplantı hakkında basına bilgi veren devlet yetkilileri, Türkiye Cumhuriyeti'nin temel meselelerinin masaya yatırıldığı ve son derece başarılı geçen zirvede devletin işlerinin tüm sorumluluğunun ayık durumda oturmayı başaran tek yaşayan lider Devlet Bahçeli'nin omzuna bindiğini aktardılar.
Uzmanlar Bahçeli'nin üçlü zirvenin daha beşinci dakikasında kendisini masanın altına atıp, ana rahmindeki çocuk pozisyonu alıp, parmağını emerken sessizce de ağlamaya başlamasını ‘‘Bu kadar yük kimin omzuna tek başına binseydi aynı tepkiyi verirdi, onu anlayışla karşılamak lazım, aslında kendisi ciddi bir insandır’’ diyerek yorumladılar.
* * *
Toplantıda devlet ciddiyetiyle bağdaşmayan vahim bir olayın eşiğinden de dönüldüğü öğrenildi.
Son ana kadar baygın kalan ve devletin kritik kararlarının altına atması gereken tüm imzalar ancak Başbakan Yardımcısı Hüsametttin Özkan'ın onu sağ elinin baş parmağını mürekkebe daldırıp sonra da gerekli evraka bastırmasıyla alınabilen Mesut Yılmaz'ın bilincinin bir ara yerine geldiği ve uyanır uyanmaz da o vücut yapısından hiç beklenmeyen bir çeviklikle öyle kendi halinde ve sabit durmakta olan Başbakan Ecevit'in üzerine çullanarak onu boğmaya başladığı belirtildi.
Özkan'ın ‘‘Devlet işlerinde gizlilik esastır’’ düşüncesiyle olaya müdahale etmek isteyen Düşkünler Evi hademelerini odaya sokmadığı ve yere düşen Ecevit'in hareketsiz vücudu üzerinde debelenmesini sürdüren Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz'ı ancak kaba kuvvet kullanarak onun üzerinden koparabildiği yetkililer tarafından ifade edildi.
Yılmaz'ın vurduğu yumruklar nedeniyle suratında morluklar oluşan Başbakan Ecevit'e yan odada beklemekte olan Derin Devlet Acil Botox Timi tarafından birkaç aşı yapılarak suratının tekrar güzelleştirildiği vurgulandı.
* * *
Toplantının bitmesi üzerine masanın sağ yanına Mesut Yılmaz baygın bir şekilde konuldu, sol tarafa oturtulan Bahçeli'ye gözyaşlarını bir süre için tutmayı beceremediği takdirde akşam yemeğinden sonra Düşkünler Evi'nde çıkarılan tatlıdan kendisine verilmeyeceği tehdidi yapıldı. Hüsamettin Özkan ise orta koltuğa oturdu. Ecevit'in hareketsiz vücudunu sağ dizine oturtarak, sol eliyle onun ellerini sanki jest yaparmış gibi oynatmaya başladı ve basın içeriye çağrıldı.
Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan'a devlet tarafından verilmiş olan karnından konuşma kursunun sonuçlarının çok başarılı olduğu, karnından Ecevit'i konuşturan Hüsamettin'in bu yeteneği nedeniyle basın mensuplarının sorularını hálá daha Ecevit'e yöneltmekte ısrarlı oldukları gözlemlendi.
Basın toplantısı sürerken trajik bir olay daha yaşandı. Devlet büyükleri için ayrılmış olan Düşkünler Evi'nin tecrit odasında tutulan Ertuğrul Özkök, bir şekilde odasından kaçmayı başararak basın toplantısının odasına daldı.
Kendisini hálá genel yayın yönetmeni zanneden Özkök'ün ‘Serdar neden basın toplantısını izlemiyor, kovun onu' diye bağırdığı belirtildi.
Özkök'ü ancak Hüsamettin'in yatıştırmayı başarabildiği, ondan önce bu işe yeltenen her gazeteciyi Özkök'ün yumruklamaya çalıştığı öğrenildi.
Tüm bunlar olurken yan binadaki tımarhanede hálá konuşmalarını sürdürmekte olan Osman Durmuş'un sesini bile bastıran bir çığlık yükseldi.
Konuları yakından takip eden uzmanlar, ‘Yalvarıyorum size bırakın beni, iki dakikalığına onu gebertip geri geleyim' diye haykıran korkunç sesin beş yıldır tımarhanede tecrit odasında bağlı tutulan eski köşe yazarı Serdar Turgut'a ait olduğunu belirttiler.’’
Yazının Devamını Oku 22 Mayıs 2002
<B>AÇIKÇA </B>söyleyeyim ne Başkent Hastanesi'nden gelecek son haber, ne ANAP içinde ne olup bittiği, ne Ankara kulislerinde neler yaşandığı, bütün bunlar beni artık zerre kadar ilgilendirmiyor. Üstelik bu hissimde tek başıma olmadığımı da gayet iyi biliyorum.
Türk siyasi dünyasında oynanmakta olan büyük yalanın farkında birçok insan.
Onlar da bu yüzden benim gibi o dünyayla aralarındaki toplumsal kontratı çoktan tek yanlı iptal etmiş durumdalar.
Ve birçok insan da yaşananlardan, aldatmacalardan, ikiyüzlülüklerden tiksinti duymakta aynen benim gibi.
* * *
Bence asıl haber Amerika'nın Florida eyaletinde yaşanıyor.
Gazetelerden takip ediyordum bunu ve önceden haberim olsaydı o toplantının yapılacağından, uçağa atlayıp gidiverirdim Orlando şehrine.
‘‘American Society of Clinical Oncologists’’ toplantısı yapıldı orada sevgili okurlar.
Gündelik deyimle kanser doktorları bir araya geldiler.
25 bin uzman varmış toplantıda. Yeni tedavileri, ilaçları tartıştılar.
Satır aralarından anlayabildiğim kadarıyla, bilgimin yetmemesine rağmen çıkarabildiğim kadarıyla aslında büyük manşetler belki de sürmanşetler vardı o toplantıların hemen her gününde.
Bilim adamları artık kanseri yenme sürecine girdiler.
Bu hemen yarın olacak bir şey gibi gözükmüyor.
Ama süreç başladı, her geçen gün büyük adımlar atılıyor ve muhteşem sonuçlar da alınıyor.
Örneğin bahsi geçen toplantıda akciğer kanserinin kontrol altına alınması konusunda neredeyse mucizeye yakın bir gelişme yaşandığı açıklandı.
30 ayrı hastanede, bugüne kadar bilinen tüm tedavi yöntemlerine cevap vermemiş 216 hasta üzerinde ‘‘Iressa’’ adı verilen yeni bir ilaç denenmiş.
Bu hastaların yüzde 10'unda artık tedavi umudu kesilmiş olan tümörlerin yüzde 50 oranında küçüldüğü ortaya çıkmış.
Hastaların yüzde 30'unda tümörlerin büyümesi durdurulmuş.
Dahası hastaların yüzde 43'ünde nefes darlığı gibi son derece rahatsızlık veren tüm semptomlar iki hafta gibi kısa süre içinde tamamen ortadan kalkmış.
Bu olağanüstü, muhteşem bir haber bence.
* * *
Bilim adamları artık sadece kanserli hücreyi hedefleyen ilaçları geliştirmek üstüne yoğunlaştılar.
İngilizce'de ‘‘Targeted cancer treatment’’ deniliyor buna.
Geleneksel tedavi yöntemlerinde kanserli hücreler yok edilmeye çalışılırken kaçınılmaz olarak sağlıklı hücreler de yok ediliyordu ve bu kanserin uzun dönemde ‘‘kesin tedavisinin’’ olmamasının en önemli nedenlerinden bir tanesiydi.
Yeni geliştirilmeye başlanan ilaçlar direkt olarak kanserli hücrelere saldırıyorlar, sağlıklı hücrelere dokunmuyorlar ve bu da kanser denilen hastalığın insan tarafından kontrol altına alınması yolunda atılmış en büyük adımlardan birisi olarak kabul ediliyor.
Bu tür tedaviye olanak sağlayan ilaçlar büyük ihtimalle önümüzdeki bir yıl içinde piyasalarda satılmaya başlanacak.
Okuduklarımdan çıkarabildiğim kadarıyla, önümüzdeki 7 ila 10 yıl içinde, bu tür ilaçlar kemoterapi, ışın tedavisi ve diğer tedavi yöntemleriyle birlikte tedavide kullanıldığında olağanüstü önemli bir şey olacak.
Kanser artık insanların ‘‘Benim kanserim var’’ deyip bu hastalıkla birlikte, yaşam kalitelerinde radikal değişiklikler olmadan yaşayabilecekleri, hem de çok uzun yaşayabilecekleri bir hastalık haline dönüşecek.
Kanser rutinleşecek bir anlamda 10 yıl kadar sonra.
Adımlar bu yönde. Hem de çok hızlı adımlar atılıyor hedefe doğru, 25 bin uzmanın katıldığı kongreden çıkan sonuç bu yönde.
Çok yeni başka bulgular da ortaya konuldu o kongrede. Yumurtalık kanseri, prostat kanseri, meme kanseri üzerine muhteşem yeni gelişmeler anlatıldı.
Burada hepsini yazabilmem mümkün değil, zaten yenilikleri anlatmaya çalışırken hata yapma payım da oldukça yüksek ama olan bitenin yepyeni bir dünyaya kapılar açtığını kesin olarak anladım raporları ve haberleri okurken.
Bu satırları yazarken tıp fakültelerinden mezun olan genç insanlardan seçilmiş gazetecilere imkánlar açılmasının ne kadar da önemli olduğunu tekrar düşünmeye başladım.
Benim aktarmaya çalıştığım bilgileri daha doğru olarak anlayıp, anlatabilecek doktor-muhabirlere acilen ihtiyaç var.
Çünkü asıl haberler başka yerlerde ve biz gündelik anlamsız ve sonuç çıkmayacağı şimdiden belli olan haberlerle debelenip dururken, çok daha önemli şeyleri de atlıyoruz galiba.
Yazının Devamını Oku