10 Nisan 2005
YENİ TCK’nın ne gibi yan etkileri olacak bakalım. Yasalar da ilaç gibi. Bir taraftan bir derde derman olurken öteki taraftan yeni bir soruna sebebiyet veriyor.Dilencilerden hepimiz şikáyetçiyiz. Israrcılıklarından, yapışıp kalmalarından... En önemlisi hepsinin halinin vaktinin çoğumuzdan iyi olduğunu bildiğimizden sinir oluyoruz.Fakat hiç olmazsa neticede yakamızı bırakıp gidiyorlar. Telefonla cüzdanı almadan şuradan şuraya gitmeyen, üstelik kafamızı gözümüzü de yarmayı ihmal etmeyen gaspçılara bakınca...Şimdi yeni yasayla dilencilere büyük para cezası geliyor. Benim merakım, bunların dilenemeyince ne yapacakları. Memuriyete girecek ya da iş kuracak halleri yok. Hazıra alışmışlar bir kere.Diyeceğim, adam başına düşen kapkaççı, gaspçı, hırsız sayısında artış olabilir, hazırlıklı olun!Korkarım dilencileri arayacağız. Bakmışsınız yarın gaspçımıza ‘Utanmıyor musun, yaşını başını almış adamsın, dilensene!’ diyoruz...* * *Hey gidi günler hey!Lahanayı lahana, domatesi domates alarak bildiğimiz, üzümü üzüm, elmayı elma diye yediğimiz günler!Hiçbirinin içinde ne olduğunu bilmezdik. Ispanak hariç. Nereden duyduysak demir ihtiva ettiğini... Herkes birbirine mahalle dedikodusu verir gibi ‘Ispanakta demir varmış’ derdi.Dediğim gibi ötekilerinin içinde ne olduğunu bilmezdik. Faydalı olduğunu bilirdik gerçi ama o kadar. Neremize faydası var diye sormazdık. Zaten kime soracaksınız...O zaman diyetisyenlik diye bir meslek icat olmamış... Doktorlar deseniz, kendini ‘beslenme’ye veren yok henüz... Yani tıp daha uyanmamış, yediklerimiz ya da yemediklerimizle hastalıklar arasındaki bağlantıyı kurmamış...‘Kiraz’ deyince mesela insanın aklından ‘Olsa da yesek’, ‘Çıkmadı mı daha?’, ‘Napolyon mu?’ gibi şeyler geçiyor...Peki şimdi?Birisi ‘kiraz’ dedi mi... Sanki sınava girmişim de soru olarak kiraz gelmiş ‘Neydi, neydi, neydi?’ diye düşünüyorum, kıvranıyorum...Hah buldum!Proantosiyanidin!Yani içinde bundan var. Selüliti önlüyor.Proantosiyanidin... Resveratrol... Polifenol... Lutain... Ezber bir yana, dilim de dönmüyor.Hayat gittikçe zorlaşıyor diyorum inanmıyorsunuz.* * *Hani ‘İnsanın adı çıkacağına canı çıksın’ derler ya... Çok doğru.Sosyete umreye gitti biliyorsunuz...‘Ne var bunda?’ diyeceksiniz. Hiç. Allah tüm arzu edenlere kısmet etsin. İnsanları umreye gidebilecek tipler, gidemeyecek tipler diye ayıracak halimiz yok.‘Öyle Uzakdoğu seyahatine gider gibi ‘Hadi kızlar toplaşıp umreye gidelim’ olmaz!’ da diyemeyiz.‘Önce sadeleşmek lazım. Ne o öyle kapak kızı kıvamında tepeden tırnağa turkuvazlar falan...’ da denmez.Hele ‘Siz daha önce bir Müslüman’ın hacca giderken bile ‘Allah çağırdı, gidiyorum’ dediğini duydunuz mu?’ diye hiç soramayız.‘Hanımefendiler! Hayatta sessiz ve sakin yapılması gereken eylemler vardır; her zaman ‘Bakın biz ne yapıyoruz, ha hi ho’ hali olmaz’ da diyemeyiz.Hem belki de bütün yaptıkları normaldir. Yerli yerindedir her şey. Fakat bana eğreti geldi işte. Onun için diyorum ya insanın adı çıkacağına canı çıksın diye...MIŞ-MUŞAIDS’ten koruyan gen Türklerde hiç yok gibiymiş.Katiyen inanmayız, raporlar karışmıştır!Erdoğan, ‘Yeni Papa bir İtalyan olsun’ demiş.‘Baba’yla ‘Papa’yı karıştırmış olabilir.(Aynı Mış-Muş’ta dün yanlışlık yapıldığı için tekrarlama ihtiyacı duydum.)
button
Yazının Devamını Oku 9 Nisan 2005
Sevgili Babacığım,<br><br>Sana uzunca bir süredir yazamadım. Buralardan verilecek kayda değer haber olmadığından değil... Sadece ihmal. Bugünkü mektubu uzun tutmak suretiyle bunu telafi etmeye çalışacağım. Papa öldü!
Evet, senin bildiğin Papa babacığım. Ben artık dünya durdukça duracağına inanmaya başlamıştım ama o da ölümlüymüş meğer.
Gerçi gençmiş daha... 84 yaşındaymış. Hayır, şaka yapmıyorum. ‘Haninin Papa’sı’ olduğundan 100 yaşını çoktan geçtiğini düşünürken 84 yaşında olduğunu öğrenmek bende aniden aslında genç olduğu duygusunu uyandırdı.
*
Kendini bildi bileli bizim Gönül Yazar’ın da başındadır aynı dert. Kadıncağız 40 yaşındayken ‘Haninin Gönül’ü’ deyip 70 yaşını yakıştıranlar vardı.
Bana da yapıyorlar aynı şeyi. Adamın biri gelip ‘Siz benim sünnetimde şarkı söylemiştiniz’ diyor, 37 yaşında adam.
‘Kaç yaşındaydınız sünnet olduğunuzda?’ diyorum.
10 yaşındaymış. Ama şunu düşünmüyor ki ben o zaman 20 yaşında olabilirim. Tamam 10 yaşında bir çocuğa 20 yaşında birinin ‘ununu elemiş, eleğini duvara asmış’ gibi gelmesi normaldir. Fakat benim şu anda bin yaşında olduğumu düşünmesi tuhaf kaçıyor biraz. Hadi çocuklukta neyse de büyüyünce ‘psikoloji’nin yerini ‘matematik’in alması gerekmez mi?
*
Annemin de yöntemi aynı. Katiyen yıl, rakam falan yok. ‘Falanca olay olduğunda senin altını bağlıyordum daha’ diyor mesela.
İyi de anacığım bu bez bağlama hadisesinin beş yıl sürdüğü oluyor. Benim bezimden yola çıkınca hiçbir zaman doğruya ulaşamıyoruz tabii.
Papa’dan başlayıp lafı kendime kadar getirdim ya... Bravo bana!
*
Şu sıralarda meslektaşlarınla ilgili bir mesele var gündemde.
Başbakan Tayyip Erdoğan, bazı gazetecilerin randevu talebini geri çevirmesinin gerekçesi olarak, bu kişilerin gazeteci kimliğiyle gelip birtakım ihalelerle falan ilgili görüşme girişiminde bulunmalarını gösterdi. Ortalık hop oturup hop kalktı tabii... Bu gazetecilerin kimliğini açıklamasını istediler Başbakan’dan. Fakat Erdoğan’ın pek öyle bir niyeti yok gibi görünüyor.
Zaten Nez de açıklamıyor.
‘Nez de kim?’ diyeceksin... Son dönem komple sanatçılardan... Hem şarkı söylüyor hem dans ediyor.
Başbakan’la ilişkisine gelince... Bir ilişkisi yok. Onun aslında Davut Güloğlu’yla ilişkisi var. Onu da tanımazsın. O da son dönem popumtrak türkücülerimizden.
*
Şimdi Nez’le Güloğlu, geçenlerde birbirlerini ‘Ruh ikizim’ şeklinde tarif etmek suretiyle aşklarını ilan etmişlerdi. O güne kadar nasıl olup da ayrı hayatlar yaşadıklarına şaşarak falan... Fakat birkaç gün önce ayrı dünyaların insanı olduklarını anladılar.
Bunda bir tuhaflık yok aslında. Artık böyle. Pat! Ruh ikizisin, küt! Ayrı dünyaların insanı. ‘Pat’la ‘Küt’ün arası birkaç hafta, bilemedin birkaç ay sürüyor.
Uzatmayayım ayrılıktan sonra Nez, ‘Hayatı hakkında çok şey biliyorum, mesela evli olduğunu. Ama konuşmam. Konuşursam olay olur’ demiş.
İşte Başbakan’la buluştukları nokta bu!
Ser verip sır vermemek!
Fakat burada ‘ser’, yani kafa kendilerinin değil, gazetecilerin tamamının kafasıyla Güloğlu’nun kafası oluyor.
*
Şu iş bağlamak için randevu talep etme meselesinde aklıma takılan bir şey var. Tamam, varsa öyle gazeteciler, yaptıkları ayıptır da bu işler için başbakanlığın kapısını çalma geleneği nasıl, ne zaman oluşmuştur? Kapısında ‘Nalbur’ yazan bir yerden gidip çivi isteyenler olacaktır elbet. Yok orası ‘eczane’yse eğer kim yazıp asmıştır o ‘nalbur’ tabelasını?
Ellerinden öperim babacığım...
MIŞ-MUŞ
Turizm Bakanı Koç ‘Rus turistler sonradan zengin olmanın görgüsüzlüğüyle fazla para bırakıyor’ demiş.
Fakat ikbale ermenin görgüsüzlüğünün kimseye faydası yok tabii.
Kadın hakimin çantası makam odasından çalınmış.
Biri Bizimle Eğleniyor.
Erdoğan ‘Yeni Papa bir İtalyan olsun’ demiş.
‘Baba’sıyla ‘Papa’yı karıştırmış olabilir.
Yazının Devamını Oku 7 Nisan 2005
<B>JAPONLARLA </B>aynı fikirde olmaktan gurur duydum doğrusu. Malum, Japon eşittir zeká, akıl, fikir, icatçılık vb. Efendim, olay şu:
Japon çiftler evlenince sekse veda ediyorlarmış. Japon erkekler eşlerini sadece çocuklarının annesi olarak görüyor, artık onlarla seks yapmıyor, dolayısıyla dışarı yöneliyorlarmış.
Kendimi bildim bileli böyle olması gerektiğini düşünmüşümdür ama ayıp kaçar diye söylememişimdir. Fakat işte Japonlar açık açık şeyttirince bana da cesaret geldi. Referansım var artık hiç olmazsa. Hem de Afrika’nın bilmemne kabilesinden değil, Japonlardan.
Gelelim mevzuyu açmaya...
Ahkám kesmekten ziyade soru soracağım.
İçinizde ana babasını sevişirken düşünebilen biri var mı?
Yani bunu aklına getirdiğinde tuhaf, hatta sinir olmayan?
‘Yok canım olmaz öyle şey!’ demeyen?
Babasıyla annesini sevişirken gören çocuklar en büyük travmayı yaşamazlar mı?
Peki, bir karı-kocanın, içerideki odada çocukları uyurken gerçekleştirdiği sevişmeye sevişme denilebilir mi?
Yoksa bu daha ziyade yasak savma kabilinden alelacele yapılan bir eylem midir?
Pekiii... Öpüşüp koklaşan gençlere, şaka bile olsa ‘Hop aile var!’ denmesi nedendir?
‘Aile’yle ‘cinsellik’ bağdaşamaz iki unsur olarak görülüyor galiba, öyle değil mi?
Bu sorulara cevabınız sırasıyla ‘Yok, yok, yok, evet, hayır, evet, evet’se Japonlar haklı değil midir?
Bitmedi.
Evlenmek biraz da ‘boğuşulacak bir sürü mesele yaratmak’ değil midir?
Karı-kocanın kendilerini bu ortak meselelerden soyutlayıp şehvetle sevişmeleri mümkün müdür?
Kafa denen şey tencere gibi boşaltılabilir mi?
Çoluk çocuğa karıştıktan sonra kalçasıyla göbeğini koyveren bir kadının, kocasıyla sevişmeye pek meraklı olduğu düşünülebilir mi?
Ayrıca sofrayı toplayıp bulaşıkları makineye yerleştirmenin, gömlekleri ütüleyip, gelin-kaynanaları seyretmenin üstüne sevişilse ne olur sevişilmese ne olur?
Bu sorulara cevabınız sırasıyla ‘Evet, hayır, hayır, hayır, doğru’ysa Japonlar haklı değil midir?
Ve de zaten...
Bizim erkek kısmı, Japon olmadığı için bunu açıkça ifade etmese de tatbikatta aynen bir Japon gibi davranmakta değil midir?
E?
MIŞ-MUŞ
Enflasyon çıkış yapmış.
Nostaljik takılıyor.
*
CHP yine kurultay yolundaymış.
Kadınların ‘altın günü’ne döndürdüler bu işi.
*
Tatlıses ‘Artık konuşmayacağım’ demiş.
Hayırdır, dünyanın sonu mu geldi?!
Yazının Devamını Oku 5 Nisan 2005
<B>‘GEMLİK’e doğru denizi göreceksin, sakın şaşırma!’<br><br></B>Etiler’den Bebek’e doğru inerken otlayan iki inek görünce geldi aklıma bu güzelim şiir... ‘Bebek’e doğru inerken inek göreceksin, sakın şaşırma!’
Etiler, Bebek şehrin göbeği... Gerçi ben memnunum inek görmekten. Arabaların, binaların arasından aniden karşıma çıkmasından... Keşke daha sık karşılaşsam.
Fakat bir yandan da şaşılacak bir şey tabii. Özellikle bir yabancı için. Onları uyaracağımız pek çok husus var daha...
Misal:
Beyoğlu’na doğru tinercileri göreceksin, sakın şaşırma!
*
Eve doğru kapkaççı çantanı kapacak, sakın şaşırma!
*
Sabaha doğru başucunda hırsız göreceksin, sakın şaşırma!
*
Sabah işe doğru yollanmak üzere kapıya çıktığında arabanı akşam bıraktığın yerde bulamayacaksın, sakın şaşırma!
*
Nereye doğru olursa olsun karşına bir metre düzgün kaldırım çıkmayacak, sakın şaşırma!
*
Bir gün bir yere doğru giderken bir çukura düşeceksin, sakın şaşırma!
*
Bindiğin trenden, Ankara’ya doğru üç parçaya bölünmüş olarak ineceksin, sakın şaşırma!
*
O kadehi ağzına doğru götürdükten sonra Azrail’i göreceksin, sakın şaşırma!
*
Bir gün pencereden dışarıya doğru bakarken kim vurduya gideceksin, sakın şaşırma!
*
Denizde, kıyıdan açıklara doğru denizden başka her şeyi göreceksin, sakın şaşırma!
*
Hiçbir yere doğru orman falan göremeyeceksin, sakın şaşırma!
*
Her yere doğru yerlerde ha bire balgam göreceksin, sakın şaşırma!
*
Yeşil ışıkta yolun bir kenarından öbür kenarına doğru yürürken bedeninin üzerinde bir araba göreceksin, sakın şaşırma!
*
Dört bir yana doğru bir eli direksiyonda bir eli burnunda adamlar göreceksin, sakın şaşırma!
*
Dünyanın başka bir yerinde buraya benzer bir yer daha göremeyeceksin! Eğer görürsen bize de haber ver, beraber şaşıralım.
MIŞ-MUŞ
İngiliz turiste Türkiye 2.7 YTL’ymiş.
‘El iyisi’yiz biz.
*
60 yaşındaki Michael Douglas yüzünü gerdirmiş.
Bir çocuk daha yapar artık...
*
Mozart dinleyen çocuğun IQ’su 5 puan daha yüksekmiş.
Biz, mesela İsmail YK dinleterek yeni denemeler peşindeyiz.
Yazının Devamını Oku 3 Nisan 2005
<B>ŞU </B>tecrübe denen şey iyi midir değil midir...<br><br>Kestiremediğim hususlardan biridir bu da. İş tecrübesini kastetmiyorum elbet. O iyidir herhalde. Yoksa neden habire ‘tecrübeli eleman’ arasınlar.
Ama misal, tecrübeli bir áşık nasıldır? Hem kendi açısından hem karşıdaki için...
Ya da ‘tecrübeli áşık’ olmak mümkün müdür?
Yani bir defadan fazla áşık olduğunda insan, artık hakikaten áşık mıdır? Üçüncüde dördüncüde de...
Yoksa tecrübe her şeyi berbat mı etmiştir... Aşkı yemiş bitirmiş, bir kendisi mi kalmıştır orta yerde...
İnsan ne zaman, nasıl canının yanacağını bilince kendini bırakır mı artık ilkinde olduğu gibi...
En şiddetlisinin bile bittiğini yaşayıp gördükten sonra inanabilir mi bir daha ‘büyük aşk’ yaşadığına...
Hangi yollardan geçip nereye varacağını bilmek hevesini kırmaz mı insanın... Heyecanını yok etmez mi...
Ne yapması ya da yapmaması gerektiğini artık öğrendiğinde hálá ‘áşık’ denilebilir mi birine... Bilmeler, öğrenmeler biraz robotlaştırmaz mı insanı... Oysa doğala en yakın olduğu hal değil midir insanoğlunun áşık hali...
Yani kısacası, tecrübe kazanırken bir yandan da aşkı kaybetmiyor muyuz?
Aksi halde en son aşkımız en mükemmeli olurdu.
Bütün ilişkilerden toplayıp getirdiklerimizle şahane bir yeni ilişki bina ederdik.
Ama belki de kabahat ‘tecrübe’de değil, ‘hafıza’dadır.
İnsan her seferinde düğmeye basıp hafızayı sıfırlıyor galiba.
Her defa ‘toy’ olarak başlıyor.
Tam öğrenmişken... Hadi yeniden.
Peki ama hafızayı siliyorsa her seferinde, kısaca ‘kaşarlanma’ denilebilecek o hal nasıl oluşuyor?
Benim kafam karıştı.
Zaten lüzumsuz bir konu. Yani gençler açısından. Sezen Aksu’nun ifade ettiği gibi biz ‘Lale Devri çocukları’yız. Aşk şarabından içen son şanslılardan...
‘Laila Devri çocukları’, ‘Abi ne diyo bu yaaa’ diyorlardır şimdi.
Bir şey dediğim yok çocuklar, siz devam edin rica ederim! Her kuşağın bir geyiği var, bu da bizimkisi.
MIŞ-MUŞ
Isparta Valisi, ‘Orhan Pamuk iyi bir romancı değil’ demiş.
Kendisi iyi bir eleştirmendir!
Büyümede dünya rekoru kırmışız.
Fakat değişik bir büyüme... Bir yanımız ‘Kalk gidelim’ derken, öteki yanımız ‘B.k yeme otur’ diyor.
Davut Güloğlu’yla Nez’in ‘büyük aşkı’ bitmiş.
Ne kadar büyük, o kadar kısa!
Erdoğan, ‘Erken seçim vatana ihanettir’ demiş.
Yoksa kendileri için bir mahzuru yok!
Yazının Devamını Oku 2 Nisan 2005
<B>‘Size Anne Diyebilir miyim?’</B> programında bir damat adayıyla bir gelin adayı iddiaya girmişler, gelin adayı iddiayı kaybedince ceza olarak damat adayının ayaklarını yıkamış. ‘Şakası bile fazla kaçtı’ diye duyurdu bizim gazete.
Bence hiç de değil. Yani iddia üzerine falan değil, sahiden yıkayabilir bir kadın bir erkeğin ayağını. Bir tuhaflık yok bunda.
Şimdi şöyle...
Káğıt üzerinde eşitsizlik istediği kadar giderilmiş olsun...
Kadın hálá ailenin sadece çocuk doğurmaktan ve ev işlerini kotarmaktan sorumlu üyesi olarak görülürken...
İsteyip istemediğine bakılmaksızın ‘karılık görevi’ni yerine getirmek zorunda bırakılırken...
‘Namus’u onun bunun iki dudağı arasındayken...
Sevdi diye öldürülürken...
Ha bire kızlık zarı duruyor mu diye bakılırken...
Tecavüze uğradığında tecavüzcü değil de kendisi ayıklanıp toplum tarafından cezalandırılırken...
Bir de kocasının ayağını yıkasa ne olur yıkamasa ne olur.
Misal, İsveç’te isyan edilse bu duruma, normaldir. Fakat burada tuhaf kaçıyor. Sen kalk leğene giden yola taşları tek tek döşe, sonra leğeni görünce ‘A olmaz!’ diye bağır!
Kimse hiçbir şeyden tırsmıyor, bir tek leğenden... Şartlı refleks olmuş adeta.
Her türlü cinselliği yaşayıp bir tek kızlığına dokundurtmayan, sonra ‘el değmemiş’ olarak kocaya giden kızlar misali... Her şey var bir tek leğen yok!
Leğen olmayınca kadın ezilmiş olmuyor öyle mi?
Hıh!
Fareli koğuşun kemancısıyla şarkıcısı
Haftalık dergisinden arayıp ‘Kiminle aynı koğuşta kalmak istersiniz?’ diye sorduklarında markette, kasanın önünde alışveriş arabasını boşaltıyordum.
Günde üç-beş kere dergi ve gazetelerden arayıp soruyorlar eksik olmasınlar... ‘Falanca konu hakkında ne düşünüyorsunuz?’ Bazen tuvalette oluyorum. İnsan kendi kendiyle gurur duyuyor... Tuvalette bile fikir saçmaktan...
Bu arada tuvalete cep telefonuyla girdiğimi anlamışsınızdır. Sanki direkt ABD Başkanı’na bağlı kırmızı telefondur... Hani koskoca başkan ‘Nerede bu kadın!’ demesin, anında cevap verebileyim... Onun için yanımdan ayırmıyorum.
Eskiden ne yapıyorduk bilmiyorum. Evden çıkıp üç saat dönmediğimizde... Karda yolu kapanan köy misali şununla bununla irtibatımız kesildiğinde... Ben şimdi birisine üç saat ulaşamasam öldüğünü düşünürüm.
Neyse uzatmayayım, Haftalık dergisinden ‘Kiminle aynı koğuşta kalmak istersiniz?’ diye sordular. Kimi istemediğimi de...
Dediğim gibi, o anda sepeti boşalttığımdan cevabım aceleye geldi. Oysa en az üç seneyi bir arada geçirmek söz konusu olan. Eş seçmek gibi bir şey. Daha da beter hatta. Eşle 24 saat dip dibe oturulmaz. Diyeceğim hiç olmazsa on dakika düşünseydim...
Fakat insanın aklına ilk gelen en doğrusu oluyor galiba. Bekir Coşkun dedim arkadaşlara... Şimdi düşününce seçimimde bir değişiklik yok.
Neden Bekir Coşkun?
Hayvan sevgisinden.
Faresiz koğuş olur mu? Sanmıyorum.
Peki benimle beraber fareyi beslemeye kim razı olur? Vardır belki başkaları da ama Bekir Coşkun banko isim. O, ben ve faremiz uyum içerisinde yuvarlanır gideriz.
Ne mutlu ki o da beni seçmiş. ‘Ben keman çalarım, Pakize şarkı söyler’ demiş. Fareli koğuşun kemancısı ve şarkıcısı!
Vallahi hiç de fena değil. İçerisi dışarıdan daha iyi olacak gibi. Mesele hapisliğimizi aynı günlere denk getirmekte.
Kiminle aynı koğuşta olmak istemediğime gelince... Hakkı Devrim.
Neden derseniz, bu durumda girişim olur, çıkışım olmaz gibime geliyor. Hakkı Bey eninde sonunda şişler beni.
Bir dakika!
‘Ne koğuşu, ne hapsi?’ dememiş, konuya yabancı kalmamışsınızdır herhalde. Yeni TCK’yı duymayan var mı?
Not: Şu anda yasanın yürürlüğe giriş tarihinin ertelendiği haberi geldi. En az iki ay daha özgürüz çok şükür!
MIŞ-MUŞ
Erdoğan Tunuslu gazetecilere ‘Thanks, siz how are you?’ (Teşekkürler, siz nasılsınız) demiş.
Türk gazetecilerini soracak olursanız Sayın Başbakanım... Biz are not well. Because vardır new TCK.
Selülitin suçlusu östrojenmiş. Ne hormonmuş ama... Varlığı bir dert, yokluğu yara.
5 vekilden biri obez sınırındaymış. Aman canları sağ olsun, yedikleri yemek olsun!
Yazının Devamını Oku 31 Mart 2005
<B>BUGÜN </B>son gün sevgili okurlar!<br><br>Bundan böyle bu köşede en ufak bir eleştiri göremeyeceksiniz. Zaten gazetelerin hiçbir sayfasında rastlayamayacaksınız. Bendeniz yemek tarifi mi veririm artık, yılın modasını mı şeyttiririm... Bakacağız.
Fakat şikáyet etmeye hakkımız yok. Ağlamadık ki meme versinler. Halbuki bayrağımız için ne güzel döküldük yollara. Vatan çok güzel bir başlık attı o günlerde...
‘İki velet ve bir millet.’
İki velede karşı iyiydik hakikaten. Fakat veletler de çeşit çeşit. Her velede karşı çıkılmıyor. Karşısında birleşilecek velet var, birleşilmeyecek velet var...
Ya da herkes razı, ne bileyim... Okudular demek yeni TCK’yı, beğendiler. Yoksa zinanın suç sayılmasına nasıl karşı çıkmıştık hatırlarsınız...
Yani bizi zıvanadan çıkaran şey yasağın kendisinden ziyade, neyin yasaklanmış olduğu hususu. Bu milletin önem verdiği şeyler var. İşte uçkurumuza dokundurtmadık mesela. Ama dilimize kilit vurulabilir. Vuruluyor nitekim. Bugün kilitsiz son günümüz.
***
Fakat ben kendimi tutamam. Yazamasam da konuşurum.
Hani kadınların altın günleri oluyor, her hafta birinin evinde toplanıyorlar... O toplantılara malını pazarlamak isteyen tencerecilerin falan da katıldığı oluyor bazen. Hazır bir topluluk bulmuşken... Bakarsınız ben de tencerecilerin yaptığını yaparım. Sıralarım üç-beş mış-muş, çıkarım. Doğru başka bir altın günü evine...
Gizli mücadele devri!
Fikirlerimizi el altından yayacağız bundan böyle.
Basının ‘Kurtuluş Savaşı’ başlıyor!
Geceleri tebdili kıyafet gizli toplantılar yapmamız bile gerekebilir.
Nostaljiseverlere gün doğdu!
***
Sahi, AB’ye ne oldu bu arada?
Hiç sesi çıkmıyor. Ya bizi gözden çıkardı, tınmıyor, ya da biz onu gözden çıkardık, takmıyoruz.
Neticede Tayyip Erdoğan, sıradan bir başbakan olarak değil, hakikaten geçmeyi hak etmiş biri olarak geçecek tarihe!
Bana gelince...
Yemek tarifi falan olmaz. Bundan böyle herkesi öveceğim. Buna karşılık siz lafı tersinden anlayacaksınız ki zaten çoğunuzun yapmadığı şey değil, pek zorlanmazsınız.
Böylece durumu idare edeceğiz, bilmem anlatabildim mi...
MIŞ-MUŞ
Akdeniz Üniversitesi’nin araştırmasına göre, yüzde 70’imiz hareketsiz oturuyormuşuz.
Hem de biz attan inmeyen ataların torunlarıyız; ben esas ‘Oturan Boğa’nın torunlarını merak ediyorum.
*
Meclis’te artık 6 parti varmış.
Aritmetiğine milletin müdahil olmadığı tek Meclis bizimkidir herhalde; habire kendi aralarında azalıp çoğalıyorlar.
*
Demirel, ‘İstanbul’a dikkat edin’ demiş.
Ediyorlar. Hatta cennete çevirdiler. ‘Kapkaççı cenneti!’
Yazının Devamını Oku 29 Mart 2005
<B>GAZETEDE </B>köşesi olanlara yeni çıkmış kitaplar gelir durmadan... Aralarında okunmak için kimseye ihtiyacı olmayanlar bulunsa da iki satır destek amacıyla gönderilenler daha çoktur. Neticede bir dolu kitap gelir işte. Ben şahsen bunların çoğunu, şöyle bir bakıp kenara koyarım. Daha sonra okumak üzere... Benim seçimim olmadığı için hemen yumulmam.
Geçenlerde yine böyle bir yığın kitabı rafa kaldırmak üzere elden geçirirken bir tanesi dikkatimi çekti. Bir şiir kitabı... Arka kapakta kara kaşlı, kara gözlü bir kız çocuğu fotoğrafı... Ve şöyle yazıyor yanında.
‘Sene 1994, 5 Ağustos, kardeşi ve arkadaşlarıyla gittiği denizde, kumsalda ölümün onu gelip alacağını bilmeden oturuyordu. Henüz boşanmadığı eşi geldi ve 5 bıçak darbesiyle aldı hakkı olmadığı canını. Sonra kendine doğrulttu bıçağı ve kalbine sapladı. Ve kumsala gömüldü Betül’ün elleri 20 yıllık hayatıyla.’
Dondum kaldım.
O küçük kız ölmüş demek!
Hem de kocası tarafından öldürülmüş!
Kocası... Küçük kızın kocası da varmış ha?!
Yani cinayet daha önce işlenmiş bence.
‘20 yaş az mı?’ diyeceksiniz. Evet, evli barklı kadın olmak için az. Ölüme kadar giden çileler çekmek için hele... Gerçi hiçbir yaştaki kadın için reva görülmez ama bu daha çocuk. Fotoğrafı görseniz hak verirsiniz bana.
***
Ben şimdi ne diyorum?
Yani kızlar 20 yaşında evlenmesin mi?
20 yaşında olduğu için mi öldü Betül?
Ya da 20 yaşında öldürüldüğü için mi sarsıldım ben bu kadar?
Her şey yolunda gidiyor olsaydı Betül’ün hayatında, yine ‘cinayet’ der miydim o yaşta evlilik için? Bilmiyorum.
Ne demek istediğimi, bu yazıyı neden yazdığımı da bilmiyorum.
Sadece çok etkilendim.
Bu asla bir kitap tavsiyesi değildir.
Betül’ün şiirlerinin ‘şiir’ değeri var mıdır onu bile bilmiyorum ki... Ama bir çocuğun onu ölüme kadar götüren aşkı var. Adım adım.
İki kız kardeşi, Show TV’nin katkılarıyla hazırlamış kitabı yayına. Adı ‘...Ve Kuma Gömüldü Ellerim’.
Geliri Mor Çatı Kadın Sığınma Vakfı’na bağışlanacakmış. İnşallah öyledir. Zira neredeyse memleketin tamamının mor çatıyla kaplanmasının uygun olacağı bir durum var ortada. 11 yıl geçmiş aradan... Ne töre cinayetleri duruyor ne koca cinnetleri.
MIŞ-MUŞ
Tuba Ünsal, vücuduna ‘Forever Tuba’ yazdıran kocasına karşılık Mustafa Sandal’dan kalma dövmesini sildirip yerine eşinin adını taşıyan dövme yaptıracakmış.
Cüzdan, evrak, şu bu kesmiyor demek bazılarını.
*
İstanbul Emniyet Müdürü, ‘Kapkaç zor biter’ demiş.
Hiç olmazsa açık sözlü!
*
Uzmanlara göre Türkiye’de olan depremlerde çok sayıda kişinin hayatını kaybetmesinin nedeni eşyaya duydukları aşkmış.
Kısaca, ‘Atın ölümü arpadan oluyor’ diyebiliriz.
Yazının Devamını Oku