* * *
Yüzdük yüzdük, kuyruğuna geldik..
Önümüzdeki Pazar günü dananın kuyruğu kopacak.. Şimdiden yarı finale çıkan dört takım üzerinden bahisler açıldı..
Şampiyon bu dört ülkeden hangisi olacak? Almanya mı? Hollanda mı? Brezilya mı yoksa Arjantin mi?
Bodrum denilen güzellikler beldesinde, saat neredeyse dokuzda okunan akşam ezanını bekleyen “oruç kafalı” ahalimiz üzerinde yaptığım ankete göre favori Almanya..
Neden derseniz? Bilimsel bir açıklaması yok.. İşin kökünde ahalimizin DNA’sına işlemiş “Alamancılık geni..” var da ondan..
* * *
“Alamancılık genine..” dadanmamız teee Birinci Dünya Savaşı öncesinden başlar.. Efendimiz, iki gözümüzün nuru Abdülhamid Han, İngiliz ve Fransız siyasetinin karşısına dikmek üzere Kayzer Wilhelm’in koluna girdiği günden beri bu böyledir..
İki adımdan topa vuramayan Ronaldo’ya, üç adımdan dürtemeyen Messi’ye bakıp “Bu işi ben de yaparmışım..” deme noktasına geliyorsun..
Rio’daki finale çok bir şey kalmadı.. “Yatcaz kalkcaz.. Yatcaz kalkcaz..” İki elin parmakları kadar gün geçecek.. Masal bitecek.. Herşey aslına rücu edecek..
Rio’nun finali iliklerine kadar yaşayacağını sanmıyorum.. Ahalisinin üçte ikisi finali takmayacak bile.. Dünya kupasına sponsor olan firmaların uçaklarla taşıdığı, çoğu bilet parasını cebinden verip de hayatında hiç maç izlememiş olan “çakma futbol seyircisi..” günü şeklen yaşayacak..
Nasıl mı bu kadar emin konuşuyorum?
Rio’ya on iki kez gittim de ondan.. Orada geçirdiğim süre bir yıldan fazladır.. Hesabını yapmışım.. Hayatımda İstanbul ve Ankara’dan sonra en fazla yaşadığım büyük şehir Rio’dur..
***
O birbirinden güzel stadyumlar.. “Ölmeye..” değil “Eğlenmeye..” gelen seyirciler.. Maç öncesi renkli sunum.. Maç bitimi kavgasız, dövüşsüz kolay ulaşım.. Bizim bünyeye ters gelen her şey orada baş tacı.. O zaman olaya tersten girmek lazım..
O çok heyecanlandığımız Avrupa Şampiyonası’nı hatırlıyorum.. Sıfır çektiğimiz, bırakın puan almayı, gol atamadan döndüğümüz şampiyonayı..
Portekiz’le maçımız vardı..
Stadyum yavaştan yavaşa doluyordu.. Maça daha iki saat vardı ama tribünlerin üçte ikisinden fazlası dolmuştu..
Portekiz seyircisi İngilizce bağırmaya başladı.. “We will.. We will.. Rock you!”
Mealini söktürecek kadar toplu İngilizcemiz vardı şükür.. “Sizi sallayacağız..” demeye getirdiklerini pekala anlamıştık..
Tribünden gelen, amigoluk tecrübesine sahip Fenerlisi, Galatasaraylısı, Beşiktaşlısı kafa kafaya verip anında cevap üretti.. En az on beş bin kişi o kontra cevabı uygulamaya koydu:
Geçmişe flash back yapıyorum.. Televizyon denen şeytan icadı daha on yıllık bile değildi.. Dünya futbol şampiyonasını ikinci kez yayınlamaya hazırlanıyordu..
Gözümüzün nuru, gönlümüzün süruru TRT’miz dört yıl önce birincisini kısmen yayınlamıştı.. Yani sadece seçtiği maçları ekrana getirmişti.. Seçmediklerinden de gece yarısından sonra yirmi dakikalık geniş özetler vererek işi halletmişti..
İkinci kez yayınlayacağı şampiyona için daha iddialıydı.. Elindeki spor kadrosu eskisinden daha tecrübeliydi.. Ayrıca ekrana getireceği maç sayısı bir öncekinden çok daha fazlaydı..
Ve ben hayatımın ikinci dünya şampiyonasını kendi evimde, kendi televizyonumdan seyredecektim.. Benim ilkim de buydu..
* * *
Kolları sıvadım.. İlk iş olarak düğünde takılan altınların bir kısmını bozdurup, ilk televizyonumun peşinatını hazırladım.. Gerisi için de aydan aya ödenecek senetleri yaptırdım..
Şimdiki gibi “uzat plastik kartını, post makinası kendi kendine taksit yapsın..” kolaylığı yoktu. Senetleri hatasız yazacaksın.. Tek tek imzalayacaksın.. Bir de “mütesessil kefil” bulup ona imzalatacaksın..
Doğanın da kendine göre bir dengesi var tabii..
TC nüfusuna yazılacak her kız çocuğunu “potansiyel tasarımcı veya modacı..” olarak dünyaya getiriyorsa sebebi oğlan kısmının genetik zevksizliğini dengelemek içindir..
Yani moda işinde son sözü yiğit kısmına bırakmayıp, kızlara veriyor.. İyi de yapıyor.. Aha yiğitlerimizin futbol sahalarına yansıyan hali ortada.. Hele geçtiğimiz sezonda gördüğümüz o saçların hali..
Nereden gördüler, kimden bellediler bilmem..
Rüzgârı bir yerlerden esti, bizim futbolcuların kısm-ı umumisi bir tür “meşe palamudu” tipi saç kesimine meftun oldu..
Saçına güvenen mahallenin mahallesinin kuaförüne, berberine koşup kendine şekil yapıyor..
* * *
Futbol hakemi dediğin; sadece maç yönetip, o maçı seyredenleri ayar eden kişi değildir..
Hakem, yukarıda okuduğunuz spotta arz ettiğim gibi, yetenekleri sınırlı insanımıza aradığı bahaneyi veren kişidir..
Ancak asıl hizmetleri, futbolumuza değil medyamızadır..
İçinden “hakem” veya “hakemlik eylemlerini kapsayan..” sözcükler geçen cümlelere milli güvenliği bahane edip yayın yasağı koyun.. Tövbe diyeyim, medya leşkerleri ne yazacaklarını, nereye basacaklarını şaşırır..
Özetlersek; adına hakem dediğimiz kişi, spor yazarlarına “yazı üretebilecek..” zihin açıklığını veren kişidir.. Kıymetlerini bilmek gerekir..
* * *
Kıymet bilmek dedim de.. Şampiyonlar Ligi Finali’nde dördüncü hakem olarak görev yapan ve oradaki elektronik tabelalara sahip çıkan Cüneyt Çakır (39) ile hepimiz sevindik..
TRANSFER sezonunun açılması benim için “bağ bozumu” gibidir..
Şu kısacık dönemde eğlencenin, keyfin dibine vurulur.. Gazetelerin spor sayfaları çiçek açar.. Dilekler, temenniler, istekler dillenip haber olup..
Taraftar-okur hergün yeni bir müjde ile güne başlar..
Her palavraya, her uydurma habere inandığından kafasında çiçekler açar, yeni sezon için hayaller kurar..
Taraftar-okurun beylik refleksidir..
“Peki bu iş nasıl olacak bre adam!” diye sormaz..
* * *
Dünkü gazetelerden rivayettir..