Hepimiz öyle büyümedik mi: Turizm neydi?
Sevgiydi, emekti.
Gelen her turist memleketimize üç-beş kuruş daha döviz getirisi, ülkemizin tanıtımı ve hakkımızda yurtdışında sürdürülen kara propagandalara karşı kendimizi savunmamız, adam adama markajla derdimizi anlatabilmemiz demekti.
Türkiye’nin dışa açılmaya başladığı 80’li yıllarda TRT’de kamu spotları yayınlanıyordu turistlere karşı nasıl kibar davranmamız, onları ülkemizin nasıl birer kültür elçisi olarak görmemiz gerektiği konusunda...
Hemen her kesim için milli bir görevdi bu turizm işi.
“Bacasız fabrika” diyorduk bu mucize sektöre.
Kendimizi turizmden aslan payını alan İspanya, İtalya, Yunanistan gibi ülkelerle kıyaslıyor, 1986’da Türkiye’ye ancak 2-3 milyon turist gelirken İspanya’nın her yıl nüfusu kadar turist ağırlamasına hayıflanıyorduk.
Henüz haberimiz yoktu: 30 yıl içinde dünyanın en önemli turizm coğrafyalarından birine dönüşecektik.
Kraliçe II. Elizabeth tarafından şövalye ilan edilen Galli aktör, oyunculuğunun yanı sıra yönetmen, yapımcı, besteci ve ressam aynı zamanda.
“Kuzuların Sessizliği” filminde kendisine Oscar getiren Hannibal Lecter karakterinin yanı sıra hafızalarımıza kazanmış “The Mask of Zorro”, “The Bounty”, “Meet Joe Black”, “The Elephant Man”gibi kült filmlerde rol aldı.
Hopkins, canlandıracağı karakterler için yaptığı hazırlıklarla ünlü bir sanatçı. Bu yüzden de provaları minimumda tutmayı seviyor. Rollerini hatırlama yeteneğiyse dillere destan.
Steven Spielberg’in “Amistad” filminde, yedi sayfalık bir mahkeme konuşması vardı. Bu uzun repliği yıllar sonra bile bire bir hatırlıyordu mesela.
Anthony Hopkins’in bütün dünyadaki hayranlarını heyecanlandıran yeni haberse rol aldığı tarihi dizi “Those About to Die”.
Hopkins dizide Roma İmparatorluğu’ndaki kana susamışlık, açgözlülük, yolsuzluk ve güç arayışının en tepesindeki ismi, İmparator Vespasian’ı canlandırıyor.
Anlayacağınız, usta oyuncu zaten ‘sör’ idi, şimdi ‘imparator’ oldu.
Yazık oluyor ‘Dünya Güzellerim’e
Bodrum’da sınıf farkı olmadığını söyleyen Şevval Sam’a tepki var. Şöyle dedi ünlü müzisyen ve oyuncu:
“Bodrum’un en sevdiğim tarafı sınıf farkının çok daha az olması. İster zengin ol, ister orta halli, ister fakir... Burada eğer başını soktuğu bir evi varsa mutlaka bahçesi var. İki katlı. Büyük apartmanlar, gökdelenler olmadığı için herkes eşit koşullarda. Üç aşağı beş yukarı yakın koşullarda yaşıyor. Bunu çok seviyorum...”
Lenin bu sözleri duysa gözleri yaşarırdı herhalde. Sam, “sınıfsız” dediği Bodrum’da nerelere gidiyor, kimlerle takılıyor bilmiyorum ama seneden seneye katlanan fiyatlarla sadece zenginlerin gidebileceği bir yer olduğunu kastetmiş olmalı herkes eşit derken.
Bodrum, özellikle şu sıra tıpkı İstanbul gibi sınıf farkının en çarpıcı şekilde sergilendiği bir yer.
Hatta İstanbul’u da geç, dünya ölçeğinde sınıf farkının göze battığı bir ortam.
Fakat gittikçe kötüleşti dün gece artık kendi başıma ayakta duramaz hale geldim. Sabah çok erken uçağım vardı zaten, hastaneye gitmedim.
Bu kadar şiddetli olmasa da bir kere daha başıma gelmişti sanırım potasyum eksikliğinden kaynaklanıyor.
Aldım bir potasyum desteği, bu yazı bittiğinde hâlâ hafiflememiş olursa bana doktorun yolları...
Size asıl anlatmak istediğim benim gibi tekerlekli sandalyeye ihtiyaç duyacak hale geldiğinizde havaalanında neler yaşadığınız.
Bodrum Havalimanı’nın yolcu girişine geldiğinizde kapının hemen yanında, daha önce hiç dikkatimi çekmemiş olan siyah bir telefon var.
O telefondan arkadaşım içerideki görevlilere ulaştı. İki dakika geçmemişti ki kadın bir görevli tekerlekli sandalyeyle yanımızdaydı.
Beni en hızlı olacak şekilde acil geçişlerden geçirdi.
Kontuara geldiğimizde bütün işlemlerimi öncelikli halletti.
Zeytinlikleri dışında enginar, patlıcan, kabak, karpuz, kavun, aklınıza ne gelirse... Geçimlerini de bunları satarak sağlıyorlar.
Bir gün tarıma merak saran İstanbullu Ayça Sarc çok daha küçük bir arazide onlara komşu oluyor.
Ayça Hanım’a bu meşgalesi için o kadar yardımcı oluyorlar ki, o da karşılık olarak onları bir restoran açmaya teşvik ediyor ve bilgisini, görgüsünü aileye aktarıyor.
Böylece eski bir köy evinin bahçesinde, 120 yıllık bir çitlembik ağacının gölgesinde 6-7 masalı Ovasofra lokantası kuruluyor.
Salaş mı salaş. Tahta masalar, ahşap kır sandalyeleri, duvarda asılı bir terek, çitlembiğin dallarından sarkan ampuller...
Stefano Şef, restoranı Brava’nın tanıtımı için bir davet verdi hafta sonu.
Çok ünlü vardı...
“Meğer daha önce hiç pizza yememişim” dedirtecek bir menüyle doldu sofralar.
“Türkler için anne menüsü hazırladım” diyor Stefano.
Ne demek anne menüsü...
“Annemin yemeklerinden bahsettiğimde, anneyi, ailemdeki tüm kadınları ve yüzyıllar boyunca yemek pişirme hareketlerini tekrarlayan ve bunları benzersiz tarifler haline getiren tüm İtalya’nın kadınlarını temsil eden bir arketip olarak düşünüyorum” diyor.
◊ Türkiye’ye ilk kez geliyorsunuz... Kültürümüz ve ülkemiz hakkında ne biliyorsunuz?
- Çok heyecanlıyım. Birçok tanıdığım oraya geldi ve bana hep ziyaret ettikleri en güzel ülkelerden biri olduğunu söylüyorlar. Tarih dolu bir ülke olduğunu biliyorum. Oraya şarkı söylemek için geliyor olmamın avantajını kullanarak, hem tüm kültürü deneyimlemek hem de tatil yapmanın avantajını yaşayacağım.
◊ Nasıl bir konser bekliyoruz? Çoğunlukla 50’li ve 60’lı yılların klasiklerini mi, yoksa kendi hitlerinizi ve farklı cover’ları mı dinleyeceğiz?
- İzleyeceğiniz konser, 50’li ve 60’lı yılların müziklerinin bir kombinasyonu, enerji ve iyi müzik dolu benzersiz bir gösteri olacak. Başka hiçbir yerde göremeyeceğiniz garantili bir şey. Çünkü benim için en önemli şey, her performansta kalbimi vermek.
◊ HAKSIZ ÇÜNKÜ: İmkânlar elverseydi, çocuk sahibi olmak çok isterdim. Olmadı, yeğen sevgisiyle avutuyorum kendimi. Allah’tan çok şanslıyız, katlanılmayacak bir tarafı yok. Siz sormasanız su bile istemez, oturduğu yerde kurur. Öyle bir çocuk oldu hep.
◊ HAKLI ÇÜNKÜ: Her şeyin en iyisini isteyen, mükemmeliyetçi insanlar için çocuk çok zor bir şey. “Saldım çayıra, Mevlam kayıra” kafasındaysanız iş kolay. Ama güvenliği, geleceği, eğitimi için falan kaygılanıyorsanız, hele bu koşullarda akıl kaçırmamak elde değil.
◊ HAKSIZ ÇÜNKÜ: Eğer insan bütün kainatın en nadide varlığıysa çocuk da insanlığın en güzel vadesi. İnsan çirkinleşiyorsa büyüdükçe çirkinleşiyor. O yüzden çocuklardan “ağlayan şey” diye bahsetmek biraz ayıp kaçıyor, o güzelliğe haksızlık oluyor.
◊ HAKLI ÇÜNKÜ: Ben de sevmiyorum uçakta bir saat uyuyabilecekken yolculuğu bana dar eden çocuk sesini, senede üç gün tatil yapacakken plajı cehenneme çeviren çocuk terörünü. Kafam almıyor, bütün huzurum kaçıyor, Allah öğretmenlerine sabır versin.
◊ HAKSIZ ÇÜNKÜ: Dünyanın bütün çocukları bizimkiler gibi değil. Biz “çocuk erkil” bir toplumuz. Elaleminki uslu uslu bilgisayarına bakıyor, koca adam gibi davranıyor. En fazla dönüyor, annesine bir soru soruyor. Akıllıca dinliyor, kendisiyle meşgul yani, sizi işgal etmiyor.
◊ HAKLI ÇÜNKÜ: Bizimkiler bağırıyor, çığlık atıyor, masa örtüsünü çekiyor, babasının burnuna peçete sokmak istiyor, sokamazsa ayrıca bağırıyor. Yetiştirme tarzımızla ilgili bir şey bence. Çocuk değil, şımarık canavarlar yetiştiriyoruz.
◊ SON NOT: Çocuk sahibi olmadığım için bütün bunlar hariçten gazel. İşin içinden farklı düşündüğünüz bir şey varsa lütfen bana yazın, burada tartışalım.
Rehber etkisi