‘Benimki’nin doğum yıldönümü. Orada kutlayacağız. Alpler’de.
Gerçi kayak mevsimi geçti ama ‘Benimki’nin doğum günü ancak orada kutlanır. Hint Okyanusu’ndaki adalar falan olmaz. Ruhuna uygun değil.
Merak edersiniz şimdi ‘benimki’nin kim olduğunu...
Yaşlı biraz.
Ama daha çocuk bir yandan da. Hiç büyümüyor.
Çok eskiden tanışıyoruz. Epeydir görüşmüyorduk. Hatta artık yaşamadığını düşünüyordum.
Sonra bir gün... Bir yazı yazdım. Onu sevdiğimi, özlediğimi anlattım... eski günlerimizi andım.
‘O da okumuş, çıktı geldi’ diyemeyeceğim. Ama başka sevenleri çıktı ortaya. Meğer ne çokmuş. En fazla mail aldığım yazılarımdan biri oldu o yazı. Bu, onun bir şekilde hálá yaşadığını gösterdi bana, sevindim.
Heidi’den bahsediyorum.
Heidi bu yıl 125 yaşında oluyormuş. İsviçre’de müzikal ve tiyatro oyunlarıyla kutlanacakmış doğum günü. Keşke gidebilsem hakikaten.
Geçenlerde yanımdaki yöremdeki çocuklara hediye etmek için kitapçılarda aradım onu, bulamadım. 125 yaşın şerefine TRT o eski çizgi filmi yeniden yayınlasa keşke. Ama neredeee...
Atmosfer de değişti
‘İnsan’la ‘hava’ birbirine çok benziyor.
İkisinin de günü gününe uymuyor. Hatta son zamanlarda saati saatine...
Ben mesela bugünlerde tıpkı bahara geçiş yapmaya çalışan İstanbul havası gibiyim. Hani bir saat içinde hem açık hem kapalı, hem sıcak hem soğuk, hem yağışlı hem kurak, hem rüzgárlı hem durgun...
Benimki normal sayılır yine de. Yani ruh durumumun o hal ile bu hal arasında mekik dokuması. Nihayet insanız. Bir telefon alırız coşarız, bir haber duyarız çökeriz, falan filan. Fakat atmosferdeki değişim nasıl bu kadar hızlı oluyor onu anlamıyorum.
Her bir hava şartına sebep olan hareket her ne ise nasıl bu kadar çabuk değişebiliyor?
Atmosfer eskiden böyle değildi. O da bizim gibi fırıldak oldu. Esirikli, sıkıntılı, sebatsız. Fakat neticede bahara uygun bir durumda karar kılacaktır elbet. Bizim gibi. İstediği kadar oynak olsun ruhumuz, aslında şu sıralar hepimiz kendimizi kelebek gibi hissediyoruz. Kırlara yayılalım, o çiçekten bu çiçeğe konalım, iş falan olmasın... Hiç olmazsa şehrin içindeki ağaçların peşine düşelim.
Bendeniz her sene olduğu gibi erguvanların peşindeyim yine. Tam karşısına konuşlanıyorum. Bakıyorum nerede var... Anadoluhisarı’ndaysa, Rumelihisarı’ndayım.
Ertelemeye gelmez biliyorsunuz. Erguvan dediğiniz bir bakarsınız var bir bakarsınız yok. Bari kaçırmayayım, hiçbir güzelliğin farkına varılmadığı çocuklukla ilk gençlik yıllarının acısını çıkarayım diyorum.
Uzayda seri cinayet
Turizm Bakanımız ‘Azgelişmiş ülkelerde şiir, gelişmişlerde roman vardır’ buyurmuşlar.
Belki de haklıdır. Kişilere indirgenecek olursa bu tez, hakikaten refah içinde bir şair duymadım ben. Yani iyi şair.
Nazım Hikmet’e, Orhan Veli’ye bakıyorsunuz... Memuriyet, mahrumiyet, mahkûmiyet, mağduriyet...
Keyfi yerinde şairler de çıkmamış değil. Fakat onların şiirleri daha ziyade sevgilinin gül yanaklarıyla, kiraz dudakları arasında sıkışıp kalmış.
Bu açıdan Bakan haklı gibi görünüyor.
Fakat roman deyince nasıl roman ona bakmak lazım. Tolstoy’un Anna Karenina’sı gibi romanlar çıkacaksa tamam da ‘Uzayda Seri Cinayet’ gibi romanlar gelecekse önümüze, ben şahsen azgelişmiş kalıp bir Nazım Hikmet daha çıkarmamızı tercih ederim.
MIŞ-MUŞ
Kültür ve Turizm Bakanı Koç, Mahmut Cuda resim sergisini gezerken gördüğü kadın portresinin işadamı Halit Narin’in eşine ait olduğunu öğrenince, ‘Hálá karısı mı?’ diye sormuş.
Bu gidişle yakında ‘Hálá bakan mısınız?’ diye sormak gerekecek kendisine.
Hafif şişmanlık sağlık açısından iyiymiş.
Baktılar kimsenin zayıflayabildiği yok...
Bir dahaki Papa zamanında kıyamet kopacakmış.
Neyse ki bunlar çok yaşıyorlar.
Dünya yeni Papa karşısında bölünmüş.
Bu bir şey değil, bir dahaki sefere un ufak olacak!