Paylaş
Geçmişe flash back yapıyorum.. Televizyon denen şeytan icadı daha on yıllık bile değildi.. Dünya futbol şampiyonasını ikinci kez yayınlamaya hazırlanıyordu..
Gözümüzün nuru, gönlümüzün süruru TRT’miz dört yıl önce birincisini kısmen yayınlamıştı.. Yani sadece seçtiği maçları ekrana getirmişti.. Seçmediklerinden de gece yarısından sonra yirmi dakikalık geniş özetler vererek işi halletmişti..
İkinci kez yayınlayacağı şampiyona için daha iddialıydı.. Elindeki spor kadrosu eskisinden daha tecrübeliydi.. Ayrıca ekrana getireceği maç sayısı bir öncekinden çok daha fazlaydı..
Ve ben hayatımın ikinci dünya şampiyonasını kendi evimde, kendi televizyonumdan seyredecektim.. Benim ilkim de buydu..
* * *
Kolları sıvadım.. İlk iş olarak düğünde takılan altınların bir kısmını bozdurup, ilk televizyonumun peşinatını hazırladım.. Gerisi için de aydan aya ödenecek senetleri yaptırdım..
Şimdiki gibi “uzat plastik kartını, post makinası kendi kendine taksit yapsın..” kolaylığı yoktu. Senetleri hatasız yazacaksın.. Tek tek imzalayacaksın.. Bir de “mütesessil kefil” bulup ona imzalatacaksın..
Mağaza sahibi de bir eyyam imza faslına girişecek.. Nereden baksan Lozan Anlaşması’nın imza sürecinden daha uzun bir zaman dilimi..
Bir şekilde altından kalktık, yeni televizyonumuzu eve getirdik.. Tadını çıkarmak için de Dünya Kupası’nı beklemeye başladık..
AL SANA KUPA!
Artık göze mi geldik yoksa davetiyeleri postaya vermeyi unuttuğumdan nikâha gelemeyen yakın akrabaların ahı mı tuttu bilmem.. Benim çiçeği burnunda siyah beyaz televizyon arızalandı.. Öyle tamirle filan giderilecek bir arızası değildi bu..
Aleti açıyordum.. Yayın önce gayet normal görünüyordu.. Derken ekrana gelen görüntü üstten ve alttan daralmaya başlıyordu.. Darala darala ekrandaki “dörde üç formatındaki” yayın sinemaskop filme dönüyordu..
Giderek incelen, bel kemeri kıvamına gelen görüntü sert bir çatırtıyla yok olurken ekran kendiliğinden kapanıyordu.. Bu işin başlaması ile hitamı arasındaki süre ise on beş dakikayı geçmiyordu..Deneye deneye öğrendik..
Aletin tekrar açılması için televizyon tüpünün soğuması gerekiyordu ve bu da otuz dakika demekti.. Akıbet yine aynı.. On beş dakika içinde ekranda bir çatırtı, patırtı ve yok oluş..
Benim taksitle alınmış ilk televizyonda sanki uzaydaki gibi kara delik vardı.. TRT’nin muhteşem yayıncılığı bu deliğe çekilip yok oluyordu.. Tamircilerin çaresizdi..
Malı satan ise sorumluluk kabul etmiyordu.. İlk üç beş günde “Efendi baba.. Bu mal arızalı..” deyip televizyonu önüne koysaymışım belki değiştirirmiş.. Benim cihazı bozmadığım nereden belliymiş?
* * *
İşin kötüsü Dünya Kupası da başladı.. Maçlar televizyon ekranında çatır çatır oynanıyor.. Ben kendiliğinden karatmalı ekranla ağız dalaşı yapıyorum..
O günlerde her evde televizyon olmadığından futbol camiasında atış serbest.. Gerd Müller topa Münih’te vuruyor.. O topun ucu Ankara’da TRT binasından çıkıyor.. Benim elim böğrümde..
Dünya şampiyonaları her daim yaza denk geldiğinden; futbolcusu da seyircisi de sıcaktan çok çeker.. Benim ev kırk altı metrekarelik bir çatı katı.. Kiraladığım kaçak katı o terasa konduran mal sahibi “Çatı yapmaya ne gerek var? Oturan sıcağa dayansın..” demiş.. Tepeyi komple çinko kaplamış..
FIRINDA MAÇ KEYFİ..
Evi kış mevsiminde karaladığımdan yaz aylarında “taş fırına döneceğinden..” doğal olarak haberim yoktu..
Bizim evin çinko damı sayesinde bütün yazı terasta, açık havada geçirir olduk.. Tut ki Mardin kırsalındasın, yazları damda yatıyorsun.. Biz de cumhuriyetin başkenti Ankara’da dam keyfini(!) yaşıyorduk..
Yandaki apartmanda bizim terasa yakın duran bir daire vardı.. Günün birinde o dairede bir pencerenin devamlı açık olduğunu gördüm.. Hem pencere hem perdeleri her daim açıktı..
Sapasağlam, çalışır vaziyetteki televizyon da pencerenin tam karşısındaydı.. Adını bilmediğim komşum futbol meraklısı idi.. Sırtı pencereye dönük, tek kişilik koltuğuna oturuyor, maçları izliyordu..
Hemen açılır kapanır ahşap kır sandalyesini pencerenin hizasına koydum.. Maçların tadını komşumla birlikte çıkarmaya başladım..
Ekran iki bina arasındaki boşluk yüzünden biraz ufak kalıyordu.. Onun da çaresini Lubitel marka Rus malı fotoğraf makinesi sayesinde bulduk..
O makinelerin vizörü yoktu.. Onun yerine tepede cam bir ekran vardı.. Makineyi ters tuttuğunda, yani objektiften baktığında o cam vizör mercek işi yapar, görüntüyü büyütürdü..
Bu keşfim sayesinde “dürbün ihtiyacını” da geçici olarak fotoğraf makinesine yükleyip, maçları izleyebildim..
Tek eksiğim, iki bina arasındaki mesafe yüzünden sesti.. Maçları yorumlayan TRT spikerlerinin sesini duyamıyordum..
* * *
Birkaç gündür Brezilya’daki verilen maçları ekrandan izliyorum.. Devran değişse de TRT spikerlerindeki “çok konuşma şehvetinin..” hiç değişmemiş olmasının hazzını(!) yaşıyorum..
Onların sayesinde anlıyorum ki komşunun evinden “korsan olarak” izlediğim o sessiz şampiyona, benim en keyifli dünya şampiyonammış..
En azından son izlediğim Arjantin–Bosna Hersek maçının spikeri tarafından taciz edilmedim.. Yine de maç anlatmayı bırakıp, dakikalarca Bosna’nın hocası Saffet Susiç’e takımı nasıl oynatması gerektiğini öğretmeye çalışan o spiker arkadaşı, gösterdiği özgüvenden dolayı kutluyorum..
Paylaş