23 Nisan 2005
Gidiyorum... İsviçre’ye...<br><br><B>‘Benimki’</B>nin doğum yıldönümü. Orada kutlayacağız. Alpler’de. Gerçi kayak mevsimi geçti ama ‘Benimki’nin doğum günü ancak orada kutlanır. Hint Okyanusu’ndaki adalar falan olmaz. Ruhuna uygun değil.
Merak edersiniz şimdi ‘benimki’nin kim olduğunu...
Yaşlı biraz.
Ama daha çocuk bir yandan da. Hiç büyümüyor.
Çok eskiden tanışıyoruz. Epeydir görüşmüyorduk. Hatta artık yaşamadığını düşünüyordum.
Sonra bir gün... Bir yazı yazdım. Onu sevdiğimi, özlediğimi anlattım... eski günlerimizi andım.
‘O da okumuş, çıktı geldi’ diyemeyeceğim. Ama başka sevenleri çıktı ortaya. Meğer ne çokmuş. En fazla mail aldığım yazılarımdan biri oldu o yazı. Bu, onun bir şekilde hálá yaşadığını gösterdi bana, sevindim.
Heidi’den bahsediyorum.
Heidi bu yıl 125 yaşında oluyormuş. İsviçre’de müzikal ve tiyatro oyunlarıyla kutlanacakmış doğum günü. Keşke gidebilsem hakikaten.
Geçenlerde yanımdaki yöremdeki çocuklara hediye etmek için kitapçılarda aradım onu, bulamadım. 125 yaşın şerefine TRT o eski çizgi filmi yeniden yayınlasa keşke. Ama neredeee...
Atmosfer de değişti
‘İnsan’la ‘hava’ birbirine çok benziyor.
İkisinin de günü gününe uymuyor. Hatta son zamanlarda saati saatine...
Ben mesela bugünlerde tıpkı bahara geçiş yapmaya çalışan İstanbul havası gibiyim. Hani bir saat içinde hem açık hem kapalı, hem sıcak hem soğuk, hem yağışlı hem kurak, hem rüzgárlı hem durgun...
Benimki normal sayılır yine de. Yani ruh durumumun o hal ile bu hal arasında mekik dokuması. Nihayet insanız. Bir telefon alırız coşarız, bir haber duyarız çökeriz, falan filan. Fakat atmosferdeki değişim nasıl bu kadar hızlı oluyor onu anlamıyorum.
Her bir hava şartına sebep olan hareket her ne ise nasıl bu kadar çabuk değişebiliyor?
Atmosfer eskiden böyle değildi. O da bizim gibi fırıldak oldu. Esirikli, sıkıntılı, sebatsız. Fakat neticede bahara uygun bir durumda karar kılacaktır elbet. Bizim gibi. İstediği kadar oynak olsun ruhumuz, aslında şu sıralar hepimiz kendimizi kelebek gibi hissediyoruz. Kırlara yayılalım, o çiçekten bu çiçeğe konalım, iş falan olmasın... Hiç olmazsa şehrin içindeki ağaçların peşine düşelim.
Bendeniz her sene olduğu gibi erguvanların peşindeyim yine. Tam karşısına konuşlanıyorum. Bakıyorum nerede var... Anadoluhisarı’ndaysa, Rumelihisarı’ndayım.
Ertelemeye gelmez biliyorsunuz. Erguvan dediğiniz bir bakarsınız var bir bakarsınız yok. Bari kaçırmayayım, hiçbir güzelliğin farkına varılmadığı çocuklukla ilk gençlik yıllarının acısını çıkarayım diyorum.
Uzayda seri cinayet
Turizm Bakanımız ‘Azgelişmiş ülkelerde şiir, gelişmişlerde roman vardır’ buyurmuşlar.
Belki de haklıdır. Kişilere indirgenecek olursa bu tez, hakikaten refah içinde bir şair duymadım ben. Yani iyi şair.
Nazım Hikmet’e, Orhan Veli’ye bakıyorsunuz... Memuriyet, mahrumiyet, mahkûmiyet, mağduriyet...
Keyfi yerinde şairler de çıkmamış değil. Fakat onların şiirleri daha ziyade sevgilinin gül yanaklarıyla, kiraz dudakları arasında sıkışıp kalmış.
Bu açıdan Bakan haklı gibi görünüyor.
Fakat roman deyince nasıl roman ona bakmak lazım. Tolstoy’un Anna Karenina’sı gibi romanlar çıkacaksa tamam da ‘Uzayda Seri Cinayet’ gibi romanlar gelecekse önümüze, ben şahsen azgelişmiş kalıp bir Nazım Hikmet daha çıkarmamızı tercih ederim.
MIŞ-MUŞ
Kültür ve Turizm Bakanı Koç, Mahmut Cuda resim sergisini gezerken gördüğü kadın portresinin işadamı Halit Narin’in eşine ait olduğunu öğrenince, ‘Hálá karısı mı?’ diye sormuş.
Bu gidişle yakında ‘Hálá bakan mısınız?’ diye sormak gerekecek kendisine.
Hafif şişmanlık sağlık açısından iyiymiş.
Baktılar kimsenin zayıflayabildiği yok...
Bir dahaki Papa zamanında kıyamet kopacakmış.
Neyse ki bunlar çok yaşıyorlar.
Dünya yeni Papa karşısında bölünmüş.
Bu bir şey değil, bir dahaki sefere un ufak olacak!
Yazının Devamını Oku 21 Nisan 2005
<B>HADİ </B>bakalım buyurun!<br><br>Aynımızı yapmışlar. Canı yok bir tek. Alman bilim adamları uğraşmışlar, didinmişler ‘kadın seks robotu’ üretmişler. G noktası falan olan. Hatta nefes bile alan.
Aslında dünya kurulalı beri her erkek buna uğraşmıştır. Yani ‘kadın seks robotu’ yapmaya... Fakat hepsi birer bilim adamı olmadığından yenisini üretmek yerine canlısını robota çevirmeye uğraşmışlardır daha ziyade.
Gerçi çoğu, akıllı kadın sevdiğini söyler ama bu, televizyon izleyicisinin ‘Belgesel seyrediyorum’ demesi gibi aslı astarı olmayan bir beyandır.
Hani hepsi içindekini bir dökse ortaya ‘Memesi olsun yeter’ gibi bir netice çıkabilir araştırmalardan, şundan bundan...
* * *
‘Robot kadın hayali’nin gerçekleşmesi yolunda erkeklere yardımcı olan kadın sayısı da az değildir.
Orgazm olmadan olmuş gibi yapanlardan tutun da, ‘ateşli kadın’ imajı uğruna her an hazır nazırmış gibi duranlara kadar.
Fakat yine de canlısından tam randıman alınamadı demek ki bilim adamları robot işine giriştiler.
Tabii robota en yakın kadının bile, misal, bir gün gelip ilişki bittiğinde ‘Küçüktü’ deme ihtimali var. Kimse ölene kadar ‘robot’ kalamaz.
Muhafazakárlar için kızlık zarı ilaveli olanı da varmış robotların. Belki de titiz müşterileri düşündüler. Hani ‘Kullanılmış mal mı alıyorum?’ diye işkillenenlere karşı...
Bilmiyorum artık kanama olayı nasıl gerçekleşiyor... Hayır bizimkiler mesela, anlamazlar öyle elastiki falan... Kan görmeyince... İster misiniz robotun da namusunun peşine düşsünler?
Bu robot kısır çıktı diye üstüne bir robot daha alanlar da olur belki. Ne bileyim. Her şeyi beklerim ben. Bilim adamlarından umut kesilmez, yakında doğuranını da yapabilirler.
* * *
Aslında erkeklere hak vermiyor değilim. Şu erkek kadın ilişkisi hakikaten sadece seksle sınırlı kalmalı. Öteki türlüsü zor. Yorucu, yıpratıcı.
Bir yığın hengáme. Üstelik bu hengáme arasında seks de darbe yiyor. Kimse ilk günlerdeki gibi sevişemiyor.
O robotun bir de erkeğini yapsınlar, kökten çözülsün bu iş!
Herkesin evde birer robotu olduktan sonra hálá birbiriyle beraber olmak isteyen varsa alnından öper, tarihteki yerine yerleştiririz!
MIŞ-MUŞ
Yapılan araştırmada vekillerin yüzde 40’ının uykusuzluk çektiği ortaya çıkmış.
O geceleridir... Yoksa oturumlar esnasında bir sorun yok!
Bilim dünyasında yeni bir Einstein çıkması zormuş.
Aşk olsun! Kadın seks robotunu icat edeni de yabana atmayın lütfen!
Evrenin ilk hali sıvıymış.
E, zaman hepimizi katılaştırıyor tabii.
Yazının Devamını Oku 19 Nisan 2005
<B>EŞİYLE </B>küs olan kadınlar erken ölüyormuş.<br><br>Biliyorsunuz, bu tip araştırmalara takmış durumdayım. Bu sefer de erken ölen kadınlara baktılar demek... ‘Allah Allah bunlar neden böyle erken gidiyor?’ diye... Ortak özellik olarak kocalarıyla küs oldukları çıktı ortaya...
Dünya bu Meraklı Melahat’lerin sayesinde varlığını sürdürüyor zaten. Her zaman söylerim, benim gibi olsa herkes, daha Taş Devri’ndeydik.
Neyse şimdi konunun dışına çıkmayayım. Konu, eşine küsen kadınların erken ölmesi. Ölüm sebebini anladım da şeklini şeyttiremedim yalnız... Yani kocalarının doyulmaz sohbetlerinden mahrum kaldıkları için üzüntüden mi ölüyorlar, yoksa konuşamadıklarından çatlayarak mı Hakk’ın rahmetine kavuşuyorlar?
‘Konuşma’ dediğim ‘Karşıdakine herhangi bir hususta bilgi vermek üzere yapılan uzun, bilgilendirici söz söyleme işi’. Burada ‘karşıdaki’ ‘koca’ oluyor genellikle. Kocasını gece yarısı uykudan uyandırıp anlatan kadınlar bilirim. Onun için ikincisi daha gerçekçi geliyor bana.
***
Bizim aileye bir bebek geliyor.
Şimdi konudan konuya atladığımı düşüneceksiniz ama değil.
Bebeğin cinsiyeti henüz belli olmadı ama benim gönlüm erkek olmasından yana.
Zira kadın olmak zor.
Ama kastettiğim şey o klasik zorluklar değil. Yani kadının ezilmesi, çocuğu doğuran, çamaşırı yıkayan, soğanı doğrayan tarafın kadın olması falan değil.
Benim dediğim, kadın olmanın beyinsel yoruculuğu.
Hakikaten beyni yoruyor kadınlık.
Her an antenler açık olacak...
Her yerde, her şey, herkes kontrol altında tutulacak...
Durmadan bir şeyler sorgulanacak, irdelenecek...
Tilkiler dolaştırılacak...
Devamlı plan proje yapılacak...
Hinlikle cinlik asla ihmal edilmeyecek...
Günün hiçbir saatinde, hatta uykuda bile ‘Rahat ol!’ komutuna uyulmayacak...
30 yaşından itibaren o yaşta kalma mücadelesi verilecek...
Hadi biz yandık, bari doğacak olan o çocukcağız yanmasın. Erkek olsun, gün görsün. Gevşek gevşek yaşasın. Bakın işte erken ölme riski bile var. Daha ne olsun?
MIŞ-MUŞ
Beyaz Saray, Erdoğan’ı bekletiyormuş.
E, etme bulma dünyası!
*
Türk işçileri için Kore ‘yeni Almanya’ olabilirmiş.
Türk işçisi, Türkiye’nin ‘yeni Almanya’ olma ihtimalini ise unutsun!
*
Denktaş iktidarı bırakırken muhalefet bayrağı çekmiş.
İktidardayken de daima ‘muhalif’ değil miydi zaten?
*
Bal, cinsel hayatı ateşliyormuş.
Sahte bal dedikodusu çıkınca ne yapsın tabii üreticiler...
*
Başbakan’ın Başdanışmanı Çelik, ‘İnsanı üç şey uçurur: Para, aşk, motor’ demiş.
AKP’liler bir ağızdan ‘Tövbe estağfurullah’ çekmişlerdir.
Yazının Devamını Oku 17 Nisan 2005
<B>BİR </B>adam düşünün...<br><br>Ayağında ayakkabısı, sırtında paltosu yok.<br><br>Şimdi bu adama <B>‘Gömleğinle pantolonun uymamış’</B> demek tuhaf kaçmaz mı? Ya da basma perdeli bir gecekondunun duvarında orijinal Picasso arasa gözler?
İstanbul’un durumu budur.
Kaçak binası ruhsatlısından daha çok olan, tarihi yapıların arasından ucube gökdelenlerin çıktığı, su havzalarına apartmanların dikildiği bir şehirde tentelere taktılar. Kafe kafe dolaşıp tenteleri söktürüyorlar.
‘E, illa bir yerden başlanması lazım temizliğe’ diyebilirsiniz.
Ama durum öyle değil. ‘Temizlik’ kafelerde kalıyor, daha öteye gitmiyor. Anlarsınız... ‘Dişe uygun bulma’ durumu. Yani bir eşitlikten söz etmek mümkün değil. Bu bir.
İkincisi... Kurallar, yasalar, yasaklar, düzenlemeler neticede vatandaşın mutluluğu, huzuru, şusu busu için değil midir? Bu kafelerin önündeki kış bahçelerinin nesi var bizi rahatsız eden diye düşünüyorum... Hiç. Paris’i, Roma’yı hatırlatıyorlar. Estetik olarak göze batan bir tarafları yok. Trafiğe mani değiller. Zaten çoğu kendi parseli içinde.
Ama ‘kaçak yapı’ sınıfına giriyorlarmış!
Girmesinler efendim! Allah’ın emri mi bu yasalar. Yeniden düzenlensin. İnsanların değişen zevklerine, ihtiyaçlarına, yaşam biçimine göre tekrar elden geçirilsin.
Hayır, en yetenekli mimarlar biraraya gelmiş, uzun çalışmalar sonucunda káğıt üzerinde harika bir İstanbul yaratmışlardır da işe buradan başlamışlardır, anlarım. Ama yok böyle bir şey.
Ne var peki?
‘Yassah hemşerim’ zihniyeti var.
* *Ê *
Tamam çok kötü örnekler de var. Hakikaten yıkılması gereken... Ama bunlarla ötekileri káğıt üzerinde eşitleyemezsiniz. Biliyoruz yasalar herkese eşit uygulanır(!) ama misal mimarlardan oluşan bir heyet zaman zaman şehri dolaşarak neyin eğri neyin doğru olduğuna karar veremez mi? Sokakta bir şeyler oluyorsa masa başındakilerin mevcut durumu yeniden gözden geçirmesi gerekmez mi?
Belki dışarıda birileri sizin memur zihniyetiyle ürettiklerinizden daha iyisini akıl etmiştir... Olamaz mı?
Hem hani ne derler... ‘Ya hemen konuşacaksın ya da sonsuza kadar susacaksın.’ Baştan o adamlar o mekánları yaratırken uygulayacaktınız yasakları. Aradan üç sene, beş sene geçmiş, mekán oturmuş, bulunduğu semtin belki de sembolü olmuş, müşteri memnun, onlarca kişi ekmek yiyor falan filan... Gel yık! Olmaz efendim!
* *Ê *
‘Herkes evinde otursun’ demek isteniyor galiba. ‘Ne o öyle sabahlara kadar yemeler içmeler?’ Gidiş o gidiş. Dondurmacıdan büfeciye kadar her gece erkenden dükkánlarını kapamaya zorlandıklarına göre... Tamam káğıt üzerinde izinleri o saate kadar olabilir. Ama bugüne kadar hiç o saatte kapanmadı ki bu dükkánlar. İstanbul sabaha kadar yaşayan bir yer. Uzatacaksınız o zaman o izinleri.
Asayişi sağlamak için yapılıyormuş bu uygulama. Sokakta adam bırakmayarak hırsızlığı önleyeceklermiş!
Bakın benim aklıma ne geldi, trafik kazalarını önlemek için herkes arabasıyla vedalaşsın en iyisi!
MIŞ-MUŞ
Erdoğan, ‘AB hazmedilecek’ demiş.
İyi de mideye indirmek kısmet olursa... Habire ağzımızda çeviriyoruz henüz.
CHP muhalefeti ‘Parti sağa kaydı’ demiş.
Demek ondan ortalıkta yok. Biz eski yerine bakıyoruz tabii...
Yazının Devamını Oku 16 Nisan 2005
Hükümete bir teklifim var.<br><br>Şekerpancarı ekimini yasaklasın. Dolayısıyla şeker fabrikaları da kapanacaktır tabii.
Arkadan çikolatacılar, pastaneler, baklavacılar...
Siz sağ ben selamet!
Hayır, madem zehirdir bu şeker denen şey, hiç olmazsa bütün şekerli yiyeceklere ‘Dikkat! Şeker sağlığa zararlıdır’ uyarısı konsun.
Sigaranın ne günahı var... Yani şeker hakkında yazılıp çizilenlere bakınca sigara sütten çıkmış ak kaşık bile sayılabilir. Neredeyse uyuşturucu bile bundan masum.
Gerçi eskiden beri kötü şöhretli ‘üç beyaz’dan biriydi ama şu son senelerde bırakın unla tuzu, neredeyse siyanürü bile solladı.
Benim, hakkında bütün söylenenlerden çıkardığım özet şu:
‘Canınıza susadıysanız şeker yiyiniz.’
Slogan bile buldum:
‘Ölümden korkma şekerden kork!’
Gece rüyalarıma giriyor... Yanlışlıkla tatlı yemişim, beyaz gömlekli birtakım adamlar etrafımı sarıp ‘Öldün sen!’ diye bağırıyorlar.
Hayır, hakikaten durum söylendiği kadar vahimse, yasaklasınlar dediğim gibi... Etraf tatlı kaynarken doktorların koyduğu yasağın bir kıymeti olmuyor.
Son söz olarak...
Ayol yiyeceğimiz 20 gr. çikolatayla iki dilim baklava... Bu kadar da korkutulmaz ki insan!
Hayır koskoca vücut 20 gr. çikolatayı da kaldıramayacaksa zaten batsın bu dünya.
*
Bir dakika! Dahası var...
Annemin İzmir’den her seferinde yeni yeni adetler, yasaklar, inanışlar vs. ile geldiğini yazmıştım daha önce. Hepsi de gazeteler aracılığıyla edindiği şeyler. Geçen sene mesela çayın kahvaltıdan yarım saat sonra içilmesi gerektiğini okumuş, bunun uygulamasıyla gelmişti.
Kendisi bir gazeteci eşi olduğundan, gazetelerde okuduğu her şeyin yüzde yüz doğru olduğuna inanır. ‘Devir babamın devri değil’ diyeceğim, diyemiyorum. Ben de işin içindeyim, tuhaf kaçacak. Hem inanmaz da zaten. Uzatmayayım, bu sene biber yasağı koymuş kendine. Dolmalıkla sivri biber. Zira içinde şeker olduğunu duymuş. Tabii ki bir gazetede okumak suretiyle.
Artık ne yemeğe koyduruyor ne salataya. ‘C vitamini’ falan diyoruz ama ı-ıh.
Diyeceğim, baklavadan falan vazgeçtik iş bibere kadar geldi.
Haberiniz olsun!
Artık kimin haberinin olması bize bir fayda sağlayacaksa...
Cep telefonu sapıkları
‘Abdullah Bey orada mı?’
Gayet masum bir soru cümlesi değil mi?
Öyle tabii. Ama bir kere sorulursa. Günde kırk kere arayıp aynı soruyu sorarsa biri, üstelik Abdullah Bey ya da onun sekreteri değilseniz bu taciz oluyor. Evet, son günlerin ‘telefonla taciz modası’ bu.
Birini ha bire arayıp ‘Falanca orada mı?’ diye soracaksınız... Sonra... Sonrasını bilmiyorum. Hiç sapık olmadım zira. Fakat birilerini rahatsız ederek rahatlayanların sayısı az değil. Çünkü hemen hemen bütün tanıdıklarımın birer ikişer sapığı var.
Bu durum beni hiç şaşırtmıyor. Yani biz bu cep telefonlarının b.kunu çıkarmasaydık şaşardım esas. İnsan 24 saat elinden telefonu düşürmezse arada onu bunu rahatsız da edecektir tabii. Kimsenin 24 saat elinde telefonla gezmesini gerektirecek kadar çok arkadaşı, işi olamaz. Bu sürenin bir kısmı bir yerlerden edindiği telefon numaralarını tuşlayıp ‘Abdullah Bey orada mı?’ diye sormakla geçiyor işte.
Para verip aldılar arkadaşlar o telefonları, her dakikasını değerlendirecekler! Öyle kenarda bekleyerek parasını çıkarmaz telefon!
*
Bu meselenin de ucu gidip hükümete dayanıyor. İşsizliğe çare bulamadıkları için hepimizin sapığı var. İşsiz güçsüz adam ne yapacak... Hazır eline bir telefon da geçirmişken oynayıp duracak elbet.
Aslında cep telefonu alan herkesi psikolojik muayeneden geçirmek lazım. Yoksa yakında savcılar başka iş göremez olacaklar. Ya da yasalarda ‘taciz’in kapsamı genişletilecek. Adamın illa küfür etmesi beklenmeyecek yani... Aynı telefonu defalarca arayıp ‘Yanlış aramışım’ demesi de taciz sayılacak.
Hayal tabii...
En gerçekçisi, telefonları kapatmak, ileride bakıp ‘Hey gidi günler hey!’ diyebilmek için bir çekmeceye saklamak ve eski mutlu günlerimize dönmek galiba.
MIŞ-MUŞ
Ecevit ‘ABD Apo’yu niye verdi, meçhul’ demiş.
Demek üzümünü yedi bağını sormadı.
TÜSİAD Başkanı Sabancı, ‘Başbakan’a hálá kırgınım’ demiş.
Başbakan hepimize kırgın, dışarıdan geldiği yok!
ABD’de lazerle meyve sineğini uçurmayı başarmışlar.
Eskiden geri kalmışlığımıza hayıflanırken ‘Elalem Ay’a gitti’ derdik, artık ‘Meyve sineğini uçurdu’ diyeceğiz.
Yazının Devamını Oku 14 Nisan 2005
<B>YİNE </B>gitme zamanı geldi...<br><br>İnsanoğlunun da mevsimleri var. İşte ben <B>‘gitme mevsimi’</B>ndeyim şu sıralar. Peki nedir ‘mevsim normali?’ Çantayı sırtlayıp yollara dökülmek.
Fakat hayır!
Her zamanki gibi direniyorum. Temmuza kadar atkısını boynundan çıkarmayan tedbirseverler gibi bir önceki mevsimi yaşıyorum.
Benimki tedbirden değil gerçi... İşten güçten, en çok da üşengeçlikten.
‘Köşe yastığı’ durumu denilebilir benimkine ama evde durduğum da yok ki. Her neyse içime rağmen 12 ay hüküm süren bir mevsim bu. Benim kadar ruhuyla bedeni çelişen (çekişen mi demeliyim yoksa) biri daha yoktur. Ruhum daima ‘kalk gidelim’ durumundadır. Fakat zavallıcık neticede tek başına ne yapabilir, beden doğrulmayınca pır pır ettiğiyle kalıyor.
Bakın benim için sokak kedisi benzetmesi yapılabilir. Onlar da hep sokaktadırlar ama fazla uzağa gidemezler. Bir alan içinde dolaşıp dururlar benim gibi.
Diyeceğim, ruhuma inat oturuyorum.
* * *
Şimdi ‘oturmak’ deyince...
Başka nerede bu kadar hayat bulmuştur bu sözcük?
Kim hakkını vermiştir bu kadar?
- N’apıyosun?
- Hiç, oturuyorum.
Dünyanın başka neresinde iki kişi arasında böyle bir diyalog geçer? Birbirine ‘oturmaya’ gidenler var mıdır başka yerlerde de?
‘Müsaitseniz annemler size oturmaya gelecek’ demiş midir çocuklar komşunun kapısını çalıp?
‘Gelsene bana... Otururuz.’
Birbirine oturma vaat eden bizden başka kaç kişi vardır yeryüzünde?
‘Oturma’ odamız bile var.
Ve oturmayı başlı başına bir iş olarak gördüğümüzden herhalde ki otururken başka bir şey yaptığımız yok. Hani kitap okusak, elimizde bir işle meşgul olsak bir yandan...
Hayır! Öyle oturuyoruz.
Bakın etrafa... Her yer oturan insanlarla dolu.
Hani var ola ola en sonunda sözlüğe girdi ya ‘Derin devlet’... ‘Oturmak’ fiilini sözlüğe otura otura biz sokmuş olabiliriz.
MIŞ-MUŞ
‘Eş durumu’ daraltılıyormuş.
‘Eş durumu’nun daralttığını biliyorduk da...
AKP’de vitrin değişiyormuş.
Vitrin için ürün ithal edeceklerse tamam da depodaki mevcutlardan olmayacak mı yine bu iş?
İtalya Başbakanı tarikatçıymış.
Birbirlerini pek sevmelerinin nedeni anlaşıldı.
Köy yumurtasında zehir çıkmış.
Sen de mi Brutus!
Yazının Devamını Oku 12 Nisan 2005
<B>BİR </B>topluluk...<br><br>Fotoğraf çektirmek için bir araya gelmiş kadınlar ve erkekler. Erkekler koyu renk takım elbiseli, kravatlı, kadınlar tayyörlü. Dört sıra dizilmişler.
Ön sıradaki herkesin iki eli şeyinin üzerinde birleşmiş. Şöyle tarif edeyim: Futbolcuların kale önünde baraj kurdukları pozisyon.
İnsanoğlu nelerin üstesinden geldi de bir tek şu elini kolunu nereye koyacağını bilemedi.
Sahnede de sorundur daima. Sanatçıların ‘kaş’ derken kaşlarını, ‘göz’ derken gözlerini göstermeleri bundandır. Yoksa nereye koyacak elini...
Konuşma yaparken keza... Rahmetli Özal kalemi bulduydu çare olarak hatırlarsınız... Kameraya doğru sallardı.
Yolda yürürken de eğer elinizde çanta falan yoksa, yandınız. Asker gibi sallasanız olmaz, bedeninize yapıştırıp sabitleseniz olmaz... Öyle fotoğraftaki gibi göbek üstünde birleştirip yürümek de olmaz. Hayır, unutunca bir derece de insan kafaya takınca hiç bulamıyor koyacak yer... Ben çare olarak her şeyi cepli alıyorum. Sokakta ellerimi cebimin dışında gören yok henüz.
***
Fakat işte en fenası fotoğraf çektirirken yaşanıyor. Eğer bir resmiyet varsa poz verenlerin arasında...
Misal, bir yabancı resmi heyet bizimkileri ziyarete gelmiş, bir anlaşma imzalanmış, sıra fotoğraf çektirmede... Onların heyetiyle bizim heyet Menemen testisi gibi dizilmişler... Şimdi misal bizim Dışişleri Bakanı kolunu konuk Dışişleri Bakanı’nın boynuna dolasa olur mu?
El ele tutuşsalar hiç olmaz.
Herkes elini cebine soksa laubali kaçar.
Bizimkinin elini beline koyduğunu düşünün, diplomatik skandal olur.
‘Aşağı sarkıtsınlar’ diyeceksiniz. Fakat bu sefer de vücuda yapışık mı tutsunlar, yoksa bir miktar açsınlar mı... Eller yumruk mu yapılsın yoksa ‘hazır ol’ pozisyonundaki gibi mi olsun...
Kolları dirsekten hafifçe bükerek ellerle kalçayı kavrasalar fotoğrafa bakan, resmi heyetten ziyade dans topluluğuyla karşı karşıya olduğunu düşünebilir.
Napolyon misali ceketin iç cebinden cüzdan çıkarıyor gibi bir el koyna sokulabilir ama öteki el ne olacak?.. Ötekini de çaprazına soksa, ne o öyle çıplak poz verirken memesini kapatan kızlar gibi...
Fakat her şeye rağmen yine de en münasibi ellerin şeyin üstünde birleştirilmesi değil tabii. Bunun bir çaresi olmalı. Ben kafa yoracağım, siz de yorun.
‘Derdin bu mu?’ demeyin! Bir kere yan yana dizilmiş objektife bakan herhangi bir topluluğa dikkat edin, bana hak vereceksiniz.
MIŞ-MUŞ
2029’da göktaşı düşebilirmiş.
Sorun değil, Nostradamus’a göre biz o tarihte burada yokuz zaten!
*
Prens Charles 35 yıllık sevgilisiyle evlenmiş.
Ne heyecanlı bir gerdek olmuştur kimbilir!
*
Çiftlik balıkları da otla tedavi edilecekmiş.
Korkarım bunun arkası Ertuğrul Akbay cinsi balık üretmeye kadar gider!
Yazının Devamını Oku 10 Nisan 2005
<B>YENİ </B>TCK’nın ne gibi yan etkileri olacak bakalım. Yasalar da ilaç gibi. Bir taraftan bir derde derman olurken öteki taraftan yeni bir soruna sebebiyet veriyor. Dilencilerden hepimiz şikáyetçiyiz. Israrcılıklarından, yapışıp kalmalarından... En önemlisi hepsinin halinin vaktinin çoğumuzdan iyi olduğunu bildiğimizden sinir oluyoruz.
Fakat hiç olmazsa neticede yakamızı bırakıp gidiyorlar. Telefonla cüzdanı almadan şuradan şuraya gitmeyen, üstelik kafamızı gözümüzü de yarmayı ihmal etmeyen gaspçılara bakınca...
Şimdi yeni yasayla dilencilere büyük para cezası geliyor. Benim merakım, bunların dilenemeyince ne yapacakları. Memuriyete girecek ya da iş kuracak halleri yok. Hazıra alışmışlar bir kere.
Diyeceğim, adam başına düşen kapkaççı, gaspçı, hırsız sayısında artış olabilir, hazırlıklı olun!
Korkarım dilencileri arayacağız. Bakmışsınız yarın gaspçımıza ‘Utanmıyor musun, yaşını başını almış adamsın, dilensene!’ diyoruz...
* * *
Hey gidi günler hey!
Lahanayı lahana, domatesi domates alarak bildiğimiz, üzümü üzüm, elmayı elma diye yediğimiz günler!
Hiçbirinin içinde ne olduğunu bilmezdik. Ispanak hariç. Nereden duyduysak demir ihtiva ettiğini... Herkes birbirine mahalle dedikodusu verir gibi ‘Ispanakta demir varmış’ derdi.
Dediğim gibi ötekilerinin içinde ne olduğunu bilmezdik. Faydalı olduğunu bilirdik gerçi ama o kadar. Neremize faydası var diye sormazdık. Zaten kime soracaksınız...
O zaman diyetisyenlik diye bir meslek icat olmamış... Doktorlar deseniz, kendini ‘beslenme’ye veren yok henüz... Yani tıp daha uyanmamış, yediklerimiz ya da yemediklerimizle hastalıklar arasındaki bağlantıyı kurmamış...
‘Kiraz’ deyince mesela insanın aklından ‘Olsa da yesek’, ‘Çıkmadı mı daha?’, ‘Napolyon mu?’ gibi şeyler geçiyor...
Peki şimdi?
Birisi ‘kiraz’ dedi mi... Sanki sınava girmişim de soru olarak kiraz gelmiş ‘Neydi, neydi, neydi?’ diye düşünüyorum, kıvranıyorum...
Hah buldum!
Proantosiyanidin!
Yani içinde bundan var. Selüliti önlüyor.
Proantosiyanidin... Resveratrol... Polifenol... Lutain... Ezber bir yana, dilim de dönmüyor.
Hayat gittikçe zorlaşıyor diyorum inanmıyorsunuz.
* * *
Hani ‘İnsanın adı çıkacağına canı çıksın’ derler ya... Çok doğru.
Sosyete umreye gitti biliyorsunuz...
‘Ne var bunda?’ diyeceksiniz. Hiç. Allah tüm arzu edenlere kısmet etsin. İnsanları umreye gidebilecek tipler, gidemeyecek tipler diye ayıracak halimiz yok.
‘Öyle Uzakdoğu seyahatine gider gibi ‘Hadi kızlar toplaşıp umreye gidelim’ olmaz!’ da diyemeyiz.
‘Önce sadeleşmek lazım. Ne o öyle kapak kızı kıvamında tepeden tırnağa turkuvazlar falan...’ da denmez.
Hele ‘Siz daha önce bir Müslüman’ın hacca giderken bile ‘Allah çağırdı, gidiyorum’ dediğini duydunuz mu?’ diye hiç soramayız.
‘Hanımefendiler! Hayatta sessiz ve sakin yapılması gereken eylemler vardır; her zaman ‘Bakın biz ne yapıyoruz, ha hi ho’ hali olmaz’ da diyemeyiz.
Hem belki de bütün yaptıkları normaldir. Yerli yerindedir her şey. Fakat bana eğreti geldi işte. Onun için diyorum ya insanın adı çıkacağına canı çıksın diye...
MIŞ-MUŞ
AIDS’ten koruyan gen Türklerde hiç yok gibiymiş.
Katiyen inanmayız, raporlar karışmıştır!
Erdoğan, ‘Yeni Papa bir İtalyan olsun’ demiş.
‘Baba’yla ‘Papa’yı karıştırmış olabilir.
(Aynı Mış-Muş’ta dün yanlışlık yapıldığı için tekrarlama ihtiyacı duydum.)
Yazının Devamını Oku