KAPİTALİZMİN post-modernizm aşamasını geçirmekte olduğu ülkelerde, büyük şehirlerde yaşamakta olan küçük burjuvaların saçmalamaları artık haddini aşmaya başladı.
Bazen öyle şeyler yapıyor ki bu kitleler, vatandaşı oldukları ülkelere ‘‘gelişmiş’’ kapitalist ülke demek insanın içinden bile gelmiyor. Had safhada sıkılıyor olmalılar hayatlarından ve bu sıkıntıyı aşmak için hemen her gün yeni bir tuhaflığa sarılarak günü kurtarmaya çalışıyorlar.
Bence son olarak attıkları adımla da sıkıntıdan delirme noktasına gelmekte olduklarını ispat etmiş oldular.
*
Sevgili okurlar, şu anda New York'ta bir İsveç romanı pek popüler. Hjalmar Soderberg diye birisinin yazdığı bu roman ‘‘The Serious Game’’ adıyla İngilizce'ye çevrilmiş, satılıyor kitapçılarda.
Gayet tabii ki konu aşk ve aldatma üzerine.
İsveçlilerin adetidir, kendi ülkelerinde katiyen sorun olmayan bu iki konu üzerine binlerce sayfa yazı yazıp, metrelerce hatta kilometrelerce uzunlukta filmler çekerler. 19'uncu yüzyıl sonu ile 20'nci yüzyıl başında edebiyatta ‘‘aldatmanın romanının’’ yazılması modası vardı.
Fransızlar, İtalyanlar, hatta hisleri konusunda abartılı davranmayı ayıp sayan İngilizler bile bu konuda güzel romanlar ortaya çıkarmayı başarmışlardı, çünkü onların ülkesinde ‘‘seks ve aldatma’’ belirli bir heyecan yaratma şansına sahipti.
İskandinav ülkelerinde ne aşk ne seks ve gayet tabii ki ne de aldatma olayı toplumda birazcık olsun heyecan yaratmaktan acizdir ama buna rağmen meseleye en çok kafa yormakta olanlar da bu ülkelerden çıkar hiç durmadan.
Ingmar Bergman'ın filmlerini hatırlayınız.
Bunları hatırlamak çoğunuza büyük bir acı veriyor olsa da yine de hatırlayınız onları. Bergman sanat olsun diye yakın çekim çalıştı hep ve böylece seyirciler onun filmlerinde üç veya dört saat boyunca sürekli olarak beyazperdenin tümünü kaplayan kafaların çıkardığı tuhaf seslere bakmak zorunda kaldılar.
Ping pong maçı izlemeye benziyordu onun filmlerine bakmak. Bir o kafa perdeye geliyor sonra başkası beliriveriyor ve bunlar sürekli olarak seksten, aşktan, aldatmaktan bahsediyorlardı. Buna filmde bile dayanmak aşırı derecede zorken, bu tür bir şeyin bir de romanlarda denenmiş olması insanın asabını gerçekten bozuyor.
İsveç'te aşk, seks ve aldatma diye bir toplumsal mesele yok. Bütün bunlar rutin olarak var, herkes kafayı hiç takmadan ve sıkılarak yaşıyor bunları ve büyük ihtimalle de sanatçıların bu konuda neden roman yazıp, neden filmler çekmekte ısrarlı olduklarını dahası bütün bu ısrarların sonuçlarını başka ülkelerdeki insanların okuyup seyretmekte ısrarlı olduklarını da anlayamıyorlar büyük ihtimalle. Ama başta dediğim gibi can sıkıntısı işte, insana her şeyi yaptırabiliyor, her şeyi denetebiliyor.
*
Şimdi bahsi geçen konularda İsveçli bir insanın söyleyecek bir lafı neden olamayacağını size ispat edeceğim. Hem de sözünü ettiğim romandan küçük bir alıntı yaparak yapacağım bunu.
İşte romanın en romantik olma iddiasındaki anı.
Yıl 1897. Stokholm yakınlarındaki bir adada birkaç arkadaş buluşuyor. Bir avukat, bir noter (yeri gelmişken bunu da söylemeliyim, kahramanlarından bir tanesinin mesleğini noter yapmayı da ancak bir İsveçli düşünebilirdi), bir baron, bir ressam, ressamın genç kızı ve Arvid Stjarnblom adlı 22 yaşındaki genç adamdan oluşan bu kalabalık gece boyunca konuşup, şarkılar söylüyorlar.
Ve gayet tabii ki Arvid gecenin bir vaktinde ressamın genç kızıyla gizlice buluşuyor ıssız bir köşede.
Ve genç kız şöyle diyor ona: ‘‘Arvid,acaba seninle ben bir gün kendimize ortak bir küçük dünya yaratabilecek miyiz, ne dersin?’’
Ve Arvid ona şöyle cevap veriyor: ‘‘Olabilir, deneriz.’’
Arvid böyle konuşuyor çünkü İskandinav ülkelerinde romantizm ancak bu tür kelimelerle ifade ediliyor, başka türlüsünü bilmiyorlar.
Başka bir ülkede örneğin İtalya'da filan kadının açtığı konuşmaya erkek Arvid gibi cevap verseydi kadın büyük ihtimalle onu öldürürdü. Elini kana bulamak istemiyorsa da anında onu terk ederdi. Ama romanda bu olmuyor gayet tabii ki ve bir kadının hayatında duyabileceği en anti-romantik kelimelere muhatap olmasına rağmen onunla birlikte oluyor genç kız.
Roman o aşamadan sonra İskandinav arabeski şekline dönüşüyor ve daha da tahammül edilmez hal alıyor. Örneğin Arvid aradan 10 yıl geçtikten sonra ‘‘Acaba başım senin kucağındayken ölmek bana nasip olacak mı ki’’ diye konuşabiliyor, hem de aynı ressamın kızına söyleyebiliyor bunları falan filan.
Neyse konumuz bu roman değil, bu romanın New York gibi bir şehirde nasıl olup da satıldığı üzerine zaten.
Meseleye bu şekilde baktığımızda Mehmet Y. Yılmaz'ın aşk üzerine yazılarını derlediği kitabi İngilizce'ye çevirseler burada kesin olarak bir numara olur ve satış rekorları da kırar. Bu kesindir, bana inanmıyorsanız deneyin de görün bakalım.