25 Temmuz 2002
<B>GECE </B>uykusundaki 300 kişinin damdan düştüğü, bir günde 15 kişinin aynı kasabada boğulduğu, boğulanlardan bir tanesinin aynı gün içinde tam dört kez boğulmaktan kurtarıldıktan sonra kendisini kurtaranları, <B>‘‘Ne müdahale ediyorsunuz be’’ </B>diye dövüp tekrar denize girerek beşinci girişiminde ölmeyi başardığı ve ANAP'ın seçim ilan edildikten sonra 14 ayrı konuda kanun değişikliği içeren paketi Meclis'e getirmeye kalkıştığı canım Türkiyem'e hoş geldiniz sevgili okurlar. Yok, yanlış yapmıyorum; yukarıda anlattığım olayların hepsi eşit abukluk düzeyinde olduğu için onları bir cümle içinde kullandım.
ANAP o cümle içinde hak ettiği için var yani.
Şu işe baksanıza: Nüfusun yüzde 60'ı açlık sınırına düşürülmüş.
Son bir buçuk yılda neredeyse bir buçuk milyon insan daha işsiz kalmış.
İşi olanların geliri sürekli olarak düşmüş. Herkes korku içinde.
Üretim sıfır noktasına getirilmiş, tarım ölmüş.
Ülkenin iş güç sahibi insanlarının büyük bölümü ‘‘fırsat bulsam da memleketten kaçsam’’ diye bekler hale getirilmiş.
Tek bir anne ve baba bile çocuğuna nasıl bir ülke bırakacağını bilemez ruh haline itilmiş.
Ve bütün bunlar olurken hükümetin ortağı olarak orada duran, bütün bu olayları, sanki kendisini ilgilendirmezmiş gibi seyreden ANAP, aklı sözde şimdi başına gelerek 14 önemli kanunda değişiklikle karşımıza utanmadan çıkabiliyor.
Enkaz haline getirmeye aktif olarak yardımcı oldukları vatanımızın bu haliyle Avrupa Birliği'ne alınabileceği yalanını da utanmadan söyleyebiliyor.
Bu arada seçim tarihi neredeyse resmileşmiş, şimdi akıllarına yeni gelmiş gibi, Seçim Kanunu ve Siyasi Partiler Yasası'nda değişiklikler yapalım diye de konuşuyorlar Ankara'da.
Sevgili okurlar, bütün bu olan biten aslında bizlere birer hakaretten başka bir şey değildir.
Bu siyasetçi olduğunu iddia eden insanlar, kaybedilmiş yıllarımızın hesabını bu çadır tiyatrolarında bile ıslıkla yuhalanacak düzeydeki son manevralarıyla sormamızı unutturacaklarını düşünüyorlarsa yanılıyorlar.
* * *
Bu Meclis'ten artık yasa filan çıkmaz, çıkmamalıdır da. Eğer ortalıkta biraz daha kaldıysa ahlaki tavır bunu gerektirmektedir
Madem seçim olması üzerinde toplumsal uzlaşma var, biraz daha beklenecek, başka çare yok.
Kimse şimdilerde ortaya çıkıp da ‘‘her kanun önerisinin seçim olmadan yasalaşması gerekir’’ diye demeçler filan vermeye kalkışmasın.
Bunca yıldır nerelerdeydiniz de şimdi aklınıza geldi? Yıllar akıp giderken ortalarda yoktunuz, üç ay daha olmasanız ne fark edecek ki?
Millete söz hakkı verdiğinizi iddia ediyorsanız, bekleyin oylar sayılsın, irade belli olsun, yeni Meclis'te kanunlar görüşülsün.
Yok ama bunlar cin ya, çok akıllılar ya, şimdi kanunlar çıkmazsa seçim de olamaz manevralarına filan girmeye çalışacaklar büyük ihtimalle.
Böyle bir şeyi bile yiyeceğimizi düşünüyorlar, bizimle ilgili fikirleri o kadar düşük yani.
Hepsi korkuyor aslında seçimden.
Hak etmedikleri kadar iyi emeklilik paraları alacaklar ama yine de korkuyorlar.
Zorunlu emekli olacaklar bunu biliyorlar. Millet onlara el sallayacak, kaybolan yılların, mahvedilen yaşamların hesabını yine de medeni bir şekilde böyle soracak, sonra herkes onları unutmaya çalışacak ki kafamız rahatlasın. Yıllardır tahrip edilmiş olan geleceğimizden arta kalan, kurtarılabilecek yanlar varsa onları kurtarma işine bunları kafamızdan silerek girişelim.
* * *
Bu Meclis'ten artık yasa çıkmamalı dedim ya, aslında isteseler de çıkamayacak gibi zaten.
Çünkü milletvekillerinin aklı başlarında değil, başka bir yerde.
Öyle yasa tasarısı, memleket meselesini filan düşünecek hal kimsede kalmamış.
Baksanıza dün Bakanlar Kurulu toplantısına ara verildi, birçok bakan toplantı bitti diye çekip gitti, Başbakan da gidecekti ama son anda uyarıldı. Toplantının aslında bitmediğini bu uyarıdan sonra anladı ve uyarılmadıkları için gidenleri de telefonla geri çağırdı.
Ülkemizin yönetimi için kararlar alacak organ ancak bu şekilde toplantısına devam edebildi.
Şuna ben eminim. Biraz olsun aile terbiyesi almış olan her insan, bugün Türkiye'de siyaset sahnesinde oynanan bu komedileri mutlaka utanarak izliyordur.
Ve biraz olsun aile terbiyesi olan insanların, bugün artık yaşamlarının önemli bir bölümünü çalan bu insanlara verecek oyları filan da katiyen yoktur.
Ve ben, yapılacak seçimde biraz olsun aile terbiyesi almış olan insanların, tavırlarını net olarak göstereceklerine güveniyorum.
Buna güvenmek zorundayım; çünkü bu ülkede rasyonel bir şeyler olabileceğine inancımı hálá sürdürmemi sağlayan tek nokta bu kaldı artık.
Yok bu olmaz, seçimde tahminlerimin tamamen dışında bir tablo ortaya çıkarsa, o zaman da dört kez boğulma tehlikesi geçirdikten sonra, kendisini kurtaranları dövüp tekrar denize giren ve son girişiminde de ölmeyi başaran insan tipinin bu ülkede çoğunluğu oluşturduğuna ben de inanmaya başlayacağım.
Ben de diyorum; çünkü hayatımızı çalan siyasi partiler, çoğunluğun bu insanlardan oluştuğunu düşünerek rahat davranıyorlar Türkiye'de.
Halkın oylarıyla tekrar intiharı deneyeceklerine eminler.
Haydi ne olursunuz beni haklı çıkarın yahu; gösterin şunlara kapıyı be. Bunu söylerken kendim için bir şey istiyorsam namerdim vallahi.
Yazının Devamını Oku 24 Temmuz 2002
<B>HAYATTAKİ </B>her meseleye sanki bir hükümet koalisyonundan bahsediyormuş gibi yaklaşan insanlardan çok sıkıldım. Hani olası koalisyon modelleri üzerinde düşünürken ‘‘şu olursa bu olmaz, ama bu olursa şu olur’’ diye yazan, sonuçta her türlü olasılığı alt alta sıraladığında da yazısından memnun kalan yazarlar var ya...
İşte onlar gibi bazı insanlar da sadece siyasete değil, hayattaki her olası gelişmeye bu şekilde yaklaştıklarında mutlu olabiliyorlar.
Bir tür ‘‘risk almama’’ stratejisi bu; her yanı memnun etme, çoğunluklara oynama, spontane popülist tavırlarla hayatı geçiştirme çabası.
Ve aslına bakarsanız sonuç itibarıyla da boşuna bir çaba; çünkü aslında hayat kendisine yönelik net tavır alabilen insanların omzunda bir yerlere doğru yürüyüp gidiyor. Uzun dönemde durum böyle yani.
Net tavır alabilenler ana hedefleri belirliyor, diğerleri ise aslında kumda oynuyor, çok laf söyleyip çok konuşuyorlar ama ne yazık ki hayatı son derece sıkıcı yapmaktan başka bir işe de yaramıyorlar.
* * *
Türkiye'de bugün siyasetin ve siyaset üzerine kafa patlatan düşünürlerin büyük bölümünün son derece sıkıcı olmaları da işte bu nedenle bence.
Kimse kendisine ait olan değerlere sahip çıkmıyor; çünkü koalisyon aramaktan yorgun düşen beyinlerin, ‘‘sahiplenilmesi gereken değerleri’’ düşünecek takati kalmamış Türkiye'de.
Siyasetçiler yorgun, ‘‘o da olur bu da, belki ikisi de’’ olabilir diye yazan köşe yazarları yorgun, işin aslına bakarsanız bunlara oy verenler ve okuyanlar da aşırı derecede yorgun Türkiye'de.
Türkiye acayip yorgun ve bu yorgun, vaktinden önce ihtiyarlatılmış cumhuriyette yeni bir seçim ile heyecan yaratılamazsa, işte o zaman işimiz çok zor.
* * *
Aslında bu konuya girmeye hiç niyetli değildim bugün.
Asıl yazmak istediğim konu diyet üzerineydi.
Bugünlerde Batı dünyasında yine ‘‘Doktor Atkins’’in diyeti tartışılıyor.
Atkins insanlara ‘‘Bol bol et yiyin, yağ yiyin, korkmayın hem zayıflarsınız hem de daha sıhhatli olursunuz’’ diyen kişiydi, belki hatırlarsınız.
Malum nedenlerden dolayı da benim en favori diyet uzmanım oydu.
Onun öcü gibi kaçmamızı söylediği unlu yiyecekler, makarnalar, pilavların ise aslında daha iyi bir diyete yol açacağını söyleyen uzmanlar da var gayet tabii ki.
Bu iki görüş yıllardır çarpışıyor ve hálá bir sonuca varılabilmiş değil.
* * *
Bu tür tartışmalarda benim hayata bakış açılarından nefret ettiğim üçüncü kategorideki insanlar da hep yer alıyorlar.
Bunlar bir anda tartışmanın içine balıklama dalıyorlar ve ‘‘Eti de, yağlı yemekleri de, makarnayı da az yiyin ve düzenli spor yapın’’ diyorlar.
Ya, iyi ki söylediniz yahu...
Be kardeşim, bir tarafta adam et yiyin, yağ yiyin diyor, net bir tavır alıyor.
Diğer tarafta adam çıkıp makarna yiyin, pilav yiyin ama yağ yemeyin diyor, yine bir tavır alıyor.
İkisi de insanlara bir yol gösterirken, bazı şeyleri yasaklarken, en azından mutlu olmamız için yol da gösteriyor.
Üçüncü yolu seçenler ise her şeyi kısıtlıyorlar, hayatta hiç keyfe yer yok onların düşüncelerinde. Üstelik bir de acı çekmemizin (spor yaparak) kendimiz için iyi olacağını iddia ediyorlar.
Diyet dünyasının sosyal demokratları veya liberal-sosyal sentezcileri bunlar. Bunlardan insana hayırlı hiçbir iş gelmez, yemin ediyorum.
* * *
Ben hayatta radikal düşünmeyi seven bir insanım. Onun için bu memlekette demokrasinin işlemeyeceğine ve memleketin ‘‘siyaset üstü’’ bir yönetim tarafından idare edilmesinin çok daha iyi olacağına samimi bir şekilde inanıyorum.
Diyet konusunda da tavrım bu şekilde oldu.
Üçüncü yollar bana göre değil, zaten hayatta hiçbir zaman sosyal demokrat olmadım ve bununla da gurur duyuyorum.
İki uç görüşteki diyet önerilerini bir süre inceledikten sonra şu şekilde bir karar aldım.
Karbonhidrat diyetiyle zayıflanacağını düşünenler ile et ve yağ yiyerek zayıflanacağını düşünenler arasında üçüncü bir aşırı yol bulmam gerekiyordu.
Siyasetteki teknokratlar hükümeti formülünün diyetlere uygulanması gibi bir şey olmalıydı bu.
Uzun derin düşüncelerden sonra dáhiyane çözümü buldum.
Bundan böyle artık sürekli olarak üzerinde bol sucuk bulunan pizza yiyerek yaşamımı sürdüreceğim. Bol sucuklu pizza, her iki tavırlı diyetin en hoş yanlarını içeren ve aslında bir sentez gibi gözükse de hayat hakkında son derece ciddi radikal tavır içeren üçüncü bir aşırı çözümdür.
Bu yeni diyetle yakında hızla zayıflamaya başlayacağıma eminim.
Yazının Devamını Oku 23 Temmuz 2002
<B>BEŞ</B> dakika önce yarısını yazmış olduğum yazımı bilgisayarın çöpüne attım. O yazımın başlığı ‘‘Bir dünya rekorunu daha kırdık’’tı.
Şile'de bir gün içinde tam 15 kişinin ayrı olaylarda boğulması bana bir daha kırılması kolay olmayan yeni bir dünya rekoru olarak gelmişti.
Meseleyi bu şekilde saptadıktan sonra, kendimden son derece emin bir şekilde tam gaza gelmiş yazıyordum ki bu tür durumlarda en olmaması gereken şey oldu, Doğan Haber Ajansı Genel Müdürü Uğur Cebeci beni aradı.
Uğur kaşarlanmış gazetecidir, polis muhabirliğinden gelmiştir, bu teşhisime kimse katılmamakla birlikte bana göre elinde vesika taşımayan gayriresmi delidir de.
Ona göre hayatta olabilecek en olağanüstü şeyler bile normaldir.
Yıllardır canım Anadolu'dan akan öylesine tuhaf haberlerle boğuşup durdu ki bence artık son yıllarda minimuma zaten inmiş olan hisleri de bütün bu haber saldırısına dayanamayıp intihar etti, Uğur tamamen hissizleşti.
Gelinen noktada ‘‘Yarın hava az bulutlu ve 32 derece olacak’’ haberi ile ‘‘Dün bilmem ne kasabasında deliren bir emekli karısını, gelinini, oğullarını sonra da 7 torununu sırasıyla doğradıktan sonra İstanbul'a doğru hareket edecek otobüse binmek üzereyken son anda tutuklandı. Polisin ‘Her şey tamam da İstanbul'da ne işin vardı ki' sorusuna da ‘Hürriyet'in genel yayın yönetmeni oldum, görevi teslim almaya gidiyorum' diye cevap verdi’’ şeklindeki bir haber Uğur üzerinde eşit duygusal hisler yapmaktadır.
Bu iki tür haber arasında nüanslar olduğunu katiyen algılamamakta, her iki türe de eşit derecede soğukkanlılıkla yaklaşmaktadır.
* * *
Sonra sabah sabah çekilmesi mümkün olmayan ve hatta hiçbir saatte bile bir insanın muhatap edilmemesi gereken bilimsel açıklamalar da yaptı konuyla ilgili olarak.
Daha önce Şile'de bir günde 23 kişinin boğulması olayı da olmuş, öyle dedi bana.
Peki o zaman 23 kişinin boğulduğu o gün dünya rekoru olarak ilan edilsin ne yapayım yani?
Neymiş efendim Şile'de denizde üç-dört metre gidince kum aniden içine çekmeye başlıyormuş insanları, dolayısıyla bu kadar fazla ölüm olmasının bilimsel temeli de varmış.
Madem öyle orayı bataklık ilan edip denize girmeyi yasaklasınlar diye düşündüm içimden ama bu fikrimi Uğur'a açmadım çünkü bununla ilgili de bir hatırası vardır mutlaka, onu da bana anlatıp yazımı yine bozmaya kalkışmasını istemedim.
Bu meseleyi burada keseceğim. Ancak şunu söylemeliyim: Bu Şile denizine birilerinin müdahale etmesi gerekiyor.
Yoksa o ilçede boğularak ölen insanların toplamı yakında Çanakkale Savaşı'nda şehit olan asker sayısını toplamını geçecek.
Ha, ben o günü bekleyip dünya rekorumuzu ilan etseydim de Uğur'un bu rekorun fazla önemli olmadığını açıklayacak teorileri de mutlaka olurdu, bunu da biliyorum ama yine de böyle bir şeye girişirdim yani.
* * *
Ben Türkiye'yi gerçekten tanımıyorum galiba.
Bir günde küçük bir ilçede olabilecek toplam boğulma olaylarının maksimum kapasitesi konusundaki tavrımdan da belli oluyor Türkiye'yi tanımamakta olduğum.
Seçimlerle ilgili tavrımda da görülüyormuş bu yurdum insanını anlamama yanlışlığım.
Genel yayın yönetmeni başta olmak üzere birçok insan benimle ilgili olarak bu fikirde.
Özellikle genel yayın yönetmeni bu konuda çok acımasız.
Geçen akşam benim entelektüel tahmin yeteneğimle ilgili olarak bence altın vuruşunu yaptı
Artık bana telefon açmadan önce hakkımdaki sicil dosyasını da önüne getirtiyor galiba, çünkü konuyla ilgili son konuşmamızda benim geçen seçimde de ÖDP'nin oy patlaması yapacağını tahmin ettiğimi hatırlattı.
Acı bir hatıramı bana hatırlatarak canımı hakikaten yaktı.
Ve bu seçimle ilgili tavrımın da baştan aşağıya yanlış olduğunu anlattı bana.
Haklı da olabilir, çünkü bir günde 23 sonra da 15 ölü bırakılan bir denize hálá daha girmekte ısrarlı olan insanlar topluluğu önümüzdeki seçimde bunca yıldır kendilerini kabak gibi oyan insanlara tekrar oy verebilirler de yani.
Bu hep böyle oldu, ben olayın tekrar etmeyeceğini düşündüğüm her defasında da aynı şey tekrarlandı.
Bu kez de aynı şeyin olmaması için herhangi bir mantıki neden gözükmüyor ortalıklarda işin kötüsü.
İsmail Cem ‘‘Bugüne kadar yaptıklarımız bundan sonra yapacaklarımızın teminatıdır’’ diyor, ben bu lafı duyunca acaba güleyim mi yoksa yarına mı bırakayım diye düşünüyorum ama anladığım kadarıyla bu sözler de onun büyük bir devlet adamı olduğu yolunda bir kanıt olarak algılanabiliyor.
Genel yayın yönetmeniyle sohbetimizde ‘‘Gelin bir iddiaya girelim seçim sonuçlarıyla ilgili. Ben kaybedersem ben, siz kaybederseniz siz Şile'de yüzmeye gidecek tamam mı’’ dedim ama buna yanaşmadı.
Güya beni denize şehit vermek istemiyormuş, kendi tahmininden o kadar emin yani.
Olabilir ama ben seçimin sonucu onun dediği gibi çıkarsa, her halükárda, aramızda bir iddia olmasa da Şile'de yüzmeye gideceğim, çünkü o şekilde oy verdikleri takdirde bu halka daha fazla tahammül edebilmem artık mümkün olmayacak.
Bunu bilin de...
Yazının Devamını Oku 22 Temmuz 2002
<B>DOĞAL </B>olarak siyaset üzerine yazılan yazılar arttı basında. Kamuoyu araştırmaları da birbiri ardına gelmeye başladı gayet tabii ki. Senaryolar var birçok. Şu olursa bu olur, bunlar bir arada olursa şu olmaz ama bu olur diyen zihin jimnastikleri bunlar, çoğunun bir anlamı da yok ama olsun, okurken heyecanlı oluyor.
Eminim yazanı da heyecanlandırıyordur bunlar kaleme alınırken.
Bu arada birtakım laflar da ortaya çıkmaya başladı. O parti ‘‘merkez sağ’’mış, bu parti ‘‘sosyal demokrat’’mış, onlar ‘‘sol’’muş falan filan diye. Onlara neden öyle isimler verildiği de meçhul ama insanlar ısrarlı ‘‘sağ’’, ‘‘sol’’ diye adlandırmakta bunları. Bir zamanlar bu konularda kriterler netti.
Kimin ‘‘sağ’’ kimin ‘‘sol’’ olduğu konusunda fazla tartışma çıkmazdı, otomatikman bilirdiniz kimin nerede durduğunu. Şimdilerde ise meseleler oldukça muğlak. Örneğin ben DSP'nin mi faşist yoksa MHP'nin mi sosyal demokrat olduğunu, iki partinin nerede birleşip ayrıldığını bile henüz net olarak çıkarabilmiş değilim.
ANAP gibi amorf şeylerin ne olduğunu düşünmeye bile çalışmıyorum çünkü anlamsızlığa ad vermenin kolay olmadığını da biliyorum.
***
Durum böyle de, bizim partilerin de işi çok zor aslında sevgili okurlar. Düşünsenize, bazı insanlar siyasi partiler kurmuşlar, tabelaları var, canım Anadolu'ma yayılmışlar, örgütleri falan da var. Ve bizlerin, yani seçmenlerin bunlara bakıp da aralarından bir tanesini seçmemiz gerektiği belirtiliyor bu sistemde. İyi güzel de neye bakıp seçim yapacağız.
Bir ülke düşünün ki:
1- ‘‘Sınıf’’ kavramı konuşulamaz, konuşulsa da kimse anlamaz.
2- Ekonomi politikaları tartışılamaz çünkü sadece tek bir model olduğu konusunda hemfikirdir herkes, alternatif denendiği takdirde ülke batacak denilmektedir.
3- Dini meseleler tartışılamaz.
4- Kemalizm tartışılamaz.
5- Bunun dışında kalan bazı konular aslında belki tartışılabilirdi ama bunlar da ‘‘devlet politikası’’ tanımının içine girer, dolayısıyla da tartışılmalarında bir fayda yoktur çünkü bir şey değişmeyecektir.
Eh, durum böyle olunca da bir bakmışsınız ki hemen herkes aynı şeyi söylemeye başlamış etrafta. Üzerinde konuşulabilecek, yukarıdakilerin dışında arta kalmış ‘‘zararsız’’ konuların üzerine bir bakmışınız ki herkes atlamış, herkes sahiplenmiş onları ve herkes aslında aynı şeyleri söylemeye başlamış.
***
Ne yapsın ki siyasi partiler?
Tartışma denilen şey aslında fiilen yasak Türkiye'de, zaman zaman gazete köşelerinde anlamlı olabilecek laflar ortaya atılıyor atılmasına ama yıllardır yaşananlardan sonra toplumda gazetecinin de prestiji pek kalmadığından onların da arada bir söylediği doğru lafı kimsenin dinlediği yok zaten.
Böyle bir ortamda, konuların tartışılmadığı bir ülkede herkesin bir anlamda çaresizlikten ‘‘çoğunluğa’’ oynaması kaçınılmazdır. Çünkü ‘‘çoğunluk’’ amorf bir kavramdır, tanımlanması hem acayip kolaydır hem de o tanımın hiçbir anlamı yoktur.
‘‘Çoğunluğu’’ toplayacak sloganlar ‘‘Türkiye büyük ülkedir’’, ‘‘Türkiye modern olacaktır’’, ‘‘Refah seviyesi yükselecektir’’ türünden ilk bakışta insana heyecanlı gelen ama Türk'ün Türk'e yalanından başka bir şey olmayan lüzumsuz laflardan ibarettir. O tür lafların heyecanına gelerek hálá daha kararlar vermekte ısrarlı olanlar da kusura bakmasınlar, ya aptaldırlar ya da saf.
‘‘Düşünmenin’’ siyaset söyleminden çıkarıldığı bu ülkede gelinen noktada bu ülkeyi kimin yöneteceğine ‘‘yoksulların öfkesi’’ karar verecek, bu son derece vahim ama kaçınılmaz olan gerçeği artık herkesin görmesi lazım.
Öyle son anlarda manevralar yapıp öfkenin önüne set çekebileceklerini düşünenlere de sormak lazım ‘‘Neredeydin bu saate kadar be kardeşim, onca yoksulluk, onca öfke göze sokula sokula yaratılırken sen bu işin başında değil miydin de şimdi umut olacağını zannediyorsun?’’ diye.
Şunu artık açıkça görmek gerekiyor. Bu memlekette 28 Şubat ile başlayan süreç ne yazık ki ülkenin tahrip olmasıyla sonuçlanmış, haklı duyarlılıklar ile başlatılan süreç belki kimsenin ummadığı noktalara gelmiştir.
Gece kulüplerinde rakıları çektikten sonra 10'uncu Yıl Marşı'nı söyleyerek modern olunacağını zannedenlerin yarattığı iklim Türkiye'yi bozmuştur. Ben bu arkadaşlara bu köşeden açıkça söyledim, sizin istedikleriniz Türkiye'de demokrasi içinde kalınarak yapılamaz, gelin sistemimizi yeniden tanımlayalım, seçimleri askıya alalım, teknokratlara bırakalım sistemi dedim.
Birden herkes demokrat kesiliverdi karşımda. Şimdi de ‘‘demokratlar’’ daha şimdiden seçim yapıldığında ‘‘istenmedik insanlar’’ başa gelecek, ne yapsak ki acep diye konuşmaya başladılar.
Bir de seçim olduktan sonra neler diyebileceklerini bir düşünsenize! Bu memlekette yönetenlerin koymuş olduğu parametreler içinde demokrasinin imkánsız olduğunu hálá daha söylüyorum.
Dürüst olun, gelin bu sistemi yeniden tanımlayalım diyorum, onların isteyip de açıkça söyleyemediklerini rasyonel sonucuna götürüyorum, bana kızıyorlar. Peki öyleyse, illa da demokrasi diyorsanız, ‘‘toplu öfke’’ karar verdi bile, AKP iktidara gelecek buna hazırlanın diyorum, bunu dediğim için de yine bana kızıyorlar.
Ben de ne yapacağımı şaşırmış durumdayım vallahi billahi.
Yazının Devamını Oku 21 Temmuz 2002
<B>KIŞ</B> boyunca Bodrum'daydım ben. Öyle fazla yağmur yağdı ki kışın, etrafta su görmekten artık fenalık gelmeye başlamıştı.
Üstelik havanın Bodrum'da fazla soğumayacağını düşünenler de fena halde yanılıyorlar.
Öylesine insanların kemiğine işleyen bir soğuk vardı ki anlatamam size.
Nem ile birleşen soğuk hava insanın kemikleri üzerinde horon teper gibiydi aylar boyunca.
*
Karanlık ağır basıyor kış boyunca Bodrum'da.
Gerçi merkezde açık kalmakta ısrarlı olan ve son iki yıldır da kriz nedeniyle özveride bulunarak kapılarını açık tutan işletmeler var.
Ama şu aralar cıvıl cıvıl olan bir Türkbükü'nü bir Gölköy'ü bir de kış aylarında gelip gezmenizi tavsiye ederim.
İnsan üzerinde etkisi fantastik olabiliyor o ıssızlığın.
Türkbükü'nde kış ayında bir çay içecek yer bile zor bulduğumu hatırlarım.
Gölköy'de yazın sesten rahatsız olanlar var ya, kışın buralarda olabilseler bu kez de sessizlikten çıldırabilirler.
*
Yarımadada herkes bir bekleyiş içindedir kış boyunca.
Bodrum iki buçuk aylık bir turizm mevsimine bağımlı olarak yaşıyor.
Kışın belirgin bir ekonomik faaliyet yok. Daha doğrusu inşaat ve tamirat işleri dışında faaliyet yok, bu yüzden de insanların çoğu haziranın 15'inde okulların kapandığı anı bekliyorlar yarımadada.
Dolayısıyla yaz geldiğinde sesten, gürültüden, kalabalıktan şikáyet edenler var ya, aslında onlar İstanbullular.
Yerleşmiş bir kısmı da Bodrum'a, havasına tabiatına vurulup yaşamlarını orada sürdürme kararını almışlar ama belirli bir egoizmleri de yok değil hani!
Yani artık şu gerçeği kabul etmek gerekiyor: Bodrum belirli aylarda Türkiye'nin eğlence merkezi oluyor.
Tatil merkezi demiyorum dikkat edin çünkü tatil kavramını aşan bir şey söz konusu burada.
Belirli bir yaz kültürü gelişmiş Bodrum'da ve açıkça söylemek gerekirse bunun kimseye bir zararı da yok.
Örneğin ben geçen yıl kıştan yaza geçerken kalabalıkların gelmesini, sesi, müziği çok özlediğimi fark etmiştim.
Bu yıl da yazı Bodrum'da geçirebilseydim aynı şekilde heyecan duyacağıma eminim eğlence yerlerinin öyle bir anda canlanmaya başlamasından.
Çoğuna gitmem de üstelik ama onların orada var olmaları, siz kendinize sessiz mekánlar bulmuşken onların bir yerlerde var gücüyle yaşıyor olduklarını bilmek de çok güzel bir şey.
*
Evet, kışın oradaydım, en güzel mevsim gelirken nisanın sonunda ayrıldım yarımadadan.
Herkes gider Mersin'e ben giderim tersinenin klasiği bu olmalı herhalde.
Çok da özlüyorum Bodrum'u. Kışın sessizliğini, karanlığı, yağmurun kokusunu özleyeceğimi hiç zannetmezdim, bunları yaşarken bıkmıştım onlardan çünkü, ama iş öyle değilmiş, fena halde arıyorum onları şimdi.
Yazın etrafta yaşanan o dinamizmi de arıyorum şu aralar.
Bunlar hep Bodrum'a özgü olan heyecanlar.
Artık memleket neresi diye sorulunca Yalıkavak demeye başladığımdan, orada olan biteni de uzaktan takip etmeye çalışıyorum.
Sevgili dost Bülent Çakıroğlu bizim oralarda Gerişaltı diye tanımlanan ve bence Yalıkavak'ın manzara açısından en süper olan yerinde denizin tam yanında bir yeri açmaya hazırlanıyordu kış ayları boyunca.
Evden fazla uzakta olmadığından sık sık çalışmalar yapılırken gidip de bakmıştım neler yapıyorlar diye.
Oradan güneşin batışını seyretmek harikulade olacaktı, bunu biliyor ve oralarda olamayacağım aylarda o keyfi yakalayacak olan insanları da bayağı kıskanıyordum.
Şimdi dostlardan duyuyorum ki açılmış mekán.
Tirhandil olmuş adı. Bülent'in Çardak restoranttan sonra açtığı Yalıkavak'taki ikinci mekán bu.
Çardak'ın müdavimi çoktur, bunlar arasında ben de vardım, duyduğuma göre Tirhandil de pek güzel olmuş.
Her akşam bir saate kadar canlı yemek müziği varmış, sonra da etraf iyiden iyiye canlanıyormuş.
Çok da iyi bir şarap mönüsü oluşturmuşlar ayrıca.
Bir fırsatını ilk yakaladığımda aynen Yalıkavak'tayım, İstanbul'u filan transit geçeceğim bu da biline.
Tirhandil: Gerişaltı No 70/1
Tel (252) 385 5380
Yazının Devamını Oku 19 Temmuz 2002
<B>1994 </B>yılında Hürriyet Gazetesi'nin Washington temsilcisiydim. Bir gün, o zamanlar sıkça görüşmeye başladığım bir görevliyle buluşmak üzere Pentagon'a gittim.
Biraz erkence gitmiştim, Pentagon'un koridorlarında biraz dolaşayım dedim.
Ve daha sonradan bana belirtildiği üzere, katiyen girmemem gereken bir odaya dalıverdim.
İçerde biraz sonra buluşacağım arkadaş, Talabani ve Barzani'nin Washington temsilcileriyle hummalı bir toplantı halindeydi.
Haritalar filan da açılmıştı ortalara.
Beni görünce hayli bozuldular, ancak hepsini tanıdığımdan ben de bozulmalarını üstüme almadım.
Doğal olarak toplantıları zamansız sona ermişti ama toplantıları devam etsin diye de benim dışarıya çıkmamı beklemezsiniz değil mi?
Ben de hınzırlığıma çıkmadım zaten.
Bu arada yeri gelmişken söyleyeyim, o odada bulunan Iraklı Kürtlerden bir tanesi bugün Kuzey Irak'taki bölgede en üst düzeyde yetkili konumunda.
* * *
Buluşacağım arkadaş ilginç bir insandı. Harold Rhode hayatta gördüğüm en zeki insanlardan bir tanesiydi.
Washington'da ‘‘Intelligence Community’’ diye adlandırılan istihbarat komününün bir parçasıydı o.
Türkiye'de sık sık demeçleri yayınlanan uzman Alan Makovsky de öyledir. O da istihbaratçılar komününün üyelerindendir.
Bunların her ikisi de profesyonel yaşamlarındaki başarılarını Richard Perle'ye, yani Türkiye'de yaygın olarak bilinen nitelendirmesiyle ‘‘Karanlıklar Prensi’’ne borçludurlar.
Harold'un, Clinton döneminde en kızağa çekilmiş anlarında bile Pentagon içindeki etkinliği azalmadı.
Bölgeye ilgisini hep korudu, Türkiye hakkında hep en sıcak bilgilere sahip oldu, hatta halkın nabzını tutmak için arada bir ‘‘sıradan vatandaş’’ olarak ülkemize turistik ziyaretlerde bulundu. Doğudan otobüse bindi, batıya kadar uzun yolculuklar yaptı.
* * *
Harold sonunda Pentagon'da hak ettiği makama oturmuş durumda. Pentagon'un Ortadoğu işlerinden sorumlu yetkilisi oldu o.
Onun müdürü, direkt olarak bağlı olduğu kişiDoug Feith.
Doug Feith, Turgut Özal döneminde Türkiye'nin lobiciliğini yapması için o dönemlerde olağanüstü bir para olan 800 bin doların verildiği kişidir.
Kendisi Richard Perle ile yakın ilişki içindedir ve şu anda da Savunma Bakanlığı'nın üçüncü en önemli yetkilisi durumundadır (Undersecretary of Defense).
Bu insanlar Türkiye'yi gerçekten severler ve burada da alaycı laf etmiyorum. Çoğunun iyi birer Yahudi olarak İsrail'le gönül bağları vardır ama emin olun ki en azından Türkiye sevgileri de bir o kadardır.
Bunun dışında bölgeye yönelik bir planları da mevcuttur. Yıllardır vardır bu plan, yıllardır buna hazırlanmışlardır.
Ve bu plan içinde Irak'tan Saddam'ın düşürülmesi de kesin olarak yer almaktadır.
Bölgedeki Kürtler ile ilgili de bir planları mevcuttur. Bunun ne olduğu konusunu ben bilemem; çünkü başta da dediğim gibi girmemem gereken toplantıya girdiğimde ne yazık ki konuşmalarını yarıda kesmişlerdi, fazla bir şey öğrenemedim açıkçası.
* * *
Yukarıda isimleri geçen arkadaşların da içinde bulunduğu Washington'daki bir grup insan, bu bizdeki ‘‘yeni oluşum’’ denilen şeyden çok ümitliler.
Ancak AKP ile de bağlantıların kopmasını istemiyorlar. Bunu da anladığım kadarıyla yine Türkiye'yi çok iyi tanıyan ve kendine göre seven Marc Grossman'a, yani Dışişleri Bakanlığı'nın üst düzey yetkilisine bırakmış durumdalar.
Bütün bu yakın ilgi ve sevgi, Türkiye için iyi mi olur kötü mü bilemem.
Ama şunu biliyorum ki, eğer siz Paul Wolfowitz'in temaslarından sonra olası bir savaş ertesinde Türkiye'ye ekonomik yardım yapılacağını zannediyorsanız, hayal kırıklığına da hazırlanın.
Çünkü ondan Washington'a gelen mesaj, ‘‘Ne verebiliriz ki, yapacak bir şey yok’’ şeklinde oldu bile.
Zaten şu anda bölge üzerinde çalışmakta olan arkadaşlar da Türkiye'nin maddi karşılığını almadan bile olsa olası bir hareketlenmede ABD'nin yanında yer alacağına eminlermiş gibi davranıyorlar.
Yılların deneyimi sonunda herhalde bildikleri bir şey olmalı ki böyle eminler kendilerinden.
Irak'ı vuracaklar da ancak bunun nedenini nasıl açıklayacaklarına henüz karar veremediler. Bu nedenle ABD Kongresi'nde Irak konusunda yönetimden ‘‘Ne biliyorsan bize de açıkla’’ çağrısı yapıldı dün.
Bu arada televizyonda çeşitli polisiye programlarında ‘‘kötü adam’’ rolünü Iraklı diplomatlar ve teröristler oynamaya başladı.
PBS kanalında yapılan bir programda da Kuzey Irak'ta Kürtlerin Saddam tarafından öldürülmesi olayı yeniden anlatıldı, programın sonunda Richard Perle ekrana geldi ve Saddam'ın mutlaka düşürülmesi gerektiğini söyledi.
Falan filan, işte böyle.
Bilmem anlatabiliyor muyum?
(Türkiye Meme Vakfı Başkanı Sayın Can Gürbüz'den dün nazik bir e-mail aldım. Dünkü yazımda belirttiğim konu üzerine üzüntülerini bildirmiş, ben de kendisine cevap yazıp göstermiş olduğu duyarlılık için teşekkür ettim.)
Yazının Devamını Oku 18 Temmuz 2002
<B>MEMLEKETTE ‘‘seçim yapılacak’’ </B>denildiğinde, istisnasız her zaman Yüksek Seçim Kurulu'ndan <B>‘‘Hazırlıklarımızı tamamlayamayız’’ </B>açıklaması yapılır. Bu bir kuraldır, açıklama neredeyse otomatik hale getirilmiştir ve neredeyse Cumhuriyet tarihinde yapılmış tüm seçimlerde kural hep işletilmiştir.
Yahu bir kez be, bir kez olsun YSK açıklanan seçim tarihine hazırlıklı olsun ya!
Ne olur ki yani bunu başarabilseler!
Temelde son derece sinir bozucu olan bu durumun neden böyle olduğu da meçhuldür ve gayet tabii ki memleketteki diğer anlamsız meçhuller gibi o da böyle devam edecektir ebediyete kadar.
* * *
DSP'li milletvekilleri tekrar seçilmek fırsatını yakalamak için partilerinden istifa ediyorlar.
Ayrılanların başka hiçbir amacı yok, illa da TBMM'deki işlerini geri istiyorlar, farklı amaçları olsa bıçağın kemiğe dayandığı şu günleri beklemeden aylar önce yaparlardı bu işi.
Ecevit aynı, Rahşan Hanım aynı, adına parti dedikleri aile şirketi aynı, Türkiye'de de pek farklı bir şey yok, DSP'li emir erlerinin akılları başlarına şimdi geldi.
Gülmekten başka yapılacak bir şey yok bunların haline.
Bu arada gidebilecekleri tek yer olan aslında hiçbir yanı ‘‘yeni’’ olmayan oluşumda da ilginç bir durum var.
Türkiye'nin yönetimine talip olacakları anlaşılan bu arkadaşlar henüz daha nasıl bir parti olacaklarına karar veremediler.
Bu kararı vermeden iktidar olurlarsa daha iyi çünkü öyle bir durumda en azından belirli ilkelerle kendilerini bağlamamış olurlar, iktidarda daha rahat hareket ederler.
‘‘Sosyal demokrat mı olalım, kitle partisi mi olalım yoksa liberal-sol sentez mi daha iyi olur?’’ Bu konudaki yoğun tartışmaları büyük ihtimalle seçim sonuçları alındıktan sonra da devam edecek, öyle gözüküyor.
Acele istifa edip bu oluşuma katılan DSP milletvekilleri partinin ne olduğu konusunu nasıl olsa kafaya takmazlar, çünkü onlar ideolojisi olmayan ve varlık nedeni kişilere bağlı olan partilerde hizmet etmeye alışıklar ne de olsa.
Yani anlayacağınız duruma nereden baksanız no problem!
* * *
TBMM bir an önce açılsın.
DSP milletvekilleri, ANAP milletvekilleri, yeni oluşumcular seçime kadar bol vakte sahip olsunlar TBMM'ye girip çıkmak için.
Öğle yemekleri ucuz ve çok da güzeldir bilirim, ‘‘dışarıda’’ öyle ucuz ve güzel yemek yeme imkánları yoktur, kalan vakti iyi kullanıp son yemeklerini de yesinler.
Bir de tıraş olmayı unutmasınlar. Kasım'a kadar iki üç saç tıraşını kaldıracak kadar vakit var, bu fırsatı da iyi değerlendirsinler, dışarıda saç tıraşı fiyatları da hayli arttı.
Gerçi anlamadığım nedenlerden dolayı bu insanlara güzel emekli paraları da bağlanıyor, parlamenter eskisi olduklarında fazla da zorlanmazlar, ama olsun fırsat fırsattır, eğer imkán verilmişse bunları da sonuna kadar kullanmalarına kimse karşı çıkmamalı değil mi ama!
* * *
Şimdi yazacaklarım konuyla alakalı değil.
Temmuz ayının 10'unda New York Times'ın manşetinde hormon tedavisinde kullanılan ilaçlarla ilgili deneylerin durdurulduğu yazıldı.
Deney olarak kullanılan kadınlarda bazı riskler kabul edilebilir oranların üstünde arttığından bu kararlar alınmıştı.
Konu gündeme bomba gibi düştü.
Gazeteler ertesi gün meseleyi manşetlerinden sürdürdüler.
Bu ilaçları kullanmakta olan milyonlarca kadının evine mektuplar gönderilerek uyarılar yapıldı.
Televizyonlarda bu konu tartışıldı.
Ben bu konuyu geçen cuma köşemde ‘‘Bu da önemli bir konu’’ başlıklı yazıyla ele aldım.
O yazımı baştan sona okuyanlar kullanılan üslupta panik yaratıcı olmamaya özen gösterdiğimi, aksine bunları kullanmak zorunda olan kadınlara ‘‘Doktorunuzla konuşun, birey olarak kendinize en uygun çözümü bulun, bu ilaçların yasaklanması gibi bir durum söz konusu değil ancak ABD'de böyle bir gelişme de var bunu bilin’’ uyarısı yaptığımı görebilirler.
Bu nedenle dün Ayşe Arman'ın köşesinde mektubu yayınlanan Türkiye Meme Vakfı Başkanı Can Gürbüz'ün benimle ilgili olarak ‘‘İnsanları istemeden de olsa kandırmanın en kolay yolu, istatistik rakamlarını farklı yorumlamakta oluyor. Haberlerde ‘Menopoz sonrası hormon kullanılması ile meme kanseri vakalarında yüzde 26 artış görüldüğü' anlatılıyor. Ve bu durum, çok vahim bir sağlık sorunu olarak değerlendiriliyor. Bunun üzerine bazı köşe yazarlarınız da (mesela Serdar Turgut) olayın üzerine atlayıp, ‘Bu da önemli bir konu' diye, olayın vahametini anlatan yazılar döşeniyor’’ demiş.
Değerli doktorumuzun konuyla ilgili duyarlılığını anlıyorum, ancak benimle ilgili olarak ‘‘olayın üzerine atlayıp... yazılar döşeniyor’’ diye yorumda bulunması doğrusu beni kırdı.
Ben bu habere benim yaş grubumdaki çok sayıda bayan arkadaşımın uyarısı nedeniyle girmek zorunda hissettim kendimi. Ve ayrıca tabii ki olayın Amerika'da sarsıntı yaratmış olması da gazetecilik hislerimi dalgalandırdı, bu da açık.
Sanki böyle olaylar olsun da ben insanları kandırmak için olayın üzerine atlayıp da yazılar döşeneyim diye bekleyen bir insanmışım gibi bir izlenimin uyandırılmasını üzücü bulurum.
Dönüp baktım da yazımda aynen ‘‘Paniğe gerek yok... O çalışmada risklerin istatistiki olarak artmış olması, ilaçları kullanmakta olan her hastanın da aynı riskleri otomatikman yüklendiği anlamına gelmiyor’’ diye yazmışım.
Sonuç olarak Türkiye'deki kamuoyunun duyarlılığını artırma amacıyla yazılmış bir yazıya değerli bilim adamımızın daha duyarlı yaklaşmış olmasını beklerdim.
Bilen bilir, ben başka köşelerde benim aleyhime çıkmış olan laf ve sözlere uzun cevap vermem.
Ancak bu mesele benim özel önem verdiğim bir konu olduğundan bu kadar uzun yazmak ihtiyacında hissettim kendimi.
Yazının Devamını Oku 17 Temmuz 2002
<B>TÜRKİYE'</B>deki nüfusun yüzde 60'ı açlık sınırının altında yaşıyor sevgili okurlar. Devletin resmi rakamları bunu söylüyor. Ve işin bu noktaya gelmesinde yüzde yüz suçlu olan insanlar, bugün ortaya çıkıp ‘‘Biz umuduz, bize inanın’’ diye konuşma cesaretini hálá daha gösterebiliyorlar.
Pes doğrusu, pes!
İnsanda biraz utanma duygusu olur.
İnanılacak gibi değil yani, sanki bütün bu olay onların dışındaymış, onları ilgilendirmezmiş gibi davranmakta da ısrarlılar.
Bu memleket 1990'lı yılarda soyuldu, tüketildi diye yazıyorsunuz, kimse ses çıkarmıyor.
Bunun suçlusu sizsiniz, siz bu ülke insanına ihanet ettiniz diyorsunuz, üstüne yemek yapışmayan teflon tava gibi olmuş vücutları duymazlıktan gelmeye çalışıyor bunu da.
Tenezzül edip suratlarına tükürseniz, oh ne güzel yağmur yağıyor deyip işlerini sürdürmeye de çalışacaklardır mutlaka.
* * *
Zamanında bu memleket ekonomik krize gidiyor aman kendinize gelin, tedbir alın diye yazdık.
Saçmalama dediler, sen ekonomi bilmezsin dediler, her şey çok yolunda, Türkiye çok mutlu, dünya liginde yükseliyoruz dediler.
‘‘Öteki Türkiye’’ yanıyor, işler bizim bildiğimiz gibi değil, nüfusun yüzde 10'u için örgütlenmiş ülke olmaz, bu işin sonu fena, dikkat edin dedik.
Öyle bir şey yok ya deyip, televole programlarını izleyerek gerçekliğin ondan ibaret olduğunu düşünmekte ısrar ettiler.
Bir gün içinde yaşam uğraşımızın yüzde 60'ını götüren ekonomik krizin işleme konulmasının başında oldular, soygun düzeninin bu sonucunun yükünü göstere göstere omzumuza yüklediler, sonra o anda bile gerekeni yapmaktan korktular, yurtdışından Dünya Bankası bürokratını getirtip işi ona havale ettiler.
Bu ülkede bilgili, birikimli, vatanı için çalışmaya hazır, hayatta tek istediği geleceğini planlamak, düzgün bir şekilde yaşamak olan insanların yaşamlarını ayaklar altına alıp ezdiler.
Rüyaları bitirdiler.
‘‘Öteki Türkiye’’ neredeyse nüfusun yüzde 95'ini bile aştı artık Türkiye'de, rakamlar bunu gösteriyor.
Aylardır işsiz evde beklemekten yüzlerini sararttılar insanların. Çarpmadığı, çalmadığı, soygun düzeninin çarklıları arasında yer almayı içine yediremediği için korumasız olan, tek suçları kendi iç huzurları için düzgün davranmaktan ibaret olan insanları, aileleri mahvettiler.
Şimdi bütün bunlar yaşanmamış gibi, bütün bu insanlar sanki bunları unutacakmış sanarak, bence büyük bir hata yaparak hálá daha gözümüzün önündeler.
* * *
Nüfusun yüzde 60'ını açlık sınırının altında yaşamaya mahkûm edenler, bugünkü kavgalarının temelinde Avrupa Birliği üyeliğinin yattığına bizi inandırmaya çalışıyorlar.
Buna sadece gülüp geçin sevgili okurlar. Çünkü bu derecedeki bir utanmazlığa, yalana, pişkinliğe kızmanız sadece zaten yıpranmış olan sinirlerinizi daha da yıpratmaya yarar.
Şunu unutmayın, 1990'lı yıllarda bu ülkeyi tüketenler, yiyip bitirenler, sizleri, bizleri aptal yerine koyuyorlar.
Büyük güvenleri var bu konuda. Kitleler aptal ya, cahil ya, ne olsa yerler, ne olsa ben işimi götürürüm tavrı içindeler.
Siyaset sahnesindeki fiziksel varlıkları bile insana hakaret olarak gelen bu insanların bir de hálá daha konuşmalar yaparak ülkenin geleceğinden bahsetmeleri insanı tiksindiriyor artık.
Merak etmeyin, ne yapacağız diye de üzülmeyin.
Bakın seçim geliyormuş, sizin görüşünüze başvuracaklarmış bu yaşadıklarımız hakkında.
İlk seçimde bu millet tükenişini hazırlayan bu insanlardan öç almak için oy kullanacak, memlekette siyaset yaptıkları iddiasında olanların bundan hálá daha haberi yok galiba.
Ve öç almak için verilen bu oylar sayıldığında bu memlekette neyin gerçekten çoğunluk olduğu da ortaya çıkacak.
* * *
Bu günler yaşanırken, artık sona doğru sayım başlamışken, Türkiye bir dönemi kapatacağından dolayı Cumhuriyet tarihinin belki de en önemli seçimine hazırlanırken Kemal Derviş'e de dostane bir uyarım olacak.
IMF politikalarının ne olduğu bellidir, yıllardır değişmeyen formüllerdir bunlar.
Ve evet tamam, bazı politikalar hangi iktidar gelirse gelsin değişmeyecektir, çünkü bunlar aklın yoludur.
Yıllardır sürdürülen talanı düzeltmek için maalesef uygulanması gereken zorunlu acı politikalardır bunlar.
Tamam da siz orada burada devamlı olarak olası her iktidarı bağlayıcı sözler verme işini de bırakın artık lütfen.
Çünkü seçim sonrası iktidarın elini şimdiden bağlayacak sözler verirseniz, hiç adım atma marjı bırakmazsanız onlara, açlık sınırı altında yaşamaya başlayanların oranı yüzde 60'a vurmuş bir ülkede hükümet olabilme şansını şimdiden ellerinden alıyorsunuz demektir.
İstediğiniz buysa tamam ben varım, bu ülkeyi siyaseti askıya almış bir teknokratlar hükümetinin düzlüğe çıkarmasının mümkün olduğuna zaten inanıyorum, bunu ima ediyorsanız korkmayın açık konuşun.
Yok bunu demiyorsanız, kimsenin elini şimdiden bağlayacak sözler vermeyin etrafa, çünkü bu hakkı kimse vermedi size.
Eğer bir iktidar çıkıp da, tamam ben iç borcumu dış borcumu ödeyeceğim ama ilk hedefim gelir dağılımını düzeltmektir derse IMF buna karışmaz ve bu da denilmek zorundadır Türkiye'de.
Çünkü bıçak kemiğe çoktan dayandı bunu da bilmenizde yarar var.
Yazının Devamını Oku