13 Ağustos 2002
<B>DEMOKRAT </B>Parti iktidarı döneminde köylü sınıfı ilk kez siyasetin içine çekildi. Tek Parti Dönemi'nde köylülük, toplumun diğer yönlerinde yapılan zorunlu yatırımların bir finansman kaynağı olarak görülürdü.
1946'dan itibaren ise demokrasinin bir gereği olarak köylülere de yaratılan değerlerden paylar verildi.
Ve tabanın da siyasetin içine belirleyici güç olarak çekilmesiyle Türkiye'yi hálá daha kapanına almış ve bırakmayan büyük çatışma da başladı.
Cumhuriyet tarihinin belgelerini dikkatle, sabırla okursanız, bu toplumun yöneticilerinin ‘‘din meselesini’’ nasıl çözecekleri konusunda muazzam bir kafa karışıklığı yaşandığını görürsünüz.
Bu da çok doğal zaten, çünkü hayli karmaşık bir konu bu.
Üstelik dine dayalı bir devlet kurma yanlılarının bu topraklar üzerinde her zaman var olduğu da hatırlanırsa, Tek Parti Dönemi'nin yöneticilerinin konuya hep kuşkulu yanaşmalarını anlayışla karşılarsınız.
Gerçi yapılan tartışmalarda fantastik çözüm önerileri üretenler de olmuştu, örneğin halkın dinini değiştirme gibi yazılırken bile insanı gülümseten komiklikte öneriler de ortaya atılmıştı.
Ne var ki bu tür uç görüşler dışındaki ağırlıklı kesim olaya daha soğukkanlılıkla bakarak çözüm bulmaya çalıştı bu meseleye.
İşleri çok zordu çünkü hele de az gelişmiş bir toplumda hem dini hislerin toplumun genel yapısını kontrol etmemesini sağlayıp hem de bu konuda özgürlükleri teminat almak zorundaydılar.
* * *
Dediğim gibi bu çok zor bir işti ve bu nedenle de yakın tarihimizin hemen tamamında gözle görülen tartışmaların, krizlerin temelinde bu çözülmemiş sorunun sancıları yatmaktadır.
Sorun çözülmemiştir çünkü ‘‘Türk modeli’’ olarak ortaya sunulan şey sonuçta yaşamını dini görüşüne göre yaşamayı seçen insanların kendinden sürekli tavizler vererek var olabilmelerini öngörmektedir.
Böyle bir şeyin bir model olamayacağı, toplumda huzursuzluklar yaratacağı belliydi ve böyle de olmuştur hep zaten.
* * *
Bu mesele Türk insanının bütün potansiyelini teslim alacak kadar ağır bir yük oluşturmaktadır toplumun üstünde.
Üstümüze çöreklenmiş olan bu yükten bir şekilde kurtulmalı ve bu konuda bir uzlaşmayı zorlamalar olmadan sağlayıp geleceğe doğru yürüyüşü başlatmalıyız.
İşte ben bunun önemine samimi bir şekilde inandığımdan dolayı olası bir AKP iktidarını korkarak değil, içimde bir umut taşıyarak beklemekteyim.
Bugün bu partiye karşı ittifaklar oluşturulmaya çalışılıyor yeniden. Ecevit net olarak konuşuyor, öcülere işaret ediyor, diğerleri arada yumuşak laflar söyleseler de kafalarında aynı öcü var ve bundan kaynaklanan korkuları kaşıyorlar.
Ben korkulara dayalı, sadece tepkisel olan bu tür ittifaklara destek vermeyeceğim. Çünkü çıkış noktası yanlış olan, tepkisel olan bu partilerle bir yere gidilemeyeceğini düşünüyorum.
Bence yanlış olarak ‘‘Beyaz Türkler’’ diye adlandırılan insanların hislerine hitap ettiklerini söyleyen bu tepkisel hareketlerin, Türk toplumunun temelinde Cumhuriyet döneminin ilk günlerinden bu yana derinde varoluşunu sürdüren yarayı çözebilecek ne güçleri vardır ne de samimi bir programları.
* * *
Bu konuda haklı hassasiyetleri bulunan Türk Silahlı Kuvvetleri 28 Şubat hareketinin sonuçlarından ciddi bir biçimde hasar görme tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Bugüne kadar hasar olmamışsa bu sadece Türk insanının orduya olan güven ve inancının gücündendir.
28 Şubat süreci, bunu çok farklı biçimde yorumlayıp uygulayanlar nedeniyle, süreç içinde büyük servet ahlaksızlıklarının yaşanmasıyla, toplumun büyük bölümünün fakirleşmesiyle özdeşleşmiştir insanların kafasında.
Bu çok büyük bir tehlikedir ve öyle sanmaktayım ki ordu da meselelerin Erbakan'ın memlekete hiçbir yararı olmayan zorlamalarıyla ortaya çıkan başlangıçtaki haklı nedenlerinden sapıp bu şekle dönüşmesinden muazzam rahatsızdır.
Dolayısıyla hele şimdi, şu konjonktürde, ortada gerçekten bir tehlike filan yokken tepkici siyasi hareketlerin kendilerini kurtarmak için yine öcüler yaratmaya çabalamaları, laflarıyla ordu kademelerini yine rahatsız etmeye çalışmaları vatana yapılmış bir kötülükten başka bir şey değildir. Bunlar bizi sadece yıllardır sürdürülen kısırdöngüye yine iter, o kadar.
* * *
Bu vatan hepimizin. Herkesin kendisine özgü bir sevme biçimi var onu, herkes kendi kafasına uygun bir yaşam biçimi hayal ediyor kafasında.
Ama benim gördüğüm şu ki Türkiye, Cumhuriyet tarihinde ilk kez ‘‘din meselesini’’ gerçekten çözme yolunda büyük adım atma ve suni olmayan, gerçek kökleri olan bir Türkiye modelini de yakalama şansına sahip olmuştur.
Çünkü yılların deneyimi sonucunda geçmişte yapılan yanlışlar tekrar edilmeyecektir.
AKP'nin Cumhuriyet tarihi içindeki sorumluluğu muazzamdır.
Onlar dediklerini tutarlarsa, bizleri içinden çıkıp geldikleri gelenek gibi yine kandırmazlarsa, Türkiye ilk kez belirli bir süreç içinde hem de kısa dönemde bu korkunç yükünden kurtulup kendini yeniden toparlamaya başlayabilir.
Açıkça söylemek gerekirse, bugün söylediklerinde samimilerse eğer, ben Türkiye'nin zaten uygulamaktan başka çaresi olmadığı bir ekonomik programla bir yandan da Avrupa Birliği'ne giriş adımlarını AKP hükümetiyle atmaya başlamasının bu memleketin nasıl zararına olabileceğini mümkün değil anlayamıyorum.
Yazının Devamını Oku 12 Ağustos 2002
<B>MESLEKTE </B>çok zor bir döneme girmiş olduğumu hissediyorum bugünlerde. Türkiye çok ama çok kritik bir döneme girdi.
Önümüzdeki aylarda olacaklar, çok uzun yıllar boyunca nasıl bir ülkede yaşayacağımızı da belirleyecek.
Ve doğal olarak ben de, bu ülkede hem de büyük bir gazetede yazı yazma şansını yakalamış bir insan olarak bazı tavırlar almak durumundayım.
İşte bu zorunluluk üzerimde büyük baskı oluşturmaya başladı son günlerde.
Bunun nedenini de siz okurlarla paylaşmamın iyi olacağını düşünüyorum.
Sizlerin bunları anlamasını sağlayabilirsem belki karşılıklı anlaşmamızın daha kolay olması ihtimali var.
En azından bu köşeyi okumaya karar verenlerin, neyi niçin söylediğimi, cümlelerimin altında yatmakta olan hissiyatı daha net görmelerini sağlayabilirim belki bunları paylaştığım zaman.
***
Ben hayatım boyunca Türkiye'nin Batılı bir ülke olabilmesi hayaliyle yaşadım.
Ailemden de böyle gördüm ben. Sadece annem ve babamı kastetmiyorum aile derken, anneanneler, babaanneler, dedeler de hep aynı hayalle yaşadılar.
Aile geleneğimizde dinin önemi yoktu, ibadet edenler bunu son derece özel bir biçimde yaparlardı.
Kimseden çekindiklerinden değil, bunun böyle doğru olduğunu, bunun böyle daha güzel olduğunu düşündükleri için öyle davranırlardı.
Dolayısıyla benim ateist olmayı seçmem ailede bir sorun da yaratmadı, ilişkiler bu nedenle zedelenmedi.
***
Ben Cumhuriyet'e bağlı, Atatürk'ü kalbinde sıcak hislerle seven bir insanım.
Aileden gördüğüm terbiye nedeniyle böyleydim, ama hayat hakkında düşünmeye çalıştığım yıllar boyunca da öğrendiklerim de bir gelenek olarak bana öğretilmiş olanları hep güçlendirdi
Bu anlattıklarım yaşamımım bir boyutu.
Ama bir de öteki boyut var. 1971 yılından bu yana politik düşünmeye çalışan bir insanım ben.
Ve ne yazık ki şu geçmiş 30 yılı her düşündüğümde kalbimde derin bir sızı hissediyorum.
Derin bir mutsuzluk var içimde.
O 30 yılda olan bitenin böyle olmaması şansının da aslında var olduğunu, bu şansın çok ama çok yanlış nedenlerle, gereksiz korkularla veya kötü niyetle heba edildiğini içimi buran bir şekilde görüyorum.
Çok büyük fırsatlar vardı, onların hepsi çöpe atıldı.
Memleketi yönetenlerin konjonktüre dayalı düşman ihtiyacını karşılamak için yaptıkları kötülükler nedeniyle binlerce, yüz binlerce insanın yaşamı mahvoldu, insanlar tüketildi.
15 yıl önce siyasetin içi boşaltılmaya başlandı, 12 Eylül döneminin açıklanmış resmi hedefi planlı bir şekilde işleme kondu.
Siyasetin içi boşaltılırken, düşünme denilen şey de kamu alanını terk etti.
Düşünce olmadığından, içi zaten boşaltılmış olan siyaset alanını da işte bugün bu insanlar doldurdu.
***
Aileden yetiştirilişim, öğrendiklerim, kendi siyasi geçmişim, Cumhuriyet tarihini algılayışım benim bu dönemde bazı insanlarla doğal ittifak halinde olmamı gerektiriyor.
Ancak bunu yapmayı artık içim kaldırmıyor. Çünkü artık korkuya dayanarak tepki vermek zorunda kalmalar ve bu tepkiler nedeniyle de yanında yer almak zorunda kaldığım inanların yaptıkları beni tüketmiş durumda.
Cumhuriyeti koruyacağız diye ortaya çıkıldı ama özellikle son beş yıldır öylesine büyük bir ahlak ve ilke erozyonu yaşandı ki bu ülkede insan olan biteni düşününce utanıyor. Bu erozyonu bize fiilen yaşatanlar Cumhuriyete ve Atatürk ilkelerine en büyük darbeyi kendilerinin vurduklarının farkında değiller.
Onların bazı ilkelere sahip çıkma görüntüsü altında attıkları her adım o ilkelere en büyük darbeyi vurdu her durumda.
***
Gazeteci olmanın getirdiği hayli ağır bir yük oluyor insanın omzunda.
Sonuçta elinizde olmadan bazı şeyleri görmek, anlamak zorundasınız bu meslekte.
Yaşanan kalleşlikleri, ilkesiz işbirliklerini, dönen perde arkası oyunları, sadece vahşi bir çıkar içgüdüsüne dayalı davranış kalıplarını, yine korkular yaratmaya yönelik çırpınışları görüp, hissediyorsunuz ister istemez.
Ve yapılan her şey de sonuçta bir darbe olarak gelip sizi vuruyor, çünkü bunları yapanlar da bir yandan sürekli olarak Cumhuriyet ilkelerinden, Atatürk'ten bahsediyorlar, bunları da bırakmıyorlar ellerinden.
İşte bu nedenle derin bir yalnızlık hissediyorum ruhumda. Yanlarında doğal olarak durmam gereken insanları artık görmeye bile tahammülüm yok.
İsimlerini bile duyunca tiksinti geliyor içime.
Ve ben bu duygularımda hiç de tek başıma olduğumu sanmıyorum, tanımadığım bilmediğim birçok insanın da bunları paylaştığını umuyorum.
Bu nedenle yaklaşan seçim çok önemli. Hayatımız hakkında karar vereceğiz bu seçimde.
Eğer bazı isimleri tarih yaparsak 3 Kasım'da o zaman belki arzu ettiğimiz Türkiye'yi kurmak için bir son şansı yakalayacağız.
Bunun da olacağını sanıyorum çünkü bazılarının ‘‘güzel’’ gelişme olarak gördüğü şeylerde ben sadece can havliyle yapılan son umutsuz çırpınışları görmekteyim.
Yazının Devamını Oku 11 Ağustos 2002
<B>BİR </B>hafta kadar önce New York'ta acayip bir fırtına oldu. Korkunçtu hava, şimşekler çakıyor, patlama sesleri oluyordu.
Şimdi böyle bir durum olunca rasyonel bazı adımları atmanız gerekir, değil mi?
Mesela öylesine şimşek çaktığı durumlarda sırf fazla ıslanmayayım diye büyük bir ağacın altında durmamanız gerekir.
Veya evin damında uydu anten varsa, dama çıkıp buna sevgiyle sarılmak da hatalı olabilir.
Tamam uydu bağlantınızı seviyor olabilirsiniz de bu sevginizi fırtına dindikten sonra göstermenizde büyük yarar var bence.
Yani bazı şeyler var ki bunları bilmek için çok akıllı olmak gerekmiyor, içgüdüyle davransanız bile riskleri minimize edebiliyorsunuz.
Tabii ki riskten tamamen kurtuluş yok, alın yazısı denilen şeyde yazıyorsa, ne kadar tedbir alırsanız alın, başınıza gelecek gelecektir de, alnınızda zaten yazılı olanlara elinize kalemi alıp bir de kendinizden eklemeler yapmanın anlamı yok değil mi ama?
*
Şimdi biliyorum ‘‘evet’’ diyorsunuz bunlara ama ne yazık ki herkes bu kanıda değil.
Örneğin o akşam olan bitenlere bir bakalım.
Şimşekler çakıyor, patlamalar oluyor, yıldırım düşmesi an meselesi bu açıkça görülüyor.
Mantık kuralları diyor ki yıldırım bir bölgeye düşecekse o bölgedeki en yüksek nokta riskin en fazla olduğu yerdir.
Manhattan'da Village'da bir genç adam o gece bu mantık kurallarını test etmeye kalkıştı.
Bulunduğu bölgede en yüksek bina olan altı katlı bir binanın damına çıktı.
Yanına kız arkadaşını da aldı.
Hakkında daha sonra yazılardan anlaşıldığı üzere adam bir mistikmiş.
Doğa olaylarındaki ruhani güzellikleri ararmış hep ve o gece olağanüstü yıldırımlara daha yakın olmak için dama tırmanmış.
Bunun romantik bir şey olduğunu da düşünüyor olmalı ki kız arkadaşı da yanında gayet tabii ki.
Ve kafasına da beyzbol şapkası giymiş.
Öyle yağmur yağıyor ki sokakları sel basıyor ve o şapkanın tek bir yararı da yok o sağanakta.
Tek yararı bir paratoner işlevini görmesi, çünkü beyzbol şapkasının içinde küçük madeni teller var şapka düz dursun diye.
*
Ve birden bir daha çakıyor oğlan ile kız el ele tabiatın temelinde yatmakta olan mistik güzelliği seyrederlerken.
Kız bayılıyor.
Uyandığında erkek arkadaşının ayılamadığını fark ediyor ve polis çağırıyor.
Polisle gelen sağlık ekibi genç adamın vücudunda iki delik olduğunu tespit ediyor.
İlk delik hálá daha kafasında durmakta olan beyzbol şapkasında. İkinci delik ise ayakkabısında.
Evet yıldırım aynen kafadan girmiş ve ayaktan çıkmış sevgili okurlar.
Net bir durum söz konusu, sadece iki delik var ve başka bir delil de yok ortada.
Uzmanlar 70 trilyon volt gücünde bir şokun söz konusu olduğunu söylüyorlar.
Anlayacağınız bütün bu olayda tek emin olduğum bilimsel gerçek oğlanın katiyen acı çekmeden ve dahası neler olduğunun farkında bile olamadan öldüğüdür.
*
O gece oğlan alın yazısına kendi el yazısıyla eklemeler yapmaya girişti ve başarılı da oldu.
Kısa hayatı boyunca sürdürdüğü mistik anlamları bulma girişimi, arayışları canlı paratoner olma ısrarı nedeniyle erken noktalandı.
New York Post gazetesi olayı ertesi gün ‘‘Mistik genç ölmeden önce yıldırımın güzelliğini gördü’’ diye verdi.
Haberi okuyunca muhabirlerin kendilerini tutarak olayı kaleme aldıklarını hissediyorsunuz çünkü daha çok espri yapacaklarmış da tepki çekerler diye engellenmişler gibi bir hava vardı yazılarında.
Aslında Almanların adetidir, başkalarının başına gelen felaketlerden mutlu olurlar, Amerikalılar ise öyle olmadıkları kanısındalar.
Ama bence yanılıyorlar kendileri hakkında çünkü bu olayı kendimden hiçbir şey katmadan bile kime anlattıysam güldü be birader!
Yazının Devamını Oku 9 Ağustos 2002
<B>BİR </B>buçuk yıl önce, büyük ekonomik kriz patladığında güya herkes buna hazırlıksız yakalandı. Oysa bu yalandı çünkü o krizin geleceği en azından beş yıldır belliydi, açıklanan ve açıklanmayan ama yönetenlerin elinde olan rakamlar netti, olacaklar biliniyordu.
Buna rağmen susuldu, bir şey yokmuş gibi davranıldı ve ilk önce bir gecede varlıklarımızın yüzde 60'ını kaybettik.
Bu da yetmedi, o günden bu yana da kademeli olarak fakirleştiriliyoruz.
Okumuş, eğitilmiş milyonlarca insan işsiz kaldı, evlere hüzün çöktü, suratlar soldu, umutlar yitti, ülkeyi ağır bir mutsuzluk kapladı.
Krizin geleceğini bile bile parmaklarını oynatmayanlar bu ülkenin insanlarına ihanet etmişlerdir.
Sadece ‘‘Acaba zaman kazanırsak biz biraz daha ne alabiliriz’’ diye beklemişler, ‘‘biraz daha alabilmek için’’ ittifaklar kurmuşlar, işlerini sürdürmüşler ve sonunda da ülkeyi kendi çıkarları için batırmışlardır.
Bu insanlar şimdi çıkmışlar ortaya birtakım ittifaklar kurmaya çalışıyorlar, hálá daha üzerine çöreklenmiş oldukları gücü bırakmamak için kıvranıyorlar.
İnsanda biraz utanma olur diyeceğim ama ‘‘utanma hissi’’ var olsaydı kişisel çıkar için ülke batırılması gibi utanç verici bir süreçten de zaten geçmemiş olurduk.
Bu insanlar hálá daha toplumda var olan tiksinme duygusunun ne kadar güçlü olduğunu, halkın kendilerinin çıkış biletini çoktan nasıl kestiğini, memleketin sıradan insanlarının öğrenilmemesi için her türlü çabanın ortaya konulduğu bazı gerçekleri içgüdüsüyle nasıl da gördüğünün farkında değil.
Önümüzdeki seçim bir pislik temizleme operasyonu olacak, bu kesindir.
Ve böyle olacağı için de etrafı şu aralar bir korku aldı. İttifak konuşmalarının, girişimlerinin ardında sadece bu korku vardır.
Kimse bana ilkelerden filan bahsetmesin. Eğer o kadar ilkeli idiyseler vatan göz göre göre kemirilirken neredeydiler bu ‘‘ilkeliler’’.
O zamanlar ülkeyi kurtarmak için neden ‘‘ittifak’’ yapmadılar, neden bir araya gelmediler de şimdi akılları başlarına geldi.
Haydi canım sizde komik olmayın Allah aşkına!
* * *
Kemal Derviş Türkiye'ye getirilmeseydi bir buçuk yıl önce, bir başka deyişle dış finansman kuruluşları Türkiye'nin yönetimine el koymamış olsalardı, Türkiye Cumhuriyeti iflas edecekti.
Batırılan ülkeler kendi çıkarları için alternatifler düşünemezler, onlara tek bir model önerilir, buna uyarlar, yese de uyarlar yemese de uyarlar, çünkü uymadıkları takdirde ne olacağı bellidir, bu tehdit artık kalıcı olmuştur.
Aslında yapılabilecekler o kadar kısıtlı ve netti ki bunları yapması için dışardan adam ithal etmeye ne gerek var diye de sorulabilirdi.
Ama meşruiyeti tamamen tükenmiş olan partilere yurtdışındaki kuruluşların da artık güveni yoktu.
Açıkça söylemek gerekirse bunların başına bir denetleyici konulmadığı takdirde ülkeyi kurtarmak için verilecek paraların da ‘‘batırılacağı’’ düşünülüyordu.
Dolayısıyla Türkiye'nin yönetimine el konulurken Derviş'in de denetçi olarak atanması kaçınılmaz olmuştu.
* * *
Sadece uluslararası finansman kuruluşlarının taleplerinin uygulayıcısı olduğu, ekonomi teorisi konusunda tek bir orijinal fikri olmadığı ve dahası uygulamaları insanları sürekli fakirleştirdiği halde Derviş'in halkın tepkisini almamasının tek nedeni onun ülke yönetimini ‘‘memleketi batıranların’’ elinden almasına, yönetime fiilen el koymasına duyulan şükrandır.
Derviş'e tanınmış olan açık çekin tek nedeni budur.
Ancak ülke bu açık çekin bedelini de ağır ödemektedir, ödeyecektir de, çünkü başka çaremiz kalmamıştır.
Kemal Derviş ülkedeki ‘‘çaresizliğin’’ küllerinden doğmuştur, ‘‘mecburiyetlerimizin’’ sonucudur o.
Türkiye bağımsızlığını resmen kaybetmiş durumdadır.
Çünkü bağımsızlık siyasetin özgür olmasıyla, alternatiflerin olmasıyla, fikirlerin gerçekten yarışmasıyla bağlantılı olan bir şeydir.
Bizde bunların olabilmesi mümkün değildir çünkü uygulayabileceğimiz ‘‘tek bir ekonomi politikası’’ olduğu empoze edilmektedir.
Aslında ekonomi siyasetten bağımsız değildir, Derviş'in hep tekrarladığı gibi ekonomi politikalarını siyasetten bağımsızlaştırdığınızda ülkede siyaseti de yok etmiş olursunuz.
Türkiye'de de bu oldu zaten. Şimdi ‘‘mecburen’’ tek bir yolda yürüyeceğiz, alternatifi düşündüğümüz anda bile ‘‘batabileceğimiz’’ gerçeği bize hatırlatılacak, bunu hatırlayınca da hizaya geleceğiz yeniden.
Açıkça söylemek gerekirse tüm bilimsel göstergeler Türkiye'nin ne yazık ki bir kolonileşme sürecinden geçmekte olduğuna işaret etmektedir.
Derviş'in bir süredir koloni valisi gibi davranmaya cesaret edebilmesi de bu utancı yaşamaktan başka çaremiz olmadığını gayet iyi bilmesinden kaynaklanmaktadır.
Kızılacak olan insan o da değildir işin tuhafı, çünkü asıl kızılacak olanlar ülkeyi onun eline teslim edenlerdir, ülkenin kolonileşmesinin yolunu açanlardır.
Aslında seçim sonucu şimdiden bellidir. AKP de dahil hangi parti iktidara gelirse gelsin Derviş' in dile getirdiği politikaların taşeronu olmaktan başka yapabileceği bir şey yoktur.
Türkiye'deki özgür seçimin tek gerçek galibi her durumda koloni valisi olacaktır, dış çevrelerin gönlü rahat olsun.
Yazının Devamını Oku 8 Ağustos 2002
<B>BUGÜN </B>son derece vahim ve bir o kadar da trajik olan bir gelişmeye dikkatinizi çekmek istiyorum. ‘‘Aylık asgari harcama tutarı’’ diye bilinen bir kavram var.
Yoksulluk sınırı da deniliyor bunun adına.
Ben bir süredir bu tutardaki yükselişi takip ediyorum.
Ve son olarak farkına vardım ki ‘‘aylık asgari harcama tutarındaki’’ yükseliş hızı, benim maaş artış hızından çok daha fazla.
Bunun anlamı da net gayet tabii ki.
Eğer bir süre daha bu abuk durumun sürmesine izin verilirse benim maaşım da aylık asgari harcama tutarı ile eşit hale gelecek ve bu da teorik açıdan açıklanması son derece güç bir durumun ortaya çıkmasına neden olacak.
Bakın son cümleyi yazar yazmaz cümlemi geri çekmeye karar verdim.
Tamam kabul ediyorum benim de yoksulluk sınırına yaklaşmamın teorik bir açıklaması mutlaka vardır, böyle bir şey illa da yoktur diye ısrarlı değilim.
Ama en azından şunu kabul ediniz ki böyle bir şeyin olması durumunda gelinen nokta felsefi açıdan son derece absürd olacaktır.
Değil mi ama?
Ve ayrıca bu tehlikeli bir gelişme de olacaktır çünkü ben de o zaman ‘‘Yahu ben bile yoksulluk sınırına yaklaştıysam o zaman millet ne yapacak, bu duruma yol açan herkesin sülalesine başlarım şimdi’’ diye konuşup yazmaya başlarım ki bu da hoş olmayabilir yani!
Şimdiden uyarayım da!
***
Yazılarımda fazla küfür etmemden hoşlanmıyor üst düzey yöneticiler.
Terbiye sınırlarını aşmamalıymışım, öyle diyorlar.
Tamam da yani bazen olan bitenler de terbiye sınırını zorluyor be babam, ben ne yapayım yani?
Vatandaşlarını hiç durmadan, hiç aman vermeden fakirleştirmeyi amaç haline getirmiş bir sistem var bizde.
Üstelik, bu sistem üzerinde de ‘‘toplumsal uzlaşma’’ yaratılmış durumda.
Vallahi billahi bu büyük başarı, böyle bir konuda bile konsensüs sağlanmış olması bizim memleketi yönetenlerin gerçekten becerikli olduklarını gösteren en büyük delildir bence.
Kendisinin oyulmasına bu kadar fazla destek vermiş bir seçmen kitlesi demokrasi tarihinde ilk kez görülüyor!
İşin acıklı tarafı, böylesine güzel bir seçmen kitlesini bile nasıl yöneteceği konusunda tek bir fikri olmayan insanlar topluluğu siyaset yapma adına oradan oraya koşturup duruyor etrafta.
Kendilerine böyle bir açık çek verilmiş, buna rağmen yönetme işini ağızlarına yüzlerine bulaştırıyorlar.
Pes doğrusu.
***
Hep söyledim yine tekrar etmeliyim.
Televoleci iktisatçılar kızacak bunu söylememe ama ne yapayım, onların istediği türde bir dünya ne yazık ki yok etrafta.
Onlar insanların var olmadığı bir ekonomiyle ilgili teori yapıyorlar hálá daha.
Rakamların aslında insanlarla alakalı olduğunun ne yazık ki farkında değiller.
Bu memleketin en büyük, belki de tek sorunu fakirliktir.
Çok küçük bir azınlık dışında hemen her insanın sürekli olarak fakirleştiği bir ülkedir Türkiye.
Ve işin acıklı yanı seçime gidildiği şu anda bile hiçbir parti memleketteki bu fakirleştirme politikasıyla ilgili ne yapılacağını söyleyememekte, çünkü ne yapılacağı konusunda kimsenin tek bir fikri bile bulunmamaktadır.
Kemal Derviş'in başarısı olarak sunulan şey kitlesel fakirleştirme yoluyla krizden çıkılma politikasıdır.
Bunu eleştiri olarak, onu yıpratmak için de söylemiyorum. Derviş doğru olarak bildiğini yapıyor ve işe teknik açıdan bakarsanız bunun dışında yapabileceği bir şey de yok aslında.
‘‘Ekonominin dengeleri’’ hepimizin fakirleşmesini gerektiriyor.
Benim karşı çıktığım, üzerinde tartışma açılmamasını anlayamadığım nokta başka.
Ekonomi siyasetin temelidir. Ekonomi rakamlardan ibaret değildir, rakamların sınıfsal temelleri vardır.
Her rakam sosyo-politik işaretler içerir, rakamlar arasındaki denge veya dengesizlikler sınıfsal çatışmaları, sosyal tercihleri yansıtır.
Böyle bir şey hiç yokmuş gibi davranılıyor son zamanlarda, rakamların sadece tek bir kurtuluş yolunu işaret ettiği söyleniyor.
‘‘Tek kurtuluş yolu’’ konusunda toplumsal uzlaşma olduğu zaman, alternatifleri düşünmek imkánsızlaşır.
Bu imkánsızlaşınca da insanlara fakirleşmelerinin daha ne kadar süreceği, daha ne kadar tahammül etmeleri gerekeceği, o kadar tahammül gösterdikleri takdirde durumlarının nasıl iyileşmeye başlayacağını anlatmak da imkánsızlaşır.
Türkiye'de yaygın bir umutsuzluğun olmasının nedeni de budur, çünkü insanlar bu ‘‘imkánsızlığın’’ duvarına çarpmışlardır.
Türkiye'nin ‘‘duvarları yıkacak’’ cesarette insanlara ihtiyacı var.
Var olanla yetinmeyin, ‘‘imkánsızı’’ talep edin.
Zorlayın şu karşınıza oy için gelecek olan politikacıları, teslim olmayın onların tek gerçek diye anlattıkları masala.
Yazının Devamını Oku 7 Ağustos 2002
<B>BENİM </B>bir hatam oldu, bunu bugün itiraf etmek istiyorum. Seçim konuşulmaya başlanınca, memleketin durumuna baktım ve birikmiş kin dalgası nedeniyle AKP'nin iktidara geleceğini yazdım.
Görünen o yani, ne yapayım ki?
Millet olacağın değil olması gerekenin yazılmasına alışmış, o yüzden seçim sonucu ile ilgili düşüncelerim, sanki bunlar çok da orijinal fikirlermiş gibi, bayağı tepki çekti.
AKP iktidarını aktif olarak istiyormuşum ben.
Hatta Ertuğrul Özkök ile birlikte ortak bir komplo içinde olduğumuzu bile düşünenler oldu.
O da olası AKP iktidarına yumuşak baktı ya, ben ona yaranmak için aynı şekilde düşünmeye başlamışım, öyle diyen mektuplar geldi bana.
Onunla son 10 yıl içinde hemen hiçbir konuda ortak hareket etmeyi başaramadık, şimdi onca yıldan sonra hem de AKP konusunda ortak hareket etmeye başlamamız gerçekten tuhaf olurdu, bunu da bilin yani!
Bana sorarsanız o Yeni Türkiye hareketini destekliyor. Bunu nereden biliyorsun, söyledi mi sana derseniz, hayır söylemedi tabii ki.
Deneyimlerime göre genel yayın yönetmenleri son 20 yıldır filan özel konuşmalarında net fikir belirtmiyorlar.
‘‘Pizza yersek parayı kim ödeyecek’’ sorusuna bile net cevap vermeyen bir insanın ‘‘AKP gelirse...’’ diye başlayan bir soruda net fikir bildirmeye başlaması şaşırtıcı olurdu bence.
Genel yayın yönetmenleri fikirlerini saklarlar ve bu nedenle onların ne düşündüğünü gazeteye bakıp da çıkartmak gibi temelde son derece sinir bozucu bir işe girişmek zorunda kalırsınız siz de.
Örneğin psikoloğum bendeki tüm arızaların Hürriyet'in birinci sayfasında gizli olan mesajları bulmaya çalışmaya bir ömür tüketmiş olmaktan kaynaklandığını düşünmekte.
Haklı olabilir, bir şey diyemem, uzmanlık alanım değil bu.
Arızalarım artıyor diye bu işten vazgeçecek değilim ya, tabii ki sürdürüyorum Hürriyet'te gizli anlamlar bulma çabalarımı.
* * *
AKP iktidara gelecek diye yazmam yanlış oldu, bunu şimdi görüyorum sevgili okurlar.
Neden derseniz, şöyle anlatayım meseleyi.
Derviş'in ne yaptığını anlamaya çalışıyordum bir süredir.
Geniş tabanlı ittifak arayışlarıyla da dalgamı geçip duruyordum.
Sonra birden kendime geldim. Kendime gelmeden önce titrediğim bile söylenebilir.
‘‘Yahu be ebleh herif’’ dedim kendi kendime, ‘‘Bir buçuk yıldır teknokratlar hükümeti diye tutturup durdun. Milletin kafasında davul çalıp durdun bu konuda. Şimdi bir adam çıkmış ortaya, geniş tabanlı hükümet ayağına tam da senin istediğin şeyi yapmaya, teknokratlar hükümeti oluşturmaya çalışıyor, şimdi sen kalkmışsın bununla dalga geçiyorsun. Olacak iş değil yani!’’
İşte böyle dedim kendi kendime ve gerçekten de üzüldüm yapmış olduğum hata nedeniyle.
Bir şey istemişim olmamış, sonra başkası bunu yapmaya çalışırken tamamen başka şeyler söylemeye başlamışım, çok kötü bir şey bu yahu.
Bu istemeden yaptığım ihanet için Türkiye'deki, yavruvatan Kıbrıs'taki, Türki cumhuriyetlerdeki ve hatta Amerika'da yaşamakta olup da aslen Türk olan Meluncanlar arasında var olabilecek bütün Beyaz Türklerden özür diliyorum.
* * *
Bu sınıfsal hatamı gidermek ve affımı sağlamak için bugün hayırlı bir iş yapacağım.
Geniş tabanlı hükümet kurmaya çalışanlara iyi bir fikir vereceğim.
Arkadaşlar, Irak savaşını bahane edin ve seçimi ‘‘sonradan belirlenecek bir tarihe kadar’’ erteleyin.
DSP'yi tamamen tasfiye edip, iktidarı ele alın ve bana kalırsa bir daha da vermeyin.
Irak savaşının tahribatı nasılsa çok olacaktır, bu da size iktidarı uzun süre bırakmamak için ek gerekçe verir, o arada da AKP sorunu bir şekilde halledilir zaten, merak etmeyin.
İnşallah bu fikirlerim istemeden de olsa ihanet etmiş olduğum sınıfsal koalisyon nezdinde itibarımı tekrar yükseltmeye yarar, yoksa ben depresyona girerim ha, acıyın bu kardeşinize be.
* * *
Hayırdır inşallah ya!
Dün akşam bir rüya gördüm.
Hasan Cemal, gazetede yayınlanan yazılarını ‘‘Toplu Eserler’’ genel başlığı altında toparlamış güya.
Beni bir odada iskemleye bağlamışlar. Elimi kolumu oynatamıyorum, konuşamıyorum ama duyabiliyorum.
Karşımda iki iskemle var, bunlara da Hatemi kardeşler oturmuşlar, bana Hasan Cemal'in toplu eserlerini sayfa sayfa okuyorlar sırayla.
Gecenin o saatinde haykırarak uyanmışım, komşular neredeyse polis çağıracaklardı eve.
Ben bu rüyanın da sınıfına ihanet etmiş bir insanın iç huzursuzluğundan kaynaklandığını düşünüyorum.
Yazının Devamını Oku 6 Ağustos 2002
<B>BİR </B>süre önce Amerikan televizyonunda bir komedi skeci izlemiştim. New York'un yeraltı trenlerindeki anons sistemi ile dalga geçiliyordu bu skeçte.
Bu sistemi kullandıysanız bilirsiniz, yeraltı tren istasyonlarında mikrofonla yapılan anonsların bir tanesini bile anlamak mümkün değildir.
Örneğin diyelim ki tüm trenler yangın nedeniyle uzun süreliğine durduruldu.
Yetkilinin bu konudaki anonsunu istasyonda bekleyenler aynen şu şekilde duyarlar: ‘‘Gulübu gggdyheh gatemnnnnö trnehaggggggg bamömmm.’’
Ve sonuç itibarıyla her zaman olduğu gibi yine önemsiz bir şeylerin söylenmekte olduğunu sanarak belki de iki saat boyunca hiç gelmeyecek olan trenlerini beklemeyi sürdürürler.
* * *
O komedi programında işte aynen bu şekilde yapılan bir anonsu duyan adam sonunda isyan ediyor.
Ve işi kökünden çözmeye karar vererek anonsun yapıldığı odanın kapısına dayanıyor.
Mikrofondan doğru dürüst konuşmaları için uyarısını yapmak üzere odaya adımını atar atmaz ise ağzını açmaktan vazgeçiyor.
Çünkü o anda odada iki tren işletmesi yetkilisi vardır ve aralarında aynen şöyle bir sohbet geçmektedir:
- Gegagey nanamasm nabda na nananayha?
- Gu gu gggu gulü gulü!
- Hahahaha, babsb babsbba hdhtrydh bzdhayudhd mnmsnfkakjas ndhansnd llkaldldl kaskdkdkk mamamsmdm!!!!
- Gugu.
* * *
Ben bu skeci ilk gördüğümde ve daha sonra New York'ta tren beklerken ne zaman bir anons yapılsa hep bizim Erdal İnönü'yü hatırlarım.
Erdal Bey siyasetin içinde olduğu yıllarda onun ağzından çıkan tek bir kelimeyi bile anlamadım ben.
Arada bir mantık yoluyla çıkarsadığım kelimeleri birbirine bağlantılandırıp somut cümle halinde algılayabilmem de mümkün olmadı.
Kemal Derviş, Erdal Bey ile görüştü ya, bu nedenle konu bence yeniden gündeme geldi.
Bana sorarsanız ne dediği katiyen anlaşılmayan bir sosyal demokrat lider o siyasi hareket açısından bir dezavantaj değil büyük bir avantajdır.
Bu memlekette sosyal demokrat parti liderlerinin ne dediği net olarak anlaşıldığı anda büyük problemler işte o zaman başlamıştır.
Örneğin Murat Karayalçın konuşması net anlaşılan insan tipinin uç örneğidir.
Onun konuşmalarında radikal bir netlik vardır!
Baştan söylemeliyim ki ben bir kısa cümle içinde bile en azından üç yeni öz Türkçe kelimeyi yan yana kullanabilmeyi başarabilen hiçbir insanı samimi olarak kabul edemem.
Bu kadar düşünerek, planlı cümle kurmaya çalışan bir siyasetçinin mutlaka sonradan faul çıkacak icraatları olacaktır bana göre.
Tabii bu benim şahsi fikrim ama Murat Karayalçın'ın siyasi kariyerine bakarsanız onun en büyük sorununun haddinden fazla anlaşılmak olduğu sonucuna varmanız yanlış olmaz kanısındayım.
Bir de sinirli hep galiba Karayalçın ve yeni icat edilen öz Türkçe kelimelerle dolu cümleler üst üste sinirli bir şekilde söylenirken insan korkmaya başlıyor yahu!
Bu da bilinsin yani...
* * *
Size bir şey söyleyeyim mi; bu Derviş'in işi de çok zor yemin ediyorum.
Düşünsenize, konuşması kamuoyu tarafından hiç duyulmadan gölge başbakanlık yapan Hüsamettin Özkan, konuştukları New York yeraltı treni anonslarına benzeyen Erdal İnönü, konuştuğu anda acaba yanlış bir şey mi yaptık da anlamadığımız öz Türkçe kelimelerle bizi azarlıyor diye düşünmeye başladığımız Karayalçın, çok uzun yıllar boyunca demeç verirken bile konuştuğu gazeteciye nokta, virgül, satırbaşı, ünlem işareti de dahil olmak üzere tam metni dikte ettirmeyi tercih eden, dikte almayı kabul etmeyene de konuşmayan Bülent Ecevit arasında bir ittifak kurmaya çalışıyor.
Bu arada nazik ve kırılgan İsmail Cem kardeşimizin de bu karmaşa arasında kendi başında olduğu hareketin ne anlama geldiği konusunda kafası iyice karıştı.
Baksanıza partisini tanımlamaya çalışırken ‘‘GALİBA demokratik solcuyuz’’ filan gibi laflar etmeye başladı adamcağız.
Anladığım kadarıyla ‘‘aslan sosyal demokratlar’’ döneminden sonra şimdi de ‘‘galiba demokratik solcular’’ dönemi başlayacak Türkiye'de.
Bütün bunlar olurken üstüne üstlük bir de Mesut Yılmaz çıktı ortaya, Tom Cruise gibi dişlerini göstererek gülme adeti var onun da, bunun temelde sinir bozucu olduğunu kimse söylemiyor ona ve o da bu nedenle konuşmalarını sürdürüyor.
Yılmaz da yukarda tanımladığım insanlarla Derviş'in oluşturmaya çalıştığı ‘‘toplumsal ittifak’’ içinde ANAP'ın da yer almaya hazır olduğunu açıkladı.
Bunu duyduklarında diğerleri ‘‘Hah bir sen eksiktin’’ demişlerdir mutlaka. Yani bu hissi Karayalçın ‘‘göreli anlamlarla yüklü üst yapısal bir somutluk’’, Erdal Bey ‘‘Gahanan mahanan hananan’’, Derviş ‘‘Olabilir neden olmasın’’ Hüsamettin Özkan da ‘‘.................’’ şeklinde ifade etmişlerdir gerçi ama konu hakkında ortak gizli fikirleri ‘‘Hah bir sen eksiktin’’dir bundan emin olun yani!
Çok eğlenceli bir dönem başladı, arkanıza yaslanın ve seyredin!
Yazının Devamını Oku 5 Ağustos 2002
<B>ÖNCEKİ </B>gün yeni adetim olduğu üzere yine sabah saat 5 buçukta bilgisayarın başına oturdum. Önümdeki küçücük ekranda Türkiye açılmaya başladı.
Ve ben haberlerle ilgili olarak 30 yıldır ilk kez, midenin biraz üstünde, kalbin hemen altında, o noktada, o tuhaf heyecan hissini duydum.
Hani áşık olmuşsunuzdur da, kadına bunu belli etmekte zorlanıyorsunuzdur, içiniz paramparçadır aslında, sonra bir gün korkularınızı yenip ‘‘Haydi akşam bir yerlerde yemek yiyelim’’ dersiniz ve o da‘‘Olur kaçta buluşalım’’ deyiverir, işte o anda o noktada duyulan burulma hissi gibi bir şeydi bu.
Ya da doktora gidersiniz, tahlil sonuçlarını söyleyecektir size, her şey o anda çıkacak laflara bağlıdır ve o ‘‘Her şey yolunda gözüküyor’’ der ya, o anda da o noktada bir heyecan olur. Buruluverir içiniz.
Heyecan ve coşku karışımı bir şeydir bu, ruhunuzun sessiz çığlığının kaslar üzerinde yankısıdır.
İşte onu hissettim önceki gün.
30 yıldır şu Türkiye'yle ilgili olarak ilk kez oluyordu bu bana.
Ne diyeyim, özlemişim bu hissi.
İnsanın memleketiyle ilgili sürekli olarak karamsarlık duyması kadar bireyi yıpratan az şey var bence.
Siz hiç farkında olmasanız da karamsarlık sizi kemirip durur ve yıllar geçtikçe de artık iyi bir şeyi sizin göremeyeceğinize inandırmaya başlarsınız kendinizi.
O inançla birlikte de alaycı kötümserlik başlar.
Bıkkınlıktan doğan bir başkaldırıyla, ‘‘Allah kahretsin’’ diye sızlanan bir anarşiyle dolarsınız, aslında olumlu olabilecek küçük şeyleri de karamsarlıkla algılamaya başlarsınız bir süre sonra.
Ve aslında bu tavır da memleketin ileriye gitmesini engelleyen bir şeydir, bunu da bilirsiniz ama geçen onca yıl, giden yıllarda biriken umutsuzluklar, hayal kırıklıkları, geçen onca yılı elinizden çalan insanlara, sisteme duyulan birikmiş öfke nedeniyle engelleyemezsiniz de o tavrı üzerinizden atmayı.
Önceki gün ilk kez, hayatımda siyasetle ilgili olarak ilk kez midemin hemen üstünde, kalbimin hemen altında, o yerde burulmayı hissettim, belki de iyi bir şeyleri ben bile ilerde görebileceğim diye umutlandı içim.
Bu gecikmiş yaşımda baba olmayı düşünebilmiş olmanın ruhumda yarattığı, bugüne kadar da hiçbir yerde ifade etmediğim büyük korkular, içimde saklamaya çalıştığım panikler bile azaldı gibi geliyor bana şu anda.
Evet evet, hayatta en özel olduğu sanılan şeyler bile sonuç itibarıyla insanın vatanıyla bağlantılı.
Ve ben anladım ki, belki de gecikmiş olarak fark ettim ki Türkiye iyi olunca ben de iyi oluyorum.
O burulma hissini de artık hep duymak, çok sık olarak yaşamak istiyorum.
Sonra 10 yıl kadar önce bir gün aniden aşkımdan tamamen habersiz olduğu halde yemek teklifimi kabul etmiş olan kadın da uyandı ve ben ona uzun zamandır ilk kez ‘‘Bugün memlekette çok iyi şeyler oldu’’ diyebildim.
***
Tabii ki biliyorum, Avrupa için yasalar geçti diye her şey bir anda sihirli değnek değmiş gibi değişmeyecek.
Türkiye'de uzun yıllardır kemikleşmiş olan yapılar mücadele etmeye başlayacaklar yine. Sadece içgüdüsel tepkiler nedeniyle yapacaklar bunu.
Zaman zaman geri adımlar da atılacak, bunu da biliyorum.
O harcanmış olan 30 yıl boyunca yaşanmış deneyler böyle şeylerin bundan sonra olmasının da sürpriz olmayacağını fısıldıyorlar hep bana.
Ama olsun, hiç önemli değil bunlar.
Şu benim içimde hissetmiş olduğum içimdeki burulma hissi var ya, bu toplumda onu duyan kişi sayısının hiç de az olmadığını düşünüyorum ben.
Onlar da benim gibi çok uzun yıllardan sonra, artık tam unutmaya başlayacaklarken nasıl bir şey olduğunu, bu burulmayı yeniden hissettiler içlerinde.
Ve onlar adına da şunu söyleyebilirim sanıyorum, biz bu hissi sevdik arkadaşlar!
Biz bunu daha çok, daha sık hissetmek istiyoruz.
Önceki gün artık tükenmeye başlayan dayanma gücümüz yeniden bilendi.
Motorlar yeniden şarj oldu.
Güzel şeylerin de olabileceğine duyulan inanç, o güzel şeylerin gerçekten olmasının en büyük güvencesidir bence.
Ve Türkiye bugünkü durumuna o inancını kaybetmiş olması nedeniyle gelmişti aslında
Şimdi memleketi toparlayacağız, ben buna yine inanmaya başladım.
***
Başka ne diyeyim.
Vallahi billahi özlemişim güzel haber duymayı.
Alışık olmadığım için bu duruma yazı da tuhaflaşmaya başladı, bunun da farkındayım.
Ne güzel şeymiş bu his yahu, anlatılacak gibi değil yani.
Biliyorum yazı tekrara bindi ama içimden başka bir konuya girmek de gelmiyor, mutluluğumu tekrar tekrar yazarsam sizlerle daha çok bağlantı kuracakmışım gibi hissediyorum elimde olmadan.
İyi olacak bu ülke, buna yine inanmaya başladım ben.
Yazının Devamını Oku