21 Mayıs 2002
<B>SABAH </B>uyanır uyanmaz kahve makinesini çalıştırdım. Son derece modası geçmiş, ihtiyarlamış bir makine bu ve yaptığı kahve de korkunç kötü. Ama sesi hoşuma gidiyor onun, fıkır fıkır fıkır, sanki gerçek bir kahve makinesiymiş havalarında çalışıyor ve sabahın köründe insan en azından o sesi dinlerken sonuçta gerçek bir kahve içecekmiş gibi hayal kurma fırsatını buluyor.
Yıllardır da var etrafta o kahve makinesi, son üç yıldır New York'ta beni bekliyordu ve şimdi tekrar kavuşmuşken, daha yeni birbirimize ısınmaya başlarken sadece eskidi diye onu atmam da imkánsız gayet tabii ki.
Brooklyn'de güneş doğdu biraz önce.
Haberlere hızla bakıyorum. ABD'ye terör saldırısı yapılması kesinmiş, hatta nükleer bir saldırı da olabilirmiş bu.
Biraz düşündüm bu haberi okuyunca.
Sonra yanımda durmakta olan köpeğimiz Afet'e dönüp dedim ki: ‘‘Yahu Afet, Yalıkavak'ta yaşıyordun şimdi New York'a geldin. Senin ölümün de bir nükleer saldırıda olursa bu gerçekten komik olur ha, haberin olsun.’’
Böyle dedim ama Afet her zaman olduğu gibi yine gülümsemedi, kendi yaşamında olabilecek kara mizahsal bir olası gelişmenin değerini yeterince bilemedi.
* * *
ANAP karışmış, Ecevit'in yerine kim geçecek, dolar ne olacak, dolar daha artarsa ben burada dilenmek zorunda kalacak mıyım, liderlerin hepsinin hastanede toplanacak olması Türkiye'nin gerçek halini yansıtan güzel bir metafor değil mi, Derviş neden erken seçim diyor hiç durmadan, adamcağız kafayı mı yedi falan filan.
Bunlar da önemli de ama ben bugün çamaşır yıkamak zorundayım ve kişisel düzeyde işlere baktığınızda bu, okuduğum haberlerin hepsinden çok daha stres yaratıcı bir olay bence.
Çamaşır torbasını hazırlayıp yola çıktım.
Çamaşırhaneyi gayet tabii ki Çinliler işletiyor. Red Kit'in döneminden beri bu böyle Amerika'da ve bunun nedenlerini de tam olarak anlamak mümkün değil bence.
Parayı attım makineye ve sonra önemli bir sorunla karşı karşıya kaldım.
Çamaşır suyunun makineye koyulması için üç aşamalı bir işlem yapmak gerekiyor, böyle yazıyordu talimatlarda. Böyle temelde basit bir işlemin bile Amerika'da tek bir aşamada olabilmesi nedense mümkün değil hiçbir zaman.
Ancak makinenin üstünü açtığımda üç ayrı deliğin dikey olarak sıralanmalarına rağmen numara sıralamasının alttan mı yoksa üstten mi başladığına dair hiçbir ipucu yoktu etrafta.
Anladığım kadarıyla bu bilgi makinenin üzerine yazılması gerekmeyecek kadar basit ve ben hariç dünyadaki tüm insanlar tarafından ezbere bilinen bir şeydi.
Arka tarafa yürüdüm ve gözleri dönmüş bir şekilde, son derece hızla ve tavizsiz çamaşır katlamakta olan ve günün 12 saatinde hiç durmadan bu işi yapmak zorunda olan Çinli genç kıza olayı nasıl çözeceğimi sordum.
Aynen şöyle bir cevap aldım:
%///7***333=====+++++++++:...'''''''''''''!!!!!!!!____++++++++++++++++XXXXXXXXXX++++++++++++++++++ééééééééééééé++++++++''''''_=====((((()))))))))))))))))))))&&&&&&&XXXXXXX***********%%%%%%%%%%'''''''''''''''éééééééééé''''''''''''===+++++***33
Duyma sistemimde ani, beklenmedik ve olağanüstü bir arıza yaşamakta olduğum kuşkusuyla sorumu yeniledim.
Bunun üzerine o tekrar konuşmaya başladı:
‰'''''))))))))))(((((((((((%%%%%%%%%%%%%%%%%%%%**************''''''''''''')))))%%%XXXXXXXXXXeeeeWWWWWW*********************ÔHHH+++++++++++++++++++++''''''''''!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!EEEEEEE*********************====????????!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!
* * *
Kendisine teşekkür ettim ve geri döndüm.
Soruyu bir daha yenileyemezdim çünkü kendisini anlamak yeteneğim olmadığı için bana kızmaya başlamıştı bile.
İki kız vardı arkada çalışan ve yüksek sesle Çince konuşmaya başladılar aralarında. Arada bir de bana bakışlar atıyorlardı. Çok öfkelenmişlerdi bir İngilizceyi bile doğru dürüst anlayamadığım için bana.
Ben çamaşır makinesinin yarattığı problemi Türk usulüyle çözdüm bu arada.
Talimatları okumayı tamamen bir kenara bırakarak, tam ortadaki deliğe çamaşır suyunu boşalttım ve makinenin çalışmasının her aşamasında yapılması gereken işlemleri tamamen askıya aldım.
Talimatlara tamamen uyarak işi yapanlarla yüzde 100 aynı sonuç aldım makineden.
Bu Amerika gerçekten de büyük ülke ya! Bir kere birbirleriyle en basit iletişimi kurmaları tamamen imkánsız olan milyonlarca insanı bir arada tutabiliyor.
Bir arada tutmak ne kelime, ayrıca da onların hiçbirinin anlamadığı bir lisanda yazılmış olan bütün talimatlara harfiyen uymalarını da sağlıyor.
Üstelik o talimatların hiçbirinin işe yaramamasına rağmen bunu başarıyor.
Büyük devlet kavramının anlamı bu değilse başka nedir bunun anlamı bilemem yani!
Yazının Devamını Oku 20 Mayıs 2002
<B>‘‘BU belki de çok acımasızca bir karşılaştırma olacak ama... Bilmem hatırlar mısınız bir zamanlar Güney Afrika'da muhalefet yapan insanların boyunlarına yanmakta olan lastikler geçirirlerdi.. Şimdi neredeyse buna benzer biçimde burada da (ABD) eğer bazı şeyleri sorgulamaya başlarsanız sizin de boynunuza ‘vatan sevgisinin' yanan lastiğini boynunuza geçiriverecekleri korkusu yaygınlaştı...
İşte bu korku gazetecileri aslında sormaları gereken soruları sormaktan alıkoyan şeydir.’’
Sevgili okurlar.
Tırnak içindeki sözlerin sahibi Dan Rather.
Amerikan medyasının duayeni. CBS televizyonunun akşam haberlerini efsanevi Walter Cronkite’dan devralmış, onun ekolünde yetişmiş, Amerika'nın en saygın gazetecilerinden bir tanesi bu lafları söyleyen insan.
* * *
11 Eylül olayları yaşandıktan sonra olayın karmaşıklığını çözümleyebilmek için bir dizi yazı yazmıştım.
Yazılar sonuçta komplo teorisi sınırlarına ulaşmaya başladığında da bir süre sonra o konu üzerinde spekülasyon yapmaktan vazgeçmiştim.
Ancak o zamanlar dediğim bir şey vardı.
Amerikan medyası bir süre sonra bu işin üzerine son derece sıkı bir şekilde gitmeye başlayacak, olan biteni sorgulayacak ve bence son derece ilginç bir döneme girilecekti.
Bunun ne zaman olacağını bilmiyordum ama olacağına emindim çünkü yakın Amerika tarihine baktığımızda medya bu tür sınavlardan hep alnının akıyla çıkmış, devleti, otoriteyi sorgulama konusunda dünya basınına ders olacak tavırlar almayı başarmıştı.
Beklediğimden hızla geldi o an.
Dan Rather'in sözleri bir anlamda Amerikan basınına verilen bir start işareti olarak algılanmalıdır.
Önümüzdeki günlerde 11 Eylül ve sonrasının sorgulanması sürecinde çok ama çok ilginç gelişmeler olacağına kesin gözle bakmak lazım artık bu noktadan sonra.
* * *
Yeni gelinen noktayı tanımlamak için çok ilginç bir kavram kullanılıyor Amerika'da.
‘‘Amerikan medyasının artık nihayet bomba sığınaklarından çıkmaya başladığı’’ söyleniyor hem yazılı medyada hem de televizyon ekranlarında.
11 Eylül olaylarının yarattığı terör ve dehşet ortamı nedeniyle Amerikan basını normal sorgulamacı tavrını uzunca bir süre askıya aldı.
Bush yönetimi ‘‘terör’’ kartını her durumda oynadı, sorgulamacı tavrı delmek isteyenler ‘‘terörle mücadele’’ ortamına zarar vermekle suçlanarak, bir anlamda susturuldu.
Bu bizim Türkiye'de alışık olduğumuz ama buna alışık olmayanların ise uzun süre dayanamayacağı bir durum.
Amerikan medyası, Bush yönetiminin ‘‘bombalamalarına’’ karşı uzun süredir sığınaktaydı.
Şimdi sığınaktan çıktılar.
Dan Rather'ın sinirli tepkisi bunun en net ifade edilmiş şeklidir ve dahası geçen hafta sonunda Amerika'da yaşananlar da olup bitecek çok şeyin ilk habercisidirler.
Detaylara girmeye gerek yok, geçen hafta sonunda bir anda Bush yönetiminin aslında 11 eylül saldırısının olacağını önceden bildiği ve buna rağmen yeterli tedbirleri almadığı haberi Amerika medyasında bomba gibi patladı.
Birbiri ardına haberler gelmeye başladı hemen. FBI'nın yazmış olduğu raporlar, CIA'nın saldırı öncesi elinde olan bilgiler, Başkan'a sunulmuş olan raporlar dökülmeye başladı ortaya bir anda.
Bush yönetimi ağır eleştiriler aldı ve çok da sinirli tepki gösterdi olan bitene.
Yine vatanseverlik kartı oynandı ve Dan Rather'in vurguladığı olumsuz sürecin içine çekilmeye çalışıldı insanlar.
* * *
Anlaşılan sancılı bir süreç yaşanacak. Amerikan medyası otoriteyi arada bir yoklayacak, yeni haberler çıkacak, otorite buna tepkiler gösterecek, medya yine bir süre geri çekilecek, ondan sonra aynı süreç tekrar baştan yaşanacak.
Bir tür etki-tepki sürecine girişildi, olan bitenden öyle anlaşılıyor.
Bush yönetimi 11 Eylül'den bu yana medyadan en ağır eleştiriyi aldıktan 48 saat geçmeden basına sızdırılan haberlerde teröristlerin yepyeni bir büyük saldırıya daha hazırlanmakta oldukları, bunun nerede ve ne zaman olacağının bilinmediği ama aynen 11 Eylül öncesinde alınan istihbaratlara benzer istihbaratlar alınmaya başlandığı, yönetimin her türlü gelişmeye hazır olduğu bildirildi.
Pazar günü Amerika gazetelerinin hemen hepsinde bu haber manşetti.
Amerikan yönetiminin Türkiye'de de eylem olabilir yolunda yaptığı çağrı da alındığı söylenen bu istihbarat demetlerinden çıkarılan bir sonuç aslında.
Ben gazetecilik mesleğinin insanda yarattığı bütün mesleki deformasyonları beynimde taşırım.
Bu nedenle de herhangi bir hükümet medya tarafından ağır eleştirildikten daha 48 saat geçmeden o eleştirilerin ertelenmesine yol açabilecek türde yeni bilgiler sızdırıldığında buna gayet tabii ki kuşkuyla bakarım.
Şuna emin olun ki Amerikalı gazeteciler de aynı kuşkuları çok daha yoğun bir şekilde yaşıyorlar ve sığınaklardan da çıkılmış durumda.
İnşallah insanları tekrar sığınaklara çekilmeye zorlayacak yeni bir büyük olay tekrar yaşanmaz da Amerikan demokrasisi yara alma sürecinden daha hızla çıkar.
Yazının Devamını Oku 19 Mayıs 2002
<B>BEN </B>hayatımda hiçbir zaman komplo teorilerine uzun süreli inanç duymayı başaramadım. Ancak yaz sezonu yaklaşırken Amerika'da öyle filmler çıkmaya başladı ki piyasaya, emin olun Hollywood'un insan beynini sıfır noktasına yakınlaştırma amacıyla çalışmak gibi gizli bir görevi olduğuna ben bile inanmaya başladım.
Gerçi kış sezonunda da ‘‘Harry Potter’’, ‘‘Yüzüklerin Efendisi’’ gibi filmler de insandan beyin hücrelerini çalıştırmasını talep eden filmler değillerdi.
Ancak yeni sezonun başlangıcında olup bitenler önümüzdeki günlerde kitlelerin toplu halde beyin sulanması sendromuyla karşı karşıya kalacağının delilleriyle doldu taştı.
‘‘Örümcek Adam’’ filmi müthiş bir fenomen oldu Hollywood'da.
Geçmişteki tüm gişe rekorlarını kırdı ve üç gün içinde 115 milyon dolar topladı.
Tam bu olay konuşulurken şimdi de ondan daha büyük rekorlar kırması beklenen ‘‘Yıldız Savaşları’’nın yeni filmi (The Attack of the Clones) gösterime giriverdi.
O da şimdi hafta sonunda milyonlarca doları toplayacak ve siz bu yazıyı okuduktan birkaç saat sonra da büyük ihtimalle ‘‘Örümcek Adam’’ filminin rekorunun çoktan kırılmış olduğu Amerika'da açıklanacak.
*
Bu yazıyı New York'tan yazıyorum. Şehrin biyografisini bitirmek üzereyim, umuyorum ki çalışmanın sonucunu okurken çok keyif alacaksınız.
İki filmi de hemen görme imkánım var anlayacağınız, ancak ben şu anda bunu yapmayı reddediyorum.
Çekmiyor artık beni ‘‘Yıldız Savaşları’’ veya ‘‘Örümcek Adam’’ gibi filmler.
Gayet tabii ki sadece eğlenmek, iyi vakit geçirmek için film seyredilmesi fikrine karşı değilim.
Tamam eğlenelim de, ancak eğlenirken illa da zihin yaşımızı 12 düzeyine çekmek zorunda kalmayalım istiyorum artık.
Bunun da arada bir yapılmasına karşı değilim ancak zihin yaşının aşağıya çekilmesi talebi süreklilik kazanınca iş can sıkıcı olmaya başlıyor.
Sadece güzel efektler, iyi çekimler, hızlı ve muhteşem sahneler olduğunda filmde, ben eğlenmek yerine hafif bir yorgunluk da duymaya başladım uzun süredir.
İsteyen buna yaşlılık belirtisi diyebilir, ki bence de onun payı var, isteyen de yıllardır bu tür filmlere karşı kaşarlanmış olmanın, bu filmlere doymuş olmanın bir sonucu olduğunu da söyleyebilir bu tepkimin.
Ben ikincisinin de hayli rolü olduğunu düşünüyorum son tavrımda.
Son ‘‘Yıldız Savaşları’’ filminin ilk filmden daha iyi olmadığı, ‘‘Örümcek Adam’’ filminin de ne bileyim ben , ilk ‘‘Superman’’ filminden daha iyi olmadığı gibi bir önyargı taşıyorum içimde.
Bu konuda çok büyük yanılgı içinde olmadığımı da zaten Amerika'nın önemli film eleştirmenlerinin iki film hakkında yazdıklarından sonra daha da kesin olarak anladım.
*
Böyle filmler yapılmak zorunda çünkü Hollywood'da riskler çok yükseldi.
Düşünebiliyor musunuz, ‘‘Örümcek Adam’’ filminin sadece tanıtımı için film şirketi 50 milyon dolar harcamış sevgili okurlar.
50 milyon dolar sadece reklam için harcanıyor. Bu korkunç bir rakam. Düşünsenize, Türkiye'de bir filmin bütçesi 1 milyon dolara ulaştığında buna ‘‘büyük para yatırılmış film’’ deniliyor ve Türkiye koşullarında da haklılar bunu söyleyenler.
Amerika'da ise bunun 50 misli sadece reklamına gidiyor filmin.
Onun için az insanın anlaması riski olan, yoğun hisleri, fikirleri işleyen, riskli konuları ele alan filmlerin yapılması daha da zorlaştı artık Hollywood'da.
Bu eskiden de zordu zaten, şimdi ise kaybetme risklerinin olağanüstü boyutlara varmasıyla birlikte o tür filmlerin denenmesi tamamen imkánsız oldu bence.
Ve işte bu nedenle de bilet fiyatları bence astronomik olmuş Amerikan sinemalarında.
Biletler artık 10 dolardan satılıyor. İçerde kola, patlamış mısır 5 dolara yakın tutuyor.
Yani anlayacağınız iki çocuklu bir ailenin tek bir sinema ziyareti minimum 50 dolara patlıyor.
Bu orta sınıf Amerikan ailelerine bile ağır gelebilecek bir yük.
Ancak film şirketleri yaptıkları bu filmlerle çocuklara hitap ederek, tüm aileyi zorunlu olarak getirtiyorlar sinemaya.
Amerika'da var olan bilet satış sisteminde bu filmlere belirli yaş altında olanların ebeveynsiz girmeleri yasak. Yani ebeveynler istemeseler de filmlere gelecekler, başka çare yok!
Kötü okul müsamerelerini kendi çocukları da piyeste rol aldığından seyretmek ve bunları sonunda alkışlamak zorunda kalmak gibi bir deney olmalı bu onlar açısından.
Ayrıca çocukların ‘‘Örümcek Adam’’ ve ‘‘Yıldız Savaşları’’ türündeki filmleri yaz boyunca birkaç defa üst üste sinemada seyretme talepleri de olduğu biliniyor
Anlayacağınız film şirketlerinin ve onlarla bağlantılı çalışan oyuncak firmalarının tüm stratejilerinin temelinde çocuklar ve ergenlik yaşındaki gençler yatıyor ve onları tatmin etmeyecek film yapılması da bu yüzden imkánsız olmuş vaziyette.
Bu sürecin dışında kalmak isteyenler ne mi yapacak?
‘‘A Beautiful Mind’’a benzeyen türde bir filmin daha piyasaya sürülmesini sabırla beklemekten başka çare yok gibi gözüküyor şu günlerde...
Yazının Devamını Oku 17 Mayıs 2002
<b>PENTHOUSE </B>dergisinin başı fena belada. Piyasaya sürülen haziran sayısında tenis güzeli Anna Kournikova'nın plajda çekilen çıplak fotoğraflarını yayınladıklarını sanıyordu derginin editörleri.
Ancak aslında o fotoğraftaki kadının Benetton'un sahibi Luciano Benetton'un gelini Judith Soltesz-Benetton olduğu ortaya çıkınca işler fena karıştı.
10 milyon dolarlık tazminat davası açıldı ve davadan önce de zaten mali durumu parlak olmayan Penthouse şimdi kapanma tehlikesi ile karşı karşıya.
* * *
Penthouse'un artık yayınlanmayacak olması beni hiç alakadar etmiyor, çünkü daha 18 yaşımdayken bile Penthouse usulü cinselliğin beni kesmeyeceğini anlayıp Hustler dergisine yatay geçiş yapmıştım.
Dolayısıyla 47 yaşımdayken bir daha artık Penthouse göremeyeceğim diye üzülmemi kimse beklemesin benden.
Zaten 30 yaş civarında Fetish Times gazetesine geçmiştim ama bu çok daha farklı ve uzun bir yazı konusu olmalı bence, kısa atıf yapılarak atlatılabilecek bir mesele değil bu.
Ancak ne var ki Penthouse meselesine girmem gerekiyor, çünkü açılan dava çok ilginç gidiyor sevgili okurlar.
Filmi çekilseydi dava son derece komik bir film olarak piyasaya sürülüp bayağı da ilgi toplardı bence.
Bu bir ‘‘meme’’ davası sonuçta.
Fotoğrafı çeken kişi memeleri karıştırdığını iddia ediyor. Tenis yıldızının memelerinin aynen Benetton'un gelininin memelerine benzediğini söylüyor.
* * *
O böyle iddialarda bulundukça mahkeme de pek bir neşeli hale geliyor , doğal olarak.
Saatler boyunca büyütülmüş meme fotoğrafları birbiri ardına sergileniyor.
Avukatlar fotoğraflardaki memeleri jürinin yakından incelemesini istiyorlar.
Meme uzmanları çağrılıyor salona.
Bu arada davayı açan gelin hanım da mahkemeye geldi ama geldiğine de pişman olmuş olmalı.
Çünkü dünyada kendi memesi hakkında bu kadar çok bilimsel tespit ve çeşitli spekülasyonlar yapılan, avukatların kendi memesi üzerine en çok konuştuğu ilk ve son kadın o olmalı bence.
Aslında olan biten her şey davacının aleyhine de değildi.
Örneğin davaya şahit olarak çağrılan Penthouse dergisinin sahibi Bob Guccione, Soltesz Benetton'un memelerini ‘‘Küçük, çok formda ve katiyen sarkmamışlar’’ diyerek tanımladı mahkeme salonunda.
Onun cümlesindeki üç tanımdan ikisi kadının moralini düzeltebilecek anlamlar içeriyordu ama nedense mahkemeyi pür dikkat izlemekte olan Bayan Benetton bu cümleleri duyduktan sonra bile gülümseyemedi.
* * *
Dava sürerken son derece abuk bir gelişme daha yaşandı.
Bir gezi programı çerçevesinde New York'a gelmiş olan ortaokul öğrencilerine şehirde davaların nasıl görülmekte olduğunu göstermek isteyen öğretmenleri, onları meme davasının görülmekte olduğu salona getirdi.
Hangi davanın görüldüğüne bakmadan sokuverdi çocukları salona.
Bir öğretmenin yapmaması gereken şeyler Top 10 listesinde en azından ilk beşe girebilecek düzeydeki bu hata nedeniyle öğretmen hayli zorlu anlar yaşarken, öğrenciler oldukça eğlendiler, çünkü hiç ummadıkları bir anda büyütülmüş meme fotoğrafları seyretmek gibi en azından geometri dersinden çok daha eğlenceli olduğu iddia edilebilecek bir olay yaşadılar.
Bağımsız kaynaklar öğrencilerin bütün provokasyona rağmen mahkeme süresince sessiz kalabilmelerini Amerika çocuklarında genetik olarak var olan hákim korkusuna bağlıyorlar.
* * *
Bu yazıyı yazarken düşündüm de...
İyi ki erkeklerin plajda tamamen çıplak güneşlenmek gibi bir ádetleri yok.
Düşünsenize Penthouse meme yerine penis fotoğraflarını bassaydı, dava bunun üzerine açılsaydı, davayı açan ‘‘Bu penis benim, başkasının değil’’ diye iddialarda bulunsaydı, mahkeme salonunda meme yerine büyütülmüş penis fotoğrafları birbiri ardına gösterilseydi, salona yanlışlıkla sokulan öğrenciler bu fotoğrafları izlemek zorunda kalsalardı...
Penis uzmanları bilirkişi olarak salona çağrılsalardı.
Jüride ben de olsaydım.
Çok şık olurdu her şey, çok.
Ve bu yazının başlığı da o zaman çok daha parlak, çok daha ilgi çekici olurdu, buna da eminim.
İsterseniz bir düşünün, siz de bana hak vereceksinizdir muhakkak.
Yazının Devamını Oku 16 Mayıs 2002
<B>HÜRRİYET </B>Gazetesi Ankara Temsilcisi <B>Sedat Ergin'</B>in Türkiye'nin ve belki de dünyanın en ciddi insanlarından olduğunu tahmin ediyorum ki bilmeyen kalmamıştır.
Bunun böyle bilinmesi doğaldır çünkü kaçınılmaz olarak herkes onu yazılarından tanımıştır.
Şimdi böyle dediğim için hemen hakkımda söylentiler, dedikodular çıkarıp, Serdar Turgut bir üst düzey yöneticisi hakkında gerçek yaşamında gayri ciddidir suçlamasında bulundu diye homurdanmaya başlamayın.
Ancak bunu bizim genel yayın yönetmeni de yazdı. Dedi ki: ‘‘Siz Serdar'ın yazılarına bakmayın, o gerçek yaşamında aşırı derecede sıkıcı bir insandır, oysa Sedat keyifli bir insandır.’’
Böyle yazdı üst düzey yöneticilerin en üstü olan genel yayın yönetmenim ve hayat hakkında bir gerçeği daha doğru tespit etmiş oldu.
Ha, bir de Sedat'ın belki de dünyanın en ciddi insanlarından biri olduğu yolundaki görüşümü sakın ha abarttığımı da sanmayın.
Bu da doğrudur. O yıllar önce Hürriyet'in Washington temsilciliğine atandı.
Orada göreve başladıktan kısa süre sonra Amerikalılar kendi ülkeleri ile Türkiye arasında o zamana kadar katiyen farkında olmadıkları, hatta Amerikan yönetiminde tek bir insanın bile bilmediği gizemli sorunların var olduğunu ilk kez Sedat Ergin'den öğrendiler.
Bugün Washington'da Türkiye ile ilgili devlet birimlerinin hálá daha büyük bir dağınıklık içinde bulunması Sedat'ın yüzündendir. Oradayken onlara öyle şeyler anlattı ki adamcağızlar hálá daha onları 10 yıldır anlamaya çalışıyorlar.
Özet olarak diyeceğim şu ki Sedat uluslararası ciddiyette bir insandır.
* * *
Dün Türk basın tarihinde özel bir gündü sevgili okurlar.
Çünkü dün ilk kez bir yazısında Sedat Ergin'in gerçek yüzünü kenardan köşesinden de olsa görme imkánını bulduk.
Biliyorum şimdi pişmandır olan bitene ve bu diyeceğim belki de onu inanılmaz bir depresyona sürükleyecektir ama Sedat'ın dünkü yazısında ‘‘kara mizah’’ vardı sevgili okurlar.
Bunu istemeden yaptığını, yazdıklarının sonucunu tahmin edemediğini düşünüyorum ben çünkü her yazısından sonra saatler boyunca ‘‘Acaba yazımda gayri ciddi olarak tanımlanabilecek bir cümle ya da kelime var mı’’ diye saatlerce uğraştığını , onları tek tek elediğini de biliyorum.
Dün Başbakan Ecevit'in sıhhat durumu üzerine yazdı Sedat.
Başbakan ona adale tutulmasından başka hastalığının olmadığını, doktoruyla günlerdir yüz yüze görüşmediğini anlattıktan sonra, doktorunun hastalığı konusunda farklı konuştuğunun hatırlatılması üzerine de ‘‘Tabii, değişik yorumlar yapılabilir’’ demiş sevgili okurlar.
Başbakan'ın Sedat Ergin'e verdiği bütün cevaplar saçma da, son aktardığım cümlesi bir saçmalık şaheseri.
Sadece bu cevabından dolayı Türkiye Cumhuriyeti'nin yönetilme işinin kendisinden acilen alınması gerektiğini umarım herkes görüyordur.
Sedat Ergin sonuçta kara mizah dolu olan yazısını yazarken aslında kendisi fazla katkıda bulunmamış, Başbakan ağzını her açtığında dedikleri doğal bir kara mizah unsuru olmuş.
Bu yüzden Ankara temsilcimizin gayri ciddi yazı yazmama konusundaki ısrarlı tutumunun bu yazıyla değiştiğini söylemek de pek doğru değil galiba.
İnsanların ağır kalp ameliyatından sonra iki günde hastaneden çıktıkları bir dünyada, bizim Başbakan kas tutulması nedeniyle günlerdir yatakta yatıyor, doktoruyla görüşmediğini marifetmiş gibi anlatıyor ve sağlığı hakkında doktorunun yaptığı tespiti de ‘‘değişik yorum’’ olarak algılıyor.
Bizim Başbakan'a psikolojik yardım gerekiyor ama Rahşan Hanım psikiyatrları da eve almayacağından bundan da mahrum kalıyor adamcağız.
Bu arada DSP milletvekillerinden Ahmet Tan, Ecevit sonrasında kimin başbakan olacağına Ecevit'in değil partinin karar vereceğini yazdı.
‘‘Bizde veliaht tayini olmaz’’ dedi bir anlamda.
Sevgili Tan da partisini tanımıyor. Allah gecinden versin ama Ecevit bugün vefat etse, DSP grubu toplanır ve kimin lider olacağını öğrenmek için onun vasiyetinin açılmasını bekler.
Vasiyetin açılması birkaç yıl sürse de bekler, öyle bir vasiyetin olmadığı anlaşılsa da saygısızlık olmasın diye beklemesini sürdürür.
Böyle bir parti bu DSP. Ecevit de böyle bir lider ve bu arada da olan Türkiye'ye oluyor ama tabii bu da öyle fazla ciddiye alınmayacak kadar detay bir sorun, değil mi ama?
Yazının Devamını Oku 15 Mayıs 2002
<B>AKÜN </B>Sineması'nın kapatılmasından sonra onunla aramdaki her türlü hissi bağı yeniden gözden geçirmek zorunda olduğum Ankara'da <B>‘‘Ecevit sonrası’’ </B>senaryoları tartışılıyormuş. Aslında ‘‘Ecevit sonrası’’ kelimeleri birlikte kullanıldığında son derece net bir oxymoron örneğidir, yani yan yana kullanıldığında anlamı olmayan iki kelime kategorisinin minik bir şaheseridir.
Çünkü Sayın Ecevit çok uzunca bir süredir yoktu zaten ve halihazırda olmayan bir insanın sonrasının tartışılması da temelde abuk bir şeydir.
Ancak Ankara bu işte. Abuk olan ne varsa hayatta onu ciddiye alıp tartışan insanların şehridir orası ve üstelik de böyle bir yerde yakında Akün Sineması da kapanacak.
Olacak iş değil yani.
* * *
Olsun, abuk mabuk, bizim başkent Ankara işte ve orada tartışılan şeyleri ne kadar anlamsız bulsak da sonuçta kulak tıkayamayız her şeye.
Bir vatandaş olarak oradaki tartışmalara katkıda bulunmak hepimizin görevi olmalı.
Ben de bugün sınırlı sorumlu bir vatandaş olarak Ankara'da halen tartışılmakta olan Ecevit sonrası senaryolara katkıda bulunmak, kim başbakan olabilir sorusuna bir cevap arayışına ucundan yanından yardımcı olmak istiyorum.
İşte ‘‘Ecevit sonrası’’ olabilecekler, kimlerin başbakan olabileceği konusunda benim düşüncelerim.
HÜSAMETTİN ÖZKAN: Eğer Ecevit sonrasında ‘‘yeni’’ bir başbakan adayı aranıyorsa, Hüsamettin Özkan'ın başbakan olabilmesi Aristo mantığı gereği mümkün değildir. Çünkü Hüsam koltuğa oturursa biz sade vatandaşlar açısından onun başbakanlığı resmen devralmasında ‘‘yeni’’ olan tarafın ne olduğunu anlamakta oldukça zorlanacağız ve kafamız karışacak. Türklerin kafası zaten had safhada karışık, o nedenle o kafalarla daha fazla oynamamak lazım. Dolayısıyla herkese çok mantıki gelen çözüm bence sakıncalı.
* * *
KEMAL DERVİŞ: İyi adam hoş adam ama oğlunun nişanlanması olayını ciddiye alacak, ciddiye almayı bırakın nişana fiilen gidip orada resim çektirecek kadar Türk insanını tanımaktan uzak bir insan. Eğer illa da siyaset dışından bir başbakan adayı aranıyorsa bence Derviş yerine Yasemin Kozanoğlu'nun babası başbakan olsun. Çünkü o Türk insanını öyle iyi tanıyor ki kızının nişan törenine bile bunu ciddiye almayarak katılmadı ve sonunda haklı da çıktı. Bu Derviş biraz saf ya!. Yani o başbakan olursa önüne gelen onu kandırır, yemin ediyorum işler çığırından çıkar birkaç gün içinde.
* * *
İSMAİL CEM: Yeteri derecede ve hatta haddinden fazla devlet tecrübesi var. Ancak başbakan olamaz çünkü Yunan meslektaşı Yorgo'nun kalbini kırmaktan çekinir. Yorgo şu aralar heyecan içinde yaz mevsiminin tam gelmesini bekliyor. O Türkiye'ye gelecek, Bodrum, Marmaris dolaşacak, sonra bizimki Yunan adalarına gidecek, danslar edilecek, yemekler yenilecek. Dolayısıyla İsmail Cem'in kısa vadede, en azından turizm mevsimi bitene kadar keyfinden feragat edip başbakan olması mümkün değildir.
* * *
RAUF DENKTAŞ: Dünyanın en tecrübeli en yetenekli lideri. Çünkü yıllardır gerçekte var olmayan, ekonomisi olmayan, dünyada kimse tarafından önem verilmeyen, hatta yakında nüfusu da kalmayacak bir ülkeyi başarı ile yönetti. Orada başarı kazanan bir insanın Türkiye'de harikalar yaratması doğaldır çünkü evet Türkiye'nin de ekonomisi yok, dünyada da fazla ciddiye alınmıyor ama en azından biz gerçekte varız, nüfusumuz da var, hatta haddinden fazla var ve Denktaş Bey'e hayatında bir kez olsun gerçekte var olan bir ülkeyi yönetme fırsatı verildiğinde onun işe hırsla sarılacağından kimsenin kuşkusu olmamalıdır.
* * *
STEPHEN HAWKİNG: Kendi açıklamalarına göre ünlü bilim adamı insanlarla iletişim kurabilme konusundaki son becerilerini de kaybetmek üzereymiş. Bu açıklaması üzerine ben onun Türkiye'yi yönetmekte en başarılı olacak başbakan adayı olduğunu düşünmeye başladım. Ecevit sonrası doğacak boşluğu bence en iyi bu tür bir insan doldurabilir. Eğer bu önerim kabul görürse devlet mekanizmasının işleyişi de kolaylaşmış olacaktır çünkü bugüne kadar şöyle ya da böyle Ecevit en azından Hüsam ile komünikasyon girişiminde bulunarak işlere müdahale etmeye çalışıyordu. Eğer göreve Hawking atanırsa bu tatsız müdahale girişimlerine bir son verilerek devlet çarkının aksamadan işlemesinin yolu da sonunda açılmış olacak.
Yazının Devamını Oku 14 Mayıs 2002
<B>TAM </B>da operaya yakışan bir dizi olay yaşandı New York'ta geçen çarşamba gününden bu yana. <B>Luciano Pavarotti,</B> Metropolitan Operası'nda son konserini verecekti o akşam. Jübilesi olacaktı bu konser onun.
Gayet tabii ki ilgi de hayli fazlaydı geceye. Biletlerin bir bölümü 1500 dolardan satılmıştı ve şehirde heyecanlı bir bekleyiş vardı.
Ancak perdenin açılışına 90 dakika kala Pavarotti o gece sahneye çıkamayacağını açıkladı. Menajeri, sanatçının soğuk almış olduğunu ve sahneye o haliyle çıkmasının imkánsızlığını bildirdi son anda herkese.
* * *
Büyük bir hayal kırıklığı yaşandı doğal olarak.
Ve şehirde hemen inanılmaz bir dedikodu ortamı oluştu.
Sanatçının 11 Mayıs Cumartesi günü de sahne alacağı açıklanmıştı önceden ama çarşamba performansı iptal edilince cumartesi çıkıp çıkamayacağı da spekülasyon konusu oldu.
Büyük çoğunluğun beklentisi, sanatçının büyük bir final yapma fırsatını ne yapıp edip kaçırmayacağı ve cumartesi akşamı Metropolitan konserine mutlaka çıkacağı doğrultusundaydı.
O konserin de biletleri yok sattı. Dışarıya ekranlar konularak, bilet bulamayanların bu tarihi olayı kaçırmamaları için tedbirler alındı.
Konser gecesi herkesin beklentisi doruğa ulaşmıştı.
Gelen bilgiler Pavarotti'nin sahne alacağı yolundaydı.
Ancak konsere bir saat kala sahneye Metropolitan Operası'nın genel yönetmeni Joseph Volpe çıktı.
Koskoca operada bir anda hayal kırıklığının kolektif sesi yükseldi.
Bay Volpe, saat 20.00'de başlaması gereken gösteri yaklaşırken Pavarotti'nin ilk önce saat 17.15'te sahneye çıkacağını bildirdiğini, ancak oyuna tam 50 dakika kala saat 19.10'da fikrini değiştirdiğini ve çıkmayacağını söylediğini anlattı izleyicilere.
‘‘Hiç olmazsa opera binasına gel, sahneye çık ve seyircilerden kendin özür dile’’ önerisini ise Pavarottti'nin ‘‘Bunu yapamam’’ diyerek geri çevirdiğini de anlattı.
Volpe sahnedeki konuşmasını, ‘‘Bu, harika bir meslek yaşamını noktalamak açısından hiç de hoş olmayan bir gelişme oldu’’ diyerek noktaladı.
Sahneden indi, ışıklar karardı ve perde açıldı.
* * *
Perde açıldıktan sonra olanları anlamak için bir gün öncesine, cuma gününe dönmemiz gerekiyor.
Pavarotti'nin cumartesi günü de sahneye çıkmaması ihtimaline karşı, genç tenor Salvatore Licitra, cuma günü apar topar İtalya'dan getirtildi.
33 yaşındaki sanatçı, bir kez bile orkestrayla prova yapmadı.
Oyundaki rol arkadaşıyla bile cumartesi günü saat 19.00 civarında tanıştı.
Pavarotti'nin kesin kararı belli olunca ve haydi sahneye komutunu alınca da, tek bir telefon açtı İtalya'ya.
Annesini aradı.
Ve hiç prova yapmadan, bütün opera dünyasının gözü onun üstüne dikilmişken, Pavarotti gibi bir devin yerine son anda geçmişken, büyük stres altındayken, o kadar yorgunken çıktı sahneye.
Perde indiğinde Metropolitan Operası'nı doldurmuş olan kalabalık ayaklardaydı. Opera dünyası onu alkışlıyordu.
Olağanüstü bir performans çıkarmıştı Licitra.
Evet sevgili okurlar.
Cumartesi akşamı New York'ta bir star öldü.
Bir büyük star da doğdu.
Oysa Pavarotti hasta olmasına rağmen o gece sahneye çıkıp özür dilese, hasta haliyle kısa bir şarkı söylese, Licitra'yı elinden tutup kendisi sahneye getirse ve eğilip çıksa, her şey ne kadar da farklı olurdu değil mi?
Yazının Devamını Oku 13 Mayıs 2002
<B>YAZI </B>yazarak memleket sorunlarını çözebilmenin mümkün olmadığını ben biliyorum. O yüzden en azından bugün kendi sorunlarım üzerine yazmaya karar verdim.
Aslında kendi sorunlarımı da yazarak çözmem mümkün değil, bu da kesin.
Ama en azından kendi sorunlarım üzerine yazarsam biraz rahatlıyorum.
Memleket meseleleri üzerine yazdığımda ise hem boşa yazdığımı biliyorum, hem de yazarken sinirleniyorum.
Stresim daha da artıyor, ki bu hiç de hoş bir şey değil yani!
* * *
Rana'nın ilginç bir ádeti var.
Hazırladığı salataların yüksekliği her defasında salatanın içinde bulunduğu kaptan daha fazla oluyor.
Yanlış anlamayın, sadece bir defaya özgü bir şey olsaydı bu, bunu burada mesele etmezdim.
Ama birlikteliğimiz boyunca diyelim ki 1000 adet salata hazırladı, bunların istisnasız hepsi içinde bulundukları salata kabından daha yüksekte duruyorlardı.
Şimdi diyeceksiniz ki bunun sende stres yaratan yanı ne olabilir ki!
Sevgili okurlar bizim evde işbölümleri var.
Son derece adil bir dağılım yapmış durumdayız bu konuda.
İşlerin makul olanlarını Rana üstleniyor, makullükten en uzak, en abuk, ne bileyim ben, şimdi yazarken sinirlendim yine işte, aralarında en acımasız olanlarını da ben üstleniyorum.
Örneğin yazının gidişatından anlamışsınızdır Rana salata yapma işini üstlenmiş durumda.
Ama bunu karıştırma işini de bana verdi yıllardır.
Ve ben yıllardır, sanki üzerimde yeterli düzeyde başka stres yokmuş gibi, başka belaya ihtiyacım varmış gibi, üstüne üstlük bir de içinde bulunduğu kaptan daha yüksekte duran salataları DÖKMEDEN karıştırmaya çalışmak gibi inanılmaz derecede imkánsız bir işe soyundurulmuş durumdayım.
* * *
Bunu nasıl olup da başarıyor ya, anlamıyorum?
İlk başlarda evdeki salata kabının küçük olduğunu söyleyerek oyaladı beni.
Sonra yıllar geçtikçe baktım ki İstanbul, Ankara, Bodrum, İzmir ve New York'ta Rana'nın salatalarını rahatlıkla alacak derecede büyük bir kap bulunamıyor.
Satın aldığımız kap ne kadar büyürse büyüsün içinde duran salata ondan daha yükseğe çıkınca bu işin içinde bir kötü niyet olması ihtimali de aklıma gelmedi değil.
Ancak artık iş işten geçti, bu işin tedbiri 10 yıl önce alınmalıydı, bu saatten sonra olaya getirebileceğim yeni bir boyut yok ve bu yüzden de hemen her gece imkánsız işe girişerek o salatayı karıştırmaya soyunuyorum
* * *
Meseleyi asıl sinir bozucu yapan nokta, karıştırma esnasında yere dökülen her bir parçayı Rana'nın önemli bir mesele haline getirmesinde yatıyor.
Bir insanın makul çözümü olmayan bir meseleyi kendi başına yaratıp sonra da bir başkasından bu konuda makul çözüm beklemesi, doğal olarak da makul çözüm gelmeyince bunu eleştiri konusu yapması dünyadaki ve belki de kainattaki en sinir bozucu şey yemin ediyorum.
Salatayı dökmeden karıştırma konusunda her türlü yöntemi denedim.
Hatta bugüne kadar keşfedilmemiş birkaç yeni sistem bile geliştirdim.
Ama nafile.
Bir keresinde evden gizlice çıkıp daha büyük bir salata kabı satın aldım, eve geldim salatayı onun içine aktardım ve karıştırdım.
Telefon geldi, konuştum birkaç dakika, mutfağa döndüğümdeyse salata yine kabından daha yüksekte duruyordu.
Rana, kabından daha alçakta duran salatalara alışık olmadığından, dayanamayıp yediğimi zannederek, yeni kaptaki salataya eklemeler yapmıştı ve bunu tekrar karıştırmamı istedi.
İlahi kısırdöngü tekrar başladı.
Uzun zamandır salata döküldü diye maraza çıkmasın diye gizlice salatanın fazla bölümünü yiyorum karıştırmadan önce.
Dünyada ineklerden daha fazla otlamayı başaran tek ve son insan benim bunu da bilin.
Zorunlu rejim yapıyorsun, iyi oluyordur diyenlere de bir çift sözüm olacak ve bu sözle yazımı noktalayacağım.
Otlayarak zayıflanır mı be, siz hiç zayıf ineğe rastladınız mı hayatınızda ki!
Yazının Devamını Oku